31 Ekim 2015 Cumartesi

Mehdi mi yener Süpermen mi?

"Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir." İmam-ı Âzam Ebu Hanife (r.a.)

Bedri Rahmi Eyyüboğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemanın 'rüya tekelciliği' yaptığıyı söyler. Eskiden herkes kendine ait bir hayal dünyasında yaşarken bugün popüler filmlerin/kahramanların hegemonyası yaşanmaktadır. Kahramanlar yöresel değil küreseldir. Dekorlar/hikayeler Hollywood'a aittir. Esas oğlanlar/kızlar bellidir. Herkes onları düşler. Herkes onlarla yetişir. Hatta bir dostum anlatmıştı. 5-6 yaşlarındaki oğluyla Risale dersine gitmişler. Dersin konusu Mehdi hakkındaki rivayetlermiş. Bir saate yakın dinlemişler. Evlerine dönerlerken oğlu kendisine sormuş: "Peki baba şimdi Mehdi'yle Süpermen dövüşse hangisi yener?"

Okuyanlar hatırlayacaklar. Geçmiş yazılarımdan birisinde (Çocuklar Adam Olmasın Yalnız, Adamlar da Çocuk Olsun) Aleyhissalatuvesselamın çocuklara ve yağmura dair hadislerine atıf yaparak, çocukların da yağmurlar gibi 'fıtrî ahidleri yeni' hediyeler olduğunu söylemiştim. Ve fıtrata (yani fabrika ayarlarımıza) yakınlıkları nedeniyle bize ders verici meziyetlere sahip olduklarına dikkat çekmiştim. 'Çocuktan al haberi' gibi tabirlerin onların aptallığına değil, saflığına ve dürüstlüklerine atıf yaptığını; bununsa 'yalan' denen kurgunun ahlaklarına sonradan eklediğimiz birşey olmasından kaynaklandığını belirtmiştim. Hâlâ da böyle düşünüyorum. Ve hatta arttırıyorum: Çocuklar gibi peygamberler de bize Allah'ın bir 'Fıtrata dön!' çağrısıdır.

Yani nasıl ki bir çocuğun saflığı sizi onun yanında tedbirli davranmaya zorlar, aynen öyle de, bir nebinin ismetinden gelen nezaketi de çevresindekileri edepli olmaya çağırır. Bir çocuğun yanında yalan söylemekten, küfür etmekten veya kem bir davranışta bulunmaktan çekinen büyük, daha aşkın bir şekilde nebinin yanında da aynı şeyleri yapmaktan çekinir. Nebinin pâklığı muhatabını da ahlaklı olmaya zorlar. Yani onlar duruşlarıyla bile insanları dönüştürürler.

Bunu pazusuyla, ordusuyla veya kılıcıyla yapmaz elbette nebi. Onun bulunduğu hal, yani kamil insan hali, vicdan denen yerimizin işiteceği şekilde asl-ı insanı bağırır. Çalışan her alıcının kolaylıkla algılayacağı bir fıtrat frekansını sürekli yayar. Ve siz bu bağırış karşısında kayıtsız kalamazsınız. Kâfir de kalsanız meziyetlerini takdir eder ve yanında davranışlarınıza çekidüzen verirsiniz. Bunun delili çoktur. Bunlardan yalnız Mekke'nin fethinden sonra yaşanan bir diyaloğu hatırlatmak isterim.

Müşrikler Aleyhissalatuvesselamı nasıl tarif etmişlerdir o gün? Ben şöyle biliyorum: "Sen kerim bir kardeşimizsin ve kerim bir kardeşimizin oğlusun." Yanlış anlaşılmasın. Bu onun nübüvvetine iman ettiklerinden dolayı söyledikleri birşey değildir. Bu karşıkonulmaz bir şekilde maruz kaldıkları güzel ahlakın itirafıdır. Mürşidim bir yerde bu sadedde der ki:

"Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle, 'Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz' diyerek imana gelmişler."

Aleyhissalatuvesselamın bu yönünü ayrıca önemsiyorum ben. Çünkü bu yön bize 'kamil mürşidin' neden gerekli olduğunu da hatırlatıyor. Hikmetini anlatıyor. Öyle ya. Herhangi bir ahlakî değeri 'ilmî bir kavram olarak' ve/veya 'entelektüel bir haz duyarak' konuşabiliriz. Hakkında muhteşem aforizmalar kasabiliriz. Edebiyatın gözüne basabiliriz. Cakkıdı cakkıdı ahkam kesebiliriz. Daha önce söylenmemiş betimlemeler yapabiliriz. Bunlarla tıkına bereket 'retweet' veya 'beğen' de alabiliriz. Fakat etrafında kelimelerle döndüğümüz o hakikatin tesirini yine de 'yaşayanı' belirler.

Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz ihlası/ahlakı kelimelerde değil insanlarda okuruz. Kelimelerle değil insanlarla taşırız. Yani insan pratiği istenen mesajın asıl taşıyıcısıdır. Taşıyıcı da mesajın parçasıdır. Bu nedenle peygamberler de Allah'ın kelamını bize taşıyan Allah'ın kevnî kelamlarıdır.

Kur'an'ın ilk musfahı Aleyhissalatuvesselamın mübarek zatıdır. Fiiller ve tavırlar, hem de o hakikatin sınanmasının en gerekli olduğu zamanlarda sergilenenleri, ahlakı nakletmemizin yegane aracıdır. Bir ahlak salt kitabî bilgiyle nakledilebilir mi? Bence bu mümkün olamaz. Mümkün olamayacağı için Aleyhissalatuvesselam buyurmuştur: "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Ve Aişe radyallahu anha annemiz demiştir: "Onun ahlakı Kur'an'dı." Yani Kur'an'ın dersi sünnetle tamam olmuştur.

Evet, en yakıcı sınavlarında bile fıtratının ismet derecesindeki saflığından ödün vermemiş Allah Resulü, hem canımız-ciğerimiz, hem de güzel ahlakın insanlar arasında 'olabilir/başarılabilir' birşey olduğunun ilk delilidir. Yani peygamber kulluğun 'yapılabilirliğinin' ilk delilidir. Bu noktada Kur'an'ın onu anarken vurguladığı 'içinizden biri' ifadesi 'sizin gibi yaratılmış ama sizin gibi olmamış-bozulmamış birisi' diye de algılanabilir. Yani içimizden birisi, içimizden herhangi birisi gibi davranmayarak, herşeyi değiştirmiştir.

Bu açıdan bakınca "Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz!" buyuran İsrâ sûresi bir açıdan da şunu söylüyor olamaz mı: "İçinizden birinin herşeye rağmen fıtratını koruyabildiğini ve gönderdiğim vahye uygun yaşayabildiğini sizlere göstermedikçe ve o size 'bizzat yaşayanı olarak' vahyimi/davetimi tebliğ etmedikçe size azap etmeyiz." Bu davetin hayatla bütünlüğünü anlama noktasında çok kıymetlidir. Teori pratiğiyle birlikte aktarılmadığı zaman gırtlaktan aşağıya inemez çünkü.

"Mu'cize-i Muhammedî aynı Muhammeddir (a.s.m.)..." derken Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği de biraz bu değil midir? "Bütün ümmet hattâ düşmanları da dâhil olduğu halde icmâ etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmidir." Onun metinlerinde sıklıkla vurgu yaptığı birşeydir şu. Peygamberler, sadece dillerindeki vahiyle ve ellerinden vücuda gelen harikalarla değil, onun uygulanabilirliğini göstermeleriyle de davetin bir parçasıdırlar. Hâşâ, sümme hâşâ, mesajı getirince işleri bitmiş bir postacı gibi görülemezler. Çünkü insanlar bir mesaja, onu uygulayan kişinin elinden/dilinden muhatap olmadıkça, uymazlar. İnsanların, özellikle avamın, söylem ile yaptıkları ilk kavga nasihatin sahibindeki tutarlılığıdır. Bunu şöyle bir örnekle biraz daha açmak istiyorum:

Biz güzel ahlakın varlığına onun edebî metinler içinde varoluşuyla inanmayız. Aforizmalar bizi güzel ahlaka inandıramazlar. Bu nedenle büyük meblağlar bulmuş ama tek lirasına dokunmadan onu sahibine iade etmiş veya hiç tanımadığı birisine çok büyük bir fedakârlık yapmış veya daha başka bir şekilde güzel ahlakın bir nümunesini/uygulanabilirliğini bize göstermiş insanların hikayeleriyle çok meşgul oluruz. Onları gazetelerimize manşet yapar ve/veya televizyonlarımızda duygusal bir haber olarak geçeriz. Büyük büyük söyler ve/veya yazarız: "İnsanlık ölmemiş!" Veya deriz: "İşte günün kahramanı!"

İnsanlığın ölmediğine bizi kim inandırır? Metinler mi? Aforizmalar mı? Felsefe mi? Bizi insanlığın ölmediğine insanlığının hakkını veren hayatlar inandırır. İşte nebiler de bu yüzden kıymetlidir. Ve onların varisleri olan âlimler de. Mürşid talebesi için dersin tamamlayıcı parçasıdır. Bir mürşide intisabın tasavvuf geleneğinde çok önemsenmesi, bir usûle intisabın hakikate vusûlde çok vurgulanması, bunlar boşuna değildirler. Geleneği hakikatin inanılırlığını arttırır.

Bana öyle geliyor ki: Nebileri postacı konumuna indirmeye çalışanlar da aslında kem bir amaçla bunu yapıyorlar. O da şudur: Vatanı değil amma mü'minin anavatanını, yani güzel ahlakın bütünlüğünü parçalamaya çalışıyorlar. Halbuki, bu dangalakların sünnet-i seniyye yerine ürettikleri hiçbir aforizma, hiçbir entelektüel eğlenti Abdullah b. Selam radyallahu anh gibileri kandıramaz. Onun gibilerin Aleyhissalatuvesselamın yüzünü görmesi gerekir. Bizim gibilerin onun ahlakını bilmesi gerekir. Öyle bir hayatın mümkün olabildiğine şahit olunması gerekir. "Bu yüzde yalan olmaz!" ancak bu bilgiden/görüşten sonra söylenebilir.

Düşünelim: Bediüzzaman'ın istikametten şaşmamış ve büyük bedeller ödemekten çekinmemiş hayatı olmasa, Risale-i Nur metinleri, sırf bir didaktik eser olarak, bu kadar insana hakikatin yolunu göstermeyi başarabilir miydi? Said Nursî'siz Risale-i Nur tavsiye edenler, Peygambersiz Kur'an arayışına girenler, güya iyi niyetlerle vurguyu aslolana getirmek için bunu yaptıklarını söylüyorlar. Ya arkaplana attıkları parça aslın da parçasıysa? Ya onsuz asıl da yarım kalıyorsa?

Yani ya sandıkları gibi bir hiyerarşi yoksa? Mürşidin hayatı tebliğden kopmayan ve hatta tebliğin sağlığını sağlayan en birinci etkense? Bugün âlem-i İslam'ın durumuna bir bakınız. Hiçbirimiz doğruyu bilmiyor veya doğru kavramlara birbirimizi çağırmıyor değiliz. Ortalık müçtehid kaynıyor(!) Herkes bir taraftan "Ey müslüman uyan!" diye bağırıyor. Asıl sorun çağrıda değil. Sorun şu: Biz birbirimizin samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü öyle bir ahlak göremiyoruz bir diğerimizde.

Bu yüzden hem nübüvvet, hem varisi olmak hasebiyle hakiki âlimler, hem bunun altbaşlıkları olarak müceddidlik ve mehdilik gibi kavramlar-kişiler, bunların hepsi gerekli. Hiçbirisi küçük görülmemeli. Ben Mehdi'den bazılarının karikatürize ettiği gibi süpergüçlerle gelmesini beklemiyorum. Ama, evet, hepimizi inandıracak bir samimiyet ve ahlakla ortaya çıkmasını bekliyorum. Eksik olan o çünkü. Mü'minin süpergücü o. Yoksa, maşaallah, hepimizin ağzı süper laf yapıyor. Fiyakalı sözlerden geçilmiyor. Fakat salih seleflerimizin mirasını yemekten başka birşey de elimizden gelmiyor. En nihayet demem o ki kardeşlerim: "Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz." Çünkü mehdinin de süper gücü o olacak.

29 Ekim 2015 Perşembe

Kapına o gülleri kim bıraktı?

"Demek iman bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor." İkinci Söz'den.

Tevhid öyle bir bütünlüktür ki varlıkta öncelik-sonralık bırakmaz. Ezel nazarında toplar herşeyi. Kader kitabında toplar. 'Emir/nehiy-muhatap' üçgeninde dahi bu bütünlüğün izleri okunur. Yani, Allah birşeyi emrettiğinde veya nehyettiğinde bizlere, sırtımıza yük bırakır gibi istemez. Bize rağmen istemez. Bize karşı istemez. Hesapta olmayan birşeymiş gibi gelmez o bize. Ya? İstediği şey aslında canımızın da çektiğidir. Kısa bir mealiyle "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!" diyen Fussilet sûresi de aslında bunu söyler. Çünkü canımız da Allah'ın bir mahluku olarak tevhid bütünlüğüne uygun yaratılmıştır. Ezelde görülmüştür. Kaderde yazılmıştır. Vahid-i Ehad ne emretse veya yasaklasa 'canı isteyerek' gelir veya gider. Hepsi üzerine yaratıldıkları yasaları tanır.

Evet. Elhamdülillah ki Elhamdülillah. Şeriatta her ne varsa aynı zamanda cana da iyi gelendir onlar. Maruf o bütünlüğe tanıdık olandır. Münker tanıdık gelmeyendir. Reddedilendir. Fakat irade bazen 'ruha iyi gelen'le 'nefse iyi gelen'i birbirinden ayıramaz olur. İnsan tek parça değil bir şirket gibidir. Yaratılışının farklı adaları ve her bir adanın kendine göre bir varlık algısı/kaygısı vardır. Nefsin varlık algısı/kaygısı daha cismanî ve aceleciyken ruhun varlık algısı/kaygısı daha bâkî şeylere bakar. Kalp de bir derece öyledir. Vicdan da. Akıl da. Fakat nefsimiz, cismaniyetimizi varlığımızın tek parçası sandığımız ölçüde, sesi en baskın çıkandır. Ve kendi varlık algısının/kaygısının diğer bütün parçalardan daha önemli olduğuna bizi inandırmaya çalışır. Başarır da çoğu zaman.

Kim kendisine müracaat etse görür bunu: Ruh varlığını hayrı yapmakta ve şerden kaçmakta buluyor. 'Lezzet-i ruhaniye' dediğimiz şeyler de hayırlı olanı yapmaktan gelen 'geçmeyen lezzet'ler. Ne kadar güzel şey yapsak o kadar geçmeyen lezzet sahibi oluruz. Diyelim: Zor durumda olan bir arkadaşımıza, tam da en ihtiyaç duyduğu bir vakitte, yardım ettik. Bu yardım, bir lezzet-i ruhanî, yani geçmeyen bir ferahlık olarak bizde kalır. Ne zaman hatırlasak mutlu oluruz. Ne zaman anımsasak lezzet duyarız. Allah, ruhun ve kalbin varlık algısına uygun ameller yaptıkça, içimize küçük cennetler bırakır. Rızasına uygun ameller sayısınca cennet zerrecikleri oluşturulur kalbimizde. (Günahta ise, hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi, kalp karartan cehennem lekecikleri oluşur.) Cennetlik insan daha cennete gitmeden önce kalbiyle cennete dönüşür. Yüreğinde cenneti yaşar. Dilinde cenneti konuşur. İçinde öteki dünyaya bir delil/nümune bulur. Hem inşaallah. Hem elhamdülillah.

Bu noktada artık diyebiliriz ki: Vicdan sahibine 'tevhid bütünlüğünde iyi gelecek' şeyleri hatırlatan bir çağrı cihazı gibi öter durur. Fıtrat, tevhid bütünlüğünün bir parçası olarak, o tevhid bütünlüğüne uygun hareket edildiğinde ferahlar, aksi yönde gidildiğinde sızılanır. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'fıtrat-ı zişuur' olan vicdan 'ne için yaratıldığını-yaratılmadığını' farkeden, hisseden, sezen, sezdiren, hissettiren bir farkındalıktır. Şuurumuz başka birçok alt-şuurun üzerine kurulmuş ve renklerinden beslenen bir üst-şuurdur. Nasıl? Ne demek? Kastettiğim parçalardan herbirinin onlara kulak verdiğimiz ölçüde farkındalığımıza sinyal göndermeleri. İnsan ne zaman bu sinyallere kendini kapatırsa kalbi mühürlenir.

Mürşidimin Birinci Söz'ün ahirinde dediği "Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir..." tesbiti 'ücreti nasıl anladığımızla' bizdeki karşılığı bulacak birşey. Şöyle ifade edeyim onu da: Her insan bu üç ihtiyacı duyar. Yani size birisi bir iyilik ettiğinde veya nimetlendirildiğinizde onu edenin/eyleyenin ismini anmak, ona teşekkür etmek ve onun bu iyiliği/nimeti niye size verdiğini düşünmek istersiniz. Kendisine ona erişmekle sevindiği birşey verilen hangi insan bu üç ihtiyacı duymaz? Kapınıza bir gül bırakılsa, bırakanın ismini bilmek/anmak, niye bıraktığını merakla tefekkür etmek ve ona teşekkür etmek istemez misiniz?

O halde bilmeliyiz ki: Allah'ın bizden istediği ücret insanların istediği türden değildir. Önce 'amel' sonra 'ücret' tasarımı yapılmamıştır onda. Ücret ve amel arasında mesafe yoktur. Yani emir/nehiy ile saadet arasında mesafe yoktur. Abdurreşid Şahin abinin Holografik Bakış programında sıklıkla söylediği gibi: "İbadetin karşılığı değil kendisi saadettir." Tevhid bütünlüğünde hepsi aynı andadır. Ezel hepsini bir görür. Kader hepsini bir yazar. Amel lezzetten ayrılmaz. Saadet eylemden koparılmaz. İman cennetin parçasıdır. Zaten bize emredilenler canımızın da istediği şeylerdir. Yani cennet için çabalamak cenneti yaşamaktır. Bir şartla ki: Can canlılığını Karun gibi kendi ürünü sanmaya. Allah'ın mülkünü mülk edinmeye. Eğer, varlığı sana bağışlanmış hediyeler gibi görmeye başlarsan, hakkında endişe ettiklerinin bile nimet olduklarını görürsün. Varlığa dair ne varsa nimettir. Fakat, maalesef, yalnızlığın sancısını tatmayan kapısına bırakılmış güllerin sahibini aramaz.

Önce 'amelinizde' rıza-i ilahî olmalı (3): Her ütopya bugünden vazgeçmektir

Ufkuma bir kızılelma konulduğunu hissetiğim her alanda mütereddidim. Ütopyaların insanları daha enerjik, fakat kullanışlı ve sorgulamaz hale getirdiğine inanırım. Bu nedenle 'ütopyasız bir bugün' yaşamayı, 'ütopyalı bir bugün' yaşamaya tercih ederim. Kızılelma, bir yanıyla da 'bugünden vazgeçme' demektir çünkü. (Hayal ve ütopya aynı şey değildir. Hayalle bağımız ütopya ile kurulandan daha bedelsiz, esnek ve yumuşaktır. Ütopya toplumsal bir kalıptır. Hayaller bireyseldir ve zamanla değişebilir.)

Adalet-i mahzadan adalet-i izafiyeye kayan bir bakış açısı saklıdır koynunda. Esas olan yarın olunca; bugün, yarın için pekala gözden çıkarılabilir hale gelir. (Bugünün fiilleri ve kişileri de öyle.) Halbuki imtihan süreci bugünü ve yarınıyla yaşanmaktadır. Müminin ahirette cenneti/cehennemi kazanması, bilmem kaç yıl sonra bu dünyada bir kızılelmanın gerçekleşmesinden daha çok, kendi hayatının her gününü (Dördüncü Söz'de ifade edildiği gibi) yirmidört altın değerinde görmesine bağlıdır.

O altınları doğru yerde, her gün ama her gün, sarfettikten sonra yarın yine eline o altınların geçip geçmeyeceği veya o altınların neticesinin ne olacağı omuzlarında yük değildir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle; mümin kendi vazifesini yapar, fakat vazife-i ilahîyeye karışmaz. Hayatın her günü, Allah'ın birer emaneti olarak, bizzat kendisinin hakkı verilmek için yaşanır. Daha iyi yarınlar için ödenmesi gereken bedeller olarak değil. Çünkü daha iyi yarınlar Allah'ın takdiri elindedir. Vermesi de garanti değildir. Böyle bir yarından bahsedeceksek illa, bugünün adına yaşanacağı yarın ancak ahirettir.

Ütopyalar bu yönüyle ahireti dünyaya getiriyor. Hayatınız, ütopyalar eşliğinde, İslamî söylemler içinde boğulsa bile, sekülerleşiyor. Baharın bu dünyada gelmesini ummak ile irade etmek arasındaki fark, dua ile ütopya arasındaki farkın da nüansını oluşturuyor bence. Doğruyu, onu bugün doğru olduğu için yapmakla, yarın kazandıracağı için yapmak arasında bir ihlasçık fark var. Küçük görünüyor, ama aslında büyük. Hem sonrasında başlayan sapmalar da bu niyet farkından besleniyor.

İslam'da niyetlerin sıhhatine verilen kıymet, doğru olmayan bir niyetle yapılan amelin sapmanın ilk adımı haline gelmesinden ötürüdür. Eğer ihlasla yapmıyorsanız, (Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'daki ifadesiyle) 'sırf emredildiği için' ve o emir ile bugün mesul olduğunuzdan dolayı yapmıyorsanız; yani daha iyi bir yarını kazanmak amaçlarınızdan biri haline gelmişse (ve görece öne de geçmişse) o halde 'daha iyi bir yarın için' menfaatli görünen bir yanlışa bugün düşmeniz pekâla mümkün.

Adalet-i izafiye böyle başlıyor: Yarına göre bir bugün. Kıymetini yarının meçhul faziletinden alan bir bugün. Odak noktanız yarına kaydı. Daha iyi bir yarın için bugünden (ve bugünki herşeyden) vazgeçebilirsiniz artık. Bugün, sizin için kıymetsiz, aradan hemen çıkarılması gereken birşey. Ben ütopyalardan korkarım. Zira ütopyalar, bugünü işte bu hale getirir.

Önümüze hangi sosyolojik veya siyasi proje konursa konsun, sormamız gereken şey; bugünün yirmidört altınından ne istediği? O altını 'kumara mumara verip zayi etmemizi' mi istiyor? Yoksa 'efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde etmemizi' mi salık veriyor? Ütopyanın dilinin İslamî olması bizi kandırmamalı. Bizim, bugünü feda edebileceğimiz tek şey, Allah rızasıdır. O da salt niyette rıza-i ilahînin olmasıyla mümkün olmaz. İhlas Risalesi'nde dendiği gibi: Amelde de rıza-i ilahî olmalıdır. Fiilimizin de rıza dairesine isabet etmesi gerekir ki, şeytanın sağdan yaklaşıp bizi aldatmadığına ve kimseyi aldatmadığımıza emin olalım.

28 Ekim 2015 Çarşamba

Sahip olmak mutluluk getirir mi?





"Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ındır. Allah Muhît'tir, herşeyi çepeçevre kuşatmıştır." (Nisâ sûresi, 126)

Onuncu Nota benim Risale metinleri içerisinde en 'gizemli' bulduğum yerlerden birisi. 'Gizemli' derken neyi kastediyorum? Kanaatimce orada nur taliplerine 'gizemin güzelliği' öğretiliyor. Herşeyi kuşatmamız gerekmez. Dünyayı kuşattıklarımızdan/kuşatılabilenlerden ibaret sanmamız bizi gözlerimizin kulu yapar. İnsansa gözden ibaret değildir. Kuşatamadıklarına da açlıkları vardır. Hırsları onu bu yüzden tatmin edemez. Aslında buradaki halim Refet abinin şuradaki hayretine benziyor:

"Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucip oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da, muhtaç izah noktaları bulunuyor. Öyle lâtif ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki, o cümleleri de anlamak için sual icap ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki, Sözler'inizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve mânidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir."

Bu sözün en canlı şahidi bizler değil miyiz? Yıllardır Risale-i Nur'u okuyoruz, hakkında yazılanları okuyoruz, hatta kendimiz de bir parça yazıyoruz, ama hâlâ yazılması gereken bir yığın şey duruyor. Bazıları ise daha yazılamadan unutuluyor. İşte, bana öyle geliyor ki, bu Onuncu Nota da, tıpkı Refet abinin mezkûr metinde dediği gibi 'istenildiği kadar izah edilebilir.' Kimse de "Bu eserde artık konuşulacak birşey kalmamıştır!" diyemez. Gizemi böyle birşey. Bu gizemin kaynağı ise, bencileyin, bahsettiğinin salt 'olay' değil 'olgu' olması. Yani bir küllî düsturdan haber veriyor olması. Öyle ya. Küllî olana dair neyi konuşsanız bir yanı hep soyut kalır. Donulmaz kalır. Fethedilmez kalır. Kuşatamazsınız. Bitiremezsiniz. Sonuna gelemezsiniz. Her parlayan şeyde yeni bir yüzüyle karşınıza çıkar çünkü. Eşya onun için iletkendir. Şeyler çoğaldıkça o da çoğalır.

Soyut olanı 'maddî olmayan' somut olanı ise 'maddesel olan' diye tarif etmek aslında onları eksik tarif etmektir. Soyut, sadece maddeden mücerret olduğu için değil, her maddede binbir yüzle karşınıza çıkabildiği veya tabir-i diğerle 'tüm yansıtıcılarını aşabildiği' için soyuttur. Sınırları daha az bir vücuddur. Evet. Madde manadan daha çok 'var' değildir. Aslında mana maddeden daha çok vardır. Bu 'daha çok'u kuşatamadığımız için maddenin kolaycılığına saplanırız. Yani madde ötesi olan ondan daha aşağı değil yücedir. Mana maddeden daha yücedir. Bir kelimenin anlamı, anlam olarak varlığını bin yıllarca sürdürebildiği halde, maddesi/lafzı çok libaslar değiştirebilir.

"Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir..."

Manayı bir bedende hapsedemediğiniz için öldüremezsiniz. Manaya yaslananlar daha uzun yaşarlar. Eserleri onların ömürlerini devam ettirir. Bu yüzden, somuta yapılan övgü, soyuttan daha kemalde oluşuna dair bir övgü değil, insanın kavrayışına yakınlığı dolayısıyla yapılmış bir iltifattır. Yani, tabir-i diğerle, somutlaştırma soyutun bir tenezzülüdür.

Ezelî hakikatler kendilerini hayatın içindeki şeylerle bizlere ifade ettiklerinde tenezzül etmiş olurlar. Onları anlamamız için 'inzal sebepleri' verirler. Sonsuzun sınırlılığımıza bir iltifatıdır bu. Bir keremidir. Kur'an'ın beyanının bir tenezzül-i ilahî oluşu buradan daha rahat anlaşılabilir. Allah, Kur'an'ında, bizimle 'bizim anlayacağımız şekilde' konuşmuştur. Bize tenezzül etmesi kelamının aşkınlığına zarar vermez. Kelamullah olma hakkını elinden almaz. Onu, hâşâ, 'beşer işi' yapmaz.

Soyut ile somutun 'bilinişi' de tam bu noktadan dolayı farklılık arzeder. Somut olanı 'kuşatırsınız' ama soyut olanı ancak 'yorumlarsınız.' Hissenizi alır başkasının hissesini bırakırsınız. Büsbütün elegeçirici bir bilişe sahip olamazsınız asla. Kuşatmak bitirmektir çünkü. "Herşey yok olup gidicidir Ona bakan yüzü müstesna!" buyuran Kasas sûresi bize somutun soyuta bakan yüzünün de 'bitirilemeyecek' olduğunu söyler. Evet. Yok olmayan aynı zamanda bitmeyen ve bitirilemeyendir. Zaman kaydına girmeyendir.

Tekrar belirtelim: Soyut hiç anlaşılmayan değil kuşatılamayandır. Onunla kastedilen şey o kadar çok şey olabilir ki bu 'o kadar çok'un sizin zannınızla hapsedilmesi mümkün değildir. Bu yönüyle marifet-i ilahîye dair bir biliş, ancak 'cumhur-u ulemanın kabulüne vabeste bir anlayış' olarak karşımıza çıkar. Fehmimizi bilgiye dönüştüren şey diğer aynaların da yansıttığımıza hak vermesidir. Böylece biçare aynamız kuşatamadığı manzaraya zulmetmemiş olur. Kendisindeki parçayı bütünle karıştırmamış olur.

İnsansınız. Allah'ı (hâşâ) kuşatamazsınız. Ama isimleri ve eserleri üzerinden yorumlarda bulunabilirsiniz. Bu yorumlarla şuunatına dair bir tanıyış elde edebilirsiniz. Ancak en nihayet geleceğiniz nokta Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın duasında dediği gibidir: "Seni hakkıyla bilemedik!" Çünkü Allah'a iman aynı zamanda (Kur'an'ın da buyurduğu gibi) gayba imandır. Sınırlı olanın sonsuzun varlığını ve 'sonuna asla gelemeyeceğini' kabulüdür. Yani marifetullah Allah'ı bilişin asla büsbütün somutçu bir bilişe, yani bir kuşatışa/hapsedişe, dönüşemeyeceğini kabul etmekle başlar. Herkes kendi rengince onu tanır, ama o, bu tanımların/tanımaların hiçbiri 'kadar' değildir. Daha fazlasıdır. Hep daha fazlası kalacaktır. Bitmeyecektir.

"Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Onuncu Nota, bize, somutun medeniyeti olan Batı medeniyetinin ölçülerinden sıyrılıp, bilişi onun bilişine münhasır görmekten kaçınmamızı salık veriyor. Batı ancak pozitivistçe kuşatabildiğine, hedonistçe tadabildiğine, materyalistçe dokunabildiğine veya sofistçe inkâr edebildiğine iman ediyor. Kuşatamadığını görmezden geliyor. Allah onun için 'laboratuvara sokulup isbat edilecek birşey olmadığından' mantıksız.

Göremediği bir ilaha tapmaktaki çekingenliği, bunu büsbütün bir inkârcılıkla yapıyor olsa da, aslında ehl-i şirkin yaptığından pek farklı değil. Somutçuluk yapıyor. Somut olanı üstün sanıyor. 'Tenkit parmağıyla yoklamaya ve tereddüt eliyle tenkit etmeye' alışmış. Tutmak istiyor, sarmak istiyor, kuşatmak istiyor. Elini nura uzatıyor. Fakat bilmiyor ki: Sonsuz olan sınırlı olanda hapsolamaz. Allah'ın marifetine dair bilişler öyle kuşatışlar değildir. Görürsün, hissedersin, ama tutamazsın, hapsedemezsin.

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. (...) O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez. İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. (...) Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz. Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. (...) Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."

Arkadaşım, eğer 'ben'ini modern medeniyetin inşa ettiği 'ben'lerden uzaklaştırmak istiyorsan, belki de ilk kabul etmen gereken şeyler: Sonsuza bakabilir bir sonlu olduğun. Sezebileceğin ama sonuna gelemeyeceğin. Bunlar da seni 'herşeyin sahibi olma' hırsından 'birşeylerin parçası olma' rahatlığına götürecek. Kalbinde bu huzuru elde ettikten sonra hayatını/hayatları pencerelerden seyredeceksin. İçlerine girmeyeceksin.

24 Ekim 2015 Cumartesi

Ehl-i beyti Kerbela'dan kurtarmak...

"(Habîbim) De ki: '(Ben) sizden buna (size olan teblîğ vazîfeme) karşı, akrabâlıkta (âl-i beytime) muhabbetten başka bir ecir istemiyorum!' Kim bir iyilik yaparsa, kendisine onda bir iyilik artırırız. Şübhesiz ki Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Şekûr (iyiliklere çok mükâfât veren)dir." (Şûra sûresi, 23)

Sivaslıyım. Bildiğim bütün atalarıma kadar (hem anne tarafından hem baba tarafından) aleviyim. "Aleviliği çok iyi biliyorum!" iddiasında bulunmam, çünkü akrabalık ilişkileri dışında 'temas etmeden' yaşadım. Şener Aktürk Hoca'nın Türkiye'nin Kimlikleri kitabında isabetle ifade ettiği gibi, alevilik sırf mezhebî bir aidiyetin ifadesi değil, etnik bir tarafı da var. Fakat bu aleviliğin kültürel izlerinden mahrum olduğum anlamına gelmez. Mesela, güzel ve hikmetli sözün değerini küçük yaşlardan itibaren dinlediğim 'deyiş'lerden öğrendiğimi düşünüyorum. (Hatta hatırladıkça gülümsediğim birşeydir: O deyişlerde 'dost' kelimesiyle kimin kastedildiği çevremdekilere sorar, aldığım farklı cevaplar karşısında mütehayyir kalırdım.)

Ancak şöyle bir arızayı her zaman yaşadım: Kur'an'da da emredilen ehl-i beyt muhabbetinin veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamla yakınlıklarından dolayı ehl-i beyte duyulacak sevginin, Kerbela günlerinde duyulacak bir acıyla/yasla tarif edilmesini bir türlü kavrayamadım. Daha fazla acıyla neyi başaracağımızı çözemiyordum. İlginç bir karşılaştırmadır: Allah Resulünün yaşadığı acılarla aramdaki ilişki böyle (yaslı) olmadığından, Onun dinine bugün hizmet etmek, ümmetinden olmak, hatta sırf salavat getirmek dahi, aynı zamanda Onu somut bir şekilde sevmek demekti benim için. Kolaydı. Rahattı. Mantıklıydı. Çünkü Ondan olduğumu (veya yanında olduğumu) bugün ifade edebiliyordum. 'Şimdiki zamanda' sevebiliyordum.

Ehl-i beytle ilişkim böyle değildi. Onlara (yaşadıkları acılara üzülmeme rağmen) yardım edemiyordum. Emrolunduğum sevgiyle ne yapacağımı bilmez haldeydim. Sevmek isterdim, ama bunu daha fazla acı çekmeden (veya çeker görünmeden) isbat etmenin bir yolu yok gibiydi. Sevgi, birincil derecede kendini 'yardım, benzemek ve uymak'la ifade eden birşey. Onlara bir yol bulamayınca bu sefer 'pişmanlık, öfke ve acı' ile kendisini ortaya koyuyor. Mış'lı geçmiş zamana yaşanan sevgi, pişmanlıktır. Zira 'yanlarında olduğunuzu' ifade edemiyorsunuz. Eğer sevdiğiniz acı çekerken ona yardım edemezseniz, önce pişmanlık ve acı, sonra da adresi belirsiz intikamcı bir öfke duyuyorsunuz. Adresi belirsiz. Çünkü düşmanınız da şu an yaşamıyor. Onun yerine koyduğunuz herkese kin duyuyorsunuz. Eliniz yetişmiyor.... Her neyse.  Bu, meselenin bana bakan tarafı. Şimdi diğer tarafına gelelim. Ebubekir Sifil Hoca, İhyâ ve İnşâ kitabında da yer alan "Ehl-i Beyt Kimdir?" yazısında diyor ki:

"Bir rivayette Efendimiz s.a.v.’in, 'Âl-i Rasul, takva sahibi herkestir.' buyurduğu nakledilmişse de, bu rivayet hadis imamlarınca sahih bulunmamıştır. (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/32). Ancak bu rivayeti anlam olarak destekleyen başka nakiller mevcuttur. Sahabe’den birçok kimsenin, takva sahibi olan bütün müslümanların Efendimiz’in 'âl'inden sayılacağını ifade ettiklerini görüyoruz. Dolayısıyla 'Âl-i Rasul' tabirinin, biri dar anlamda sadece Efendimiz s.a.v.’in soyundan gelenleri, ikincisi biraz daha geniş anlamda Hâşimoğulları’nı ve en geniş anlamda bütün müttaki müminleri anlattığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır."

Benzeri bir tesbiti Bediüzzaman da Şualar'daki mahkeme müdafaalarında (Hata-Savab Cetveli'nde) yapıyor: "Ben de mânevî Âl-i Beytten sayılabilirim, demekten maksadım, bir kısım müçtehidlerin 'Onun ailesine ve ashabına selam olsun...' duasında, 'Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duada dahildirler...' dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir te'vildir."

Şu zenginliğin nur talebelerince dahi yeterince farkedilmediğini düşünüyorum: Bediüzzaman, ehl-i beyt tanımında da bir tecdid yapmıştır. Bu tecdid, yeni birşeyler ihdas etme değil, ehl-i beyt denirken ehl-i sünnetin ne genişlikte bir mana kastettiğini hatırlatma noktasındadır. Ve ehl-i sünnet, ehl-i beyt dediğinde Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (Allah hepsinden razı olsun ve şefaatlerine nail eylesin ) daha fazlasını kasteder. Bir mesleği kasteder. Ehl-i beyt, ehl-i sünnet için ümmetin istikamet çizgisidir. İmam Ali'den başlayıp İmam Hüseyin'de biten bir olaylar manzumesi değildir. Salt onlarla değerlendirilemez ve dönemin tartışmaları içinde yitirilemez.

Bu can yakıcı (Bediüzzaman'ın ifadesiyle ciğer sızlatan) tarihsel kesit, bize, ehl-i beytin duruşunun 'o şartlar altında bile' istikametini koruduğundan haber verir. Bugünün ehl-i beyt taraftarlarına da her hal ve şartta istikamette kalma çağrısı yapar. 'Ehl-i beyt duruşu' (yahut da Bediüzzaman'ın deyişiyle ehl-i beyt mesleği) ümmet için hep istikamet zemini olmuştur. Bu duruşu sergilemek için illa kan/gen itibariyle ehl-i beytle irtibatlı olmak gerekmez. Ehl-i sünnet çizgisinin istikametli her müntesibi ehl-i beytin manevî evladı olmaya namzettir. Çünkü bu aile genetik üzerine değil, hakikat üzerine kuruludur. Eğer bir seyyid yahut da şerif, nadiren de olsa, hakikatin hakkını verememişse, sırf kanı/soyu üzerinden ayrıca bir makam/itibar sahibi olamaz. Ancak ceddinin hatırından ötürü saygı görür.

Bu nedenle ehl-i beytin konuşulduğu her zeminde meseleyi Kerbela'ya bağlamak ve yalnızca 'tarihi' konuşmak, ehl-i beytin manasını eksik bırakmak olur. Ehl-i beytin bugüne bakan yönünü ve bizim için nasıl bir yaşayan istikameti temsil ettiğini okuyamaz hale getirir. Meseleyi böyle konuşmayı sevenler, yani ehl-i beyt manasını tarihe hapsedenler, aynı zamanda bizi de o günün kavgalarına hapsetmiş olurlar. Bu noktada her ehl-i beyt muhibbine (ehl-i beytin manevî evladı olmaya hayatıyla hak kazanmış olan) Emevî Halife Ömer b. Abdulaziz gibi davranmak düşer: "Allah onların kanlarına elimizi bulaştırmadı, biz de dilimizi bulaştırmayalım."

Ehl-i sünnet çizgisinin bu noktadaki tavrı geçmiş kavgaları tekrar tekrar konuşmak değil, geçmişi geçmişte bırakıp bugünün istikametini konuşmaktır. Ki genel kanaate göre ilk müceddid sayılan Ömer b. Abdulaziz (Allah ondan razı olsun) de tam böyle davranmış, ehl-i beyti geçmişe dönük bir kavga olarak ele almaktansa, onları ve temsil ettikleri çizgiyi yaşadığı dönemde önemsemeyi seçmiştir. İcraatlarıyla neredeyse bütün akrabalarını hak namına karşısına alan halife, Ömer b. Abdulaziz'dir. Dönemine kadar câri olan 'hutbelerde ehl-i beyte lanet okunması' meşum âdetini kaldıran ve yerine bugün dahi dinlediğimiz "Allah, şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir..." ayetini okutturan yine odur. Ümeyyeoğulları ve Haşimoğullarının arasındaki 'akrabalık' bağı anımsanınca bu ayet-i kerimenin yaptığı hatırlatma ve şuunat-ı İlahî okutması da bir harikadır. (Ömer b. Abdulaziz hakkında daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler İkram Arslan'ın Nebevî Nefes romanını okuyabilirler.)

Başta da söylediğim gibi: Bediüzzaman, ehl-i beyt kavramını salt bir soybağına indirgemez. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın torunlarına gösterdiği muhabbeti ifade ederken söyledikleri, ehl-i beyt kavramını Allah Resulünün de sadece bir 'kanbağı sevgisi' olarak değil, kendisiyle vahyolunan hakikate bir taraftarlık olarak gördüğünün delilidir:

"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz'î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz'î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz'î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir."

İşte burası, Kerbela olayına takılı kalan ehl-i beyt anma törenlerinin veya etkinliklerinin beni rahatsız ettiği noktadır. Eğer ehl-i beyti, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet çizgisinde tanımladığı gibi 'vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsi ' veya 'verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaati' gibi algılamazsak, Kur'an tarafından bize emredilen o sevgiyle ne yapacağımızı şaşırırız. O sevginin bugün bizde nasıl bir fonksiyon icra edeceğini anlamak, ehl-i beyt mesleğine (yani ehl-i sünnet çizgisine) sahip çıkmakla olur. Bediüzzaman da, işte tam bu noktada kendisini manevî âl-i beytten sayar: "Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim."

Bence ehl-i beyt sevgimiz 'kimi/ne şiddette andığımızdan' ziyade 'kimin yolunda gayret sarfettiğimizden' anlaşılır. Eğer hâlâ 'kim daha güzel anacak' veya 'kim daha çok acı çektiğini gösterecek' üzerinden bir ehl-i beyt sevgisi tanımı yapıyorsak, ehl-i beyt sevgisini anlamaktan çok uzağız demektir. Sevgisini yanlış zemine oturtan, 'meslek' çıkarımını yapamayan, miş'li geçmiş zaman sevgisini, bugünün yası/acısı üzerinden tanımlar. Halbuki ehl-i beyti bir meslek olarak gördüğünüzde, sevgi ile yapmanız gereken şeylerin miktarı o kadar çoğalır ki, yas tutmaya vaktiniz kalmaz. Çünkü anlarsınız ki, Hz. Hüseyin'in (r.a.) sizin gamınıza ihtiyacı yoktur. Ama kan ağlayan İslam âleminin Hz. Hüseyin gayretine hep ihtiyacı olacaktır.

Hülasa-i kelam, demem o ki: Hz. Hüseyin'i severken, Hz. Ömer b. Abdulaziz'i, İmam Şafii'yi, Şah-ı Geylanî'yi, İmam-ı Rabbanî'yi, Şah-ı Nakşibendî'yi, İmam Gazalî'yi vs... (Allah hepsinin şefaatine eriştirsin bizi) sevmeyen ve bugün bu nurani silsilesinin temsilcisi olan maddi veya manevî ehl-i beyt mensuplarına muhabbet duymayan insanların, acı/hatırlayış üzerinden ehl-i beyt muhabbeti kasması boşunadır. Sahici değildir çünkü. Şımartılması ve beslenmesi de yanlıştır. Zira ehl-i beyti sevmek birbirine hürmetkâr bir silsileyi sevmektir. Yoksa ehl-i beyt, tarihin bir kesiti üzerinden, tarihin geri kalanına husumet duyma aracı değildir.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz."

23 Ekim 2015 Cuma

Şahin Doğan nereye koşuyor?

Ebubekir Sifil Hoca, Yaşar Nuri Öztürk'ün recm hakkındaki iddialarına cevap sadedinde yazdığı bir makalede diyor ki: "Şahitlerden mesela birisinin infazdan önce ifadesini değiştirmesi ve zina fiilini yukarıda zikrettiğimiz tarzda görmediğini söylemesi halinde, diğer şahitlere hadd-i kazf uygulanır." Yine başka bir yazısında da, Hz. Ömer döneminde yaşanan bir hadisede, bizzat Hz. Ömer'in, şahitlerden birisinin şahitlikten vazgeçmesi üzerinde diğer üç şahide bu cezayı uyguladığını naklediyor. Ve diyor ki: "Görüldüğü gibi recm cezası, isbat edilmesi oldukça zor şartlara bağlanmış bir hadd'dir ve bu haliyle adeta caydırma maksadıyla konmuş bir ceza görümü arzetmektedir. Tıpkı diğer hadd cezalarında olduğu gibi, recm cezasının sübutu için öngörülen şartların tahakkuku çok zor olduğundan, tarih boyunca ender uygulandığını görüyoruz."

Bediüzzaman Hazretleri de, Barla Lahikası'nda, ilgili ayeti (Nur sûresi, 16) tefsir sadedinde diyor ki: "Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şehadettir; ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."

Şakk-ı şefenin manasını bilmeyenler için nakledeyim: 'Ağzını açıp konuşma' demek. Bu bahsin devamında da diyor ki mürşidim: "(...) öyleleri münafık gibi ehl-i imanın hayat-ı içtimâiyelerini böyle işâalarla ifsad ediyorlar, ifade ediyor. Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa... Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabilgelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, obiçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir."

Zina bahsi üzerinden yaptığımız bu okuma, İslam'ın, insanların ahlaklarına dair kötü izlenim bırakacak meselelerde nasıl müdakkik olduğunu (ve bizim de olmamız gerektiğini) gösteriyor. Bırakın zina gibi ağır bir günaha dair meseleyi, birbirimizi eleştirirken/uyarırken bile iyiye tevil etmek, kötüye tevil etmekten daha olumlanan birşey. "Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola." Böylesi durumlarda elbette şeriatın savunması yapılmalıdır. Ki ehl-i sünnet geleneği de bu tarz durumlarda yazılan metinlerden oluşan 'reddiye' geleneğiyle meselenin hakkını vermiştir.

Hucurat sûresi bile bizi zannın çoğundan sakındırmakta değil midir? O halde mümine yakışan zannından ziyade delille hareket etmek ve sözünü de aynı şekilde delille beyan etmektir. Eğer bir zannı varsa ve fakat buna dair elinde delili yoksa, ehl-i insafa düşen 'Ya ne olursa olsun yine de yazayım. Tutmazsa, özür dilerim!' demek olmamalıdır. Hele ki kalemle hukuku bulunanlarda bunun hassasiyetini daha fazla aramak hakkımızdır.

Şahin Doğan'ın geçtiğimiz günlerde Risalehaber'de yayınlanan, fakat daha sonra kaldırılan yazısında benim tam olarak gördüğüm sorun da bu idi. Yazıdan yayınlandığı günün akşamı haberim oldu ancak. O da benden daha önce farkeden Metin Karabaşoğlu abinin Şahin Doğan'a yazdığı bir mailde ekli oluşumla. Merak ederek yazıyı okudum. Senai Demirci abi ve benimle birlikte Metin Karabaşoğlu abinin de 'İslamoğlulaşma Temayülü' başlığı altında eleştirildiğimizi gördüm. Yazıda ismimi görmekle rahatsızlık hissetmediğimi hemen peşinen söyleyeyim. Çünkü benim meşrebim biraz böyle atışmaları sever bir meşrep. Ki, bu blogdaki yazılarımı takip edenler bunu bilirler.

Fakat Metin Karabaşoğlu abinin, hem de büsbütün haksız bir şekilde, İslamoğlulaşmakla itham edilmesi canımı yaktı. Neden yaktı? Çünkü yazının gidişatı (keşke Risalehaber o yazıyı tekrar yayınlasa) elinde en çok malzeme olandan en az malzeme olana doğru uzanır şekildeydi. Senai Demirci abinin herkesin malumu olan (zaten kendisinin de saklamak veya tevbe etmek ihtiyacı duymadığı) hatalarından yola çıkılmış, sonra benim tevbekâr olduğum bir yazımdan 'çok seçici' bir alıntı yapılmış, oradan da elinde hiçbir delil bulunmadığı halde Şahin Doğan'ın muhteşem sezgisiyle Metin Karabaşoğlu'na kadar uzanılmıştı.

Yazıyı okur okumaz aklıma ne geldi, açıkça söyleyeyim: (Bunu Şahin Doğan'ın kendisine de yazdım.) Yazının, Metin Karabaşoğlu abiye vurmak için yazıldığını, ancak buna malzeme bulunamadığı için onunla yakınlığı bulunan Senai abi gibi, ben gibi isimlerin kusuratının ona malzeme yapıldığını düşündüm. Yıllardır yazı işleriyle meşgulüm. Bu noktada yanlış bir okuma yapmadığımı düşünüyorum.

Yazıyı okumamın ardından Şahin Doğan'a yazdığım mailde 'hakkımda yazdıklarıyla sorunum olmadığını, bu konuya zaten (istiğfar sadedinde) yeni yazılarımda değindiğimi' belirttim. Ancak Metin Karabaşoğlu abi hakkında yazılanlar iftiraydı. Bunu bizzat bana o dönemde İslamoğlu hakkında yaptığı uyarılardan biliyordum. Kendisine bunu da arzettim. Buna cevaben, sanıyorum yazısının kaldırılmasına (böyle bir teşebbüsüm olmadığı halde) bir tepki olarak 'eleştiriye tahammül edememe' ithamıyla cevap verdi. Ben de kendisine yazdığının 'eleştiri' sayılamayacağını, çünkü elinde delil namına birşey bulunmadığını, eğer varsa, hak namına bu delillerle bizi buluşturması gerektiğini söyledim. Aradan bir gün daha geçti. Kendisi Metin Karabaşoğlu abiden özür dilemiş diye duydum. İnşaallah öyledir. Çünkü burada helallik alması, ahirette iftira ile yargılanmasından iyidir. Fakat bu durum Şahin Doğan'ın çelişkilerini görmezden gelmemizi sağlamıyor. Birkaç gündür farklı yerlerden sorular geldiği için ben de burada birkaç noktanın altını çizmeyi gerekli gördüm:

1) Şahin Doğan, mezkûr yazısında Metin Karabaşoğlu abide bir İslamoğlulaşma temayülü sezdiğini/hissettiğini söylüyor. Bunu da yazılarından anlamış. Ben, yıllardır Metin Karabaşoğlu abinin kitaplarını okuyan birisiyim. Kendisiyle birkaç yıl beraber de çalıştım. Hâlâ da sık sık görüşüyoruz. Okumadığım kitabı yok sanırım. Metin abinin vakti yoktur, uğraşamaz belki. Ben Şahin Doğan'ı bu 'sezgisinin' beslendiği yazıları ve İslamoğlu'nun düşüncelerine nerelerinin benzediğini isbat etmeye davet ediyorum. Yazıyı ortaya yazıp, özürü gizli dilemek olmuyor. Metin abiyi eleştirirken yüzüne eleştirmediğin için, özrünü de kapalı kapılar arkasında dilemen bence adalet değil. Seni, ya erkek gibi o iddianın arkasında durup nasıl cevval bir isbatçı olduğunu göstermeye veyahut da yediğin haltı yine bir köşeyazısıyla itiraf edip efkâr-ı umumiden özür dilemeye davet ediyorum. Sen delillerini yaz; Metin abinin senle uğraşmasına gerek yok, ben sana cevap yazarım.

2) Yine Şahin Doğan'a yazımdan yaptığı alıntı hakkında biraz takılmak istiyorum. Acaba Şahin Doğan yazının tamamına neden bir gönderme yapmadı? Yani o yazı hem Risalehaber'de, hem de benim şahsî blogumda hâlâ duran bir yazıdır. Neden o yazıya okurunu yönlendirmedi de kendisinin seçtiği bir kısmıyla insanları muhatap etti. Hani onunkisi gibi sezgi kabilinden olacak ama, açık sorayım: Acaba yazının tamamı kendisine istediği malzemeyi vermediğinden olabilir mi?[1] Yani mesela orada 'İslamoğlu'nun her görüşüne katılmadığımı söylemem' kendisine hoş görünmemiş ve yazının amacına uygun düşmemiş olabilir mi? Meseleyi biraz daha açayım: O yazının yazılış sebebi 'İslamoğlu itikatta çok doğru bir adam, Risale-i Nur'da veya ehl-i sünnet çizgisinde hatalar var! Bediüzzaman'ı terk edip onu takip etmeliyiz!' falan demek için değildi. 'İslamoğlu'nun tefsir derslerinin üslûbu ve içeriği iyi çalışılmışa benziyor, biz de keşke Risale-i Nur derslerine böyle çalışsak...' demek için yazılmıştı.

Ha, bugünden bakınca itikadî hataları gözüme daha büyük görünmüyor mu? Evet. Ama o günlerde ben tehlikeyi farketmemiştim. Eğer birileri bu yazımdan ötürü İslamoğlu'nu sevmişse, Allah'tan bu günahımın affını dilerim. Cahildim. Şükrolsun ki ayıldım, öğrendim. İslamoğlu'na ve modernist (ehl-i bid'a) taifesine (iş dışındaki zamamının büyük bir kısmını buna sarfedecek kadar) ciddi bir şekilde eleştiri üretiyorum artık. Konuya dair okuduğum kitap otuzu geçti. Yazdığım yazılar kırkın üstünde. Hassaten Ebubekir Sifil Hoca'yı ve eserlerini bu vesileyle tanıdım ki, ömrümün sonuna kadar hamdedeceğim birşey gibi geliyor. Elhamdülillah.

3) Şahin Doğan'ı ayrıca yazısında hakikat dalgıcı gibi değil mürekkeb balığı gibi davranmakla itham ediyorum. Ne demek bu? Şöyle: Şahin Doğan, ima ettiği şeylerin sonunun ne olacağını okurunun hayalgücüne bırakarak 'az şey söylemekle çok kafa karıştırmayı' deniyor. Mesela Senai Demirci ile beraber Ahmet Ay'ı ve sonra da Metin Karabaşoğlu'nu anmakla onu buna, bunu şuna karıştırıyor. Bir cerbeze bu. Çünkü, az evvel de belirttiğim gibi, meselenin Metin abiye bakan tarafı kupkuru iftira iken, bana dönük tarafı ile Senai abiye bakan tarafı da aynı değil. Fakat Şahin Doğan tek başlıkta üçümüzü bir tesbih ipine dizer gibi dizmeyi başarıyor.

Örneğin: Ahmet Ay'ın 2009'dan beri Risalehaber'de her hafta bir yazısı (aşağı-yukarı) yayınlanmaktadır. Bütün yazılarda Risalehaber arşivinde bulunmaktadır. Ben Şahin Doğan'ı şimdi o yazılarıma bakarak benim ehl-i sünnet itikadından saptığım yerleri tayine davet ediyorum. İslamoğlulaşmak gibi ucu açık bir ithamda bulunan aslan parçasından ne noktalarda (Allah korusun) ehl-i sünnet itikadından saptığımızı da öğrenmek lazım. Çünkü, Allah biliyor ya, İslamoğlu'nun itikadî anlamda hiçbir etkisi olmadı bende. Hatta Nesil Yayınları'nda Cuma sabahı derslerinin yeni başlatıldığı bir dönemde Mehmet Paksu ve Cemil Tokpınar'ın dersi yapan olarak hazır bulunduğu kalabalık bir cemaatin içinde, "Bu adam salavatlara dair böyle böyle şeyler söylüyor. Buna bir cevap vermek lazım!" deyip ortalığı karıştıran bendim. Hatta Haluk İmamoğlu abi de, o gün beni odasına çağırıp yaptığı uyarıdan dolayı, hadiseyi hatırlar. Daha İslamoğlu'nun tefsir derslerinin devam ettiği bir zamandı. Ben o zaman da İslamoğlu ile aynı fikirde değildim.

4) Şahin Doğan, bir önceki maddede söylediklerimin yanlış olduğunu ve benim İslamoğlu'ndan sadece üslûbundaki başarı hakkında değil itikat anlamında da etkilendiğimi düşünüyorsa, ben gizli-saklı bir adam değilim, yazdıklarım da meydandadır. Yazılarıma baksın ve benim ehl-i sünnetten saptığım yerleri bulsun. Kendisini; Senai abiyi, beni ve Metin abiyi bir potada erittiği, neye hizmet ettiği belirsiz yazısından daha net bir metin üretmeye davet ediyorum. Üçümüz de Senai abi gibi mi etkilendik? Yoksa üçümüz de Metin abinin mi durumundayız? Şapı tuza, tuzu şekere karıştırınca ortaya çıkan şeye sizin orada karbonat mı diyorlar?

5) Şimdi, bizi İslamoğlulaşma temayülü ile avlayan Şahin Doğan'a kendisinin üslûbunca bir yazı yazsam, yazının başlığı da olsa ki: Gülen'leşme temayülü... Sonra Şahin Doğan'ın geçmişte Fethullah Gülen'e duyduğu muhabbetten, hakkındaki yazılarından/sözlerinden pasajlar koysam, hatta onun Metin abiye yaptığı gibi, hiçbir şey koymasam da sadece desem: Şahin Doğan'ın da Fethullahçı olduğunu seziyorum. Acaba Şahin Doğan nasıl anlar beni? Üstelik bu noktada konumu onun Metin abiyle İslamoğlu'nun konumu gibi değildir. En fazla benimle İslamoğlu'nun konumu gibi olabilir. Çünkü, herhalde kendisi de reddetmez, bir zaman önceye kadar Fethullah Gülen'e muhabbet duyduğu doğrudur. Bu konuda bir özeleştiri yapmış mıdır? Ben böyle bir metnini görmedim. Yine benim İslamoğlu konusunda özeleştiri yaptığım yazılarım var. Senin neyin var ha Şahin Doğan?

6) Şahin Doğan'a dair yazdığım twitter/facebook mesajlarında da bahsettim: Kendisini şahsen tanımıyorum. Fakat beni boğduğu maillerden dolayı bir tanışıklığımız var. Her yayınlanan (sadece Risalehaber'de değil, her yerde) yazısını bana yolladığı gibi, sonradan tekrar mail atıp 'okuyup okumadığımı' bile sınıyordu. Bir dönem Karakalem'de de yazmak istemiş, ancak Metin abiden olumlu cevap alamadığını söylemişti. Benden de aracılık istedi. Fakat benim böyle bir yetkim olmadığı için Karakalem'de, birşey yapmadım. Hatta bunu şimdi, bunca şeyi tartıştıktan sonra, hatırlamak ister mi bilmiyorum ama, bir ara 'Risalehaber'i sırf yazılarımı okumak için açtığını' bile söylemişti. Tabii insan şaşırıyor. Böyle bir ifrat muhabbetten böyle bir ifrat yazıya... "Ne değişti Şahin Doğan?" diye sorası geliyor insanın. Seni kızdıracak ne yaptık ki bizi birden İslamoğlulaştırdın?

7) Şimdi size Şahin Doğan'la durumumuzu anlatan ilginç bir örnek vereceğim: Ebubekir Sifil Hoca'yı tanıyanlar onun Abdulaziz Bayındır'la ve sapkın fikirleriyle nasıl bir mücadele verdiğini bilirler. Hatta youtube'da aratılsa kolaylıkla bulunacak münazaraları bile var. Makaleleri ise sıra sıra... Fakat yine Ebubekir Sifil Hoca, Bayındır'ın doçent olduğu dönemlerde Abdulaziz Bayındır'dan alıntı yapıyor. Neden yapıyor? Çünkü makalesiyle ilgili bir meselede onun naklettiği bilgi önemli. Şimdi, bir zamanlar Abdulaziz Bayındır'dan alıntı yaptı diye Ebubekir Sifil Hoca'da (hâşâ) Bayındırlaşma temayülü görülmüş olabilir mi? Şahin Doğan'ınki de aynı o hesap. Bin tane yazımdan bir tane paragraf tırnaklamakla ve o yazının da bütününü nazara vermemekle beni, benim üzerimden de Metin abiyi pek kolay mahkum ediyor.

Yazı uzadı. Toparlayayım. Başta ben bu zina bahsini neden alıntıladım? Belki Şahin Doğan bundan bir ders çıkarır diye alıntıladım. Eğer birşey hakkında elin yeterince dolu değilse, üzerine gelinince hemen geri basacaksan, o konu hakkında yazma. Yazıyorsan da arkasında dur, delillerini ortaya koy, tefekkür dairenin yarıçapını görmüş olalım. Böyle sezgiyle, söylentiyle, benceyle, bana öyle geliyorla analiz olmaz. Sen bu yaşa kadar öğrenmediysen, senden yaşça küçük bir kardeşinim, bu yazı vesilesiyle ben sana öğretmiş olayım. Şahidin yoksa şakk-ı şefe etmeyeceksin. Sonra hadd-i kazfa maruz kalırsın. Şöhret olmak zor değil. Ama Bediüzzaman'ın da verdiği bir örnektir, bilirsin, camiye pislemekle şöhret olmayı aramamak lazım. Öyle kazanılacak şöhret belki tatmin getirir ama fayda getirmez. Şu metni de tekrar Metin abi, İslamoğlu ve kendi ekseninde okursan sevinirim. Kimi kime yakıştırdığını belki farkedersin:

"Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa... Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabilgelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, o biçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir."




[1] http://cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2012/02/nur-talebeleri-mustafa-islamoglundan.html

20 Ekim 2015 Salı

Muhabbet ayracı...

Âl-i İmran 31'i, Bediüzzaman, sünnet-i seniyyeye referans olması noktasında çok önemsiyor. Risale metinleri içerisinde ona yaptığı atıflar, aynı zamanda sünnet-i seniyyenin de ehemmiyetini anlattığı bahisler. Bu, şu fikri veriyor: Bu ayet-i kerimede hem sünnetin meşruiyeti ve hem gerekliliği hakkında deliller var.

Neden 'meşruiyeti' ve 'gerekliliği' diye iki ayrı başlık açtım? Çünkü bugünlerde sünnet ekseninde verdiğimiz kavgalar bu iki başlığın da tartışılmasını gerekli kılıyor. Kur'an müslümanlığı taifesinin, güya Kur'an namına güttüğü sünnet düşmanlığı, meseleyi sadece 'gereklilik' ekseninde ele almamızı engelliyor. Meşruiyetini de konuşmak kaçınılmaz oluyor.

Peki, bu ayet-i kerimede hem meşruiyete hem de gerekliliğe nasıl delil bulunabilir? Ben 'muhabbet ayracı' dediğim birşeyle ayet-i kerimenin her ikisini de başardığını (ifadem hoş görülsün) düşünüyorum. Fakat bu bahse girişmeden önce, ayet-i kerimenin kısa bir mealini alıntılayalım: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..."

Dikkat ederseniz; bu ayette hem zorunluluk (o öyleyse bu da kesinlikle böyle olmalı) derecesinde bir ilişkilendirme, hem de görmezden gelinemezlik (o odur ve bu da budur) derecesinde bir ayırma var. Birşeyler hem birbirinden ayrılıyor hem de birbirlerine 'muhabbetten bir zorunluluk' ilgisiyle bağlanıyor. İki şeyi birbirine bağlamak, önce onları ayırmakla mümkün olur. Ancak ayrı olanlar birbirine bağlanır. Aynı olanın bağlanmasına gerek de yoktur. Birşey kendisiyle bağlanamaz.

Bu çok önemli. Fakat bu dediğimi detaylandırmazdan evvel Bediüzzaman'ın bu ayette 'i'câzlı bir îcâz' diye tarif ettiği 'çok cümleler bu üç cümlenin içinde derc edilmiş'liği görelim:

"Şu âyet diyor ki: Allah'a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seversiniz; Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."

Gördüğünüz gibi; ayet-i kerimede ilk dikkatimizi çeken şey, Allah'a ittiba ile Resulüne ittibaın arasının muhabbetle ayrılması. Ayrılırken de 'olmazsa olmazlık' derecesinde bağlanması. Bu noktayı tekrar tekrar belirtiyorum. Zira Kur'an müslümanlığı taifesinin en çok çarptığı duvar da burası. Dikkat ediniz. Cenab-ı Hak, muhabbetine meftun olan kullarını doğrudan kendisine itaate çağırmıyor burada. Hatta kelamı olması hasebiyle Zat'ına yakın olan Kelamullah'a ittibaa da çağırmıyor. Yani demiyor: "Eğer Allah'ı seviyorsanız Allah'a/Kur'an'a uyunuz ki Allah da sizi sevsin..." Kolay ve doğrudan olan bu iken, vahiy böyle emretmiyor. Resulü vahyinden muhabbetle ayırarak ona da ayrıca bir ittiba istiyor. Belagat, kolay olanı terkediyorsa bir hikmet için terkeder. Böylece Âl-i İmran 31 de, Efendimizi, mesajın taşıyıcısı olmaktan, mesajın parçası olmaya yükseltiyor.

Ama bu öyle muhabbetli bir ayırış ki, ayırdığı anda tekrar sinesine basıyor onu. Muhteşem birşey! İşte 'muhabbet ayracı' derken kastettiğim şey bu. Ve bu ayırış üç şekilde var bu ayette: 1) Allah'ın, sözünü 'De ki' diyerek Resulüne söyletmesi. 2) Kendisinin muhabbeti için salt kendisine/kelamına ittibaı değil Resulününe ittibaı şart koşması. 3) Bunu, sünnet düşmanı sapkınların tevil/inkâr edemeyeceği şekilde bizzat kelamı içinde yapması.

Böyle bir ayırma ve bağlamayla, "Kur'an'dan başka itaat edilmesi gereken birşey yoktur!" diyen şaşkınların söyledikleri nasıl da ağızlarına tıkılıyor! Öyle ya: Allah, eğer 'salt Kur'an'a ittibaı' emrediyorsa, neden Kur'an'ın içinde Resulüne ittibaı da emrediyor? Kur'an müslümanlığı şaşkınlarının bu ayırış ve bağlayışa, yani 'muhabbet ayracına' verebilecekleri bir cevap var mı?

Hem "Allah Resulü de sıradan bir insandır!" demelerine ve hem de "Kur'an'dan başka birşeye itaat edilmesi gerekmez!" demelerine cevap var burada. Allah'ın muhabbeti için Resulüne ittibaı şart koşması, hem onun 'insanlardan bir insan' veya 'salt bir taşıyıcı/postacı' gibi algılanmasına engel oluyor, hem de "Allah'ın kelamına itaat edilmesi yeter!" diyenlerin ağzı bir güzel tokatlanıyor. Bu ayete bugünlerde bir daha âşık oldum. Ve mürşidimin dediği gibi dedim: "Demek oluyor ki, insan için en mühim, âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın yolu Habibullaha ittibâdır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır."

Tabii bu ayet-i kerimeyi konuştuktan sonra aklımıza gelen bir diğer soru da şu: Kur'an'da kendisine kitap/suhuf verilmemiş peygamberlerden de bahis var. Hatta kitap/suhuf verilen peygamberler sayılı. Geriye kalan büyük yekûn, yani kitapsız/suhufsuz peygamberler, eğer kitabın dışında vahiy yoksa, nasıl nübüvvet görevlerini ifa ediyorlardı? Vahiysiz mi peygamberlik yapıyorlardı? Tahminle mi tebliğde bulunuyorlardı? Yoksa onların da ümmetlerine Allah'ın muhabbetini kazandırma yolları, bu ayet-i kerimenin verdiği ders ile (yani vahy-i zımmî ile) miydi? Sorulacak çok soru var. Ama sünnet inkârcılarının vereceği cevap yok. Bırakın, onlar peygamberliği PTT memurluğu sanmaya devam etsinler.

19 Ekim 2015 Pazartesi

Cahil 'işine gelirse' cesur olur

Denize bakmak insanın yükünü alıyor. Anlıyorsun ki, dünyanın tamamı kara değil. Matematik karada icat edildi. Denizde işler değişebilir. 2x2=4 olmayabilir orada. Ayakların seni taşımaya yetmeyebilir. Koşamazsın. Duramazsın. Uzanamazsın. Senin bölgen değil orası. Güçsüzsün. Karaya göre acizsin. Yahut denize bakınca daha net farkediyorsun: Uzaklarda bir yerde suda olsam şimdi, karaya nasıl ulaşırım? Kollarım ne kadar taşır beni? Yüzmeyi de iyi bilmem. O kadar da güçlü değilim. Kara benim ben'liğimi besliyordu. Ondan yaratılmıştım. İddialarım ve hayallerim onda daha gerçekleşebilir duruyordu. Fizik, kestirilebilir bir alandı. Suda o güven yok. O halde onlardan soyunmak vakti. Giysilerim gibi onları da çıkarmalıyım. Korkmalıyım. Çıplaklık korkutucudur.

Bir denizkenarında otursak ve yüzenleri tahlil etsek, karadan uzaklıklarına bakarak kimin özgüveninin daha güçlü olduğunu anlayabiliriz bence. Çocuklar hariç. Onların tabiatı tahlile uygun gelmiyor. Bilmeyenin özgüveni elbette bileninkini geçer. Cahil cesareti denen şey biraz da budur. Buraya da bir parantez açayım: Cahil cesareti ve cehaletin korkusu, ikisi de iddiamızdır. 'İnsan bilmediği şeyden korkar' da deriz, 'Cahil cesur olur' da. Peki cahilin korktuğu veya delice cür'et ettiği alanları ne belirler?

Bence cahil kuvve-i gadabiyesi söz konusu olursa korkar, kuvve-i şeheviyesi mevzubahis ise cesaret eder. Onun hareketleri bir bilginin tetiklediği akılcı bir hareketten çok, kuvvelerin tetiklediği bir yaşam şeklidir. Elbette burada ayrı bir canlı sınıfından bahsetmiyoruz. Ama ayrı bir tabiatı konuşuyor olabiliriz. Kendimizi de bu gözle tahlil etmekte yarar var. Cahil, eğer kuvve-i şeheviyesinin gayretiyle bir işe girişmişse, çok zor caydırılır. Kolay vazgeçmez. Elde etmede inatçı olur. Fakat kuvve-i gadabiyesi söz konusu olduğu anda zarar görme endişesi daha baskın çıkar, ürkmeyi tercih eder. Galebede 'ikna' ile 'icbarın' yer değiştirmesi böylesi bir kuvve tahliliyle daha anlaşılır olabilir. "(...) medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir."

"Aç olan canavara karşı tahabbüp etsen, merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister." Muhatabınızın, güçlü olduğunuzu farkettiği anlarda, aniden keskin dönüşler ve korkular yaşadığını görürsünüz kavgalarda. Fakat eğer sizin güçlü veya zarar verici olduğunuzu düşünmüyorsa en büyük vaveylayı koparır! Merhamet göstermenin, alttan almanın zalimin iştahını açması biraz da bu yüzdendir. Kuvve-i gadabiyesi sizden endişe etmezse, artık kuvve-i şeheviyesini kim durdurabilir? Kuvve-i akliye zaten geri planda, onların güdümünde çalışmaktadır. İknaya elverişli değildir.

Bu da ilginç birşey, kendilerinde had konmamış kuvveler, bir yönüyle birbirilerine sınır oluyor. Birisinin uyarılması, diğerinin uçlara kaymasını engelliyor. Belki bu yönlerini çalışarak bir terbiye metodu elde edebiliriz. Bir kuvvenin bizi şeriatın dışına ittiğini hissettiğimizde, ikinci bir kuvveyi tedirgin ederek onu durdurabiliriz. Zaten terbiye-i Kur'anî de böyle yapmıyor mu? Kuvve-i şeheviyenin bizi günaha ittiği yerde azabını, kuvve-i gadabiyenin bizi cihaddan korkuttuğu yerde de nimetlerini hatırlatmıyor mu? Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan zina etmek için izin isteyen genci hatırla. Orada da Allah Resulü, yapacağı kem işe verilecek cevazın dönüp kendisini de bulabileceği ihtimali ile onu korkutmamış mıydı?

17 Ekim 2015 Cumartesi

Önce 'amelinizde' rıza-i İlahî olmalı (2): Müslüman tarafsız olur mu?

Gerçek bir hikayeden sinemaya aktarılan ve Amir Khan'ın başrolünde oynadığı The Rising Ballad Of Mangal Pandey filminde, müslüman ve hindulardan oluşan askerlerin İngilizlere karşı ilk direnişi (ki bu direniş Hindistan tarihinde çok önemli bir yere sahiptir) bir idealizmden değil, dinlerinin zâhirine dair yasaklardan kaynaklanıyordu. Isırarak kopardıkları barut kartuşlarının inek ve domuz yağından yapılması, müslümanları ve hinduları İngilizlere karşı ayaklandırmıştı. İngilizlerin Hindistan sömürüsü elbetteki başka pekçok kötülüğü içerisinde barındırıyordu. Ama domuz ve inek yağı konusu, spesifik yorumlarda tevil edilip içselleştirilmeyecek/nötrleştirilemeyecek bir arızaydı ve zahir-i şeriat, aşılamayan bir engel olup halkı isyana ateşlendirdi.

Aynı zamanda her biri birer şeair-i İslamiye de sayılan zahir-i şeriatın parçalarını küçük görmek, insanı bâtının spesifik dünyasında savrulmalara götürür. Bâtın-ı şeriatı küçük görmek ise, şeriatı 'ruhsuz ritüeller bütünü' gibi görmeye ve göstermeye sebep olur. Zâhir-i şeriata muhtacız, çünkü spesifikliği ve bunun sonucu olan nötrleşmeyi/kimlik yitimini önler. Bâtın-ı şeriata muhtacız, o da amellerin içsel bir coşkuyla (huşû ve ihlas) yapılmasını ve başkalara aktarılmasını sağlar.

Modernizmin, her türüyle ve görünüşüyle, kendisini üzerine inşa edebileceği şeyin 'nötr' bir varlık algısı olduğunu düşünüyorum. Yani, insanı bir şekilde modernizmin etkisine açık hale getiren şey, varlığı hayır/şer, helal/haram ekseninde nötr olarak görmesidir. Bunun bir adım gerisi ise, 'bitarafane muhakeme' olarak da tabir ettiğimiz objektif bakıştır. Objektiflik, kalbinde iman yanan insanın (bu imanı 'teslim'le kök arkadaşı olan İslamiyet/müslümanlık gibi kelimelerle ifade ettiği düşünülürse) şükür ki sahip olamayacağı bir bakış açısıdır.

İman, hükmün açık olduğu hususlarda, bizi hakka taraf kılar. Akaid, inancı spesifiklikten kurtarır. 'Müslümanım' diyen insanın, hemen öncesinde 'elhamdülillah' demesi, ait olduğu şeyin arkasında da olduğunu gösterir. Hamdeder. Çünkü onu bir nimet olarak görmektedir. Bir müslüman, genel olarak imanı için 'elhamdülillah' der (hatta, daha çocukken, camilerde aldığımız ilk derstir bu) ama ırkı için 'elhamdülillah' demesi pek âdetten değildir. Çünkü bu ifade, zahirî manasının dışında, durduğu yerin şıklar içinde doğru yer olduğu iddiasını da taşır. Ancak nadir durumlarda, yine Allah'ın yarattığı bir aidiyetin diğer kullarca aşağılandığını hissettiğiniz zamanlarda, 'elhamdülillah' diyerek onu anarsınız. Bu anmadaki maksadınız da bellidir: "Benim durduğum yer de sizin durduğunuz yerler gibi Allah'ın mahlukudur. Sizinkilerden geri kalır bir yanı yoktur!" demektir bu. Kibrin değil, izzetin ifadesidir.

Tam bu noktada müslümanın varlığa bakışı modernistten farklılaşıyor. Modernist, kendisi müslüman dahi olsa, bakış açısı itibariyle inkarcıyla tehlikeli bir yakınlaşma içindedir. Çünkü inkarcı da varlığın inanç/inançsızlık noktasında tarafsız olduğunu düşünür. Dinlerin(!) sadece yorum farkından kaynaklanan nüanslar içerdiği iddiası her modernistin farklı ölçülerde vardığı bir sonuçtur. Bunun bir adım arkası zâhir-i şeriatı küçümsemedir. (Çünkü zâhir-i şeriat nötrleşmeyi engeller. Örneğin; tesettürlü bir müslüman kadın, asla diğer kadınlarla karıştırılamayacaktır.) Varlıkta inkarını destekleyecek deliller bulmakta zorlanan inkarcı, Bediüzzaman'ın şeytanla münazaralarında naklettiği şekilde, söylem değiştirerek şunu teklif eder bize: "Bitarafane muhakeme et, öyle bak!"

Bu eşik, biraz da modernizm ve post-modernizm arasında atlanan eşiktir. Fakat birbirlerinin devamı ve türevi olduklarından, ben, bu yazıda ikisini ayırmadan konuşacağım. Zira ikisinin de aynı şekilde eşyaya karşı tarafsız bakıştan beslendiğini düşünüyorum. İkisinin de başlangıcı; varlığı, iman ve küfür yorumunda nötr görmektir. Bu nötralizasyonun ardından inkar; "Bir de böyle düşün!" dedirtecek, yani Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şekilde 'taraf-ı muhalifi iltizam' sayılacak hamleler yapacak, hatta 'şıkk-ı muhalifi esas tutma'larla bizi savuracaktır. Bu hastalığın farklı sûretlerde bize de tesir ettiği kanaatine sahibim. Hatta bence, empatiye zorlandığımız her yerde bu sağlanmaya çalışılıyor. Taraf-ı muhalifi iltizam sayılabilecek bir eşitlikçiliğe zorlanıyoruz.

Liberal söylemde kutsallaştırılan empatinin en tedirgin edici yanı da bu. 'Anlamaya çalışayım' derken karşı tarafa geçmek. Mesela; Hollywood yapımlarında (ve onların Türkiye versiyonu olan yerli yapımlarda) sıklıkla rastladığımız 'eşcinselleri anlama çabaları' dindarlığından emin olduğum gençlerde bile şöyle soruların oluşmasına neden olabiliyor: "Abi, Allah onları da öyle yaratmış. Bundan mesul tutulabilirler mi?" Halbuki aynı genç takvasının içini doldurabilmek ve Kur'an'ın vaadettiği güzel akıbete kavuşabilmek için öyle yaratıldığı(!) pekçok şeyden sakınıyor. Harama bakabilecekken bakmıyor. Çalabilecekken çalmıyor. İçebilecekken içmiyor... vs. İmtihanın doğasını biliyor.

Fakat kendi hayatını anlamını şeriatın sınırlarıyla bulduğu ve memnun da olduğu halde eşcinselin hayatını artık "Kuvve-i şeheviyesine şeriat ile sınır koymaya mecbur edilemez! Çünkü öyle yaratılmış!" şeklinde yorumlayabiliyor. (AB ülkelerinde, müslümanların vatandaşlıkları sözkonusu olduğunda gündeme gelen anketlerin 'eşcinselliğe hoşgörü' eksenli sorularla dolu olması sizce tesadüf mü? Bence eşcinselliğe bakış, modernizmin veya post-modernizmin nötrleştirme hamlesi açısından kıymetli bir konuma sahip. Asimilasyona müsait olma tahlili.)

Empatiye zorlanmak ne demek? Hollywood yapımlarında (ve onların ayak izlerini takip eden yerli yapımlarda) şöyle bir temayül var: Eşcinsellerin tamamı, diğer bireylerin sahip olamadığı kadar iyi bir kalbe ve karaktere sahip oluyorlar. (Özellikle komedi yapımlarında.) Sanki fuhuş ve uyuşturucu sektörlerinin üzerlerinde döndüğü insanlar bu insanlar değillermiş gibi, nerede bir eşcinsel var, o içinde bulunduğu kurgunun en sempatik karakteri oluveriyor... İsmetin nübüvvet elinden (hâşâ) alınıp eşcinsellere verildiği bu duruma bir endoktrinasyon (beyin yıkama) demek doğru olmaz mı? Bence şu an hepimizin zihni böylesi bir endoktrinasyona maruz bırakılıyor. Kuvve-i şeheviyenin sapkınlığı olan bir durum 'doğal' olarak sunularak varlık algımız haram/helal noktasında nötrleştiriyor. 'O da olabilir, bu da olabilir...' gibi geliyor.

Algı saldırılarına karşı izzetli bir İslam müdafaası olduğunu düşündüğüm 17. Lem'a, belki biraz da bu yüzden, 9. Notası'nda bizi 'durduğumuz yerden emin olmaya' çağırıyor: "Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir..." Bu paragrafı okuduktan sonra hepimizin kendisine sorması gereken soru şu sanırım: Hâlâ doğru tarafta olduğumuzdan emin miyiz? İşte buna katkı sağlayabilecek detaylara dair bir sağlama sorusu daha: Eşcinseller hakkında fikriniz nedir?

15 Ekim 2015 Perşembe

Hulusi abi beni yazmakla nasıl barıştırdı?

Barla Lahikası'nda iki mektup var. Birbirlerinden uzak sayılmazlar. Birisi, yani Hulusi abininki, 62. mektup; diğeri, yani Lütfi'nin arkadaşı diye imzalı olan, 83. mektup. Bu iki mektubu benim açımdan değerli kılansa, her iki mektupta da 'edebiyat eleştirisi' yapılıyor olması. Öyle uzun/derin eleştiriler değil bunlar. Belki 'bir ifadelik' dokundurmalar yapılıyor ikisinde de. Fakat Risale-i Nur külliyatı genelinde edebiyatın (tekrarlar da dahil) sadece 28 kez (Barla Lahikası'nda ise sadece bu iki mektupta) geçmesi dolayısıyla dikkate mucipler.

Her iki mektubu yanyana koyup okuduğunuzda, mezkûr metinlerin mucbir bir sebepten dolayı böyle bir içeriğe sahip olduğunu hissediyorsunuz. Doğaçlama değiller. Yani, sanki Risale-i Nur metinlerine edebiyat üzerinden (edebî olmadıkları noktasında) bir eleştiri yapılmış ve bu talebeler de Üstadlarının metinlerine yapılan eleştiriyi üzerlerine alınmışlar ve savunmuşlar gibi. (Bu, Bediüzzaman'ın talebelik hassalarından olarak saydığı 'Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın' perspektifinden anlaşılır bir tavırdır.) Bu nedeni merak etmekle birlikte, şu ana kadar ikna edici bir cevap da bulamadım. (Belki Ahmet Özkılınç abiye sormalıyım.) Her neyse...

Ben şimdi bu iki mektuptan birincisinin, yani Hulusi abiye ait olanın, bana sunduğu deva hakkında konuşmak istiyorum. Bu mektubu ilk okuyuşumun üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçti. Bu tesiri ve devayı bana ilk okuyuşta mı sundu? Emin değilim. Fakat bu okuyuşlardan birisinde beni yazmakla barıştırdığını hatırlıyorum. Peki, edebiyat eleştirisi içeren bir metin insanı yazmakla nasıl barıştırır? Bu sorunun cevabını vermeden evvel, yazıyla haşir-neşir olan pekçoğunuzun da benzerini yaşadığını tahmin ettiğim bir halet-i ruhiyeden bahsedeceğim. O halet de şudur ki: İnsan, edebiyat ve belagat arasındaki nüansı anlamadığı sürece, metnin sanatı, metni yazmanın önündeki engel konumundan kurtulamıyor. Yani yazılanın sonu gelmeyen bir 'daha güzel' derinliğine sahip olması ve sizin bu 'daha güzel'in şehvetinten kurtulamayışınız, kaleminizi yazamaz hale getiriyor.

Bu, kendi içinizde yaşadığınız bir hırs ve hased aslında bir nevi. Ve hırs/hased, çıkması hiç bitmeyen bir merdiven gibidir. Neye ulaşsanız hep bir fazlası oluyor ve bu bir fazlası, bir eksiğini elde etmenizin de (onunla mutlu olabilmenizin de) katili oluyor. Mürşidim, bu bir fazlasının bir eksiğini katletmesi meselesine şöyle işaret eder: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Ulaşabildiğin hasen, elde edemediğin ahsenden ahsendir. Kavuştuğun güzel, kavuşamayacağın 'daha güzelden' daha güzeldir. Çünkü gerçektir. Gerçek, hayalle yaptığı maça, somut oluşu (veya ulaşılabilirlik) açısından bir sıfır önde başlar.

İnsanın, hassaten yazmaya başladığı ilk yıllarda, kalemle yaptığı en büyük kavgalardan birisi de 'yazıp yırtmalar' üzerinden yaşanıyor. Yazıyorsunuz, fakat aynı zamanda da yaşıyorsunuz. Yaşarken, olduğunuz yerden daha ileride bir yerde bitiriyorsunuz hayatı. Yaşamak 'ben'ler arası bir yolculuktur. Bu yolculuk hiç bitmiyor. Ve hiçbir yazınızı, işte tam da bu sebepten ötürü, aynı kişi olarak okumuyorsunuz ikinci seferinde. Her yazdığınızdan, son noktayı koyduğunuz andan itibaren, uzaklaşıyorsunuz.

Bu uzaklaşma, ikinci buluşmada oradaki bazı ifadeleri garipsemenize neden oluyor. "Böyle de olmaz ki canım!" diyerek tashihe girişiyorsunuz. Tashih yetmiyor. Baştan yazıyorsunuz. Eskisi 'artık iflah olmaz' gelince yırtılıp çöpkutusunu boyluyor. Yeni birşey başlıyor sıfırdan. Fakat o sıfırdan başlayış da sonsuzun karşısında bir hiç. İnsan, ayine-i bâki olması hasebiyle değişime doymuyor. Bir değiştiriyor. Yetmiyor. Bir daha değiştiriyor. Yine yetmiyor. Çünkü kendisi de sürekli değişiyor esmaü'l-hüsnanın tecellileri karşısında. Rabbülâlemin olan Allah'ı kendi küçük âlemimize sığdırmamız, Ârş-ı Âzâm sahibini kendi kalbî ve küçük arşımızda tastamam misafir etmemiz mümkün değil. Sınırlıyız. Bu sınırlar sayesinde 'daha güzeller' ortaya çıkıyor. Ve bu daha güzeller hiç bitmiyor. Eğer kusurlarınızla barışıp parça olmaya razı olmazsanız. Yani 'daha azı' kalmaya...

İktisat, kanaat, şükür gibi kavramlar, bir yönüyle de 'daha fazlasını isteme' güdümüzün bizi mecnun edeceğini farkedip 'istikametli bir haddini bilme' halini almamızı ifade ediyorlar. Tam bu noktada ahseni terkedip hasen olmayı kabul ediyoruz. Daha iyiye dair olmayı, daha iyi olmaya tercih ediyoruz. Sahip olmaktansa dahil olmayı seçiyoruz bu perspektifte. İhlas temalı yazılarımı okuyanlar hatırlarlar: Ben, ihlası da, sahip olmadan dahil olmaya geçiş olarak görüyorum. Yani bütünün sahibi/hâkimi olmayı terkedip onun içinde küçücük (bir an-ı seyyale kadarcık) olsun yer tutmayı yeterli görmek ihlasın başlangıcı ve sonucu. İhlaslı olan; öne çıkmak, ilk anılmak, hep anılmak, hep görünmek, önce görünmek istemiyor. İhlaslı olan vazife zamanı öne çıkmayı, ücret zamanı kendini geri çekmeyi seviyor. Ve yine ihlaslı olan, kendi adına varolmayı değil, Cenab-ı Hak adına varolmayı seviyor. Fenafillah dediğimiz sır, biraz da bu. Hakkın hatırını diğer bütün hatırlardan âli tutma. Buna kendin de dahil.

Yazmakla ilgisine geleyim: Belagat ve edebiyat arasındaki nüanstan bahsettim yazının giriş kısmında. Bunu ilk kez Kenan Demirtaş abiden dinlemiştim. Belagat, muhatabın ve mukteza-i halin de dikkate alındığı, daha doğrusu mektubun manasının zarfından/kağıdından daha kıymetli olduğu bir alana tekabül ediyor. Belagatta mesajın nakli, sanatına kıyasla daha bir odak noktasında. Fakat edebiyat, sözün sanatına konsantre olmuş durumda. Sözün sanatlı olmasını muhataba ulaşmasından daha ehemmiyetli buluyor. Zaten muhatabı da sözden sonra, ikincil derecede nazar-ı dikkate alıyor. Bu yüzden belagat, edebiyattan daha kapsamlı ve külli bir alana tekabül ediyor.

Yine mesela Kur'an'ın belagatinden sözedilir. Ama Kur'an'ın edebiyatından sözedilmez. Çünkü kelamullah tenezzül-ü ilahîdir. Allah, kullarının seviyesine göre konuşmuştur onda. Tenezzül-ü ilahî bu açıdan da bize büyük bir ders veriyor. Kudreti herşeye yeten Allah, bizimle, 'bize göre' değil de azametine göre konuşsaydı nasıl onu anlayabilirdik? Hz. Musa'nın (a.s.) yaşadığı kıssadan da ders alıyoruz ki, tahammülü mümkün olmayan ve 'bütün lisanların gücüne sahip' bir beyandır onunkisi.

Hulusi abinin mektubuna geri dönelim. Orada şöyle söylüyor Hulusi abi Risale metinlerine dair: "Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem."

Burada Hulusi abinin Risale-i Nur'u edebiyattan öte görmesi, bir yönüyle edebî olanın ihlasa muvafık düşmeyen kusurlarından da bir tenzih içeriyor. "Edebiyat satılmıyor..." derken söylemek istediği bu. Bediüzzaman, elbette kelam ederken tedris ettiği ilimler çerçevesinde mesajının sıhhatine dikkat ediyor, fakat ondan ötede lafızların ve ibarelerin sanatlı oluşuna, hele çok sonraları öğrendiği bir lisan olan Türkçede eser yazarken, daha edebî ifadeler kullanmaya dikkat etmiyordu. Süsle değil, hakikati olduğu gibi beyan etmeyle işi vardı onun. Yani aradığı belagatti. Muhatabına ve mukteza-i hale uygun söz söylemekti. Bu, onu metnin sahibi değil, mesajın parçası kılıyordu. Ve bu metne özensizlik değildi, aslonanın bu metin olmadığını farkedişle asla gösterilen bir özendi.

Bana gelelim. Bu metin beni yazmakla nasıl barıştırdı? Ben bu mektubu okuyana kadar yazdıklarını çok yırtıp atan, çok silip yeniden başlayan biriydim. Bu mektubu mezkûr perspektifle farkettikten sonradır ki, aslolanın ben veya metnim olmadığını anladım. 'Edebiyat satmayı' bıraktım.

Ondan sonra kalemimden çıkanlara karşı tavrım şöyle oldu: Yazdığım yazıya bakıyorum. Genel olarak vermek istediğim mesajı taşıyorsa, üzerine artık düşmüyorum, silip silip tekrar yazmıyorum. Onu resmin kendisi gibi değil, işaret ettiği şeyin parçası olarak tahayyül ediyorum. Bunu başardığı sürece de işini yapmış sayılır. Kusurlu olmaktan sahibi kurtulmamış ki, metni de kurtulsun! Kolay anlaşılmak. Açık olmak. Aynanın hüneri budur. Bütünü gösterebildiği ve bütüne uyduğu sürece parça başarılıdır. Neden yazdıklarımızı yırtıp yırtıp yeniden yazıyoruz? Çünkü kendimizi ve metnimizi mesajın aslı sanıyoruz. Hayır, biz mesajın ancak parçasıyız. Kalıcı değiliz. Bir an-ı seyyale gölgesinde varolsak yeter. İşaret etsek yeter. Allah şahit olsa, yeter. İnsanın herşeyde olduğu gibi yazmakta da işini zorlaştıran kendini kendinden büyük birşeyin yerine koyması. Ve taşıyamaması.

14 Ekim 2015 Çarşamba

Kadere iman, imanın kemalidir 5

İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar kitabında geçiyordu sanırım şu cümle: "Kusur insanın imzasıdır..." O halde insan olduğumuzu bilmek de 'kusurlu olduğumuzu bilmekle' başlar. İtikadî anlamda, Allah'la ile kendi aramıza koyduğumuz en temel ayraclardan birisi budur: Biz kusurluyuz. Hep de öyle kalacağız. Fakat o Allah. O kusursuz. Bu, Vacibü'l-Vücud kavramlaştırmasıyla da ilgili biraz. Kusurluların kusurları içinde boğulmamak için umudu o. Vagonların ilerlemek için muhtaç olduğu lokomotif. Kusurluların ayakta kalmak için muhtaç olduğu Subhan. Onun her fiili subhaniyetin cilasıyla cilalandığındandır ki, fiillerimize benzemez. Şuunatı dahi '(...)-i mukaddese' ve '(...)-i münezzehe' ile ancak tabir edilir. Tenzih hakikati, sadece kusurlardan tenzihi değil, nitelik olarak 'eyleyişimiz' ve 'eyleyişi' arasındaki kıyaslanmazlığı da bize fısıldar.

En çok 'ihata' farkıdır bu. Biz kuşatamayız. O kuşatır. Her kusur bir sınırdan/kuşatamayıştan kaynaklanır. Sonsuz olan ilah için (tevhide iman sonsuzluğa imandır, şirk ise sınırlamaktır) ise kusursuzluk kemalin gereğidir. Tenzih, tevhidin getirisidir. Tevhid, tenzihin delilidir. "Zira, hulfü'l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir." Allah'ın subhaniyetini her vurguladığımızda aslında demek istiyoruz ki: Sen bizim yaptığımız gibi yapmazsın. Çünkü kusur bizim imzamız olduğu gibi, kusursuzluk da senin imzandır. 'Kusurluluk' ve 'kusursuzluk' diye iki kutup-kavram olduğuna göre âlemde ve belirgin bir şekilde kusur bize aitse (ki hatalarımız bunun en büyük delilidir) o zaman kusursuzluk da sana aittir. Mütekelliminin hudus delili biraz da buna bakar. Yokun varlığından bahsedemeyiz. Yokun ancak yokluğundan bahsedilebilir. Tıpkı 'şirk' gibi.

Bu, 'bizim fiillerimiz' ve 'onun fiilleri' taksimi de sahici bir taksim değil. Sınırlarımızı tanıma aracımızdır bu taksim aslında. Çünkü 'fiilerimiz' derken sınırlılığımız içinde şahit olduklarımızdan hareketle konuşuyoruz. Yaratışın 'istemek' ve 'kazanmak' kadarına şahitiz. Bizle olanı, 'bizim yaptığımız' yerine koyarak isimlendiriyoruz. Sebepler âleminde bir kolaylık sağlıyor bu bize. Ancak şunu unutmamalı: Beraber yaratılmak yanındakini 'yaratmak' demek değildir. Yanında olması 'senin' demek değildir. Yaratmak (ve bu anlamda sahiplik) daha fazlasını ister. Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da altını çok belirgin çizdiği sırr-ı iktiran bize bunu söyler.

Bizim 'benim' veya 'Ben yaptım' dememiz, işin/nesnenin bizimle mukaranetini/yakınlığını ifade eden bir mecazdır. Hakikatte her fiil kaderin 'takdir' ve kudretin 'halk' süzgecinden geçtiğinden ötürü onundur. Fiil yaratmak insanın harcı değildir. Çünkü, istemek omuzlarına göre, fakat o fiile lazım olan yükü taşımak omuzlarına göre değildir. Her fiil aynı zamanda kainatla beraber atılmış bir adımdır. (Onun bütün detaylarına hâkimmişçesine atılmış bir adımdır.) Bir uygun adımdır. "Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz." Ve Kafka'nın dediği gibi: "İyiler hep uygun adım ilerler."

Bu noktada kötülüğü/günahı bu uygun adım yürüyüşü bozan şımarık tavırlar olarak tarif edebiliriz. Şeriatı da 'uygun adım yürüme kılavuzu' olarak. Fakat bu şımarık tavırlar bile kainatın nizamını bozamaz. Çünkü onlar da Ezelî bir bilişle bilinmiş, kaderde yazılmış, kudretle yaratılmıştır. İşte bu sebeple Kelebek Etkisi filminin de giriş cümlesi olan 'kaos teorisi' bir sanrıya dönüşür. Günahkâr bir kelebeğin kanat çırpışı kainatta bir kaos yaratamaz. Çünkü kanat çırpışını yaratan kelebek değildir. Kainat, birbirinden habersiz parçaların fiileriyle gelişigüzel şekilleniyor değildir. Bütünün sahibi, bütüne göre yaratmaktadır her bir parçayı. Arzumuz, kader kalıplarını yıkamaz. Kader kalıpları içinde kendine akacak bir yer bulur. Bu noktada 'uyum delili' kaderin de en büyük delili haline gelir. Nasıl? Şöyle: Dün-bugün-yarın birbirine uyuyorsa/uyumluysa, bu uyumu açıklamak için, dünü-bugünü-yarını birden bilen bir ilaha ihtiyaç var.

Kader inkârcılarının en çok takıldığı noktalardan birisinin de bu olduğu görünüyor. Onlar imtihanın hikmetli(!) olması için Allah'ın malumu olmayan bir alan açmayı gerekli görüyorlar. İmtihanı emirle değil ilimle ilgili sanıyorlar. Çünkü imtihan tanımını bu dünyada kullandıkları mecaz karşılıkla dolduruyorlar. Allah'ı insan yerine koyuyorlar. (Öğretmen, öğrenciyi 'durumunu öğrenmek için' imtihan ediyor.) Hatta bir adım ötesinde diyorlar ki: "Sadece ilmiyle değil, kudretiyle de dahil olmadığı; ondan bağımsız yaratılmış birşeyler olmalı ki, imtihan hikmetli olsun. Allah da sınadığının sonucunu öğrensin."

Halbuki öğrenmek bir aczdir. Öğrenenin öğrendiği şeyi daha önce bilmediğine, dolayısıyla cehaletine hükmederiz biz. Bu da, en başta altını kalınca çizmeye çalıştığımız, tenzih hakikatine zarar verir. Hatta, daha da yukarısında, Allah'la kul arasına niteliksel anlamda koymamız gereken ilk ayıracın ihmal edildiğini gösterir. Neden böyle söylüyorum? Zira tenzih, eksiklik kaldırmaz. O zaman kader inkârcılarının inandığı Allah kusurlu bir Allah'tır. Kusur noktasında da insan gibidir.

Peki, biz ne ile imtihan oluyoruz? Biz Allah'ın (hâşâ) ilminin dışına çıkmakla veya çıkmamakla değil, emrinin dışına çıkmakla veya çıkmamakla imtihan oluyoruz. İmtihanı anlamlı kılan budur. Kulun, Allah'ın ilminin dışına çıkmak veya çıkmamak arasında mütehayyir kalması diye birşey sözkonusu değildir. Zira böyle bir (yarattığını sonradan öğrenen) ilahın yaratması da mümkün değildir. Yaratış için ilim-irade-kudret üçlüsünün üçü de lazımdır, yalnızca kudret değil.

Fakat şu vardır: İnsan sonradan öğrenir. Ve insanın bu sonradan öğrenme kusurundan dolayı imtihan sürecinin şahidi olması elzemdir. Rahman, kullarını, süreçlerinin şahidi olmakla da mükafatlandırmıştır. Yaratılışın esma-i ilahiye bakan binbir hikmetinden başka, bu hikmetin altını mutlaka çizmeliyiz. Sınırlı olan öğrenir. Öğrenen de şahit olmak zorundadır. Biz de dünya imtihanında 'kalubela' sözümüzün şahidi oluruz. İlmelyakin bildiğimizi hakkalyakin öğreniriz. Ve gün gelip hakettiğimiz yere gittiğimizde Cenab-ı Hakka karşı uyduracağımız bahane kalmaz. İsrâ sûresi bize bu sırrı şöyle fısıldar: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz." Sen de emrin dışına çıkıp kendi sürecinin şahidi olmadıkça Allah Ezelî ilmiyle cezalandırmaz seni.

12 Ekim 2015 Pazartesi

Önce 'amelinizde' rıza-i İlahî olmalı

"Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola." Kastamonu Lahikası'ndan.

Çok şeyler öğrendiğim ve hâlâ da öğrenmekte olduğum bir ağabeyimle yaşadığım anlaşmazlıktan (yoksa yorum farkı mı demeli) dolayı bu yazıyı gerekli gördüm. Çünkü bu yazı, konuyu kafamda da netleştirecek. (Kustuktan sonra içimde ne tuttuğumu öğreneceğim.) Şöyle bir noktadan başlayayım: "Ameller niyetlere göredir..." hadisi, mabeynimizde, metnin tamamından ve dolayısıyla biraz da bağlamından kopuk bir şekilde yorumlanıyor. Tahlilime geçmeden önce hadisin tamamını alıntılarsam: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse, kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise, onun hicreti Allah’a ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikahlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir." (Buhari, Nikah 5; Müslim, İmaret 155)

Kaynaklarda, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, bu muhteşem düstûru 'sevdiği hanımla evlenmek için' Medine'ye hicret eden birisi üzerinden söylediği nakledilir. Dikkat edilirse, burada yapılan tesbit, belirsiz bir fiile dönük değil, 'hicret' fiiline dönüktür. Yani fiilin kendisi bellidir. Fiilin şer'î oluşu noktasında bir sıkıntı (veya yorum farkı) yoktur. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hicret emrini verdikten sonra o hicreti yapmamak mümini mesuliyet altına sokar. Fakat yapılması şer'an mecburî olan bu fiilin niyetinin de lillah için olması lazımdır ki, işte, "Ameller niyetlere göredir..." hadisi bize bu dersi veriyor.

Yaşadığım anlaşmazlık içerisinde farkettiğim şey şu ki: Biz bu hadisi 'zararları belirgin' fiiler için de bir meşruiyet aracı olarak kullanıyoruz. Örneğin; zahir-i şeriata uygun görünmeyen fiilerde dahi, niyetin iyi oluşuyla o fiilin salih amele dönebileceği yönünde bir yorumlayışımız var. Oysa, hadisin tamamı bize böyle bir hakkı vermiyor. Bu yorum tarzının zahir-i şeriatı küçümseyen yanı da yatsınamaz üstelik. Çünkü din bizi sadece kalpteki niyetle değil, ondan önce 'eylemlerle' sorumlu tutmuştur.

Helal ve harama taalluk eden her işimiz, bir niyet işi olmadan önce bir fiil işidir. Niyet, tıpkı yukarıdaki hadis metninde olduğu gibi, fiili eyleyenin 'fiilde kaliteye ulaşmak için' sıhhatini sorgulaması gereken birşeydir. Fakat namazı, orucu, zekatı, haccı vs... yapmadığı, yani hayırda fiili olmadığı halde (hatta buna mukabil haramlarla iştigal ettiği halde) bir de bu emirleri/nehiyleri küçümser tarzda niyetin güzelliğine yapılan vurgu veya onun rıza-i ilahîye matuf olmayan fiileri dahi salih amele dönüştürebileceği düşüncesi giderek "Benim kalbim temiz..." hamakatinin başka tarzda söylenmesine benzer. Zaruretler mi? Zaruretler zaten şeriatın küllüne dahildir. Din, zaruretlerin haram/helallere tesirinden habersiz değildir ki. Fakat zarurete ve şartlarına senin hevan değil, Kur'an ve sünnet karar verir.

Yani demem o ki: Biz, bir insanın Allah rızasını aradığını önce fiillerinden anlarız. Bediüzzaman'ın mahkeme müdafaalarında sıklıkla altını çizdiği gibi, kalbe değil ele bakarız. Hatta, en çok da bu yüzden belki, İhlas Risalesi ismiyle de meşhur 21. Lem'a'nın ilk düsturu şöyledir: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Yani değildir: "Niyetinizde rıza-yı İlahî olmalı." Niyet, hakikat bilgisi gibi umuma açık değildir. Önce amelde rıza-yı İlahî olmalıdır ki, eylem üzerinden tanımayı gerçekleştirelim. Yoksa kimsenin kalbini bilemeyeceğimizden en kerih bir işi yapanla, en iyi bir işi yapanı niyetçe birbirinden ayıramayız.

Kulluk, kardeşlik mabeyninde fiilde şeffaflık ister. Allah Resulü'nün, Safiye annemizin yüzünü açarak sahabe efendilerimize gösterdiği gibi, amelin açıklığı şeytanın fitne yollarını kapatır. Aksinin en bed örneklerini Fethullahçıların 'maslahat/tedbir' adına şeriat-ı İslamiyede verdikleri tavizlerde gördük. Başkaları da başka örneklerini bize gösteriyorlar. Özetlersem: Varlığı spesifik bir 'zamanın ilcaatı' veya 'iyi niyet' ile rıza-i İlahî'ye matuf olan amellerin değişmemesi için, okumamıza önce fiiller üzerinden başlamamız şart. Okumaya önce niyetten başlamak sağlıksızdır.

Biz, eğer ihlaslı olma iddiasındaysak, hazır olalım, bizi önce fiilerimizden tanıyacaklar. Allah'ın emri ve nehyi dairesinde sorunlu, dolayısıyla takvayla ilgisi sorunlu fiiler işleyip sonra da "Ameller niyetlere göredir..." diyemeyiz. Böyle fiiller işleyenleri de 'taraf-ı muhalifi iltizam' kokan bir bitaraflıkla 'samimi' bulamayız.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hicreti emrettikten sonra Mekke'de kalmayı seçen bir müslüman "Benim niyetim iyi. Kalıp burada İslam'ı anlatmaya devam edeceğim..." diyemezdi. Deseydi de kimse onun iyi niyetine hamletmezdi. Çünkü zahir-i şeriat onu hicrete mecbur ediyordu. Biz de insanların zahir-i şeriata uymayan amellerini gördüğümüzde elbette bir çeşit halet-i ruhiye okuması yapabiliriz. (Bıçakla üzerimize koşan birisine dair yaptığımız niyet okuması suizan olabilir mi?) Aksi, aklın fonksiyonunu iptal olur. Müminin feraseti nerede kalır? Hucurat sûresindeki 'zannın çoğundan kaçınma' emri, bu noktada, hem daha bireysel/gizli, hem de niteliği meşkuk fiiller için geçerlidir. (Devamındaki 'Casusluk etmeyin!' emri de bunu destekler.) Kötülüğü, işleyeni tarafından da malum ve sakınılıyor olanı deşmemek içindir. Aksinde, zahir-i şeriata uymayan işler için dinin koyduğu tüm müeyyideler duman olur. Çünkü kimse niyeti göremez. Tekrar olacak, ama altını bir daha çizeyim: "Ameller niyetlere göredir..." hadisi, fiilin rıza-i İlahî dairesine isabet ettiği, fakat niyetin isabet etmediği bir durum için söylenmiştir. Fiilin de isabet etmediği bir durumu meşrulaştırmak için değil.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Hüzün, neşenin yorgunluğudur

Hüzün hiçbir şeyi değiştirmese de seni değiştirir. Büyürsün üzülürken. Yaşlanırsın. Olgunlaşırsın. Dengelenirsin. Yavaşladıkça nesnelerin detayları ortaya çıkar, tefekküre yol açılır. Haklarında düşünmediğin kadar uzun ve çok düşünürsün. Dalgınlaşırsın. Mantık, bütüncül menfaate uygun olan. Varlıksal olan. Vücudî olan. Hayatsa mantıktan ibaret değildir. Yağmurun getirdiği hüznü mantıkla açıklayamazsın. Sözlüklere bakarak yaşamıyoruz hayatı. Hiçbir an'ımız romanlarda anlatıldığı kadar derin değil. Bunun farkına varmalı önce. Gerçekle yüzleşmeli. Daha sade ama sakin herşey.

Kendini yormak için girdiğin bir çabadır üzülmek. Hüzün, neşenin yorgunluğudur. Diyelim acı birşey yaşadın ve kaldırmak zor geliyor. Yalnız kalbine değil, aklına da zor geliyor. İşte kalbini yorarak, üzerine üzerine giderek kendini taşıyamaz hale getirmenin yoludur üzülmek. Kederden sarhoş olmak bir nevi. Odaklanacak derman bırakmamak. O kadar yorulursun ki, acı anlamsızlaşır. Gözyaşın kuruduğunda ağlamak anlamsızlaşır.

The Interpreter'da seni en çok etkileyen cümleydi: "İntikam, tembelce bir yas tutma yoludur." Neden öyledir? Çünkü acıyı çekmektense onu öfkeye dönüştürmeyi seçersin böylelikle. Kusar geçersin. Şarap haramdır. Öfke sakıncalıdır. Ne kadar çok yorulursan o kadar anlamsızlaşır. Yorgunluk iyi bir körelticidir. Köreltir seni en ince farkındalıklarına kadar. Ben, acının ilk günlerinde şiddetle üzülenlerden çok, acısını bastırmaya çalışanlardan korkuyorum. Ortaya dökülse, geçiyor sanki. Dökmeyenden korkmalı. İçinde tuttukça daha çok yakıyor. Birşeye dönüştürmezsen öyle kalıyor. Acı, saf acı. Üzülmek de değil o. Yormadan yakar.

Yıllar önce bir kitapta okumuştum. "Ortaya çıkarılamamış duygular beklemekten bozulur, öfkeye dönüşür..." demişti bana. Demek her duygu saf değil. Bazıları başkalarının bozulmuş hali. Normal yollardan ifade edemeyince tepkimeye giriyor. Bir nevi fermantasyon, bir çürüme. İkinci bir hilkat, evrilme, yeniden ortaya çıkış. Dilsizlerin neden bu denli öfkeli olduğu böylece anlaşılıyor: Anlaşılmamak da bir süre sonra öfkeye dönüşür. Zaten bozuk bir mal olduğu, ortaya çıktığında yaptığı yıkıcı etkiden belli. Eylemsel bir varoluşu var. Varoluşsal bir eylemi yok.

Bence üzülmek de böyle. Birşeye üzülmek, gösterilmemiş iyi duyguların bozulması aslında. Bir kere 'Canım babam' dememişsin yahut 'Seni seviyorum' mesela; veyahut 'Özür dilerim' veyahut daha başka birşey. (İhtimal hesapları hücum etmeye başladı.) İşte o söyleyemediğin herşey birikiyor içinde, birikiyor birikiyor da, artık söyleme şansın kalmadığında bozulmaya başlıyor. Son kullanma tarihi geçiyor o duyguların. Damlaya damlaya göl olmuyor da sel oluyor. Bozuk şeyi üzüntüyle kusuyorsun. Kus kusabildiğin kadar. Kusarsan sorun yok. İçinde kalırsa sorun. O yüzden ağlayandan korkmam ben, acılarını bastırmaya çalışandan korkarım.

Gözleri yaşarmayan insanlar şeytan değiller, ama belli ki 'göz yaşarır, kalp hüzünlenir' diyen bir nebinin (onun ayaklarını bastığı yer olayım) yolunda da değiller. Neden bazı duygular böylesine zayıflık emaresi sayılıyor da kötüleniyor? Neden onları yaşamak için tenha köşelere koşmak, saklanmak, yastığımıza yüzümüzü yapıştırmak zorundayız? Bir yetim peygamber aleyhissalatuvesselam, ashabına neden bu halini açıklamak zorunda kalıyor? Neden içimizin bir yanı hep yetim ki, yetim kalınca en çok o yanlar ortaya çıkıyor?

Beşer kendine bunları neden çektirir? Ey insan, daha gözyaşlarıyla arandaki hukukun belli değil. Legal mi, illegal mi? Ondan utanıyor musun yoksa? Yoksa seviyor musun en mahreminde? Nerede senin adaletin? Daha yasal olmayan yanların var kendi içinde, sana göre, senden öte. Bastırıyorsun onları. Zindanların var. Mahpusların var. İçinde Yusuflar var ki, kardeşleri kuyuya atıyorlar onu. Babalarına, yani sana, unutturmaya çalışıyorlar. Barışmadığın o kadar yanın, yönün, latifen var ki.

Dur bir saniye: İnkârcılığı yalnız Allah'ı inkâr mı sanıyorsun? Bence aczini ve fakrını inkâr etmek de bir nevi inkârcılıktır. Ki kanaatimce birincisi, bu ikincisinin üstüne bina edilir. Cahil edebilir. Fasık edebilir. Kafir eder. Belki de o yüzden imandan çok bahseden o mürşid-i kamil, yolunu böyle dörde bağlıyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür... Önce acz, fakr; sonra şefkat, tefekkür. Önce kendinle barış, sonra âlemle. Hem demiyor mu başka bir yerde: “Evet, ifrat ve tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u İlahi’ye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.

Fıtrî ahdini bozdun. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda "Evet!" demiştin Kalubela gününde. Fıtratın bu programla yaratılmıştı. Dünyada "Hayır!" diyebilmek için önce fıtratının detaylarını inkâr ettin. Öyle olmadığın halde 'öyleymiş' gibi yaptın. Delillere isyan ettin. Kibirlendin. Kıskandın. Riyakârlık ettin. Yalan söyledin. Her inkâr aslında kendini inkâr ettiğin yerlerinden/anlarından beslendi. Bu yüzden belki de Allah Resulü, Ebu'd-Derda'nın; "Mümin hırsızlık/zina yapar mı?" gibi pekçok sualine 'evet' diye yanıt verdikten sonra; "Mümin yalan söyler mi?" sorusuna "Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur..." (Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994) diye cevap verdi. Yaşın otuzu geçti. Bu sırrı ancak anladın.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...