3 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 2: İstiğna mesleğinden uzaklaşma

De ki: Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden de değilim.” (Sâd sûresi, 86)

Bir önceki yazımda, Risale mesleğinde yaşanan bir sapmanın, yani ‘kurumların kutsallaşmasının’ camiadaki kardeşlerimizin dünyasında ne gibi kırılmalara neden olduğunu göstermeye çalışmıştım. Bu kırılmalardan bence en büyüğü, yazıda da altını çizdiğim üzere, tek kimlilikten çok kimlikliliğe geçişti. Yani duruşu belli, elinden ve dilinden herkesin emin olduğu bir müslüman profilinden; çeşitli dengeler ve tedbirler gözetilmek için duruşu belirsizleştirilmiş, bu belirsizlik bir ahlak haline getirilmiş, elinden ve dilinden artık emin olunamayan (dolayısıyla taklitçi) sorunlu bir müslüman profiline geçişti bu. (Bazıları alınsa da böyle söylemeye mecburum. Zaten başımıza ne geldiyse bu idare edelim politikasından geldi.)

Bunu, bireysel, malum ve meşhur günahlar mabeyninde konuşmuyorum; bunlar zaten sınırları belirgin ve kardeşlerimizin de takvalarından emin olduğum noktalardır. Fakat konjonktür içinde, sıkıntılı dönemlerde, bir müslümandan beklenen dik duruşun, maalesef, ‘sonuçlara ulaşmak için süreçte kimi tavizler verilebilir’ mantığıyla içselleştirildiği görüyorum. (Eleştirilerim de doğal olarak bu yöne dairdir ve yalnızca camiaya dair değildir. Fakat konjonktür onları merkeze almamı gerektiriyor.)

Evet, kurumların kutsallaştırılması çerçevesinde, aracın amaç haline gelmesi ve araç için amaçtan tavizler verilmesi noktasında sorunu anlattım. Şimdi de başka bir eksen kaymasından hareketle anlatacağım: Bediüzzaman’ın ‘istiğna mesleğinden’ uzaklaşılması.

Peki, istiğna mesleği ne demek? Bunu, isterseniz külliyattan bir bölüm okuyarak anlayalım: “Eski Said'in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat'î kanaatimle şudur ki: Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmişti ki, Risale-i Nur'un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın.”

Bediüzzaman’ın hayatını okuyanlar bilirler ki; kendisi sadaka ve zekat türünden yardımları kabul etmediği gibi, talebelerinin almasına da razı olmamıştır. Bunu yaparken gözettiği hassasiyetin, aslında yukarıda altını çizdiği ‘ihlas’ meselesiyle alakalı olduğu kadar, öncesinde zikrettiği ‘dünyaya alet etmemek’ ile de alakalı olduğunu düşünüyorum. Zira her kim ki, birilerinden yardım alıyor veyahut kendini böylesi yardımlar toplamaya mecbur biliyor; o zaman giderek daha fazla bükülmeye, alet olmaya mecbur oluyor. Bence Bediüzzaman, biraz da bu bükülmenin yaşanmaması, ihlastan taviz verilmemesi için kendisi ve talebeleri adına böyle bir ‘istiğna mesleğini’ oluşturmaya çalışıyor.

Kendim de yıllarca devam ettiğimden bilirim: Bir camia takipçisinin, klasik Nur talebesinden en büyük nüansı; himmet toplamak konusundaki gayretidir. Ben, iki kimlik arasındaki en keskin geçişin bu noktada olduğunu düşünüyorum. Bir tarafta ihlasına zarar gelmesin diye insanlardan dünyevi birşey talep etmeyen Bediüzzaman ve onun öğretisinden alınan ders vardır; diğer tarafta ise, iyi bir niyetle dahi olsa, camiası adına daha çok şeye sahip olmak, daha çok kişiyi kazanmak, daha çok kişiye hizmet vermek adına himmet toplantıları düzenleyenler, kurban derisi toplamaya çalışanlar, gazetelerine veya dergilerine sürekli abone bulma yarışı içine girenler vardır. Bunların tamamen yanlış olduğunu söylemiyorum. Sadece Bediüzzaman’ın ‘istiğna mesleğinde’ gözetilmesi gereken dengelerin yeterince gözetilmediğini ve bu yüzden kimlik kırılmalarının kaçınılmaz olduğunu belirtmek istiyorum.

“Bu neden bükülmeye sebep olsun ki?” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ama o gençlerden istenen maalesef süreç boyunca izzetli bir duruş değil, bilakis sonuç. Verilen limitler de var mesela onlara: “Şu kadar kurban derisi toplayacaksınız, bundan aşağısı olmasın!” veya “Şu kadar abone bulacaksınız, bundan geride kalmayın!” şeklinde. Böyle limitleri doldurmak zorunda kalan insanların bükülmesi, istekte bulundukları insanlar karşısında kimliklerinden taviz vermek zorunda kalması kaçınılmazdır. Çünkü, hadisin ihbarıyla, veren elin alan elden psikolojik/sosyolojik üstün bir tarafı mutlaka vardır. Ancak anlattığınız şey karşısında insanlardan birşey istememelisiniz ki; bu, davanızı bükmek zorunda kalmayışınızı netice versin. Peygamberlerin, Kur’an’da geçen ahlakı budur.

Bir zamanlar faize karşı en hassas kesimi oluşturduklarını düşündüğüm camianın bugün gazetelerine tam sayfa banka reklamı alabilmesi; bir zamanlar margarin yemekten tâbilerini neredeyse men eden aynı grubun bugün böylesi ürünlerin reklamlarından hiç kaçmaması; bir zamanlar tesettür meselesine en hassas tavırları sergilediğini düşündüğüm aynı insanların bugün kanallarında epey bir bu takvayı aşmış olmaları; bir zamanlar, Mustafa Kemal karşısında duruşu gayet net olan Bediüzzaman’ı takip ediyor olduklarını söyledikleri halde, gazetelerine 10 Kasım’da “Olmasaydın olmazdık!” ilanı alacak kadar enteresan şeyler yapmaları sanıyorum bükülme ile kastettiğimi anlatmaya yeter.

Artık faize karşı iki duruşu olan, helal gıda konusunda iki duruşu olan, tesettür meselesinde iki duruşu olan, darbeler konusunda iki duruşu olan, Mustafa Kemal konusunda iki duruşu olan, yani ‘çok kimlikli’ bir hale yolculuktur onlarınki. Kimlikleri çok olduğundan kullanılmaları da kolaylaşır. Yukarından gelen her yeni pozisyon bildirimine göre, bir kimliği bırakıp diğerine geçebilirler. Nitekim, elinden ve dilinden emin olunamamakla kastettiğim de budur. İdeolojinin belirsizleşmesi, davanın ilkesel değil taklitsel ve taktiksel olması; liderciliği doğurur. Liderin aldığı pozisyona göre pozisyon almak, herhalde Bediüzzaman’ın ‘birer Said olmasını’ istemekle Nur talebelerinden beklediği şey değildir. Çünkü oluşan şey, dört elif, yani 1111 değil, 1000’dir. Baştaki bir de sıfırlayınca, kaç haneli olursa olsun, sıfıra karşılık gelen bir rakam, ancak o kadar...

1 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 1: Kurumların kutsallaşması...

"(...) siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer." Bediüzzaman Said Nursî

Erdoğan, Hocaefendi'nin, bir din âlimi olarak siyasetin içindeki garip pozisyonunu eleştirmek için şu hadis-i şerifi seçti: "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir." Kendisi mi seçti, yoksa bilen birisinden tavsiye mi aldı, bilinmez; ama bence yapılabilecek en sağlam seçim de buydu. Zira hakikaten 'ideal mümin karakteri' ile 'camianın temsil ettiği mümin tipi' arasında, tam da hadisin altını çizdiği tarzda, bir uyum problemi var. Bir tarafta 'tek kimliklilik' diye tesmiye edeceğim 'belirgin bir duruş' beklenirken müminlerden; diğer tarafta, emredildiği anda pozisyon değiştirmeye eğimli/eğitimli ve değiştirdiği her pozisyonda da fanatiklik derecesine çıkabilen bir mümin tipi var. Buna da yazı içinde, olumsuz bir mana yükleyerek, 'çok kimliklilik' diyeceğim.

Öncelikle; bu problemin kökenlerine gidelim istiyorum. Çünkü bu kökenler, bir müminin böylesi esnemeli bir duruşu nasıl içselleştirdiğinin açıklamasını da içeriyor. Bence bunlardan birincisi; bir manevî öğreti olan İslam'ın 'kurumların/maddenin İslam'ına' dönüşmesi problemi. Yani İslam'ın daha iyi öğretilmesi amacıyla kurulanların, daha sonra gerektiğinde onlar için İslam'dan fedakârlık yapılabilecek değerde kutsallaştırılması.

Bu, sadece camianın değil; bu tarz kurumsallaşmaya, yani bir nevi dünyevileşmeye kendini mecbur bilmiş bütün cemaatlerin problemi. Tebliğ kalitesini, takipçilerinin sayısında arayan her cemaat, bu imtihanla karşı karşıya. Hizmet Hareketi ise sürecin en çok mağduriyetini yaşayanlardan. Hareketin, daha geniş kitlelere ulaşmak adına daha çok kurum sahibi olmaya, abone sayısı arttırmaya, kalabalıklar toplamaya kendini mecbur bilmesi ve bunu tek başarı ölçüsü gibi ufkuna asması, daha sonra bu kurumların tehlikeye düştüğü dönemlerde onlar adına temel öğretilerinden taviz vermesi sonucunu doğuruyor.

Bunu en çok darbe dönemlerinde en üst düzeyde verdikleri beyanatlarda görüyoruz. (Gerçi kendi içlerinde; "Abiler yaptıysa bir bildikleri vardır" şeklinde anlamlandırıyorlar, fakat yine de bu duruşlarının camianın tarihsel kimliğine çizikler olarak kaydedildiği muhakkak. Hafızası sağlam olanlar bunları unutmuyor.)

Kurumların kutsallaşmasıyla gelen bükülmeler, o kurumların sayısı ve dünya coğrafyasına dağılımıyla da yakından ilintili. Örneğin; eğer dünyanın dörtbir yanında kurumları olan bir hareketseniz, o vakit, küresel gücü elinde bulunduran lobileri de karşınıza almaya cesaret edemezsiniz. Çünkü onlardan her biri, bir kere parmağını şıklatınca ondan, yirmiden fazla okulunuzun, kurumunuzun kapanmasını sağlayabilir. (Yakın örneğini Rusya'da yaşadık.)

Hal böyle olunca, gözetmeniz gereken denge miktarı da artıyor. Yalnızca kendi hükümetinizin suyuna gitmek zorunda kalmıyorsunuz; dünyanın güç odaklarının da dümenine uygun hareket etmek, en azından öfkelerini çekmekten çekinir hale gelmek sizde bir tabiat haline geliyor. Bunun da örneklerini, Mavi Marmara olayı ile münasebettar beyanlarda gördük. Farklı örnekleri de var, ama yazıyı uzatacaktır. Yalnız şu kadarına işaret edeyim: Camiaya bağlı medya organlarından, birkaç yıldır yoğun bir şekilde, Türkiye'nin dış siyaseti hakkında yapılan eleştirilerin bununla bağlantılı olduğu kanaatindeyim.

Birkaç kökene daha işaret edecektim, ama yazı uzuyor. Diğerlerini erteleyerek çok kimliklilik dediğim soruna geçeyim: Çok kimliklilik, camianın bu uluslararası ve ulusal bazda denge siyasetinin bir parçası veya sonucu bence. Yani camia, kendisini o kadar çok başlık altında sunuyor ki; tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyor. Teşhis edilemediğinden, engel de olunamıyor. (Not: Vaktiyle NT'ler de her ilde farklı isimlerde açılırlardı ki, teşhis edilemesinler. Dersaneleri de yine böyle bir sistemde, her bölgede farklı isimdedir.) Hatta bu durum ulusal bazda son yıllarda 'isimlendirmeler' boyutuna da sıçramış durumda. Gerek Ekrem Dumanlı'nın cemaati yeterli görmeyerek koyduğu camia ismi, gerek Hüseyin Gülerce'nin bunu da yeterli görmeyerek koyduğu Hizmet Hareketi ismi, camianın ilk kullandığı isimler değil. Daha evvel de Gülen Hareketi, Gönüllüler Hareketi, Sevgi Hareketi vs. şeklinde birçok isim belirlemişlerdi. Ve dönem dönem bunları kullandılar.

Bunun yanısıra bu isim merkezli tartışmalar esnasında, bunların arkaplanında ne oldukları üzerine de birçok tartışma oldu. Hüseyin Gülerce, bir yazısında kendilerini 'insanî bir hareket' olarak tarif ettiği halde, daha sonra eleştirileri 'dinî bir harekete bu tarz eleştiriler yapılmaması gerektiği' şeklinde uyarılar yaparak absorbe etti. Yine dönem dönem camia içinde yazarlardan bir kısmı, kendilerini dinî ve siyasetsiz bir hareket olarak tarif ederken, diğer bir kısmı sivil toplum örgütü olduklarını ve bu nedenle siyasete karışmaya hakları olduğunu söyledi.

Tabanda da camianın duruşu kararsız. Kendisini Bediüzzaman takipçisi Nur talebesi olarak gören de var, (geçen bir okurumun yaptığı gibi) "Nurcu olmak zorunda mıyız?" diye itiraz eden de. Ülkücü olan da var, liberalliğe yakın olan da. Bunlar elbette bir açıdan zenginlik, fakat kötü olan şu: Bunların tamamı fili tarif eden adamlar gibi, camianın tamamının böyle olduğunu ve asıl ideolojilerinin bu olduğunu düşünüyor. Anadolu'da bir ev imamı kendilerini emperyalizmin düşmanı ve âlem-i İslam'ın esaretten kurtulmasına vesile olarak görürken, daha üst kesimden birisi Amerikan ruhanileriyle ittifak halinde bir İslam hareketi olduklarını söylüyor. Daha başka bir yerde sadece bir sevgi hareketi oldukları konuşuluyor. Daha başka bir yerde daha başka...

Tam bir belirsizlik. Tam bir elinden ve dilinden emin olamama hali. Eğer her cemaatin bir şahs-ı manevisi varsa, ki vardır; bu cemaatin şahs-ı manevisinin gerçekten eli, dili, aklı başka başka şeyler söyleyip duruyor.

Bir noktadan sonra bu durum içselleştiriliyor da. Camianın her bireyi, kendilerine kim gülücük gösterse (İslam'a verdiği zararları unutup) ona muhabbet gösterecek, hatta elinde şefaat hakkı olsa, ona şefaaat edecek bir şekle geliyor. İki yıl önce muhabbetinden duvarları yıktıkları, oy sandıklarının başında nöbet tuttukları bir iktidarı, sırf bir kurumlarına zarar veriyor diye âlem-i İslam'a faydalarını ayaklarının altına alarak Firavun, Karun ilan edebiliyor. Bütün bunlar işte benim kasettiğim çok kimliklilik probleminin içinde. Gülen Hareketinin, camianın, cemaatin, Hizmet Hareketinin, Gönüllüler Hareketinin veya artık ismi her neyse, o hareketin ne olduğunu tam olarak tâbileri de bilmiyorlar. O kadar çok farklı dil, metot ve beyan var ki; akıllarına mukayyet olmalarının tek yolu, bölge abisi/imamı ne derse onu yapmak. Kendi şalterlerini kapamak.

Örneğin; bir Allahın kulu sormuyor, 80'lerde Batıyı sokmadığı çukur olmayan, kitaplarında ağır Batı eleştirisi yapan Hocaefendi; 90'larda neden hiç Batı eleştirisi yapmıyor? Neden birden diyalog coşkusu geçiriyor? Hükümetin 2000'lerdeki açılım gündemi oluşuncaya kadar Kürtlerin haklarına dair, Kürtçenin meşruiyetine dair tek beyanını duymadığım Hocaefendi, neden birden bütün eserlerini Kürtçeye çevirmeye başlıyor? Hatta mazide cemevlerinin varlığına çok da sıcak bakmadıklarını bildiğim camia, neden şimdi cami ve cemevi projesini gündeme getiren oluyor? Bu evrilmeler, kırılmalar, değişmelerin bir ilkesel açıklaması var mı?

Ben camiayı bu yönüyle en çok matruşkaya benzetiyorum. Her katmanda sizi farklı bir yüzle karşılayan bir matruşkaya. Fakat bu, kesinlikle bir dinî cemaatin (eğer hâlâ öylelerse) ilkeli duruşunun örneği değil. Bu duruş, daha çok siyasi bir hareketin hareket tarzı. Onlarda görsek, tasvip etmesek de, yadırgamayız. Onlardan müttakilik beklemiyoruz zaten. Ama camiada görünce yadırgıyoruz. Başbakan da bu yüzden yadırgıyor. Sık sık siyasi içerikli demeçler veren, ülkesinin başbakanıyla siyasi bir lider gibi polemiğe giren, yolsuzluk operasyonunun tarafıymış gibi savaşan, kimin kaseti çıksa mutlaka dönüp dolaşıp mevzu ona da uzanan bir din âlimi. Kabul edelim, biz böyle âlimler görmeye alışık değiliz. (Not: Bu çok kimlilik sorununu birkaç yazıda daha teşhis etmeye çalışacağım. Bunu bir başlangıç kabul edin.)

31 Aralık 2013 Salı

Siz hüsnüzanla 'aptallığı' karıştırıyorsunuz

"Bu hadisenin manevi esbabını ve neticelerini görmüyorlar, ta ki intibaha gelsinler." Bediüzzaman, 14. Söz'ün Zeyli'nden...

Nakledilir ki; Hz. Safiyye annemiz, bir itikafı sırasında Allah Resulü aleyhissalatu vesselamı ziyaret eder. Bir müddet sohbet ettikten sonra, hanesine dönmek için izin isteyince, Efendimiz de eşini uğurlamak için hareketlenir. Bu sırada, yolu oraya düşmüş birkaç sahabe, yanlarından hiç duraksamadan geçerler. Efendimiz, sahabilerine seslenir. Sonra eşinin yüzünü açarak onlara der: "Bu, eşim Safiyye'dir." Kendilerine bu açıklama yapılan sahabiler, hayretler içinde derler ki: "Ya Resulallah, senin hakkında nasıl kötü düşünülebilir?" Allah Resulünün onlara verdiği cevap manidardır: "Şeytan, insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır durur."

Ben bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, 'zanna' bakışımızdaki eksikleri düşünürüm. Yalnızca hüsnüzanna da değil üstelik; suizanna, gıybete ve daha nicelerine. Biz ne zaman böyle bir meseleyi ele alsak, sorumluluğu 'zannı yapana' yükler ve kaçarız fazlasını irdelemekten. Muhatabın da o zannın oluşmasında sorumluluğu olabileceğini düşünmeyiz. Efendimizin latif beyanını tekrar edersek; muhatabımızın da damarlarında şeytan dolaştığını ve onun fellik fellik malzeme aradığını aklımıza getirmeyiz. Bu yüzden belki de, Allah Resulü, mezkûr hadisenin arkasında ikinci bir ders verir bizlere:

"Zannın (suizan, gıybet, iftira beraber düşünülmeli burada) oluşabileceği durumlarda muhataplarınızla empati yapın ve mümkün mertebe şeffaf olarak, şeytanlarının kullanabileceği malzemeler vermekten kaçının." Safiyye'nin yüzünü açmak meselesi arkasında böylesi bir kanun-u umuminin ucu görünür bana: "Müminler arası şeffafiyet ve açıklık, nifak tohumlarının ekilmesinin engelidir."

Belki de bu yüzden, etrafında her türlü fitnenin ve cadı kazanının kaynatıldığı bir dönemde Bediüzzaman Hazretleri "En büyük hile hilesizliktir!" diyerek kendi talebelerine alabildiğine bir açıklığı tavsiye etmiştir. Elbette bu açıklık, her yaptığından herkesi haberdar etme anlamında değildir; ama muhatabın zaten haberdar olacağı veya olduğu, şeytanların buradan kötü bir enformasyon üretebilecekleri her zeminde böyledir.

Tarihçe-i Hayatı'nı inceleyenler de bilirler ki; Bediüzzaman, asla ve asla gizli saklı işlerin insanı olmamıştır. Onun toplum karşısındaki durumu; ne yaptığı, amaçladığı, (mahkemelerde kullandığı argümanlar ekseninde düşünülürse) ne söylediği ve düşündüğü gayet belli bir insan profilidir. Takıyyecilik, meslek ve meşrebinde kesinlikle olmamıştır. "Sonuçlar için süreç içinde fedakârlıklar, ikiyüzlülükler yapılabilir ve tavizler verilebilir!" cümlesi kesinlikle onun duruşunun ifadesi değildir. Bilakis, sonuç her ne olursa olsun, onu takdir-i ilahi bilip karışmayan; ama sürecin kendi uhdesinde olduğu bilen ve onu takva ile atlatmaya çalışan bir mümin görünümündedir. (Celaleddin-i Harzemşah örneğini anımsayalım.) Hadis-i şerifteki beyana gelirsek yine; "O, müminlerin elinden ve dilinden emin olduğu kişidir." Hayatı boyunca da bu emniyeti korumaya çalışmıştır.

Gönül ister ki; onun yolundan gittiğini söyleyen herkes de bu açıklığı koruyabilsin, bulanık sularda gezmekle müminleri endişeye sevk etmesin. Ama maalesef bugünlerde yaşadığımız karmaşa da göstermektedir ki; Bediüzzaman'ın süreç odaklı takva çizgisinden, sonuç odaklı makyavelist veya pragmatist bir çizgiye evrilenler de vardır. Ve bu evrilenler, süreç içinde sadece sırat-ı müstakim çizgisini değil; şeffafiyetlerini de kaybetmektedirler. Ve bu kayboluş, beraberinde, müminler mabeynindeki hüsnüzannı/güven ortamını da yıkarak, suizannı (ve onun devamında gelen gıybet ve iftira gibi günahları) uyandırmaktadır. Damarlarda dolaşan şeytanlara her türlü malzeme verilmektedir. Halbuki Risale-i Nur'un bu vatan toprakları için emniyet sübabı olmasının bir vechi de işte bu açıklığıdır, bu şeffafiyetidir ki; böyle bir mesleğe bakanlar yalnız nur görürler ve kaçmazlar. Topuz korkusu çekmezler.

Sohbetlerine katılanlar içinde bir kast sistemi bulunan ve her kast, kendi içinde ve kendine özel dersler yapan; derslerine gelenler cep telefonlarını kapıda bırakan; emniyet içindeki, yargı içindeki, daha bilmem nerelerdeki memur yapılanmaları bilinen ama kimlerdir ve ne amaçları vardır sis perdeki altında saklanan; bunun dışında, destek verdiği veya bizzat bünyesine kattığı gazeteci ve yazarların yazdıklarıyla ve bağlantılarıyla 'hedeflerinin korkutuculuğu' bütün ümmeti ürküten bir cemaat, bir camia, bir hareket, artık ne derseniz deyin, kesinlikle ve kesinlikle Bediüzzaman'ın yolunu takip ediyor olamaz. Bediüzzaman'ın yolunu takip edenler, emniyet-i umumiyeyi sağlarlar, böylesine ortalığı karıştıracak malzemeler üretmezler.

Üstelik, sonuç odaklı devam ettiği için, sonuca ulaşmasına kim yardımcı oluyorsa, onunla hemen kolkola giren; ama sonuca ulaşmasına engel olduğunu düşünüyorsa, en dindar hükümete bile şeytan gibi düşman olabilen bir camia, hiç kimse kusuruma bakmasın, kesinlikle ve kesinlikle Bediüzzaman'ın yolunda değildir. Ve ben bunu söylemeye Bediüzzaman'ın hukukunu müdafaa anlamında mecburum.

Üstadımdan beddua öğrenmediğim için etmem. Ancak "Allah lütfuyla ıslah etsin!" derim. İnşaallah, tez zamanda bu camiadaki ehl-i insaf kardeşler, bu yolun yol olmadığını farkederler. Bütün gazetelerini, medya organlarını, hatta kişisel sosyalmedya hesaplarını bir fitneyi harlandırmak, tutuşturmak için kullandıktan sonra; sağdan soldan, kendisiyle bağlı kurumlardan; "Bizim hükümetle bir düşmanlığımız yok!" tarzı, açık söyleyeceğim, ikiyüzlü beyanatları okumak, onların gözümüzdeki değerini daha bir düşürüyor.

Öfke ile haykırmak istiyoruz: Bütün bu olanlara rağmen bizden hâlâ hüsnüzan istemek ha! Efendiler, efendiler... Siz hüsnüzanla 'aptallığı' karıştırıyorsunuz. Müminleri bu kadar ahmak mı zannediyorsunuz? Her çirkinliği yapışınızı apaçık izlerken hepimiz, tekrar aynı muhabbeti size duyarız mı addediyorsunuz? Böyle bir ahmaklıktan kendim ve tüm ümmet adına Allah'a sığınırım. Müminin ferasetinden korkun, korkmalısınız! Fakat şu var: İçinizde lillah için çalışan çok masum da var. Onlara yazık olacak diye üzülüyoruz. Dilerim Allah'tan ki, o masumlar tez zamanda uyanırlar da 'Safiyye'nin yüzünü açmakla' bu fitnenin içinden sıyrılırlar. Yoksa, bu gidişin bir çukura doğru olduğu çok açık. Rabbim doğrunun ve doğruların yardımcısıdır.

29 Aralık 2013 Pazar

Camia bektaşiliğine reddiyemdir

Ben bu beddua meselesine neden taktım? Çünkü oradan bir zihniyet probleminin ucunu yakaladığımızı düşünüyorum. Eğer bu beddua meselesinde, camiacı kardeşler meşrulaştırma yoluna girmeyip "Evet, Hocaefendi bunu yaptı, ama yanlış yaptı. Bir an sinirle oldu herhalde. Biz de tasvip etmiyoruz!" deselerdi hiç peşine düşmeyecektim. Fakat öyle olmadı. Her yerde çarşaf çarşaf paylaşıp bir de peşine sürü sürü kendi aminlerini taktılar. Hatta bırakın 'hata' olarak görmeyi, hata diyenleri bile dokuz köyden kovacak bir şekle getirdiler. Bir de ayetten, hadisten zor tevillere giriştiler. Ben müslümansam, hukuk-u İslamı, hukuk-u Resulullahı bu yanlışlığa karşı müdafaa etmem gerekir. Zerrece geri adım atmam. Çünkü "Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan (kafalarını çatlatırcasına) apaçık bildir!" ayeti, pes etmeyi değil, hakta sebat etmeyi emrediyor. Ben de sebat edeceğim.

Bir insanın ahlakı istisnalardan değil, geneldeki tavrından/duruşundan anlaşılır. Bir dinin aşıladığı ahlak da yine istisnaların ahlakı değil, hayata bakışının ahlakıdır. Bu yönüyle sanıyorum herkes İslam'ın da bir lanet/beddua dini olmadığını takdir eder. Buna bağlı olarak Allah Resulünün ahlakı da (haşa, yüzbin defa haşa) bir lanetçi ahlakı değildir. Yani Allah Resulü, ümmetine bir miras olarak lanetçiliği bırakmamıştır. Aksine; azıcık İslam'dan nasibi olan bilir ki; kendine kötülük edene dahi mümkün mertebe iyilik etmek, hoşgörüyle bakmak bu dinin emridir. Yine Bediüzzaman'ın lanet bahsindeki ifadesini alıntılayacağım buraya: "(...) zem ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... " Yani Kur'an'ın kulluk anlayışının iki temel rüknü olan takva ve amel-i salih eksenlerinde, hangisinden bakarsanız bakın, lanet tehlikeli ve olumsuz bir iştir. Ne takvaya katkısı olur ne de amel-i salihten sayılır.

Hal böyleyken ve İslamın bu noktada duruşu gayet açıkken, hâlâ kurtuluş kapısı aramak, iyi niyetin değil, olsa olsa meczupluğun delili sayılabilir. O kadar insanı etrafına toplayıp gayet kontrollü ve iradî bir şekilde 'yuvaları bozulsun, evlerine ateşler düşsün' gibi genellemelere sahip; (varsa eğer) suçluyu, yakınındaki masumlardan ayıramayan (öyle ya, o yuva kuş yuvası değil herhalde, insanlar beraber yaşıyor orada) bir bedduayı etmek, onlara amin dedirdiği yetmiyormuş gibi daha binlerce insana video paylaşımı yaparak çarşaf çarşaf amin dedirmek, bu vatanda bir acayip fitne ateşi tutuşturmak, nasıl iyi anlaşılabilir ve buna nasıl cevaz aranabilir? Camiadaki kardeşlerime soruyorum. Ellerini Hocaefendi kasetlerinin üzerine değil, vicdanlarına koysunlar; beş dakika onu hayallerindeki makamdan indirip normal bir insan olarak düşünsünler de cevap versinler.

Bir de şimdi Bediüzzaman'ın hayatındaki iki hadiseden hareketle bu tevbeler edilesi hareketi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Onlardan birisi; ne mal olduğu belli bir valiye zulmünün tazkiyatından, çektiği acıdan ettiği, hedefi belli ve hiçbir masumu mağdur etmeyen ve etmeyecek bir beddua; diğeri ise, Meşihat dairesi yangınına tevafuk etmekle bahsettiği, yine içeriğinde ne olduğu bilinmeyen ve imanım var ki, kesinlikle masumların dahlolmadığı, lafzında da bu hassasiyetin gözetildiği ikinci bir âh hadisesi. Bu iki hadiseyi alıyorlar, esnetiyorlar da esnetiyorlar, kendilerine çıkış kapısı buluyorlar.

Efendiler, tekrar soruyorum: Bu insanın ahlakı istisnalarından mı çıkarılır, yoksa genel uygulamalarından mı? Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın ziyade şefkatinden, oğlu ashabından olduğu için ona muhabbetinden bir münafığın cenaze namazını kıldırdığı rivayet olunur. Fakat 'münafık namazı kılmak' diye bir sünnet var mıdır? Eğer sünnet-i Resulullah ile bu beddua bahsine cevaz arıyorsanız, gayretiniz boşa. Resulullah bu ümmete, hayatından binler hadise şahit ki, bir lanetçi olarak gelmemiştir. Taif'te taşlandığında bile müşriklerin soylarından gelebilecek müslümanlar/masumlar için endişe etmiş, azap istememiştir.

Şimdi siz karşımıza geçmiş, işte kesin bir adres vermedi, eğer ile söyledi, o yüzden birşeycik olmaz diyorsunuz. Ben de diyorum ki: Bilakis, adres vermediğinden bu beddua daha tehlikeli oluyor. Bugün bu yolsuzluk meselesinin perde arkasında uluslararası dolaplar dönmediğini kim söyleyebilir? Mevcut İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı'dan tutun ta kimlere kadar herkes bu fikirde. Aklı başında kime gitseniz, böyle düşünüyor zaten.

Geçtiğimiz gün havaalanındaki karşılamadaydım mesela. Orada nereden baksanız onbinler vardı. Hepsi böyle düşünüyordu. Ne oluyor o zaman? Soruyorum size: Bu beddua ne oluyor? Hukuk içre meseleleri böyle vaizlerimizi çıkarıp lanetleşerek mi konuşmaya başlayacağız; yoksa asıl mesleği hukukçuluk olanlar, bu dalda ehl-i ihtisas olanlar mı çıkıp konuşacak? Nereye gidiyor bu mevzu?

Madem Ali Osman Şimşek, külliyattan alıntı yapmış. Biz de biraz alıntı yapalım da, Bediüzzaman'ın bedduaya karşısındaki duruşu daha net ortaya çıksın. Çünkü farkettim ki, bu abiler Risale okudukları halde, Risalelerin men ettiği bir bektaşilik yapıyorlar. "Bu insaflı mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştırmayız. Hatta (temsilde hata olmasın) bir Bektaşiye 'Niçin namaz kılmıyorsun?' demişler. O da 'Kur'ân'da 'Namaza yaklaşmayın!' var...' demiş. Ona demişler: 'Bunun arkasını, yani 'Sarhoş olduğunuz zaman...'ı da oku!' denildiğinde, 'Ben hafız değilim' demiş olması kabilinden, Risale-i Nur'un bir cümlesini tutup o cümleyi tâdil ve neticeyi beyan eden âhirini almayarak aleyhimizde verilmektedir."

Ben de bu 'ahirini almayarak aleyhimizde vermek' meselesi üzerine şimdi Üstadımı müdafaa ediyorum. Buyrun abiler, ahirini de okuyun:

"...Beşincisi: Benim ve Risale-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların hatırına binaen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum..." (Şualar)

“Bugünlerde, Risale-i Nur'a suikast edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta'ya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Isparta'daki iyilerin yüzünden suikastçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua yerine "Yâ Rab, madem Isparta, Risale-i Nur'un bir Medresetü'z-Zehrâsıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü âkıbet ver" diye dua eyledim ve ediyorum.” (Kastamonu Lahikası)

“(...) Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selam söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hatta tecavüz edilse de bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var...” (Kastamonu Lahikası)

“(...)İmanı kuvvetli bir zabıta veya adliye memurunun, on adam kadar millete ve vatana faydası olabilir. Onun için, maddi zayiatımız, bu manevi faydaya nisbeten hiç ehemmiyeti yok. Münasip gelse, benim tarafımdan da Emniyet Müdürü ve Müdde-i Umumiye selam edip deyiniz ki: "Ben onlara beddua değil, bilakis dua ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara iman-ı kamil ve hüsn-ü hatime ver ve Nurlardan müstefid yap..." (Emirdağ Lahikası)

"(...) Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur'un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: 'Bu müdde-i umumînin kızıdır.' O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur'un, o mucize-i mâneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti.” (Emirdağ Lahikası)

"(...) Sizler de, o zatı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevk etmeyiniz; hatta tecavüz edilse de, beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem îmanı var, o noktada kardeşimizdir, bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha şiddetli düşmanlar ve yılanlar var. Elimizde nur var, topuz yok. Nur incitmez, ışığıyla okşar...” (Tarihçe-i Hayat)

28 Aralık 2013 Cumartesi

Hakiki Ziyaeddin'den hakikat-i Hocaefendi'ye hayal sevicilik

Hayali sevmek, hakikati sevmekten kolaydır. Çünkü kusurlar görünmez. Fakat çılgıncadır. Hayalin üzerinde her türlü mübalağa mümkün olduğundan, hayalini sevenler, hakikati sevenlerin dile getirirken tereddüt yaşayacağı pek çok şeyi, maşukları hakkında, hiç tereddüt etmeden tahayyül edebilirler. Bunu asla 'taakkul' seviyesine taşımayacaklarından mantıkla sınamaları da gerekmez. Tasdike ve iz'an'a da uğramazlar. Doğrudan iltizama geçerler. Zihnin meratiplerinde iltizam, iz'an'dan sonra gelse de, süreç doğru yaşanırsa o makamın hakikî kıymeti tezahür edebilir. Aksi takdirde; erişilen iltizam, taassuba sebebiyet veren bir kör olma iması ve manası içerir. Mihengi asla kabul etmez. Bir nevi, hayalden itikat devşirilir.

Bunu size bir temsille anlatmam gerekiyorsa, en uygunu sanıyorum yine Bediüzzaman'ın Kastamonu Lahikası'nda verdiği Hz. Ziyaeddin (k.s.) örneği:

"Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum: O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Hazreti Ziyaeddin'in (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsnüzan etse de makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki: 'Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var.'

Beni onunla raptetmek için çok harika makamlarını beyan etti. Ben de o kardeşime dedim ki: 'Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin'i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin.

Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin'i, sen de hayalî bir Ziyaeddin'i seversin.'"

Hayaline âşık olanlar, aşkın hakkını vermek ve onda gark olmak için hayalin suretini istedikleri gibi değiştirebilir, yüceltebilirler. Zevkli de bir iştir bu. Fakat diğer taraftan, bu yüceltmede sorunlar da vardır. Mesela; muhatap, bu yüceltmeyi ne kadar kaldırabilir veya hakkını verebilir? O hakkını veremediği zaman, bu durum, bizi ne boyutta etkileyebilir? Yine Bediüzzaman'ın 15. Söz'de verdiği misalle dile getirirsem:

"(...) birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler, bir cinsten olanlar birbirinin sûretine girebilirler, mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten, insanları iğfal ederler; fakat, dâimî iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında alâküllihâl, etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar ve tekellüfâtlar sahtekârlığını gösterecek; hilesi devam etmeyecek. Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbni Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır!"

O sebepten ömrüm oldukça hayal sevicilerden olmamaya çalışacağım ben. Güzelin suretini, hakikat aynasından ne kadar seyredebiliyorsam, kaç delille o suretteki izleri ispat edebiliyorsam, o kadar seveceğim. Fazlasındaki lezzete, her ne kadar ondan bir hayır umud ediliyorsa da, girmeyeceğim. Çünkü dengesizliği de görüyorum. Öyle bir hayal seviciliğine ve mübalağaya girenler, daha sonra o muhabbeti yönelttikleri kişi, makamın hakkını veremeyince, kusurundan hareketle onun o makamda olmadığını anlamak yerine; kusurunu inkâr edip onu o makamda görmeye devam ediyorlar. Tabii o kusur da boşta kalmıyor. Birşeylere sirayet ediyor.

Son günlerde üzerinde en çok konuştuğumuz şeylerden olan Hocaefendi'nin bedduası/laneti meselesi de bence yukarıdaki mizanlarla ele alınırsa, bize sağlıklı dersler verebilir. Özellikle bedduadan sonra yaşananlar, sevenlerinin o bedduayı meşrulaştırma ve hoşgösterme üzerine sergiledikleri gereksiz ve tehlikeli çaba, aslında sevilenin hakiki Hocaefendi olmadığını isbat ediyor bizlere. Onu çok yüce bir makamda hayal edenler, hakikatin sureti öyle çıkmayınca, sureti inkâr edip yahut meşrulaştırıp hakikati incitmeyi tercih ediyorlar. Çünkü onca mübalağa inşasından sonra o sevgiden vazgeçmek kalplerine çok ağır geliyor.

Kendim ortaokulda ve lisede abilere gittiğim dönemden biliyorum. Bediüzzaman'ın kışta gelen, Hocaefendi'nin baharda gelen olduğuna yapılan vurgulardan tutun, onunla ilgili anlatılan fizikötesi/fantastik şeylere (mesela 'nabzı yokmuş, doktorlar bulamıyorlarmış' gibi) kadar pek çok şeyde insanüstü bir Hocaefendi tasavvuru sevenlerine nakşediliyor. Hatta bunun ötesinde, ahirzamanda asıl beklenen şahsın o olduğu, Bediüzzaman'ın sadece ona ortam hazırladığı yönündeki telkinler, meselenin ne kadar sağlıksız bir zeminde yürütüldüğünün delilleridir kanaatimce.

Bu noktada ikna edemediklerim varsa, o dönem hizmetteki abilerden dinlediğim, daha sonra ise Bediüzzaman'la ilgili hiçbir kitapta bulamadığım bazı hatıralardan bahsedeceğim:

Efendim, güya bir keresinde Bediüzzaman'a sormuşlar: "Seyda, neden hiç İzmir'e gitmiyorsunuz?" Demiş ki: "İzmir'in sultanı gelecek." (Bu noktadan hareketle Hizmet Hareketinin İzmir'den başlamasına atıf yapılarak o sultanın Hocaefendi olduğu telkini yapılıyordu.) Bir diğeri ise, yine yakın bir kurguda, şöyle: Bediüzzaman'a sormuşlar: "Seyda, neden vaaz vermiyorsunuz?" Cevaben demiş: "Kürsülerin sultanı gelecek..." (Buradan da Hocaefendi'nin hitabetine ve vaiz oluşuna vurguyla onun Bediüzzaman'ın müjdelediği şahıs olduğu aktarılıyordu. Halbuki burada hata var: Bediüzzaman sağlığında çok vaaz vermiştir. Hassaten Erek dağına çekildiği dönemde.) Bir de sarıklı genç mevzu var, ama ona hiç girmeyeyim. Yazı uzar gider. Rüyaları da zaten bu yüzden atladım.

Hasılı, demek istediğim şu: Eğer tahayyülünüz, hakikate isabet etmiyorsa ve arası giderek açılıyorsa, o zaman o tahayyülün gerçek hayatla sınandığı noktalarda sıkıntıya düşmeniz normal. Açıklamakta zorlanabilir, daralabilir, eğer hakikati bulma yoluna girmezseniz, sırf hayaliniz gerçek olsun diye hakikati incitebilirsiniz. Bence camiadaki kardeşlerin beddua konusunda bir türlü gereken açılımı yapamamalarının sebebi de bu. (Yapan da Osman Turhan veya Ahmet Taşgetiren gibi dışlanıyor zaten.) Ve hatta biraz daha ileri gideyim: Mavi Marmara gibi, "Başörtüsü füruattır..." gibi meselelerde hâlâ ümmetle bir sulh yolu bulamamalarının nedeni de bu. Hakikatle yüzleşmek istemiyorlar çünkü. Hakikatle yüzleşmemek, mukni beyanlar üretebilmelerini güçleştiriyor. Tahayyül-ü Leyla'yı seven, asl-ı Leyla'yı anlatabilir mi hiç?

27 Aralık 2013 Cuma

Mürşid hata yapmaz mı?

"Size ben, 'Allah’ın hazineleri yanımdadır' demiyorum; gaybı da bilmem. 'Ben bir meleğim' de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, 'Allah, onlara asla hiçbir hayır vermez' de diyemem. Allah, onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten zâlimlerden olurum." (Hûd, 31)

Bediüzzaman gibi bir mürşidin takipçisi olduğum için ebediyen Allah'a hamdederim. Çünkü, evvela, mürşidim kendi hayatını eleştirebiliyor. Eski Said, Yeni Said diye ikiye ayırıp, ikincisi rağmına birincisinin hatırını incitebiliyor. Hem bu kadar da değil. Yazdığı en çetrefilli meselelerde bile "Ben dedim, böyle kabul edin" demiyor. Diyor ki: "Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve kat iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakîni, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakîni kısmındandır."

Ve hatta başka bir yerde diyor ki:

"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."

Ben bu yüzden Üstadımı çok seviyorum. Onun taklidi sevmeyen yapısından, en küçük meselelerde bile aklın hatırında 'acaba' bırakmayan müdakkik anlatımından çok istifade ediyorum. Belki de o beni böyle alıştırdığından, bu temayülde olmayan mürşidlerin derslerinden istifadem az oluyor. Sıkılıyorum. Bunalıyorum. Çünkü irdeliyor, sorguluyorum. Onlar da beni pek sevmiyor. Her neyse. Mazim, bu noktada yeterli delil içerir sanırım.

Bugünlerde de, hepimizin bildiği bir mesele yüzünden, bir kez daha böyle bir Üstadın takipçisi olduğum için Allah'a hamdettim. Bir mürşidin, belki bir kızgınlık anında, takipçileri huzurunda ettiği (masumları ayırmakta yeterli hassasiyeti gözetmediğini düşündüğüm) acı bir bedduanın doğurduğu yıkıcı sonuçlar, müminler mabeynine saldığı tehlike, oluşturduğu düşmanlık, dillerde ve kalplerde açtığı yara, geçtiğimiz günlerin en çok üzerine konuştuğumuz meselelerinden birisi oldu.

İnsanlar hata yapabilir. Hiçbirimiz peygamber ismetine/korunmuşluğuna sahip değiliz. Âmenna! Bunları inkâr ediyor değilim. Fakat bu bedduanın ardından o mürşidin takipçilerinin takındığı bir tavır var ki; bunu cidden analiz etmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onlar, mürşidlerinin bu hatasına 'hata' demedikleri gibi, Kur'an'dan ve hadisten burhanlar bularak bu kem işi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de nasıl bed bir çığır açtıklarının farkında değiller.

Öncelikle apaçık söyleyeyim: Bence bir mürşidin, gayet geniş olan burhan-ı yakîni yolunu terk edip (yani deliller eşliğinde konuşmayı bırakıp) kazıye-yi makbuleyi tercih etmesi (haydi bunu geçelim, bu görece masumdur), hatta karşı tarafın 'manevi baskıyla' susturulmasını netice verir (ümidiyle) beddua ve lanete girişmesi, takipçileri adına ciddi tehlikelerin alametidir. Çünkü böylesine delil sunmaz ve sorgulanamaz liderci ekoller, lider iyiyken iyi olsalar da, lider kötü olunca, bir seyyieleri bin seyyieye dönüşecek büyük yıkımlar yapabilirler. Onları durduracak bir şüphe refleksi oluşmadığından, kararda kalamazlar. Suistimalleri de, mürşidin 'iyi niyetini' çok çok aşar.

Bundan daha tehlikelisi: O ekollerin bir kısım takipçilerinin liderlerinin hatasına 'hata' diyemeyip, tenzih-i mürşid etmek niyetiyle din-i mübin-i İslam'ı kirletmeleridir. Halbuki hataya hata denilse, İslam pak olur; mürşid, tevbe edinceye kadar küçük bir arızaya maruz kalır. Kemaline (eğer beklenen şey bir ismet değilse) nakıse gelmez.

Öteki türlü olduğunda ise; mürşid 'kurtulmuş gibi' görünse de açılan tehlikeli çığır, tehlikeli meşrulaştırma, ondan sonra o yoldan gidecekleri varta olarak bekler hale gelebilir. Diyelim; örneğimiz, mezkûr beddua gibi birşey olsun. Bu tarafın da, karşı tarafın da meczupları (ki her meslekte vardır); öfkelerine mağlup olarak birbirleriyle her köşebaşında lanetleşir hale gelebilirler. Eserlerinde temsillerin, ilmin elinden cehlin eline düşmesiyle yaşanan garipliklere dikkat çeken Bediüzzaman, bu noktada da rehber edinilmelidir. Bu çirkin çığır, cehlin eline düşerse sonuçları ne olur? Hiç düşünülmüş müdür?

Geçtiğimiz gün Ali Osman Şimşek'in, mezkur hadiseyi meşrulaştırmak için Efendimiz aleyhissalatu vesselamın hayatından ve Bediüzzaman'ın hayatından örneklerle süslediği, fakat alıntıladığı olayların konjonktür ve mahiyetlerini tamamen ıskalayan, metnini okudum. Daha evvel de Abdullah Aymaz abinin yine benzer meşrulaştırma çabasını okumuştum köşesinde. Doğrudan diyeyim: Yani anlayamıyorum. "Bu hatadır, olmuştur, Hocaefendi de insandır..." demek bu kadar kolay ve güzel bir yolken, hâlâ neden zorlama örneklerle mesele meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır? Neden tek bir kişinin hatası sayılabilecek bir mesele (kendisi dahi bir sonraki Bamteli sohbetinde geri adım attığı halde) şerhlerle bir çığır haline dönüştürülmek istenmektedir? Bunun mantığa sığan bir tarafı var mıdır acaba?

Gariplikler zamanındayız. Bediüzzaman'ın 'hakikat mesleğinden' istifadeyle başlayan bir yolun, nasıl burhan-ı yakîniden tekrar eski usûle, yani kazıye-yi makbuleye evrildiğine şahit oluyoruz. Sanıyorum, bizdeki böylesi her kırılmanın başı; hüsnüzan ve adem-i itimat arasında korunması gereken dengenin gözetilmez oluşu. Gark olmak, mest olmak, ehl-i sekr olmak hoşumuza gidiyor. Şeyh uçurmak, uçurtma uçurmaktan keyifli galiba. Sormaksa... Sormaksa, pek çoğumuz için edepsizlik, nezaketsizlik, anlamama belirtisi. Fakat kardeşlerim: Sormayan bir peygamberin kıssası var mı Kur'an'da?

26 Aralık 2013 Perşembe

Ne tehevvür, cesaret; ne lanet, amel-i salih

"Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler." (Hucurat, 11)

İnsanî bir tereddüt hep olmalı. Sahabe mesleği bu. Hz. Ömer'den ders aldığımız birşey. Hani o mübarek demiş: "Herkes cehenneme girse, yalnız bir kişi cennetlik olsa, umut ederim ki, ben olayım. Herkes cennete gitse, bir kişi cehennemlik olsa, korkarım ki, ben olayım." Öyle birşey. Seviyorum böyle bir tereddüt yaşamayı. Çünkü korkuyorum akıbetinden emin olanlardan. Bu eminlik, rivayetlerde endişe edilmesi gereken birşey olarak naklediliyor. Hepimizin bahtı Allah'ın elinde ne de olsa. Takdir onun elinde. Ve o, kişi ile kalbi arasına giren. Ve o, kalpleri istediği gibi evirip çevirebilen... Onun böylesine tasarrufundayken herşeyimiz ve biz; bizim dediğimiz amellerin bile ne derece ihlaslı olduğunu tesbit edemezken, nasıl emin olalım kendi akıbetimizden ve karşımızdakinin akıbetinden? Nasıl bu kadar kesin konuşalım? Risk alalım?

Dünyayı konuşmak başka, ahireti konuşmak başka. Âlem-i şahadeti konuşmak başka, âlem-i gaybı konuşmak başka. Delili konuşmak başka, zannı konuşmak başka. Levh-i mahfuza nazarı çıkan var mı aramızda? Ya amel defterine nazarı yetişeni? Mizandan sonraki akıbetinin ne olacağını ve şu an yaptığı işin rıza dairesinde mi, yoksa içine bir riya, bir ucb, bir fahr karışmakla abes dairesinde mi yer aldığını hangimiz kesin bir şekilde bilir? Ancak ümid edebilir.

Kendimiz için bile. Kendimizi en çok bildiğimiz halde. Ancak ümid edebiliriz. Ağzımızdan giren gıdanın vücudumuzda nerelere gideceğini kontrol edemediğimiz gibi, yaptığımız amellerin de hangi deftere, kaç sevapla (veya ıskalanmışsa kaç günahla) yazılacağını nereden bilebiliriz?

Bu yüzden severim sahabe tereddüdünü. Amellerinden emin olmamayı. Hz. Hanzala'nın, Hz. Ebu Bekir'i yakalayıp "Galiba ben münafık oldum" deyişini. O tereddüt ile yaşadığı halde meleklerin yıkadığı bir şehit oluşunu. Severim bunları. Çünkü bunlar bize insan olduğumuzu hatırlatan şeylerdir. Yanılabileceğimizi. Hem kendi yanılmamız da sınırlamasın endişelerimizi. Yanımızdakiler de yanılabilir. Onlar hakkında konuşurken daha bir mütereddit olunmalıdır. Zira ayet der: “Rabbim, şeytanın kışkırtmasından sana sığınırım ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” Müminin imtihanı bitmez, şeytandan Allah'a sığınmakla. Ya kendisi selametteyken yanındakiler, emrindekiler, dost sandıkları gaflette bulunuyorlarsa?

Bu yüzden ehl-i sünnetin, ehl-i musavvibenin lanet bahsinde durdukları yeri çok beğenirim. Bediüzzaman'dan almışımdır bunun dersini. Zaten ehl-i sünneti de, musavvibenin duruşunu da o bana ders vermiştir. Şöyle der Bediüzzaman ilgili yerde:

"Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelamın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, 'Yezide lanet caizdir' demiş; fakat 'Lanet vaciptir' dememiş. 'Hayırdır ve sevabı vardır' dememiş. Çünkü, hem Kur'ân'ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şeran bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... "

Sonra hayatını düşünürüm Bediüzzaman'ın. Kendisine büyük zulümler etmiş savcılara, valilere, idarecilere bile beddua etmeyişini. Masumların yüzü suyu hürmetine vazgeçişini. Anlarım ki; ehl-i sünnet mesleğinin bir yanı da vicdan ve merhamettir. Kuvve-i akliyeyi, kuvve-i gadabiyenin eline vermemektir. Ki, kuvve-i gadabiyenin İslamî kullanımı da Resul-ü Ekrem'in hayatı üzerinden şöyle anlatır:

"Meselâ (...) kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî masumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir."

Başta insanî bir tereddütten bahsetmiştim ya. İşte o insanî tereddüt, şecaat-i kudsiyenin bir gereğidir. Tehevvür (çılgınlık), cesaret değildir çünkü. Bir sarhoşluktur. Bir meczup, öyle şeyler söyleyebilir ki; siz, aklınız elinizdeyken onları söyleyemezsiniz. Bir deli öyle şeylere cesaret edebilir ki, siz aklınız başınızda olarak ona teşebbüs edemezsiniz. Çünkü aklınız, insafınız ve vicdanınız tutar ellerinizden. "Gitme!" der. "Gitme kardeşim, orası rıza dairesine girmeyebilir. Seni veya bir başkasını incitebilir." Belki de biraz bu yüzden hadis-i şerif bize şüpheli olanlardan kaçınmayı tavsiye eder. Şüpheli olanı, yani kesin bilinmeyeni, bizim için gayb olanı. Birisi size 'eğer...' diye başlayan sonuçları tehlikeli bir dua tenbihlese, eğer bu gayba dairse, tereddüt edersiniz.

Amel defterinde, ind-i İlahî'de, levh-i mahfuzda yazılı olan, nazarı oraya kadar çıkabilenlerin ancak emin olabilecekleri şeylerde lanetleşmek de böyledir. Evet, Kur'an'da tel'in vardır. Fakat arkasında vahyin olduğu bir Resule, gaybı bildiren Allah tarafından sağlanmış bir eminlikle, hem de küfrü kesin olan bir kavme (Necranlılara) karşı emredilmiştir. Müminler mabeyninde tel'inin kullanılmasına emir yoktur. Cevaz verilemez ve revacı sağlanamaz. Meslek haline getirilemez.

Görüyorsunuz, Yezid konusunda bile ehl-i sünnet uleması ne kadar hassastır! Hz. Ali, iki ehl-i İslam ordu karşı karşıyayken "Bizden de ölenler şehit, onlardan da..." derken ne kadar hassastır. Buna rağmen yine de lanet etmek, hadi edildi bir hata olarak, fıkıhta onu destekleyecek deliller aramak, nasıl bed bir çığır açmaktır! Hem nasıl bir tereddütsüzlüktür ki; rıza dairesi nazarında ve kontrolündeymiş gibi kendi sevenlerini de mahvedebilecek bir duaya tüm tarafların amin demesi istenmektedir?

Kaldı ki, muhatabı da (günahkâr olsa bile) mümindir bu duanın. Muhatabı tekfir etmeye hiçbir delil yoktur. Buna rağmen bu rahatlık, kesinlikle ve kesinlikle, sahabe mesleği değildir. Dengeli bir idrakin ürünü değildir... Allah ümmetin içinde lanetleşmelerden bizi korusun. Ömer bin Abdülaziz gibi, Emeviyenin hutbelerde âdet haline getirdiği ehl-i beyt lanetine dur diyebilecek âlimler ve yöneticiler yetiştirsin. Yeni lanetler inşa edenleri değil. Bize de yanlışa yanlış diyebilecek gücü versin. Amin.

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...