30 Mayıs 2016 Pazartesi

Bencillik de güzeldir bazen

"Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O halde söyle bana bu kıza karşı takınman gereken tutumu biliyor musun? Çünkü başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir. Bu kadar dengesiz biri senin için tehdittir Markie ve bir tuzaktır." Philip Roth, Öfke'den...

Yürüyen karadelikler vardır. Konuşan, nefes alan, çay içen. Maruz kaldığınızda karardığınızı hissedersiniz. Başkalarının enerjilerini emerek yaşarlar çünkü. Acılarının zikriyle hayata tutunurlar. Esasında zayıf değillerdir. Ama tasannu ile bile olsun kullanışlılığını öğrenmişlerdir. Evet. Sahibinin silah olarak kullandığı bir zayıflık, eğer ondan bencillikle korunmuyorsanız, bir karadeliktir. İçine çeker. Boğar. Batırır. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Merhamet, eğer istikametle istimal edilmezse, sahibini ‘en kullanışlı aptallar’dan eder. Yani şu âlemde ifratı-tefriti tehlikeli olmayan duygu yoktur.

İnsan şefkat ettiğinin parçası haline gelir. Ve onu da parçası haline getirir. Kalbin tabiatı budur. Kalp dahlolarak sever. Ayık akılsa hissedilene mesafe koymaya çalışır. Kendini dışarıya iter. Yörünge arar. Kapılmamak ister. Mantık esasında bir mesafe arayışıdır zaten. Bütünü unutmama gayretidir. Kuşatıcılığın verdiği dengedir. Sarhoşluğundaysa o da baktığında boğulur. Artık başka kuvvelerin esaretindedir. O zaman bütünden vazgeçip parçalanır. Parça olur.

Belki ben de çekildim arkadaşım. Çıktım-çıkamadım. Bilemiyorum. Fakat umuyorum. Şunu da hatırlıyorum: Kapılanlardan çoğunu mahveden şefkatiydi. İyi yaptıklarını sanarak yaptılar. Yanlış anlaşılmasın. Karıncayı inciteceklerden değillerdi. İncitmediler de. Lakin kendilerine pek zulmettiler. Nasıl? Neden? Niçin? Çünkü hepsini gerçek sandılar. O kadar çok acıdılar ki sevdiklerine. Acılarını da aramsız sahiplendiler. Yapmacıklığı ayıracak tecrübeleri yoktu. Manipülasyona yatkınlardı. Kahraman olmak istiyorlardı. Birilerini kurtarmak arzuluyorlardı. Kurgudan fazlasını çektiler. Bunu samimiyetleri yüzünden yaşadılar. Oysa yıpranmadı adına yıprandıklarının hiçbirisi onlar kadar.

Karamsarın ağzında dert biber değil sakızdır. Memnuniyetsizliği keyifle kaşınmasıdır. Yakınmaları alışkanlığıdır. İyimserin gamıysa hakikattir. Etkisini atlatamaz. Sarsıntısını teğet geçemez. Tasannuya karşı kalkansızdır. Bu tabiatta olduklarını farkettiğim çocuklara şunu tavsiye ediyorum: Ebeveynlerinizin sorunlarıyla mesafenizi koruyun. Neden mi? Çünkü bilerek-bilmeyerek sizi kandırıyorlar. Gönül ayarlarınızla maytap geçiyorlar. Şöyle ki: Onlar çoğu zaman duygularını sizin kadar yaralayıcı şekilde yaşamıyorlar. Ağlamaları bile yaz yağmuru gibi. Sizdeki gibi hayata/kendilerine büyük faturalar çıkarmıyorlar. Kalbinizdeki kadar şiddetli de sarsılmıyorlar. Çünkü tecrübeliler. Çünkü büyükler. Duvarlarını inşa etmişler. Duygularından korunacak kadar benciller. Ama siz onlara baktığınızda sizdeki gibi oluyor sanıyorsunuz. Yanılıyorsunuz.

Böyle bir çocuk ailenin yaşadığının on katını yaşar. Mesela: Ebeveyni küçük bir borçtan dolayı tartışır ama o mâli felaketin eşiğinde olunduğunu sanır. Her gerilimde yuvasını uçurumun kenarında zanneder. Bu yüzden her ebeveynin yapması gereken açıkça anlatmasıdır: Bizim birşey için endişelendiğimizi düşünürsen hissettiğin gibi olmadığını bil. Kalbimiz kalbinizden farklıdır.

Aşırı duygusallık empati yükünü ağırlaştırır. Muhatabınızda ‘bir’ sizde ‘yüz’ olur. Zayıflıklarını silah kılanlar size kolay zarar verirler. Hem de kullanırlar. Böyle birisinin dertlenmesi beş dakika sonraki kahkahasını bile kaçırmaz belki. Fakat sizin uykularınız kaçar. Neden böyle olur? Bence şundan: Şefkat kurguyu gerçeğe kalbeder. Yansıtılan yalan olabilir ama sizdeki tesiri gerçektir.

Şefkat gibi bencillik de hikmetsiz değil arkadaşım. Allah bir yerindelik ile yaratıyor herşeyi. Dozunda bencillik de mezkûr karadeliklerden korumamızı sağlar işte. Kurgu saldırılara karşı duvarımız olur. İçimizdeki depremleri önler. Tam da bu noktada bir ayrıma girişmem gerek. Evet. “Avcı: Kış Savaşı” filmindeki karakterler üzerinden yapacağım bu ayrımı. Buz Kraliçesi Freya (Emily Blunt) ve kız kardeşi Ravenna'nın (Charlize Theron) yansıttığı iki farklı bencillik var bence.

Açalım: Freya'nın bencilliği ‘acılardan korunma isteği’nden doğuyor. Kaybının ardından yaşanıyor. İfratından da kötüleşiyor. (Kötülük bencilliğin ifratıdır çünkü.) Ravenna'nınki öyle değil. O kuvve-i şeheviyesiyle kötü. Arzularından dolayı kötü. Menfaatleri ekseninde bencil. Aynası gözlerini kör etmiş. Sahip olmak istedikleri bencilleştirmiş. Freya'nın bencilliği ‘kuvve-i gadabiyesi/korunma güdüsü’ ile gelişirken Ravenna'nınki ‘kuvve-i şeheviyesi/elde etme güdüsü’ ile şekilleniyor. Yani ki arkadaşım: Freya dünyaya düşmansa kalbinin kırılmasını istememesinden. Ravenna düşmansa eline geçmemesinden. Birisinin sembolü ayna. Ötekisininki buz.

İşte, ben de tam burada arkadaşım, kuvve-i gadabiye noktasında bir bencilliğin kuvve-i şeheviye hususunda bir bencilliğe göre hikmetli bir duruşa sahip olduğunu iddia ediyorum. Bu tarz bir bencilliğin (elbette ifrata gidilmeden) bir ölçüde bizi esaretten kurtardığını düşünüyorum. "Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gazabından fazla gazap edilmez. Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazap zemîme..." derken Bediüzzaman'ın da böylesi istikametli bir mesafe tavsiye ettiğini düşünüyorum. Eğer ‘bencilliğin maslahatından (veya maslahatlı bir bencillikten)’ bahsedeceksek, bu, ötemizle ilgimizi kuran duygularımızın ‘bizi onların esiri haline getirmesinden korunmak’ bağlamında anlaşılabilir diye yorumluyorum. Allahu’l-a’lem.

Anahaberlerin, sosyal medyanın, çeşitli manipülatörlerin dolduruşuna gelip dünyayı dertten-kederden ibaret görenlerimiz için böylesi bir bencillik gerekli birşey. İstimalinden zarar görmezler. Duygularını tahrişten korumuş olurlar. An şart ki: Aşırıya kaçmazlarsa! Büsbütün vurdumduymazlığa koşmazlarsa! Öyle ya: Taşıyamayacağı yükün altına girmek en itaatkâr köleyi bile sahibine küstürür. Nefsine ettiği zulüm en nihayet âdemoğlunu da nefsi kudret elinde olan Zat'a isyankâr eder. Bu büyük bir tehlikedir. İnsan bundan da korunmalıdır.

Evet. Ona isyan edeceğine biraz bencil ol. Mesafeni koru. Kalbini ötenden ayır. Çünkü hepsine yetişemiyorsun. Ellerin küçük. Hem yetişsen bile gücün yetmiyor. Pazuların zayıf. Kur'an'ı hatırla. Hidayete ermeyen yakınları için rahmet dilemekten men edilen nebileri düşün. Elbette bu haberlerin bize gelmesinde bir hikmet var. Ne biliyorsun? Taşıyamayacağın yükün altına girme diye verilmiştir belki de şu bencillik? Nihayetinde mürşidim de ‘rahmet-i İlâhiyeden daha ileri şefkati sürmek mânâsız ve haksız’ demiyor mu?

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Hiçbir kitap yalnız değildir

"Çünkü anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, manasız bir kağıttan ibaret kalır." 11. Söz'den...

Arkadaşım, sen de biliyorsun, müstakim bir araştırmacının birkaç çalışmasını birden okumak, hatta eserlerinin bütününe hâkim olmak, ‘hakikatte ne söylediğine’ daha çok aşina kılar bizi. Daha hâkim bir noktaya getirir. Beyanını daha iyi kuşatmış oluruz böylece. Bütünün resmini daha iyi çekeriz. Birbirini açan yerleri yakalarız. Birinden anlamadığımızı ötekinden anlarız. Hatta çoğu zaman onlar tavsiye ederler bunu. “Bu konuyu şu eserimde daha detaylı işledim!” diye gönderme yaparlar. Böylece farkındalığımızı açarlar. Biz de ardınca okumalarımızı sürdürürüz. Bütünü kuşatmanın hakikate yaklaştırdığını biliriz. Fıkradaki Bektaşî’dir ancak metinlerin ‘işine gelecek kadarıyla’ muhataplık isteyen. ‘İçkiliyken...’i okumayıp ‘... namaza yaklaşmayın’ ile amel eden.

Buradan şuraya geleceğim. Mürşidimin eserlerine aşina olanlar da bilirler ki: En çok dikkatimizi çektiği şeylerden birisi de Kur'an-kainat ilişkisidir. Nasıl bir ilişkidir bu peki? Sanki ‘aynı müellifin iki kitabı’ olmaktan daha fazlası vardır aralarında. Bir kere konumları kesinlikle eşit değildir. "Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor..." diyen Bediüzzaman benzeri bir cümleyi tersi şekilde kurmaz. Hatta metinleri içinde yolculuğa çıktığınızda şöyle ifadelere rastlarsınız:

"Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata 'mânâ-yı harfî' nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. 'Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline delâlet ediyor...' der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor."

Bu hiyerarşi vahyin hem 'olmazsa olmazlığını' hem de 'hikmetini' anlatır bize bence. Evet. Elhamdülillah. Öyledir: Kainatın da tefsire ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın kaynağı da muhataplarının aczleridir. Ayetlerini kavramaktaki müşkülleridir. Kesretten vahdete dönmekteki zorluklarıdır. Yani Kur'an-ı Hakîm bize bir tefsir olarak da lütfedilmiştir. Onun rehberliği sayesinde beşer varlığa hangi perspektiften bakması gerektiğini öğrenir. Mevcudatın herbir parçasının Cenab-ı Hakkın isimlerine nasıl delalet ettiğini bilir. Arkadaşım pahabiçilmez bir ikramdır şu. Biraz da bu yüzden belki Kur'an ilk emri 'Oku!'dur. Yani herşey artık uyandırdığı açıdan okunmaya başlayacaktır: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Eh, bu eşikte artık ‘müfessirliğin meşruiyetini’ tartışmak da anlamsız oluyor arkadaşım, değil mi? Sünnetin fonksiyonunu sorgulamaksa hepten saçmalaşıyor. Çünkü; nasıl ki insan aklının kainat ayetleri karşısındaki şaşkınlığını Kur'an tefsiriyle gideriyor; aynen öyle de; Kur'an ayetleri karşısındaki şaşkınlığımızı da sünnet gideriyor. 'Üç küllî muarrif' analizi içinde Aleyhissalatuvesselamı, 'dört küllî burhan' analizinde ise vicdanı bu bütünlüğe dahil eden Bediüzzaman aslında Allah'ın hiçbir kitabının yalnız okunmaması gerektiğini de öğretiyor bizlere sanki. Kitap kitapla tamamlanıyor yani. Kitap kitapla tam irşad ediyor. Allah’ın kitaplarına aşina olundukça, bütünü nazara alındıkça, marziyatı daha net anlaşılıyor. Elhamdülillah:

“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır.”

Hakikat de istikamet de bütünün dengesinden çıkar arkadaşım. Parçalar yanılgıya açıktır. Hem Mevlana Celaleddin Hazretlerinin ‘körlerin fili tarifi’ misali hem Bediüzzaman Hazretlerinin ‘gavvasların hazineyi tarifi’ örneği bize ‘parçadan yapılacak yorumların eksikliğini’ anlatır. Bu açıdan diyebiliriz ki: Kainat Allah'ın delilidir ama ona Kur'an'la bakmasını bilirsen. Kur'an-ı Hakîm sana ayetleri görmesini öğretir ama sünnet-i seniyye ile okumasını bilirsen. Sünnet sana Kur'an'ı doğru okumayı öğretir selef-i salihinden sana miras istikametli ilme/usûle güvenirsen. Bunların inşa ettiği tutarlı içeriğe sahip olursan ancak aklın selim olur. Nazarın keskin olur. Ferasetin tam olur.

Yani arkadaşım ‘kitapların birbirini gölgelemesi’ diye birşey yok. Çünkü aralarında çatışma yok. Zıtlaşma yok. Tenakuz yok. Aksine birbirini tamamlıyor onlar. Tersini savunanlara da istihza ile sormak gerekir: Sünnete kulak vermenin Kur'an'ı anlamaya engel olduğunu düşünenler Kur'an'a kulak vermenin de kainatı anlamaya engel olduğu düşünüyorlar mı? Düşünmüyorlarsa neden? Aynı gerekçe sünnete neden delil olamıyor? Fonksiyonunu anlatmıyor?

Güya Kur’an sevdası/müslümanlığı ile başlayıp en nihayet atlarını deizm uçurumuna sürenler gidişatı açık ettiler aslında. Tefsirleri teker teker düşürecekler. İslam’ın parçalarını teker teker eleyecekler. Evet. Bir tefsirden rahatsız olan her tefsirden rahatsız olur. Kaçınılmazdır şu. Bugün sünnetten rahatsız olan yarın kesinlikle Kur'an'dan da rahatsız olacaktır. Onu da elemeye bakacaktır. Deneyecektir en azından. Ve Kur’an-ı Hakîmimiz bize asırlar öncesinden haber veriyor ki: "Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." Çünkü fâsık sapmaya meyyaldir. Aklı seyyiesine doğru bükülmüştür. Günahından vazgeçmektense meşrulaştırmayı ister. İnandığı gibi yaşamayı başaramayanlar, gün gelir, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Yaşadıklarının yasallaşmasını engelleyen her açıklamayı da karalarlar. Çıkarırlar. Saklarlar. Bektaşî gibi okumazdan gelirler. Allah öylelerden olmaktan korusun bizi arkadaşım. Âmin.

27 Mayıs 2016 Cuma

Duydun mu atmaya başlamış kalbi Taksim'in?

Nasıl kâinat söndürülmezse iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde olan İslâmî şeâir, dinî minarat, ilâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş. Tab'ıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur. Onun lisan-ı hâli eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.
Lemeat’tan.

Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sezgiden aklın sonradan haberi olur. Yani ‘sezgi’ aklî uyanışlarından öncesidir. Zeminidir. Evet. Aynen. Yine bir farkediştir ama sırf akılla değildir sanki. Ondan ziyade şuura bakar. İsimsiz esintiler gibidir bu biliş akıl için. Görecek gözleri yoktur onu. Tutacak elleri yoktur onu. “Hava gibi, su gibi, nur gibi…” Bilinenin kendisi yoktur âdeta. Lakin tesiri vardır. Karşı konulamaz bir tekrarla dokunmaktadır. Bu farkındalık işte 'sezgi'dir. Şuurun farkındalığını aklın uyanışlarından ayıran şeyse, bir bilinç olarak değil, daha çok bir sızı/ferahlık olarak yaşanmasıdır. Vicdan azabı dediğimiz şey pek de akıl işi sayılmaz öyle değil mi? Hatta çoğu zaman akla bir ölçüde doğru gelmiş şeylerin yapılmasından dolayı yaşanır bu azap. Mürşidim de der: "Ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır."

Şimdi bana "Vicdanla şuurun ne alakası var yahu?" diye sorabilirsin arkadaşım. Haklısın. Orayı biraz daha açmam lazım. Mürşidimin ayak izlerini öperek başlayayım yola o zaman: Bediüzzaman'ın ifadesiyle vicdan da bir fıtrat-ı zişuurdur. Fıtrat ne demek? Böyle söylemek çok kapitalistçe gelse de kolay anlaşıldığından istimal edeceğim: Fabrika ayarlarımızdır fıtrat. Yaratılış özümüzdür. Temiz kalıbımızdır. Hayır üzere varlığımızdır. Sahibimizin nakşındaki muradıdır. İnsan neyin üzerine yaratılmışsa onu yapmak ister. Hikmetinin dışındaki eylemler kulağına söylenen kötü sözler gibidir. Fıtrat bundan rahatsız olur. Bunun için yaratılmadığını sızılarıyla hissettirmeye çalışır. Köy yolunda kullanılan bir Ferrari gibi. Nasıl? Aracın ses çıkarabilen her yeri size bu yol için varolmadığını haykırır. “Beni burada sürme! Ben burada gitmek için yaratılmadım! Beni burada süründürme!” Fıtratınız da size vicdanın sesinden rahatsızlığını haykırır. Kendinize kaldığınız her yerde darlığını fısıldar. Kulağınız ondaysa elbette.

Hele şu söyleyeceğime dikkat buyur arkadaşım: Bu etkileşim aslında her an yaşanıyor. Fıtratımız bizimle konuşuyor. Sesi yüksek değil belki. Ama devamlı. Israrlı. Tekrarlı. Bu yüzden gafil insan yalnızlığı sevmiyor. Uyandırıcılardan hoşlanmıyor. Sessizlik zayıf sesleri de duyulur yapıyor. Uyandırıcılar içindeki uykucunun da yüzüne su serpiyor. Yine mürşidim Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor ki: “Herşeyi Allah’tan bilip böylece iz’an ettikten sonra, sürur veren şeye de, zarar veren şeye de razı olman gerekir. Razı olmazsan mecburen gaflete düşersin. İşte bu sebebdendir ki zâhirî esbab vaz’ edilmiş ve gözleri gaflet perdesiyle örtmüştür.” Esbab sahte bir kurtuluş olmuş yani gafile. Arkalarına saklanarak korumuştur yaşatmak istediği uykuyu.

Hem şu da önemli: Sadece bizimle değil birbirleriyle de konuşuyorlar. Evet. Tanışıklığımızdan itibaren sevdiğimiz/sevmediğimiz insanlar da bize bir mesaj veriyorlar. Nasıl? Sanki kendilerinde tecelli eden esma üzerinden, başkalarına dair okumalar yapabiliyorlar fıtratlar. Hangi ismin gölgesini seviyoruz? Bunu net bir şekilde bilemiyoruz. Ama, ne tuhaftır, sevdiğimiz insanların özellikleri de az-çok birbirini tutuyor. Sevmediklerimizin de öyle. En önemlisi de şu arkadaşım: Sahibinin saflığını korumaya çalıştığı bir fıtrat korunmamıştan rahatsız oluyor. Aynı ortamda bulunmayı bile istemiyor. Canı sıkılıyor. Bunalıyor. Belki de fıtratındaki çığlıkları duyuyor. Sesten olmayan sesleri işitiyor. Tıpkı keşfe’l-kubur velilerin gafil mezarından geçmeye çekindikleri gibi. Göreceklerinden üzüldükleri-gerildikleri gibi. Kimbilir?

Tersinde de benzeri bir durum yaşanıyor bence arkadaşım. Nasıl? Açayım: Bence gafilin rahatsızlığı da müttakinin huzurudur. Onun çağrıştırdıklarıdır. Ezan sesidir. Minaredir. İbadettir. Zikirdir. Gürültü, duymak istemediğiniz şeylere engel oluyorsa, elbette ondan değil, yokluğundan rahatsız olursunuz. Disko telaşı istersiniz. Kalabalıkta kaybolmayı arzularsınız. Gözlerinizi kaparsınız. Kendinize bırakılmaktan uçurum gibi korkarsınız. Bundan daha doğal ne var? Çünkü sessiz ortam gürültülerin sıkletinden kurtarıcıdır. Gafil de vicdanını duymamak için gafilane gürültüyü arzular. Uyanıklıktan çekinir. İstemediği manaları çağrıştıranlardan rahatsız olur.

Bu sesler hayatın her yanında arkadaşım. Sezgi dediğimiz şey bu seslere daha duyarlılarımızın yaşadığı düşük yoğunluklu farkındalık. Doğru. Ahirzaman dikkatimizi dağıtacak pekçok ‘geçici olan’ karşımıza çıkardı. Aklımızı başımızdan aldığı gibi sezgimizi de fıtratımızdan aldı. Hayretimizi tırtıklayan birçok “Aaa duydun mu?” var artık hayatımızda. Belki de kalbimize güvenimizi yitirdik. Belki kalbimizi de. Hem sezgi de daha fazla dikkat istiyor. Dönüp dönüp kendisiyle ilgilenilsin istiyor. Beş vakit namaz istiyor. Ezanı istiyor. Minare istiyor. Hem sesi zayıf hem kurduğu cümleler uzun. Zamana ihtiyacı var. Ve bir de cümlesi bitene kadar kalacak bir dikkate. Kalp gibi atması lazım böylesi bir dikkatin. Bunu da şöyle bir parça açabilirim belki:

Akıl dinamik farkındalıkların alanı. Ve bu dinamizm farkındalığın şiddetinin de yüksek olmasını gerektiriyor. Şuur ise statik farkındalıkların alanı. Daha düşük tesirlerden de haberdar. Lakin bu tesirlerden dolayı fiillere teşebbüs etmesi 'bardağı taşıran son damlalar'la mümkün. Evet. Şuurla yapacaksanız bardağı sezgilerle doldurmak zorundasınız. Doğru çağrışımlar hayatınızın her yanından akmalı. Birikmeli. Kuşatmalı. Hamlıklarınız kısık ateşte pişmek zorunda. Minare minare görmek zorunda. Ezan ezan işitmek zorunda. Bu yavaş fakat kaliteli bir farkındalık olacak. Ağır ama isabetli kararlar alacaksınız. Yok, yaşadığınız farkındalık tokat gibi birşeyse, o zaman bardakla uğraşmaya da ihtiyaç yok. Akıl farkındalığının hakkını verecek. Farkındalığın şiddeti eylemeyi hızlandırır. Yalnız şu var arkadaşım: Şuurla yapan sanki yaptığında daha salabetli oluyor. Daha dik duruyor. Terkini daha imkansız görüyor. Allahu’l-a’lem. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Kendi çağrışımlarından koparmasın. Âmin.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Yazmak da bir terapi çeşididir

“Tam iyiliğe karşı tam kötülük lazımdır. Böylelikle iyilik ortaya çıkar. Herşey zıddı ile anlaşılabilir. Hayr-kemal hazır olunca bunlara şer-naks lazım olur. Çünkü iyiliğe/güzelliğe elbette ayna lazımdır. Birşeyin aynası karşısında olur. İyiliğin aynası kötülüktür. Aşağılık da üstünlüğün aynasıdır. Bunun için abdiyyet her makamdan üstündür.” Mektubat-ı Rabbanî’den.

Bana öyle geliyor ki: Yazmak da bir terapi çeşididir arkadaşım. Yani kalemiyle de yaralarını sarabilir insan. İnşaallah. Metinleri üzerinden hayatının dakik bir MR’ını (emarını) çektirebilir. Dışarıdan dokunamadığı dokularını böylelikle seyredebilir. Öyle. Hakikaten kıymetli bir aynalıktır şu. Lazım bir seyirdir. Neden? Niçin? Ayna neden önemli çünkü? 'Ben'i bir parça 'o' kıldığı için değil mi? Evet. Aynada yansıyan ister istemez 'o’ olur bizim için artık. (Biz de olsak odur.) Yani insan kendisini yazarken bile bir başkasıdır. Kendim benden başkasıdır. Ben kendimin ötekisidir. Kendisinin 'o'su olmayan yaralarına merhem çalamaz. Şifa sunamaz. İyileşmek isteyen bir 'o' bulmaya muhtaçtır daima. Doktorlar bile kendi hastalıklarını kolay kolay teşhis edemez.

Terzi söküğünü dikemez. Berber saçını traş edemez. Bu zayıflık özüne dair yargılarında ‘ötekilik imkanını/kıyasını’ yitirmesinden kaynaklanıyor belki de insanın. Ötekisizlik insanın zayıflığıdır. Ötekisi olmayanın berikisi de olmaz. Herşey kıyaslandığı şeylerle birlikte varolur. Farklılık farklı olduklarınla güzel. Varolmak başka olduklarınla. En azından masiva için bu böyle. Bizim arızîliğimiz ben’imizi sen’lere, siz’lere, o’lara, on’lara muhtaç ediyor. Biz’le ben ‘ben’ oluyor.

İşte, hayatını metinlerinden izleyenler, kendilerine ‘üçüncü kişi’ nazarıyla bakmayı da öğrenirler. Bu duygusallığın bencillik yahut da körlük olduğu zeminlerde bizi âkil olmaya zorlar. Üçüncü kişi olmak ehl-i akıl olmaktır. Birinci kişi olmak ehl-i kalp olmaktır. Bir öyküde veya romanda, kurguyu/yaşanmışı üçüncü kişi olarak anlattığınızda, aktarımı da karakterin özüne sınırlamış olursunuz. Üçüncü kişi kahramanın dünyasına ne kadar girebilir? Ne kadar tahlil edebilir veya buna okurunu ne kadar inandırabilir? Fatiha’da "Malikiyevmiddin..." ile "İyya kena'budu..." arasında atlanan eşiği hatırlayalım. Aynı zamanda bize verilen bir üslûp dersidir bu sanki. An gelir ki hissedileni anlatmaya üçüncü kişi yetmez. Hesap gününün sahibine “Ancak sana kulluk ederiz...” diyerek yaklaşabilirsin. Orada 'o' kalamazsın. Sen olursun. En çıplak/aciz halinle sen...

Fakat 'ben' olmak yorucudur. Kalbin pervanesi aklın motorundan o kadar büyüktür ki dikkatin benzini ona çok dayanamaz. "Hanzala kafir oldu!" diye endişesini haykırırken Hanzala radyallahu anhın söylemek istediği belki de buydu arkadaşım. İnsan hayatı bazı bazı 'ben' makamında, ama çoğunlukla da 'o' makamında yaşıyor. Ben olmaya uzun süre dayanamıyor. İhsan makamı ağır geliyor. Yine Mektubat-ı Rabbanî’de bu makamda deniliyor ki: “Şeyhü’l-İslam Hirevî buyuruyor ki: ‘Beni az bir zaman Hak Tealadan gafil edenin günahlarının affolmasını umarım.’ İnsanın yaşayabilmesi için gaflet lazımdır. Allahu Teala çok merhametli olduğundan herbirini yaratılışlarına uygun işlerle uğraştırmaktadır. Böylece gaflet hasıl olmaktadır. Varlık yükü bu şekilde hafifletilmiştir.”

'O' olmamız aczimizdendir. 'Ben' olmamız lütfundandır. ‘O’ olmamız kurbiyettir. ‘Ben’ olmamız akrebiyettir. Yazmak 'ben' olarak yaşarken zorlandığımız yerlerde bize 'o' olmayı nasip ettiği için de kıymetli arkadaşım. Evet. Buna kesinlikle inanıyorum: Yazmak bir terapidir. Varlık yükünde bir hafifletmedir. Kimse okumasa da. Çünkü ‘ben’imizi 'o' olarak da görebilmeyi öğretir. Uzaklaşmayı öğretir. Teşhis öğretir. Tedaviye kapı açar. Çünkü illa ki itiraf ettirir. Kalemimizi içimize dokundurur. O olmak parçası olduğumuz resme daha yukarıdan bakabilmektir biraz da. En doğrusunu Allah bilir. Fakat belki Alak sûresinde zikredilen ‘kalemle öğretilme’ beyanın bir vechi de budur. İnsan kaleminden kendisine dair bilmediği çok şeyi de öğrenebilir. Bu da bir keremdir.

Mürşidim de sanki bu sırra dokunur gibi Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor: “Bunu neşretmeye hakkım olduğunu sanıyorum. Zira, kaleme alınmadığı müddetçe, herbir Remizde, tedaviye ihtiyaç tekerrür ediyor. Kaleme alınınca o ihtiyaç giderilmiş oluyor; fakat bu defa, neşredilmediği müddetçe bir nevi münakaşa temayülü devam ediyor. Neşredildiğinde o da zail oluyor ve kalb tatmin oluyor.” 

İnsanız. Taşıyamadığımız yüklerden yaslanmaya sığınırız. Ben olarak daraldığımız yerlerde Ona sığınmamız kaçınılmaz. Hodbin olmak daralttığında hüdabinin göğsü rahatlatır bizi. Hem, arkadaşım, gayba iman etmek de 'O'nun farkındalığıyla başlamıyor mu? İman da Allah’a, meleklere, ahirete, kitaplara vs. iman gibi rükünleriyle bir tür ‘ötedekiler bilgisi’ değil mi? Sahi. Kur’an’ın kendisini ‘hidayet ve şifa’ olarak anmasında da böyle bir yüce sır yok mu? Subhanallah! Öyle ya: O da bize bu âlemden olmayan en doğru bir hakikat bilgisi sunuyor. Böylelikle beşer her türden düşünüşünü/görüşünü Furkan’ın hikmetiyle mihenge vuruyor. Hatalarını tashih ediyor. Kuyularından kurtuluyor. Yaralarını sarıyor. Vahyin bize sağladığı bir anlamda bunun da imkanı değil mi?

24 Mayıs 2016 Salı

Çatlaklar nasıl tedavi edilir?

İnsan olup da ayn(r)ılıkların etrafında dönmemek mümkün mü arkadaşım? Hafızanın getirisidir bu tekrar. Ruhun belirtisidir şu tavaf. Bizi ‘biz’ yapan da beni ‘ben’ yapan da o ‘biz'in ve ‘ben'in şifreleriyle kurabildiğimiz bağlardır. Elhamdülillah. Ve de bin şükür. O zaman mecburum ayn(r)ılıklarımı gezinmeye ben. Tavafım sayesinde ‘biz-ben’ bilincine sahip oluyorum çünkü. Neden küseyim? Hikmetleri hatırına barışmam gerek. Bazı yüzler ilk gördüğüm günkü gibi aklımda. Evet. Bazı kırgınlıklar aynı sızıyı saklıyor. Tamam. Ama, kabul edelim, şimdi aynı Ahmed olarak bakmıyorum onlara. Bütünle kurduğum ilgiler beni de değiştirdi. Manzarayı keşfettikçe detayları başkalaştı.

Yanlış biliyoruz. Yaşlanmak yıpranmak değildir belki de arkadaşım. Uzlaşmaktır. Uzaklaşmaktır. Resmin bütününe bakmaktır biraz daha. Evvelce canını yakan şeylere, bütünlükteki hikmetlerini farkederek, barış elini uzatmaktır. Kur’an’da buyrulduğu gibi: “Sulhte hayır vardır.” Hayır sulhle görünür çünkü. Parçalar barışmadan bütün olamazlar. Öyle ya: Düşmanlarımızla da barıştığımız birgün gelir. Her fırsatta kavga ettiğiniz o çocukla gün gelir geçmişi gülerek yâdedersiniz. Yaşlılık, vaktiyle ciddiye aldıklarınızla alay ettiğiniz, alay ettiklerinizi de ciddiye aldığınız bir süreçtir sanki. Gözler geriledikçe parçaların arasındaki uyum daha sıkı kollanır. Uyuma uyanıldıkça da detaylarla uzlaşılır.

Çocukken çocukluğumun her parçasıyla barışık değildim arkadaşım. Hatta pek tatsız bölümleri olduğunu hatırlıyorum. Fakat uzaklaştıkça güzel bulmaya başladım. Uzaklaştıkça dert hüsünleşti. Çirkinlik giderek ‘dolayısıyla güzel’ oldu. Bu, bir kısmını unutmamla ilgili olduğu kadar, bütünde ifade ettiği anlamı kavrayışımla da ilgiliydi. Yazmak uzlaştırıyormuş. Gördüm bunu. Tecrübe ederek hem de. Şunu da söyleyebilirim: Çocuklar çocukluğun hiç geçmeyecek bir devir sanıyorlar. Ama büyükler bir parçadan ibaret olduğuna uyanıyorlar. Sabır da biraz bu uyanıştan doğuyor sanki. Yaşadıklarının parça olduğunu düşünen sabredebiliyor. Bütün olduğunu sanrılayansa onda boğuluyor.

‘Güzel için’ olması, mürşidimin ifadesiyle, 'neticesi itibariyle güzel’ olması çirkini de ister istemez güzellik kılar. Dahil olduğumuzun sıfatlarından biz de istifade ederiz. Manzaraya iltifat edildiğinde en yoz kayaların dahi ondan bir hissesi vardır. Kur’an’da Musa aleyhisselama "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" diyen Hızır aleyhisselamın nazarımızı çevirdiği biraz da bu değil miydi? Bütünü sezemiyorsan parçaya nasıl sabredeceksin? Öyle ya: Birşeyin içyüzü anlamıdır aslında. Bütündeki yeridir. Özüdür. Arkadaşım buna da iyi kulak ver: İmanın en büyük 'bütünlük uyanışı’ olduğunu düşünüyorum ben bu eşikten bakınca. Yani en büyük resim imanla görülendir.

Tevhid herşeyi tek-bir manzaranın parçası kılar. O zaman hiçbirşey diğerinden kopuk olmuyor işte. Neye baksanız, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘mana-i harfî’ye mecbur oluyorsunuz. Hepsini yaratan aynı Allah olduğuna hiçbir varlık 'isim' olamaz. Yalnız kalamaz. Sırf kendisi için bakılamaz. Kısa bir mealiyle Kur’an’da buyrulduğu gibi yahut: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Sahi. Parça bütünden kopabileceğini mi sanır? 

Arkada bırakmak yok. Zamansal bütünlüğün parçasıyız hepimiz. Şecere-i kainatın dallarıyız ya da kökleriyiz. Üzerimizde kardeşliğin izleri var. Aynılığın tavafı var. Evet. Kalbinizin sızısı yüzyıl geçse de sizinle. Tamam. Ama ne mutlu ki sizinle! Onun sayesinde bütüne dahil oldunuz. Aklınızdan çıkmayanlar ruhunuza işleyenlerdir. En unutulmaz bağlarınızdır. Nakış kıpırdandığında ilmeklerini hatırlar. Kilimiyle bağ kurar. Dertlerini böyle de tasavvur edebilirsin belki: Allah, bir bütünün parçası olduğunu sana onlarla öğretti. "Nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar..." cümlesini bir de böyle düşün derim arkadaşım. Nihayetinde gökyüzü de içimize çatlaklarımızdan sızıyor. Doğurduğu ışıksa, çatlaklarda tekrara düşmenin ne tehlikesi olabilir, vesselam.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Kur'an kime yeter? (9): Yokluk tarlalarını yoketmek...

"Emre Dorman Nereye Koşuyor?" başlıklı yazı serimin içerisindeki birkaç yazı Deccaliyet/Süfyaniyet ayrımına ve ilişkisine dairdi. 5. Şua'da yeralan tahlillere dikkat çekiyor/dayanıyordu. Özetini aktarırsam: Bediüzzaman'ın mezkûr eserdeki hadis analizleri bize gösteriyordu ki; Deccaliyet 'inkar-ı uluhiyet' fikriyle ortaya çıkacak ve müslümanların hasımlığını tanıyabileceği bir şekilde tezahür edecekti.

Fakat Süfyaniyet böyle değildi. Daha fazla dikkat istiyordu. Çünkü o, 'sünnet-i seniyyeyi tağyir' amacıyla ortaya çıkacak ve teşhis edilmesi güç bir şekilde fitnesini yayacaktı. O yazılarda, Deccaliyet/Süfyaniyet arasında küresel düzlemde bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu da belirtmiş ve izah etmiştim. Şimdi ise, yine aynı noktaya, ancak daha küçük bir düzlemde dikkat çekmek istiyorum:

Bu yakınlarda izlediğim bir bilimkurgu filmi var: 5. Dalga. 2016 yapımı olan bu filmin konusu şöyle: Uzaylılar dünyaya saldırıyorlar. Fakat bu saldırılarını aşamalarla yapıyorlar. Bu aşamalarda yöntem de değişiyor. Bir dalgada dünyada büyük depremler oluşturuyorlar. Bir dalgada dev tsunamilerle saldırıyorlar. Bir dalgada ölümcül virüs salgını başlatıyorlar. Her bir dalganın şekli başka. Fakat her defasında insanlardan bir kısmı bu saldırılardan kurtulmayı ve sağ kalmayı başarabiliyor. Sonra bu sağ kalan insanların çocuklarını ordu topluyor. Ve onları 'beyinleri uzaylılarca elegeçirilmiş insanlarla savaşmak üzere' eğitiyorlar. 5. Dalga'nın bu olduğunu söylüyorlar. Filmin sürprizli yanı şu: İlerleyen kısımlarda bu çocuklar anlıyorlar ki, aslında uzaylılar tarafında çarpışanlar kendileri.

Bugün ortak yanlarını 'ehl-i sünnet düşmanlığı'nın oluşturduğu ehl-i bid'a/modernist fırkaların bize yaşattığı da 'kardeşini kardeşinin iyiliği için öldürmeye çalışan' o çocuk askerlerin haline benzemiyor mu? Hatta 'yetiştirilmeleri' açısından dahi bu böyle. Medreselerin değil, modern eğitim sistemlerinin ve kitaplarının mahsulü hepsi. Christian Kracht'ın, August Engelhardt'ın gerçek yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı Imperium romanında, onun çevresinden ayrılmayan bir yerli çocuk vardır. Engelhardt, adada yaşadıkları süre boyunca, bu çocuğa o kadar çok alman klasiği okur ki, adaya gelen başka bir alman (Slütter), çocuğun sömürgecilik konusunda kendi halkını değil de almanları savunması karşısında şaşkınlık içinde kalır.

Durumumuz bu yerli çocuğun kabilesinden farklı değil. Kemalist istibdadın baskısı ve uygulamalarıyla kendi köklerinden kopartılan çocukların, köklerine 'inandırıldıkları iyi amaçlar için' düşmanlık beslediği bir zamanda yaşıyoruz. Yüzyıllardır okuduğumuz/yazdığımız harfleri okuyamaz hale getirilişimiz bizi geçmişin kitabî irfanından mahrum bıraktığı gibi; medreselerden/tekkelerden mahrum bırakılışımız da ehl-i sünnet mirasının yaşatıldığı damarların zayıflamasını sağlıyor. Kemalizmin başardığı bu 'mahrum bırakışlar'dır ki, bugün 'sünnet-i seniyye düşmanlığı' veya 'hadis inkarcılığı' dediğimiz şeyin tarlalığını yapıyor. Dalgalar farklı, ama saldırıda bir bütünlük var. Şer ademîdir. Hayır vücudîdir. Oluşturulan boşluğun/yokluğun şiddetir ki, kendi evlatlarımızı bize düşman hale getirip başımıza bela eder. Kendi 5. Dalga'mızla bizi karşılaştırır.

Mürşidim de Sünuhat isimli eserinde bu tehlikeye dikkat çektiği bölümün başında der: "Şu zamanın medenî engizisyonu müthiş bir vesileyle, bazı ezhanı telkih ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyete karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laubaliliğe veya hıristiyanlığa temayüle veya İslâmiyetten şüpheyle soğutmaya bir kapı açmak ister..." O halde devamız da bu çarkın tersine çevrilmesinden başka yerde değildir. Kendi çocuklarımızla savaşmak istemiyorsak, onları modern medeniyetin askeri haline getiren yokluk tarlalarını yoketmeliyiz. Çünkü "Yok, yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, varolur..."

22 Mayıs 2016 Pazar

'Selamsızlar' ittihad edemez

Şuradan başlayayım arkadaşım: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki: İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz birşey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!" hadis-i şerifini eksik anladığım kanaati hasıl oldu bende. Özellikle 'selamı yayma’yı sadece 'denk geldiklerime selam vermek' şeklinde anlamak pek az göründü. Peki bu ‘parıldama’ nasıl yaşandı?

Oraya geleyim: Hayat insanı bazen öyle yerlere savuruyor ki, pek yakın olduğunuz dostlarınızla dahi, ancak teknoloji vasıtasıyla görüşebiliyorsunuz. Belki bir zamanlar yediğiniz-içtiğiniz ayrı gitmeyen insanlar bunlar. 'Bir selam vermiş olayım!' diyerek ya yılda bir arıyorsunuz yahut da benim gibi ‘mailleşmeyi’ tercih ediyorsunuz. Peki bu selamlaşma ihtiyacı nereden geliyor?

Bu nokta önemli. Çünkü hadis-i şerifin nasihat ettiği hakikatin özü sanki burada saklanıyor. Yani ‘selam vermediğinizde’ birşeylerin giderek yitiyor olduğunu hissediyorsunuz. Aranızda muhabbetten bir bağ vardı. (Muhabbet ki öteki olanı parçamız kılar.) O bağ da bir açıdan imanınızla bağlı idi. (İman cümle mevcudatla tevhid bayrağı altında kurulan kardeşliktir.) İşte, evet, belki selamlaşmadığınızda giderek açıldığını farkettiğiniz mesafe aslında onlarla da aranızda açıldığını hissettiğiniz mesafe. Silsile halinde büyüyen bir çağrışım.

Bu yoksunluk korkutuyor. Yeniden hatırlamak-hatırlatmak gece rahat uyumanızı sağlayacak. Varlığını hissetmek-hissettirmek, bir parçanızın daha güvende olduğunu göstermekle, içinizi huzurla dolduracak. Uzun süre alçıda kalan parmaklarını oynatarak mutlu olan hasta gibi olacaksınız. O hâlâ orada yani. O hâlâ sizinle.

Birşeyin yokluğunu tanımak varlığını tanımaya bağlıdır. Varlığı tanınan/tadılan şeyin ancak yokluğu bilinir. Hiç varolmamışken yokolanın yoksunluk sancısı da varolmaz. ‘Panda’ diye bir hayvanın varlığını bilmeyenler için nesillerinin tükenmesinin acısı da yoktur. Acı ademden/yokluktan doğar. Varolmayan nasıl yokolabilir? İşte bu yüzden varlığı tadılmayanın yokluğu da tanınmaz.

Allahu’l-a’lem: İman böylesi tevhidî bir bakışla-uyanışla tanıştırdığı için 'selamlaşmamak' bize acı verir. Mürşidimin altını sıkça çizdiği birşeydir: İman varlığı insana dost kılar. Sahi, ehline meleklerin vereceği selam, cennetten daha mı az mutlu edecektir bizi? Bence selamlaşmadığımız yerde huzur da duymayız biz. Varlıklarına mutlu/duacı olduklarımızın yanındadır saadetimiz.

Meselenin bir de şu boyutu var: Selam, yukarıda saydığım şeylerin başı olduğu gibi, başka bir dizi eylemin de sonucudur. Ne demek bu? Yani 'yalnız bir eylem' değildir selam. Meyve gibi ağacıyla bağlıdır. Devamıdır. Selam vermek için öncesinde başka süreçlerin sizde (veya sizin tarafınızdan) işlenmesi gerekir. Hadis-i şerifin ‘dinamik sevgiyi netice verecek amel’ olarak zikrettiği selam aslında zaten ‘potansiyel sevginin neticesi olarak’ vücuda gelir. Yani başlangıcı sevgi olduğu gibi sonucu da o sevginin artmasıdır.

Burada selamın sağladığı şey, hiç duyulmamış bir hissi vücuda getirmek değil, potansiyel olarak varolanı açığa çıkarmaktır. Tanım olarak varolanı sahaya yansıtmaktır. Aralarında zaten imanın muhabbet/kardeşlik kıvılcımı bulunanların fırınına kömür atmaktır selam. O ateşi harlamaktır. Çünkü ancak beslenen ateş diri kalır. Bu yönüyle selam verilmesini sağlayacak her teknoloji-imkan yayımının bir parçasıdır. Yani, selamın yaygınlaşması emri içinde, Allahu’l-a’lem, mü’minler mabeyninde iletişim-ulaşım imkanlarının arttırılması emri de saklıdır. Ki mürşidim hacca dair der:

"Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu. Haccın bahusus taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu, ba'de harabi'l-Basra anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. Fa'tebirû."

Nihayet demem o ki arkadaşım: 'Selamın yayılması' emri içinde her yardımcının bir hissesi olabilir. Evet. Birbirimizi daha sık ziyaret etmemizden tutun (ulaşım), daha iyi haberdar olmamız (iletişim) ve hatta sohbet mekanizmalarını arttırmamızın da (istişare) bu hadiste payı mümkün görünüyor. Elhak: Sevmek tanımaktan geçiyor. İttihad-ı İslam'ın her açıdan şu 'selamı yayma' çabasına ihtiyacı var. Cennetimiz orada saklı çünkü. Hak Teala kavuştursun. Âmin.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Leyla Mecnun'dayken güzeldir

Hepimiz bir yanımızla Abdullah b. Selam radyallahu anh gibiyiz arkadaşım. Elhamdülillah. Sırf yüzlere bakmakla da “Sahibinde yalan olmaz!” diye iman ederiz. Fakat, buraya dikkat buyur lütfen, bizimkiler o mübareğinkinden başka sûret giyer. Yüzün yaratıcısına gider. Yani ‘sanatının asıl sahibine.’ Öyle ya: Her yüzün Sânî-i Hakîm’i, dolayısıyla Mâlik-i Hakikîsi, Allah’tır. Öyle yüzler vardır ki, güzellikleri, en gafil yanlarımızı dahi Vacibü’l-Vücud’a ikna eder. Ki o kadar cemaldirler.

Bu farkediş bir parça sezgiseldir. Yani bilmeyiz ki hangi detay/detaylar güzel yaptı? Hangi kanunla-oranla bu tılsım yakalandı? Bu hususta hiçbir fikrimiz yoktur bazen. Lakin nasıllığını tarif edemesek de öyle olduğunu biliriz. Matematiğini teşhis edemeden nizamını sezeriz. İşte, arkadaşım, böylesi bir bilişle tanırım ben de güzelliği. Bir kere tanıdım mı da inkâr edemem.

Bütünden edinilen kanaattir sezgi. Gaybdan da haberli sanki. Parçalarla ifade edilmez. Tutmaya çalıştıkça dağılır. 'Hava gibi, nur gibi, su gibi.' Akılsa başka aşktadır. Kuşatabileceği şeyleri anlar. Kuşatamadığını parçalar. Güneşin varlığını ışığından/ısısından yani ki ‘tezahürünün parçaları’ diyebileceğimiz şeylerden hareketle isbat etmeye çalışır. Şems öylece gökte dursa da, her sabah doğsa ve akşam batsa da, akıl onu görebilmek için küçük delillere ihtiyaç duyar. Hansel ve Gretel'in, yani ekmek parçalarından yollarını bulmaya çalışan çocukların, şaşkınlığını yaşatır bize. Aradığının uzaktan görünen siluetine bakmak yerine yerdeki kırıntılarına bakar. Kırıntıları göremezse evin varlığına da güvenini yitirir. Bulamadığı kapıyı sarayın yokluğuna delil sayar.

Gösteremediğinde görünene güvenini yitirir. Çünkü akıl nakilcidir. İsbat edebilmekle varlığını eda eder. Bu noktada aklın nakilciliğini elbette hafızadan ayırıyorum. Hafıza birşeyi tutabildiği kadarıyla naklediyor. Ve mümkün mertebe saklayabildiğine sâdık kalıyor. Ama akıl aynı tutunmayı delalet yoluyla başarmaya çalışıyor. Akıl, hafızanın rağmına, işaret ettiğini değil işareti tutar. Düşünür ki: Parmak elde tutulursa gösterdiği zaten elegeçer. Kabul: Bu aklı bir açıdan avantajlı kılıyor. Çünkü tebliğ yapabiliyor. Farkındalığını naklediyor böylece. Başkaları da gördüğüne inandırabiliyor. Birini bin kılan bir zenginlik bu insanlık adına.

Güzelliğin matematikselliği elbette nizamı isbat eder. Nizamın isbatlanabilirliği de güzelliğin delilini oluşturur. Yani ki güzelliğin detayı düzenliliktir. Peki tek başına düzenlilik güzelliğin renklerini taşıyabilir mi? Hayır. Asla. Olmuyor. Hiçbir matematik cemali görmekle hissettiğimiz şeyi farkettirmiyor. O seziş başka bir biliştir. Şu biliş başka bir seziştir. Tamam. Elbette şahitliğimiz taşınabilir hale gelmiştir. Ancak kabından da epey dökülmüştür. Yitirmiştir. Kovanın altı delik gibidir. Öyle ki: Bazen bir denizi birkaç damla haline getirir. Ya, sahi, Mecnun ne kadar hoş şiirler de yazsa, okumak görmek gibi olmaz Leyla’yı. Bu da aklın acizliği, fakirliği.

Leyla ‘Leyla’ iken güzeldir. Ve hatta “Leyla Mecnun'dayken güzeldir.” İnsanın yaratılışındaki bir sır da böyle açılıyor sanki arkadaşım. Kalbimizden çıkmayanın sûreti, eğer kalbimize değmeseydi, yoz kayadan ne farkı vardı? Bir zevk dokunmadığı sürece metinlerin kıymeti nedir? Kıymetşinas bir nazar gezmezse tablo ne işe yarar? Mürşidimin 23. Söz'deki benzetmesiyle izah edersem: Demirciler çarşısında kaldığı sürece antikanın kıymeti ne ki? Yahut da kalbi görür Âşık Veysel’e müracaat edeyim: “Güzelliğin on para etmez./Şu bendeki aşk olmasa.”

Deistler yalan söylüyor. Öğretmensiz okul olmaz. Rabb-i Hakîmimiz kainat mektebini talebesiyle bir bütün olarak yarattı. Yokluğumuz elbette o sanatı kıymetsiz etmeyecekti. Hâşâ. Arızîler böyle iddialarda bulunamaz. Fakat Allah bereketi böyle yarattı. Böyle murad etti. Böyle diledi. Birimizi diğerimizle bin kıldı. Varlıktan geçen her insan ona bir ayna tutuyor. Varlık da insan sayısınca aynalı bir koridordan geçiyor. Ve biz şimdi 'bir güzel sûretin kalplerimize dokunmasıyla' neler olabildiğini/olabileceğini biliyoruz. Hem ne menem bir yangın olduğunu yana yana görüyoruz. Kudretine bir başka açıdan şahitlik ediyoruz. Cehenneme de imanımız tazeleniyor cennete de. Duygulandığımız kadar renk katıyoruz ilgilendiğimiz her varlığa.

Arkadaşım ‘kalp aynası’ başka birşey. Gördüğünden de fazlasını yansıtıyor. Fakat dikkat et: Gördüğünü de tastamam yansıtamıyor. Mecnun'dan Leyla'yı dinlemek elbette Leyla'yı görmek gibi değildir. Ancak Leyla'yı görmek de Mecnun'dan dinlemek gibi değildir. Tasavvufun zevkinde gördüğü ama ilm-i kelamın sofrasında bulamadığı bal böyle birşey belki. (En doğrusunu Allah bilir.) Balın formülünü kimyacı her insandan daha iyi bilse de tadını bala dili değmişler anlar. Ne dil kimyacının bildiğini küçük görebilir, ne de kimyacı dilin tattığını. İyisi mi hepimiz "Bu yüzde yalan olmaz!" diyeceğimiz yüzü arayalım. Bir Abdullah b. Selam radyallahu anh nasihatidir bu. Çünkü ciltlerle kitabın yapamayacağı bilişi bazen ferasetli bir seziş yapar. Âmenna.

19 Mayıs 2016 Perşembe

Kalp, parçası kılarak bilir. Akıl, öteki kılarak anlar

Birşeyin parçamız haline gelmesi ona olan farkındalığımızı hem arttırıyor hem azaltıyor. Şüphesiz arttırıyor, çünkü o artık bir parçamız. Şüphesiz azaltıyor, çünkü o artık bir parçamız. Ne demek istiyorum? İzah edeyim: İnsanın iki türlü farkındalığı olduğunu düşünüyorum ben. Bu farkındalıklardan birisi 'o farkındalığı.' Yani, birşeyi ötekimiz kılarak, ona karşı meraklı bir 'dışarı farkındalığı' geliştirebiliyoruz. Bu, mesafeli bir farkındalık. Karşısındakinin tastamam farkında olamayacağının da farkında. Hakkındaki marifetinin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu düşünüyor.

Bu yüzden bilişinde ve bu bilişten geliştirdiği hükümlerde temkinli. Söylediğinin bütüne dair genel-geçer birşey olup olmayacağını sınamada daha titiz davranmak zorunda. Hem hep tetikte kalmalı. Çünkü bütün ona her an yeni birşey söyleyebilir. Yeni bir yüz gösterebilir. Yeni bir tepki sergileyebilir. Yeni bir parçasını daha öğretebilir. Bu yepyeni farkındalık sayesinde bütüne dair daha önce belirginleştirdiği hükümlerde değişmeler olabilir. 'O farkındalığı' böyle endişelerle yaşamaya mecburdur. Bu yüzden de yorucudur. Diri tutulması kolay değildir.

İkincisi 'ben farkındalığı.' Ben farkındalığı birşeyin parçamız haline gelmesiyle yaşadığımız farkındalıktır. Nasıl? İnsan, herhangi bir parçasının maruz kaldığı etkiyi, 'kendisinin uğradığı' veya 'kendisine uğramış' bir etki gibi hissetmez mi? Elimizi ateşe soktuğumuzda yalnız elimiz mi ateşe sokulmuş olur? Böylesi her etkileniş aslında bütünün etkilenişidir. Evet, belki etkiye doğrudan maruz kalan organ/parça kadar zarar görmez diğer parçalar. Fakat farkındalık olarak parçanın yaşadığını neredeyse yaşarlar. Ve bütünün bütünleyicisi ve sahibi olan ruh, bu parçaların maruz kaldığı her etkiye (nasıllığını bilemediğimiz bir şekilde) maruz kalır.

Bu iki farkındalık arasındaki en temel ayrım, kalp ve akıl düzleminde değişen etkilenişler üzerinden okunur. 'O farkındalığı' duygusal yönleri büsbütün reddedilmemekle birlikte aklî bir farkındalıktır. Bu farkındalıkta bilgiler akıl kanalıyla gelir. Merak edilen şey akıl ve duyular kanalıyla okunur. O elek kendisinden geçen bilgileri hem sınırlar hem dengeler. Birşeyi salt akılla okumaya çalışan, o şey hakkında daha çok bilgi sahibi gibi görünebilir. Ancak bala parmağını batıracak kalptir. Ve kalp, balı diline değdirebilmek için, aklın getirdiği bal formüllerine değil, o şeyi bir parçası kılmaya muhtaçtır. "Damdan düşenin halini damdan düşen anlar." Çünkü damdan düşmek damdan düşenin bir parçasıdır. Tecrübe, insanın parçası haline gelmiş bir bilme çeşididir.

Peki, bu farkındalığın yanetkileri yok mu? Var elbette. 'O farkındalığı'nın sahip olduğu temkin, yani farkında olduğunun öteki olduğunu biliş, o uyanıklık, 'ben farkındalığı'nda zamanla kaybolur. Birşey hakkında duygu düzeyinde yaşanan farkındalıklar, bir noktadan sonra onun parçamız olmadığı gerçeğini unuttururlar. Ben, buna en açık örneği, nişanlılık-evlilik dönemleri arasındaki ilişki durumu farklılığına dikkat çekerek verebiliyorum. Nişanlılık dönemi boyunca onun 'o' olduğunun farkında olan bireyler; ilgilerini de, meraklarını da bu 'o'ya göre korumayı biliyorlar.

Fakat ne zaman ki evlilik hasıl oluyor, bu 'o' farkındalığı yitiriliyor ve yerine bir 'ben farkındalığı' yerleşiyor. Bu bir açıdan güzel. Çünkü bir bütün oluyorlar. Eşlerden birisi ötekine yapılmış olanı kendisine yapılmış gibi hissedebiliyor. Fakat bir açıdan kötü. Çünkü insanlar karşılarındakinin de bir öteki olduğunu, bu nedenle ötekiye karşı sergilenmesi gereken dikkatin/temkinin ona karşı da sergilenmesi gerektiğini unutuyorlar.

İnsan kendisini daha kolay affeder. İnsan kendi öfkesini/ilgisizliğini daha kolay affeder. Fakat kendisine öfkelenilmesini/kendisine karşı gösterilen ilgisizliği o kadar kolay affetmez. Eşine karşı sergilediği öfkeyi/ilgisizliği 'kendisine kendisinin sergilediği bir öfke/ilgisizlik' gibi gören eş, muhatabında bunun yaptığı yıkımı farkedemiyor. Hatta çoğu zaman kendilerine yansıtılan bu türlü rahatsızlıkları 'rahat batması' olarak isimlendirebiliyorlar. (Çünkü kendilerinin rahatı yerinde.)

Ben bu farkındalıklardan birisini seçmeye sizi yönlendirecek değilim. Ama ikisi arasında bir dengeyi gözetmek gerektiğini düşünüyorum. Hatta ebeveyn-çocuk ilişkisinde de bu böyle. Çocuğun ayrı bir birey olduğunu ve hissedişlerinin sizden başka olduğunu unuttuğunuzda, yani onu bir parçanız saydığınızda, kendinize yapılmasında sakınca görmediğiniz şeyleri ona yapabilirsiniz. Anneniz/babanız size vurmuşsa siz de ona vurabilirsiniz. "Ne olacak canım!" diyebilirsiniz.

Ancak bunun ondaki etkisini, sizin ruhunuz değil, onun ruhu belirler. Kırılganlıklar/alınganlıklar farklı olabilir. Üzerinizdeki esma tecellileri farklı renklerde olabilir. Allah onu sizden yaratmıştır, ama sizden başka birşey olarak yaratmıştır. Toprak öyle şeylere katlanır ki, ondan yaratılan insan katlanamaz. Fatır-ı Hakîm'in onda yarattığı fıtrat sizdekinin taklidi değil orijinaldir. 'O farkındalığı' bu orijinalliğin farkındadır, ama duygusal düzeyde zayıftır. 'Ben farkındalığı' duygusal düzeyde güçlüdür, ama bencilse karşısındakini kendinde yitirebilir. Bir ortayol/istikamet tutturmak gerek.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Özlemek de sonsuzluğun delilidir

Bence özlemek de sonsuzluğun delilidir. Varolmayan can acıtamaz. Gidenler bu yüzden canımızı acıtır. Yokolsalardı canımız yanmazdı. Yokun acısı da yoktur çünkü... 'Gitmek' ile 'yokolmak' arasında farklar var. Kanaatimce yokolmak, bıraktığın izlerle birlikte yokolmaktır. Hiç varolmamış gibi olmaktır. Onun dışında 'yokolmak' olarak andığımız herşey aslında sadece 'gitmek'tir. (Mutlak bir yokoluştan ziyade 'bir yanıyla/yönüyle yokoluş' denmeli ona. Belki yalnız 'azalmak' denmeli.) Yani diyebilirim ki: Bir kere varolan birşey asla tam anlamıyla yokolmaz. Bıraktığı izlerle varlığı devam eder. Suya atılan taşın, tam da atıldığı yerde varlığı son bulmuş olsa da, suda yaptığı artış ve oluşturduğu dalga ile varlığı devamlıdır. Demek varlığı yokolmamış, ancak başka şekle girmiştir.

Dedemin dedesinin adını hatırlayanın kalmaması, onun benimle varolmasını engellemez. Benim varlığım onun varlığının devamı ve delilidir. Meyve ağacın delilidir. O olmasa ben de varolamam. Tıpkı torumun torununun bensiz varolmaması gibi... O halde kim diyebilir ki: "Deden yokolmuştur." Dedemin yokluğu bütün varlığın yokolmasıyla mümkündür ancak. (Varın yokolmasıyla yokluk varolur.) O varlık denizine atılmış bir taştır. Bu taşın dalgalarının varlığın nerelerine kadar gittiğini ancak onu yaratan bilir. Dedemin dedesinin varlığın içinden mutlak bir şekilde çekilip alınması, yani gitmesi değil de yokolması, şu an varolmayan yeni bir düzenin varlığını gerektirecektir. İçine taş atılmış deniz, atılmamış denize benzer, fakat kesinlikle aynısı değildir. O halde taş yokolmamıştır.

Demek biz birşeyin yokluğundan bahsederken bile aslında varlığına yaslanıyoruz. 'Daha az var' olana, 'daha çok var' olana kıyasla 'yok' diyoruz. (Yakındığımız aslında varlığının yokluğudur.) Onun mutlak bir şekilde yokolması ise, bıraktığı her izle birlikte yokolmasıdır ki, o zaman bu yokluktan da bahsedilemez. Mutlak yokluk 'hakkında konuşulamaz' birşeydir. Çünkü farkına varılamaz birşeydir. Farkındalık bir bilgiye/kıyasa dönük olarak yaşanır. Biz ancak varlık mertebeleri arasında kıyaslamalarla bir kısmî yokluk (hakikatte sadece azlık) tahayyül ederiz ve ondan korkarız. Mutlak yokun bilgisi bizde yoktur ki, hakkında konuşalım veya ondan korkalım. Yokla tanışmak mümkün değildir. İz bırakmayanın hatırası da olmaz.

O halde bizde iz bırakan hiçbirşey hakkında yokolmuştur diyemeyiz biz. Dedemin dedesinin varlığının bende devam etmesi gibi, bizde yer tutanın varlığı da bizde devam eder. Bizi etkileyenin varlığı daima bizimledir. "O benim için artık yok!" diyen insan, aslında hiçbirşeyi yokedemediğinin farkındadır. Çünkü yokluğundan bahsettiği şey varolmadan bu yokluk vurgusu mümkün değildir. Hatta bunu söylediği muhatap için de o şey varolmamışsa bu yokluk bahsi saçma olur. "Benim hayatımda artık 'filanca' yok!" diyen kişi, 'o filancanın varlığını bildiğimi bildiği için' bunu söyler. 'Yok' der, ama bir varlık bilgisini kasteder. Bana anlatmak istediği varlığının şiddetini azalttığıdır.

Ateistin bahsettiği yokluk da bir varlık bilgisi olmadan konuşulabilir mi? Eğer mutlak bir yokluktan bahsediyor olsaydı ateist, bunu zaten konuşmuyor/konuşamaz olurduk. Konuşuyor olabilmemiz, bir 'ilah' varlığını kabul ettiğini, ancak bunu benim tarif ettiğim şekilde etmediğini gösterir. Bediüzzaman'ın 'bir ilahın inkarının her bir zerreye bir ilahlık payesi vermeden mümkün olamayacağını' söylemesi altını çizmeye çalıştığım şeye işaret eder. 'Nasıllık' taşınır, ama 'olmalılık' baki kalır. Düzen ortamızda durmaktadır. Düzenin bize dayattığı/öğrettiği varlık bilgisi ortamızda durmaktadır. Biz bu varlık bilgisi üzerinden ancak onun varlığına işaret ettiği şeyleri konuşabiliriz. Allah mutlak bir şekilde yokolsaydı, hakkında konuşamıyor olurduk, o halde vardır. Bizim girdiğimiz tüm tartışmalar bu varlığın 'nasıllığına' dair tartışmalardır. Nihayetinde mürşidimin dediği gibi derim: "Çünkü Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar."

17 Mayıs 2016 Salı

Düşmeler düşmanın değil...

Birşeyin kırılgan olması onun zaafı değildir belki. Başka birşey olmaya temayülüdür. Dönüşme potansiyeliyle yaratılanların aynı zamanda etkiye de açık varolmalarından daha doğal ne olabilir? Ki zaten bu etkilenişler sayesinde dönüşecekler... Eğer bakır, demirden daha esnek ve etkiye açık olmasaydı, demirin kullanılamadığı çoğu yerde kullanılabilir miydi? Zayıflığıydı onu hünerli kılan. Gücüydü aslında güçsüzlüğü. İnsan da biraz böyle. Mürşidimin tabiriyle 'aczi ve fakrı en makbul bir şefaatçi...' Kalbi ve aklı sayesinde daha etkilenir kılınmış. Bu etkilenme potansiyeliyle merak ediyor herşeyi. Bu etkilenmeler sayesinde bilebiliyor pekçok şeyi.

Bilginin bir yanı güç ise diğer yanı zaaftır. Bilgi sayesinde başka şeyleri etkileyebilir olanlar, yine bizzat aynı bilişler yüzünden etkilenmiş de oluyorlar. Dikkat et. Neye sahip oluyorsak ondan etkilenmeyi bedel olarak ödüyoruz. O şey bizim dünyamızda bir 'şey' haline geldiğinde ister istemez bizi de etkilemiş/değiştirmiş oluyor.

Kadın, anneliği bildiğinde, anne kalbinin ilgisini/alınganlığını yüklenmek zorunda. İnsan, âşık olduğunda, yine yüklenmesi gereken bir ilgi ve alınganlık bedeli var. Hayatımızda bizi bambaşka kılmış olan herşeyle bir yanımızla memnun, bir yanımızla küskün bir ilişki kurmamızın sebebi de bu sanırım. Evet, o bize pekçok şey öğretti. Evet, daha önce hissetmediğimiz pekçok şeyi ilk onunla hissettik. Evet, pekçok tohumumuz o rüzgârın kalbimize değmesiyle gövdeden koptu, toprağa saçıldı ve açıldı. O olmasa bu da olmayacaktı. Hepsine evet... Ama evet, aynı zamanda, daha öncesinde sahip olmadığımız yaralara da sahip olduk onlar sayesinde. Lezzetini tattığımız herşeyin zevalinden korktuk.

İnsanın ahsen-i takvimde yaratıldığını bildiren vahyin, bu bilginin hemen ardından, esfel-i safilîn riskini de zikretmesi ne kadar manidar. Demek 'en güzel potansiyelin' bedeli bu. Ne kadar berrak bir ayna isen o kadar şeyi üzerinde yansıtacaksın. Bu yansıtış seni farklı farklı hallere mazhar edecek. Tanışacaksın. Sarsılacaksın. Sarsacaksın. Sınırlının sonsuzun karşısındaki telaşı budur. Aynanın boyu kalbin kadar. Yansıtacaklarının sayısı ise sonsuz. O yüzden sürekli çalışıyor, değişiyor, başkalaşıyorsun. Bir gün öyle, bir gün böyle oluyorsun. Dünya dört mevsim yaşıyor bir yılda. Sen bir günde bin mevsim yaşıyorsun. Ne tastamam mutlu, ne tastamam kederli kalabiliyorsun. Bir ağlıyorsun, bir gülüyorsun.

Çabuk kırılıyorsun. Çünkü yuvasından uçmaya hazır bekleyen tohumların var. O tohumlar, sana benzer, ama senden başka şeyler olacaklar. Cennete kendiliklerinden yeni yeni cennetler katacaklar. Tohumlukta hüner gövdeye sıkıca tutunmak değildir. Sarsılmazlık değildir. Kırılmazlık değildir. Yere düşünce değişmezlik değildir. Başka birşey olmaya yatkın yaratılmanın bedeli nedir? Sık sık cennetlerimizden dünyaya/toprağa düşmek; becerebilirsek, tekrar büyüyüp/yeşerip cennetlerimize çıkabilmektir. O yüzden, düşmelerine darılma arkadaşım. Düşmeler düşmanın değil. Kalkamadığın zamanlarda kendine kız. Esfel-i safilîne indirmek seni orada kalmaya mahkûm etmek için değildi. Yeşerip ahsen-i takvime yükseldiğini görmek içindi. Her ekin sahibi tohumundan bunu ister. Allah da sende bunu murad etti.

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Yeterince uzaktan bakınca her yüz güzeldir

Dışarıdan bakınca şöyle görünüyor: Eskiden daha güçlüydüm. Şimdi daha zayıfım. Dünyayı avuçlarımda tutma isteğim azaldı. Üzerine kavga etmek arzumu kaybettim. Eskiden üstüne düştüğüm şeylerin şimdi ancak yanından geçiyorum. Bu, dışarıdan bakılınca, hakikaten zayıflıktır. Ve muhtemelen beni hayatta başarısız kılacak. Ama, diğer anlamda, güçlendim. Dünyaya karşı duyulan bir ilgisizliğin, üzerine boğuşmakla elde edilecek her kuvvetten güçlü olduğunu gördüm. Önemsememek karizmatiktir. Birşeyi önemsememek, sizi önemseyen herkesten daha avantajlı hale getirir. Çünkü kaybetmezsiniz. Yarışmadığınız için yenilmezsiniz. Rakibi olan endişe eder. Geçilmekten korkan koşar. Siz etmezsiniz. Siz koşmazsınız. Eğer bu ilgisizlik bir tasannu değilse.

Züht, bu anlamda ehl-i zühtün omzunda bir yük değil, rahatlığıdır. Dünyanın kendisine en çok kollarını açtığı dönemlerde bile zahit, onunla hemhal olmaktan çekinir. Çünkü hemhal olmanın bir bedel ile mümkün olduğunu bilir. Bu bedel, üzerine/üzerinde didindiğinin omzunda ağırlaşmasıdır. Kalp tanıştığını arkasında bırakamaz. Hakkında uğraştığını 'an'da bitiremez. Sevdiğini terkedemez. Sevmek, bir açıdan ruha çizik atmaktır. Ruh, zamanın eskitemediğidir. Allah, insana bir hafıza bağışlamakla farkındalığını zamana da yaymıştır. Bu yayılıştan akıl doğmuştur. Akıl her duygunun sonsuzlukla çarpımıdır. Çünkü zamana yayılmış bir farkındalığın kıyaslayacağı/kıyaslanacağı şeylerin sayısı da an'lar kadar fazladır. Hafızamız sayesinde ve de yüzünden biz hiçbir şeyi arkamızda bırakamayız. Eğer bıraktıysak, o bizim için 'şey' bile olmamıştır. Peki, birşey insan için nasıl şey olur?

İşte ben bunun da duygularla ilgili birşey olduğunu düşünüyorum. Duygular, dışarından gelen bilginin/etkinin bizi değiştirirken çıkardığı sesler gibidir. Ben, yola başladığım Ahmed'den daha başka bir Ahmed olarak bitireceksem hayatı, işte bu 'başka bir Ahmed oluş' duygularla oluyor. Ahmed denilen şeyin değiştiğini, dünyanın testeresinin üzerimde işlediğini, çıkan duygu sesleriyle anlıyorum. Ya iyileşiyorum yahut da kötüleşiyorum. Meselenin hormonal düzeyi ancak bedenin bu değişime ettiği eşliktir. Asıl mesele maddî mesajın manevî dünyamda yaptığı etkiye şahitliğimdir. Ki bu şahitlik hissederek oluyor.

Kalbim kırılıyor, kalbim ısınıyor. Gülüyorum veya küsüyorum. Kızıyorum veya seviniyorum. Bütün bu etkiler Ahmed'in cisimden ibaret olmayan dünyasının değiştiğini haber veriyor bana. Üzüldüğümde Ahmed'i yanlış bir yere sürüklediğimi farkediyorum. Sevindiğimde Ahmed'in doğru yolda olduğunu anlıyorum. Tıpkı elimi ateşe uzatmanın yıkıcı birşey olduğunu yakıcılığın acısıyla hissetmem gibi. Bundan kaçınmam için bunu hissetmem gerekir. Burada hissetmezsem cehennemde bu hissetmeyişi kaza ederler.

Nihayetinde cennete layık bir olgunluğa erişmek için yetişmeye gelmişim Rabb-i Rahim'in medresesine... Ben dünyanın omuzlarına basıyorum. Adımlarımı sabitlemeye çalıştıkça dünya da benim omuzlarıma basıyor. İki türlü de etkileyebilir beni. Nasıl etkileneceğim imtihan gereği bana bırakılmış. Ya güzel görüp güzel düşüneceğim yahut da çirkin görüp çirkin düşüneceğim. Dünya için boğuşmak beni an'larda görünene mahkûm ediyor. Ondan kaçınmak dışarıdan seyretmemi sağlıyor. Yeterince uzaktan bakınca her yüz güzeldir. Yeterince yakından bakınca her yüzde bir pürüz var. Demek ki, zahit, pürüzlerin riskini almaktan kaçandır.

13 Mayıs 2016 Cuma

Peygamber neden tevbe eder?

Haddimizi bilmek lazım. Şeriatın hikmetini bildiğimiz kadarından hareketle bilmediğimiz kısmına emniyet ederiz. Öğrenmeyi bırakmayız, ama hiç geçmeyen cahilliğimizi de bir kenara bırakamayız. Bu da bir nevi tevekküldür. Kur'an'da defaatle Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (ve onun üzerinden hepimize) emredilen 'tevekkül'ün sadece 'para kazanmakla' veya 'rızkın boğazdan geçen kısmıyla' ilgili olduğunu düşünmek hata olur. Tevekkül, melek kardeşlerimizin öğrettiği en kısa tanımıyla, kendi sınırlarımızdan Alîm ve Hakîm olan Allah'ın ilmine ve tasarrufuna kaçmaktır. Bir avukata veya başka bir ehl-i ihtisasa vekalet verdiğinde yaptığın şey; kendi cehaletinden, onun uzmanlık alanındaki 'etkin bilgisine' ve 'yetkin tasarrufuna' sığınmaktır.

İnsan da, İslam'ın ve imanın şahit olduğu güzelliklerinden hareketle, şeriatın ve akaidin bütünü için Allah'a tevekkül eder. ('Hikmetinden sual olunmaz' tabirinin kulağımıza fısıldadığı hakikat de budur.) Yani, şeriatın bütün uygulamalarının veya akaidin bütün parçalarının hikmeti kendisine açılmamış olabilir. Hatta bu noktadaki bilgisi kendisini kurtaracak kadar da olabilir. Ancak bildiği kadarından/kadarıyla tanıdığı Rabbisi, kendisine emniyet edilmeye layık bir Âlemler Rabbi olduğundan, tevekkülde tereddüt etmez. Sahabenin "İşittik ve itaat ettik!" ifadesiyle işaret edilen kuvvetli inkıyadında böylesi bir Allah marifetinin payı elbette büyüktür.

Mürşidimin hayrı 'vücudî' ve 'küllî' şerri ise 'ademî' ve 'cüzî' olarak ifade edişinden ders almışımdır ki: Küllîsi vücudî/varlıksal olan hayırlıdır. Şer ise ancak bu hayrın kuşatılamayışından kaynaklanan bir kesb/kazanma sorunundan kaynaklanan cüzîdir. Bütünle bağı bu kazanma sorunundan dolayı koparıldığından ister istemez ademî olur. Bütünden kopan bir açıdan yokluğa düşer çünkü. Peki, biz birşeyi Allah'ın hilkatinden koparabilir miyiz ki o vücudîlikten kopmuş olsun? Hayır ve haşa! Fakat niyetle ve yorumla veya onunla amel edişle kendi küçük âlemimizde onu bütünden kopuk yansıtırız. Bu yansıtma bir nevi karartma ve saptırma olduğundan zulüm olur.

Bir büyük bütünün parçası olanı bütünden kopuk göstermek tevhidin karşısına kurulmuş şirkin cürmüdür. Kafirin aynası bir 'bütünden koparma' makinesidir. Bakışındaki ve yorumlayışındaki koparma refleksi yüzünden süzgecinden geçene de tereddütle yaklaşılır. Günahkâr mü'min ise bir koparma makinesi değildir. Aynasının kastı bu değildir. Fakat yeterince temizlenmediğinden onda da bazı nesneler birbirinden kopuk görünür arasıra. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'günah' ile 'kalpte oluşan siyah nokta' arasında kurduğu ilgi, aynadaki lekelenmenin yansıyan şeyleri de kusurlandıracağına dair uyarı içerir bizlere dönük.

Demek tevbe bir açıdan da aynayı temizlemektir. Tevbenin temizleyiciliğini ben 'itiraf' ve 'istiğfar' katmanlarında apaçık görüyorum ki, muhtemelen siz de gördüğümü tarifimin ardından kendi hayatlarınızda benzerlerini bulacak veya anımsayacaksınız. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda geçen bir cümledir: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerden başlar..." İşte tevbe insanda budur. Tevbe eden insan, tıpkı Birinci Lem'a'da Hz. Yunus aleyhisselam üzerinden bize anlatıldığı gibi; "Allahım, sen kusurlardan münezzehsin. Ben nefsime zulmedenlerden oldum!" diyen insandır. Kendisindeki sorunla yüzleşen, sorunu üzerine alan, elbette Allah'ı karşısında 'subhan' olarak bulacaktır. Çünkü lekenin asılda değil, yansıyanda/yansıtanda olduğunu itiraf etmiştir.

Bu itiraf, lekeyi silmek isteyene bağışlanmış en büyük nimettir. Neden böyle söyledim? Çünkü itiraf, lekenin yerini ve şeklini teşhis etmek sayılır. Lekenin nerede olduğunu bilen elbette cilasını da oraya çalar. Bu açıdan tevbenin bize asl-ı insanı hatırlatmak gibi bir büyük faydası da var. Ki bence, başta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olmak üzere, ismet sıfatıyla tertemiz nebilerin ettikleri tevbeleri bu perspektiften anlamak mümkündür. Onlarınki lekenin itirafı değil aynanın/aynalığın itirafıdır. Yahut da şöyle söyleyebilirim: Onlarınki aynanın kendisine sadece bir ayna olduğunu hatırlatmasıdır.

Peki, tevbe edilmezse ne olur? Bunun bizler için içerdiği en büyük problem, 'enfüsî tefekkür' diye isimlendirdiğimiz içsel yolculuğun sakat bir zeminde yaşayacağı sorunlardır. Lekelerini itiraf edemeyen ayna sahibinin, o aynadan yapacağı okumalar nasıl sağlıklı olabilir? Kendisini tenzih eden ayna elbette lekelerin kendisindeki varlığını inkar edecek, ama lekelerin varlığını inkar edemeyecektir. Çünkü lekelerin üzerine denk geldiği yerleri okuyamamaktadır. Boşluklar yalanla bile olsun varlığa dönüşmeyeceğinden, boşluklarla/lekelerle dolu bir aynadan yapılacak bir marifet yolculuğu da boşluklar ve lekelerle dolu olacaktır. O boşlukları ayna sahibi kendi hevasıyla ve su-i tevilleriyle doldurmaya çalışır. Buradan dalalet çıkar. Her dalalet itiraf edilmeyen günahların/lekelerin marifete yaptığı izdüşümlerden/gölgelerden kaynaklanır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

12 Mayıs 2016 Perşembe

Yıkım yalnız bir eylemdir

“Bu âyetin Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei bu nizamdır.” İşaratü’l-İ’caz’dan.

Arkadaşım şimdi diyeceğimi de “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla tefekkürünün avuçlarında tut isterim. Bana öyle geliyor ki: Zulüm varedemeyenin yıkarak-yokederek yaratıcılık taslamasıdır. Yani varedişte bir yalancılıktır. Kalpazanlıktır. Dolandırıcılıktır. Nasıl? Çünkü yoketmek de tıpkı varetmek gibi bir yanıyla eylemseldir. (Zâhiren) Fiiler sonucu gerçekleşir. (Yeni zâhiren) Seçimler sonucu oluşur. Varedenin vücudî ‘ol’durmalarla bunu gerçekleştirmesi yokedeni de ademî ‘son’landırmaları hakkında heyecanlandırır: “Belki yeterince boyarsam bu eşek de at diye satılır ha?” Bile isteye bir aldanıştır bu aslında. Acizlikten beslenen bir 'mış gibi' kandırmacasıdır. Nemrud’un İbrahim aleyhisselama öldürdüğü/bağışladığı kişiler üzerinden yaptığı demagojidir. Öyle ya: Her eylemi 'varoluş' olarak eşitledikten sonra yıkmanın yapmak kadar varlıksal olmadığını kim söyleyebilir?

İşte, elhamdülillah, zamanın müfessirliği burada devreye giriyor arkadaşım. Hakikat her eylemin vücudî olmadığını zamana yayılmış sonuçlarıyla söyler. Akıbeti üzerinden cevaplar. Vücudî olanın akıbeti de vücuddur. Ademî olanın ahiriyse ademdir. Varlığa adanan varlığa gider. Yokluğa adanan yokluğu bulur. Zaman seçimlerin turnusoludur. Yıkmanın yapmakla bir türden olmadığı böylece anlaşılır. Neden? ‘Eylemsel varoluşlar’ın ömrü ‘varlıksal eylemler’den kısadır çünkü. Yalancıların mumu yatsıya kadar yanar. Fakat ‘an'da iş böyle olmaz. An nefisperestleri aldatır. Yatsıya kadar yalanın da bir sınanmamış bir vücudîliği vardır. Aceleciler bu tuzağa düşer. Kalp/sahte varlığa aldanır. Hatırlarsın. Mürşidimin verdiği misallerden birisidir: Görmeyi aceleyle arzulayan için kirpiğinin takavvus etmiş beyaz kılı dahi hilal olabilir. Onu kandırabilir. O da onunla kandırabilir. Gözlem kuram yüklüdür. Nihayetinde 'neyi aradığınız' ile 'neyi bulduğunuz' birbirini etkilemez evrenler değiller. 'Aramak' ve 'bulmak' arasında her zaman etkileşim var. Niyetin-nazarın amellere etkisi de bu anlamda bir ihtar sayılmaz mı?

Anı yaşamanın bir ‘ahirzaman mottosu’ haline gelişi altını çizmeye çalıştıklarımdan uzağa düşmüyor arkadaşım. İnan bana. Sarhoşluğun en basit formülüdür bu: Anda boğulmak. Aldanmak istiyorsanız anlarda boğulmaya ihtiyacınız var. Mustafa Özel Hoca’nın Roman Diliyle İktisat’ta dediği gibi: “İnsan kaybetmek için oynar. Kaybetmek istediğiyse para değil kendisidir.” Peki anlar nasıl bir sarhoşluk yaşatır bize? Belki biraz şöyle: Anlarda eylemlerle varolabilirsiniz. Sonuçlarını önemsemezsiniz. Sonuçlar sonraki iştir çünkü. Anlarda cümle eylemler 'varedişmiş gibi' görünebilir. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in de buyrulduğu gibi: "Akıbet takva sahiplerinindir." Eğer anı aşan tefekkürlere sahip olursanız, o zaman, her eylemenin varlıkla sonuçlanmadığını görürsünüz. Nihayeti size hakikati söyler: "Zeval-i lezzet elemdir!" Çünkü tatmak varetmek değildir. Vuslat sahip olmak değildir. Ulaşmak kalmak değildir. Bediüzzaman'ın da eserlerinde belki en çok dikkatimizi çektiği durumdur:

"Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz."

Başta bir parça zikrettim. Bence bu ayrım en çok İbrahim aleyhisselam ile Nemrut arasındaki diyalogda göze çarpıyor. Kısa bir mealini alıntılayayım: "Allah kendisine mülk verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: ‘Rabbim hayat veren ve öldürendir’ demişti. O da: ‘Hayat veren ve öldüren benim’ demişti. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi, sen de onu batıdan getir’ dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez..." Öyle ya: Hayat denilen mucize, Nemrut'un, anlık seçimlerle birisini öldürmesi veya sağ bırakmasından ibaret değildir ki! O çok daha karmaşıktır. Can anlardan aşkın birşeydir. İbrahim aleyhisselamın muhteşem cevabı bize bu dersi verir.

Hayat güneşin doğmasına-batmasına da bağlıdır. Dünyanın dönmesine-gitmesine de bağlıdır. Kainatın eksiksiz bir biçimde, tıpkı bugünkü gibi, varoluşuna da bağlıdır. Ve hatta günümüz fizikçileri öyle sabitelerden bahsetmektedirler ki, onlar herşeyin başında tam o şekilde olmasa, hayat da şimdide varolamayacaktır. "Demek sivrisineğin gözünü halk eden güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir!” cümleleri de bizi bu hakikati görmeye davet eder. Elhamdülillah. Evet. Demem o ki arkadaşım: Varın varolması ‘yalnız başına olmamasına’ bağlıdır. Yalnız başına varolan aslında yoktur. Yıkım yalnızdır. Kopuk bir eylemdir. "İman bir intisabdır." Yalnız başına varolan eylemdir. Bir fiiler bütünü olarak varolan ancak varlıktır.

Arkadaşım, Nemrut'un eylemselliğini varlıksallık sanmasına, İbrahim aleyhisselam ‘eylemlerin ancak birer andan ibaret olduğuna’ işaret ederek cevap verdi. Böylece bize de şunu gösterdi: Hayat, tek bir fiilin değil, başlangıçtan bugüne düzenli bir sistemin varlığıdır. Ancak sistemin bütününü yaratan tarafından yaratılabilir. Bir elma için bir kainat gerekir. Bir sinek için bir güneş gerekir. Demek bir damlacık hayat için dahi tevhid gereklidir. Nemrut’un zulmü hayat olamaz. Çünkü varlık olamaz. O üzerine hiç yakışmayan bir ilahlık rolü taslamaktadır.

Peki zulüm nereden çıkıyor? Zayıf olan, zayıflığıyla yüzleşmekten teberri ettiğinde, eylemselliği seçiyor arkadaşım: "Birşeyin vücudu bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise bir cüz'ünün ademiyle olduğundan, zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor. Müsbet yerine menfice hareket ediyor." Bak sen şu işe: Aczinin şuurunda olmanın böylesi bir faydası da var demek ki. Menfice eylemsel olmak yerine müsbetçe varlıksal olmayı seçiyorsun. Adem yerine vücuda adanıyorsun. Anların sahibi olmaktansa zamanın parçası oluveriyorsun. Göstermeye çalıştığın bir iktidar yok çünkü. Hilkatin sende olmadığının farkındasın. Sen sadece parçasın. Ne diyerek bitireyim arkadaşım? En iyisi şu galiba: Cenab-ı Hak bize parçalığımızı unutturmasın. Âmin.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Cehennemi tanıştırıldığımız cennetlere borçluyuz

Arkadaşım, kalbime böyle geldi, hakverirsen sen de kalpceğizinde tutuver: Fakrın cennetinin detaylarını bilmendir. Aczinse o cenneti yaratamayacağını farketmendir. Başkalarının da aynı cennete ihtiyacını görmende görünür şefkatin. Tefekkürün herkes için cennetin yolunu aramandır. Yani ki: Bu dördünün ‘dört hatve’ içinde zikri aralarındaki şu irtibattan ötürüdür. (Allahu’l-a’lem.) Hatveyi tamamlarsan tavafını da tamamlarsın. Marifet dairesini dönersin. Hem kalbine bir nur yağar hem de başkalarına ışık saçarsın. İnşaallah. Âmin.

Hatırlarsan "Cennet olmasa cehennem tazip etmez!" diyor mürşidim. Tüm katmanlarıyla katılıyorum bu söze. Nitekim biz de cehennemlerimizde yanmayı ‘tanıştırıldığımız cennetler’ sayesinde öğrendik. Öyleydi. Var yokken yokun varlığı anlaşılmazdı. Bu yüzden önce varı gördük. Dilimiz tanışınca balıyla peyderpey alındı. Çünkü tadımlıktı. Ayrıldık. Yokluğunu da öğrendik. Yandık. Yakıldık. Arkadaşım şu maceramızda bana öyle geliyor ki: Biz aslında yokluğu öğrenmeye gelmiştik. Varlık yalnız bir berzah idi. Bir eğitimdi. Tedristi. Ara devreydi. Ezelî ve Ebedî olanı bilmeye en çok lazım yokluğun bilgisiydi.

“Keşke!” diyen herbirimiz ardında bir küçük cennet bırakıyor. Ayrılığından  çektiğimiz herşey numune-i Firdevsimiz. O gözler olmasaydı bu firkatli sancı olmayacaktı. O sözleri duymasaydık kulaklarımız özlemek nedir bilmeyecekti. Daha önce tadılmış bir mutluluktu hayatın geri kalanını arayış kılan. Bu nedenle diyebilirim ki artık: Allah, yanmayı öğrenebilmemiz için, bizi önce cennetimizle tanıştırıyor arkadaşım. Çünkü cenneti bilen için ancak cehennem bir tazip. Alternatifi yokken, yani ki seçmeye mecburken, hangi seçenek 'yanlış' olur?

Mesela: Çocukluk bir cennet idi. Büyüdük. Ardımızda bıraktık. Hatırlıyoruz. Özlüyoruz. Âşık olmak bir cennetti. Kavuşamadık. Veya ayrıldık. Şimdi tahayyül tahayyül dersimizi ezber ediyoruz. Veyahut da sağlıklıydık. Hastalandık. Sıhhatin hasretini çekiyoruz. O halde yokluğun acısını öğrenmesi gereken herşey önce varlıkla tanıştırılmalı. Zaten Âdem aleyhisselamdan bugüne süren insaniyet yolculuğumuz da bu döngüde tekrar ediyor hep. Herkes önce cennet(çik)lerle tanışıyor. Sonra bir yasak meyve süreci. Belki fıtrat. Belki iradî. Bir hata. Bir neden. Sebepler içinde bir sebep. Araya giriyor. Perde çekiyor. Yokluğunu tattırıyor. Sonra o yokluğu insan ‘insan başına’ varlığa dönüştüremediğini farkediyor. Uyanıyor. Ki bu da yukarıda dediğimiz işte: Aczin bilgisidir. Ardından da o yokluğun sancısından Şafî-i Hakiki’ye koşuyor. “Fe firrû ilallah!” öğretiliyor.

Her yokluk eğitimi öncesiyle bir varlık eğitimi. Allah bizi, 6. Söz'de anlatıldığı gibi, emanet verdiği cennetleri geri almakla imtihan ediyor. İmtihanın esası şu dediğim. Geri kalanlarsa detayları. Başka başka sûretleri. Farklı farklı görünüşleri. Bu pencereden bakınca bana öyle geliyor ki arkadaşım: İnsanın dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiş olması, aynı zamanda, dağların tanışmaktan korktuğu kadar bir 'yokluk' acısına talip olmasıdır. Bediüzzaman'ın Mevlana Hazretlerinden alıntıladığı yerde denildiği şekliyle:

"O, 'Ben senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet!/Bela!' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahında halkaya katılmaktır."

Emanet veriliyorsa demek ki geri de alınacak. Çünkü varlığının kıymeti yokluğuyla anlaşılacak. Dağlar ilerisini gördüler. Taşınmaz dertlerden çekindiler. Ayrılık acısı korkuttu belki de onları. (Allahu’l-a’lem.) Ama insan bu endişeyle vazgeçmedi yüklenmekten. Ne cehaletten ne zulmetten. Demek bu alışverişe razı oldu başlarken. O halde şimdi şikayetçi olmak niye? Arkadaşım, en iyisi biz, acının sevkettiği 'euzü sırrını’ okumaya çalışalım. Şeker için ağlamayı bırakıp ana kucağına koşalım. Fanileri yerine bâkileri toplayalım. Cennetçiğinden mahrum kalmayan cennetini arar mı hiç? İşte bin dermana değişilmeyecek dert de budur.

10 Mayıs 2016 Salı

Ağaçların ihlasını Celaleddin bilir

"İslam kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celaleddîn-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: 'Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.' O demiş: 'Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.' İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur." Sözler’den.

İnsan talebeliğini unutmazsa herşey muallimi olabiliyor. Evet. Aynen. Öyle. Ben de bir ağaçtan ders aldım geçenlerde arkadaşım. ‘Nasıl olduğunu’ sorarsan anlatayım: Yürüyordum. Kafama birşey atıldığını sandım aniden. Yukarı baktım. Vay. Doğru. Atılmış. Fakat gönül koyacak suikast yok. Ağaç kardeş tohumlarını döküyormuş. Yani beni özellikle seçmemiş. Ne ağacı bilmiyorum. Ayırmakta iyi değilim zaten. Neyse. Belli ki bizimkinin yumurcaklarının yuvadan uçma vakti gelmiş. Anne ism-i Kayyum ile heyecanlı. Devam edecek. Yavrular ism-i Hayy ile coşkulu. Yeşerecekler. Yerde onlarca-yüzlerce tohum var. Ve ben elim kafamda bakınıp duraklarken de yenileri dallarından kurtulup bahtlarına düşüyorlar.

Bu koşuşturmada hiçbir isteksizlik göremezsin. Bile isteye kaçıyor bu afacanlar anne kucağından. Hasretsiz. Acısız. Hem hiçbirisi kaderinden öteye düşmüyor zaten. Evet. Kader, her yeni varoluşun ayağını bastığı zemin, plan, ilim. Direksizleri ayakta tutan direk. Birnevi zemin-i hakiki. Boşlukta belirlenmiş hadler olmasa var ‘varlığına’ sınır koyamaz. Kütlesinde kalamaz. Enerjinin madde olmak için ilimden/emirden olsun kalıplara ihtiyacı var. Bebecikler de bu sırdan haberli, Ömer radyallahu anhın Ebu Ubeyde radyallahu anha dediği gibi, “Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine...” kaçıyorlardı. Akın akın koşuyorlardı. Düşündüm ki: Onların kaderlerine imanları benimkinden kavi. Hem amelleri de benimkinden ihlaslı. Hem tevekkülde de benden ilerideler. Emrin geldiği yere emniyetteler. Bütün bunlar da birbirine bağlı. Nasıl?

Arzedeyim: Mürşidimin ihlasa değindiği çok yerde altını çizdiği birşeydir şu 'vazifeni yapmak ama vazife-i ilahiyeye karışmamak...' hakikati. Evet. Doğrudur: İnsan gayretini sonuçlara bina etmemelidir. Ona düşen payındaki yükü kaldırmasıdır. Sorumluluğu da amel edebildiği kadardır. Bundan fazlasına odaklandığı an; ya sonuçların baştançıkarıcılığıyla hedefinden sapar-şımarır; yahut da ele geçmeyişinden dolayı karamsarlığın girdabına kapılır-küser. Yani: Elinde olmayana endekslenen; ya yaratıcısı kendisi olmadığı halde ortaya çıkan sonucun hamdini omuzlamaya çalışır da haddini aşar; yahut da yine yaratamadığını gördüğü için kedere/öfkeye kapılır da isyana sapar.

Allah olan yalnızca Allah’tır. Kaldıramayacağımız yükün altına girersek acı çekeriz. Bu yüzden, değil yalnız ihlasını, ruh sağlığını korumak isteyenin de kuşanması gereken tavır 'vazifesini yapmak ama vazife-i ilahiyeye karışmamak' olmalıdır. Nedir? Kaderin irade-i cüzîsine pay edilmiş kısmında sınavını güzel verip bütünlüğünü ise bütünün sahibine bırakmaktır. Bizi huzura kavuşturacak olan budur. Bu teslimiyettir. Tevekküldür. İşte, ben de arkadaşım, yavrularıyla başımı taşlayan o ağaçta bu huzuru gördüm. Şeytanımı onlarla da recmettim.

Ya, evet, nasıl bir ihlasdır o öyle! Anlamaya çalışalım: Bir kaldırımın yanıbaşına dikmişler sizi. Ve dalınızdan kurtulan her yavru, hem de her sene, betonun katılığıyla yüzleşiyor. Ananesi toprağın yumuşak sinesine varamazsa nasıl hayatta kalır o tohumcuk? İntihar gibidir bu hemen hemen. Fakat ağaç asla şartların-sonuçların 'olmazlığına' bakarak tohum dökme vazifesinden vazgeçmez. Ne de olsa Rabb-i Hakîm'inden emri almıştır. İhlası kavramıştır: “Vazifeni yap ama vazife-i ilahiyeye karışma!” Böylece amelinde acabaya düşmez ağaçlar rağmımıza. Kadere imanları tamdır. Kaderden kadere kaçmaktan başka birşey yapamadığımızı bilen tevekkülleri sağlamdır. Hangi anne bu kadar çocuğu ölüme doğurur? Demek şu ağaç kardeşlerde çok yüksek bir ihlas ve tevekkül var.

Hem arkadaşım olageldiği şekilde olagelmeye ve yapageldiği şekilde yapıvermeye devam edenlere 'ot gibi' demekle aslında neyin altını çizmekte olduğumuzu da düşünelim. İhlas da bize azıcık böyle olmayı öğütlemiyor mu? Hadisin teşvik ettiği 'kıyametin kopacağını bildiği halde elindeki fidanı dikmeye çalışan insan' çok mu sonuç odaklı birşey yapıyor? Hayır. Asla. O emredildiği gibi dosdoğru/istikametli olmaya çalışıyor. Ve evet, her mü'min de, fazlasını yapamadığı yerlerde bir parça 'ot gibi' olmaya bakmalıdır. Nebatî yanın hikmetini kabullenmelidir. Çünkü bütünlüğün sahibi o değildir. Onun görevi, tıpkı bir ağaç gibi, yükseldiği betona bakmadan tohumlarını saçmaya devam etmektir. Kaderden iradesinin payı budur. Yükü budur. Sorumluluğu budur. Maşaallah ona. İşte, biz de arkadaşım, başarabiliyorsak bunu başarmalıyız. Ve başaranlar hep böyle başardılar. Tıpkı Celaleddin-i Harzemşah gibi… 

6 Mayıs 2016 Cuma

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok

"Bizi aldatan bizi kurtarır..." Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'dan...

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Ve kapılmak istemeyeni tutuşturacak öfke. Ateş, yanmaya müsait olanları yakar. Her âşık, avını ararken avlanmış. Her sapma, bir kuvve-i gadabiye veya şeheviye mahsulü. Akıl sonraları oyuna dahil oluyor. Birşey kaçınılmayacak kadar zevkli/doğru geldiğinde o da delil uyduruyor. Çaresiz fakir. Acımalı ona. Ne yapsın? Ehl-i zevkin sofrasında akıl ancak sâkidir. Vicdanın sesiyle belki uyanır belki uyanmaz.

Efendi de kapıya iner o sarayda, itle eğleşir. Hanımlar, yabani gençlerle sohbetler eder. Yetişmiş kızlar, çocukların oynamasını tanzime uğraşır. Kapıcı desen, havasından geçilmez onun, hepsinin kumandanı. Dışarıdan baksan pek şenlikli gelir halleri. Fakat bu tantana sarayın doluluğuna değil, boşluğuna işarettir. Yerliyerindeliği kuşanmamış her çaba, abes. Gürültüsüne kanma. Sen ne bakıyorsun fiilin yoğunluğuna! O hayrın delili değil ki. Ferasetin varsa, hikmetin olgunluğuna bak. Susamış adamın 'çok deniz suyu içmekle' övünmesi hüner değildir. Nicelik hep kandırır. Elma ağacı belki kavak kadar uzamaz amma, kadrini bilirsen en tatlı lokmacıkları kavağın uzun kollarından değil, onun kısacık ellerinden yersin.

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Şeytan da böyle dahil oldu imtihanımıza. Kanmak istediğimizi farketti bazı vakitler. Rüya sevdiğimizi. İki eksen üzerine yaratıldığımızı, karıştırdığımızı... Bazen kısa görüp şerre kapıldığımızı, bazen geniş görüp hayra meylettiğimizi... Ve bazen ikisinin de benzer derecede bize güzel göründüğünü farketti. Mürşidim bu makamda diyor ki:

"Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Hayat netlikle farkedilen ademlerden ve vücudlardan ibaret değildi. Sûreten ademî görünen vücudîlikler ve sûreten vücudî görünen ademîlikler de vardı. İmtihan bu noktadan başladı. Şeriat bu noktada emroldu. Ve tevekkül de bu noktada omzumuza yüklendi. Cennetteki onca ağaç içinde yalnız birisi yasaktı sana. Neden onu seçtin? Helal dairesi keyfe kâfi değil miydi? Demek haricinde de kalsa, ona da merakın var. Dokunmadığın herşey, elinin hayali. "Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır; belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise, hadsizdir."

Hayalin kuyruğu merak. Merakın kuyruğu hayal. Merak, bir tarafıyla garkolmadır/boğulmadır birşeyde. Neyi merak edersen, dikkatli ol, onda boğulursun. Dışında kalan bütün dünyayı unutur, yalnız o olursun. Şefkatin bir tehlikesi varsa burada saklanıyor. Şefkat merakı peşinde sürükler. Öfke isimli romanında ne diyordu Philip Roth: "Başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir..." Varlık da bazen seni zayıflığıyla içine çekiyor. Hayır küllî, şer cüzî. Cüzlere çekilirsen şerlerde boğulabilirsin. Merakının sana bunu yapabildiğini gördü belki de iblis. Cüz'de boğulup küll'ü göremeyebileceğini bildi. Sen de şimdi koca imtihanı dikkatle basmaya, batmaktan korkmaya; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işaret, bir öpmekte batmamaya ayırıyorsun. Bunun eğitimi alıyorsun belki de dünyada. Ayağını kaydıran bu kusurun idi. Demek ömür, bir açıdan, bir nazar eğitimi.

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Hep böyle vazgeçiyoruz cennetten. Her öpüş, her batış, her dane, her lokma, her günah, bir an gibi. Ömrü kısa. Nefsin gözü kısa ömürlü lezzetleri görüyor. Vicdanın gözü, bâki olanları. İradenle iki şıkkı karşına koyuyorsun. Kısa da lezzetli, uzun da. Hangi çöpü çekeceksin? Her kısa çöpü çekişin cennetten bir kez daha düşüşün. Hiç hissetmedin mi bırakıp gittiklerinde elinden çekilen dikenli telleri? Belki de o gitmiyor, sen düşüyorsun ha! Bir kez daha düşüyorsun. Bir kez daha. Ve bir kez daha... (Aşkı da mı yüzden 'düşmekle' anıyorlar?)

Biraz daha uzaklaşıyorsun cennetinden. Karıştırdın çünkü. Kısa çöpü çekebilmek için deliller ürettin. Bile bile yaptın bunu. Kanmak istediğin için kandırdı şeytan seni. Her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı, biliyordun. Adım adım alıyordun yolu, ama önemsemiyordun. Sûre-i Bakara'da; "Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin!" buyuran Alîm-i Hakîm biliyordu bile bile kandırılmaya meyyal olduğunu. Eğer öyle olduğunu düşünmesen neden pişman olasın? Öyle ya, insan, bile isteye lades olduğunda canı yanar. Yanlışının 'yanlış' olduğunu bildiğinde... Doğru yaptığını düşündüğü için pişman olan duydun mu sen? Birşey daha diyeyim mi: Galiba cehennem de pişmanlıklarımızdan yaratılacak. 'Hiç sönmeyecek bir ateş' denince aklım ister istemez ona gidiyor. Tattıysan, bilirsin.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Hadis inkârcıları salavata neden takıktır?

"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır."
Blind filminden

Osman Sertuğ Çalışkan abinin Elçi isimli kitabını okurken kalbime dokunmuştu şu cümleler: "Resul-i Ekrem (a.s.m.) bugün aramızda değil. Lakin cismaniyetiyle aramızda olmasa da Kur'an ve sünnetiyle o bizi hiç terketmedi." Ben de aynı kanaatteyim. Ve hatta diyebilirim ki: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat dediğimiz zamana yayılmış o müstakim topluluk da hep bu kanaate sahip mü'minlerden oluşmuştur. Onların sünnet hususundaki sahiplenici duruşu, 'vazgeçilmez' görüşü, Aleyhissalatuvesselama dair böylesi bir güzel okumaya yaslanır. Elhamdülillah, okuyanlar sayısınca, elhamdülillah.

Tevbe sûresinde haber verilen "Size içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir..." hakikatinden de beslenen bir okumadır bu. Evet, biz, Aleyhissalatuvesselamın vefatını haber verene inanırız ama onun bizi terkettiğini söyleyene inanmayız. Binlerce nümunesini işittiğimiz şefkati/ilgisi izin vermez buna. Mürşidim de demez mi Minhacü's-Sünne isimli eserinde şöyle:

"Evet, rivayet-i sahiha ile, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ enbiya dahi 'nefsî, nefsî' dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm 'ümmetî, ümmetî' diye refet ve şefkatini göstereceği gibi, yeni dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikiyle, validesi onun münâcâtından 'ümmetî, ümmetî' işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârâne mekârim-i ahlâk, kemâl-i şefkat ve refetini gösterdiği gibi, ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş. İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyyesine müraat etmemek ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle."

Evet, nankörlük ve vicdansızlıktır, çünkü şefkati reddeder. Çünkü kendisini kurtarmak isteyen eli ısırır. Çünkü böylesine merhametli bir Peygamberin ümmetini terkettiğine inanır. Yahut da ilgilenmediğine. Yahut da önemsemediğine. Yahut da hesap etmediğine. Yahut da düşünmediğine... Bunlar birbirini kaçınılmaz kılan ilgisizliklerdir. İçindeki 'serserileşme şehveti'ne kapılan bir sapkın, sünnetin tarihin bir köşesinde kalmasını o derece arzu eder ki, bunun bir açıdan Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın ümmetiyle şefkat bağını kesme anlamına geldiğini düşünmez. Kendisini esirgeyen nasıl bir himayeye karşı koyduğunu derketmez.

Böylelerinin dünyasında peygamber 'postacı'dan ileriye gidemez. Çünkü elçiyle girilecek 'postacılık' dışında bir ilişki ona karşı başka sorumlulukların da varlığını kabullenmeyi zorunlu kılacaktır. Eğer peygamber 'postacı' değil de ‘alakadar bir öğretmen' kabul edilirse, verdiği ödevler yapılır, dersleri herdaim ayrıca önemsenir, izahları görmezden gelinemez. Örnekliği ister istemez tedrisin bir parçası olur. Postacı getirdiği kitabı izah etmez. Ödev vermez. Not kırmaz. Ama öğretmenin fonksiyonlarından kaçılamaz.

Hadis inkarcısıysa peygamberi ile ilişkisi böyle olsun istemez. Böyle bir alakadarlığı hevasına ‘alan daraltma’ olarak görür. Vefatıyla yetinmez Aleyhissalatuvesselamın. Evet. Yetinemez. Terketmesinin de arzusundadır. İddiasındadır. Halbuki, onun salavat üzerinden ümmetiyle kurduğu ilişki dahi, bizimle fert fert alakadar olduğunun delili değil midir: "(...) ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle, hadsiz bir şefkatini göstermiş."

Öyle ya: Ümmetini terkeden ümmetinden neden salavat istesin? Bizimle kurduğu bu ilişki, bu temenni, bu ödev, onun hiçbirimizi ıskalamayacak bir alakayla yaşadığını ve halen de manen yaşıyor olduğunu gösterir. Bu ilgiyi kabul ettiğiniz anda sünnetinin hayatımızla kurduğu ilişki değişir. Aşkınlaşır. Evet. Artık onu ne tarihe hapsedebilirsiniz ne de görmezden gelebilirsiniz. Sizi sizden daha çok düşünen bir muallimin rehberliğidir o. Vahyin kalbine indiği Zât’ın izahlarıdır. Yani, arkadaşım, Aleyhissalatuvesselamın şefkatini inkar etmeyen, onun sünnet-i seniyye üzerinden ümmetiyle kurduğu ilişkiyi/ilgisini nasıl inkâr edebilir?

Nasıl ki, deistler, Allah'ın 'yaratmak' noktasında mahlukatıyla kurduğu ilgiyi/ilişkiyi 'konuşmak' noktasında reddediyorlar. Yani vahyi inkar ediyorlar. “Binbir sanatla yaratmıştır ama sonra başıboş bırakmıştır!” diyorlar. Yani, tabir-i caizse, Allah'ın Halıkıyetiyle görünen sonsuz ilgisine sınır çizme hadsizliğini yapıyorlar. Hadis inkârcıları da benzer şekilde Fahr-i Kainat Efendimizin ümmetiyle olan bağını dönemine hapsedip/hasredip sonrakilerle bağını koparmaya çalışıyorlar. Sevda, aynı sınır sevdası, görebilene.

Arkadaşım, dikkat buyur, böylelerinin sünnetin meşruiyetiyle beraber salavatı da tartışmaya açmaları tesadüf değil. Öyle ya: Şu ilgiyi kesmeden sünnetin meşruiyetini nasıl reddedebilirler? Fakat biz bu vesileyle bir kez daha imanımızı tazeleriz. Ve deriz: 'Vefat etti' diyen yalan söylemiyor ama 'terketti' diyen vallahi yalancıdır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...