19 Mayıs 2015 Salı

Hz. Hızır hayatta olmasa ne olur?

Düşe Kalka'da Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abiler 'hayat' üzerine konuştular. Hayat derken, hayatın parçalarından birisi üzerine değil, bildiğiniz hayat üzerine. Yani kendisi üzerine. "Neye canlı, neye ölü diyoruz?" gibi bir soruya gelip dayanan programda 'canlılık' tarifinin İslam'da farklı, modern bilimde farklı olduğunu öğrenmiş olduk. Diyeceksiniz ki şimdi: Farklı olduğunu zaten bilmiyor muydun? Ne yalan söyleyeyim, "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis, onlar Rableri katında diridirler!" ayetinin böyle bir "Tanımlarına dön! Sen neye ölü/diri diyorsun?" sorgulaması içerdiğini düşünmemiştim. Bu program sayesinde düşünmüş oldum.

Ortaokul veya lisede canlılığın şartlarını şöyle okuduğumuzu anımsıyorum: 1)Solunum 2)Beslenme 3)Boşaltım 4)Üreme 5)Hareket 6)Hücreli yapı. (Belki bir yedinci madde de vardı, ama anımsayamadım.)

Peki, bu başlıklara münhasır görürsek canlılığı, insan, meleklerin/cinlerin varlığına ve canlılığına nasıl iman eder? İlk gençlik yıllarımda bunun sorgulamasını yaşadığını anımsıyorum. Canlılığı o kadar dar bir alanda tarif ediyordum ki, 'Meleklerle kastedilen belki de sebeplerdir...' diyecek noktaya gelmiştim. Semanın veya yeryüzünün bilimin bir türlü keşfedemediği canlılarla dolu olması fikri tuhaf gelmeye başlamıştı. Şimdi görüyorum ki; canlılığı dar tanımlara sıkıştırmakla bilimin 'tek gözüne' kanaat etmem hatalarımın başlangıcıymış. Yola hangi tanımlarla başlarsanız, yolun sonunda varabileceğiniz de ancak o oluyor. Pencereniz dar olursa, manzaranız ister istemez sınırlı olur. Benim hayat bahsinde penceremi genişleten Bediüzzaman'dı:

"Madem kudret-i ezeliye, bilmüşahede, en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder; ve gayet ehemmiyetle, madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir; ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor; ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette, o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi, ruha yakın ve münasip olan sair seyyâlât-ı lâtife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esir maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvânâtın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlûkları, o seyyâlât-ı lâtife maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır."

Bu noktada Bediüzzaman'ın hem 19. hem de 25. Söz'de tedrisine tanımlarla başlaması büyük bir dersi barındırıyor. 25. Söz'de "Kur'ân nedir, tarifi nasıldır?" sorusuyla kapısından girilen kapsamlı tanım; 19. Söz'de, benzer bir yapıda "Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak..." denilerek yapılıyor. Birincisinde Kur'an, ikincisinde ise Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarif ediliyor. Fakat her iki tanımlamada da nazar-ı dikkati celbedecek bir benzerlik var:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar..."

"Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi..."

Modern zamanlarda kelimelerin anlamlarını kaybedişi; hatta bazen, değil yalnız karşıladığı mananın, kavramların dahi unutulması büyük bir musibet. Bu noktada Risale-i Nur'un böylesi bir kavram dünyasına da davet ettiğini görüyoruz bizleri. Bir mürşidin tedrisine talip olmak, onun kavramlarıyla düşünmeyi gerektiriyor. Yalnız mana değil, lafızlar ve kavramlar da o tedrisin parçası. Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları II'de böyle tarif ediyor kavramların önemini: "Kavramların değişmesiyle değer yargıları değişir; değer yargılarının değişmesiyle de inanç ve hayat tarzları başkalaşmaya başlar." Başka bir makalesinde ise konuyu daha da detaylandırıyor: "Tehlikeli olan bu ruh halidir. Muhtevasını Kur'an ve sünnetin belirlemediği merhamet, sevgi, adalet... gibi büyülü kelimelerin hukukî sahada neyi nereye kadar belirleme gücüne sahip olması gerektiğini kim nasıl tayin edecektir? Hangi ceza türleri bu sözcüklerin kapsama alanında görülmeli ve hangileri bu şişirilmiş alanın dışında bırakılmalıdır?" Benzer yitirilişlere Bediüzzaman'ın da Lemaat isimli eserde dikkatlerimizi çektiğini düşünüyorum:

"Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Peki, hayatın karşılığı/tanımı neden bu kadar önemli? Çerçevesi nereye kadar? Ayetü'l-Kübra Risalesi'ne baktığımızda görüyoruz ki, hayat, müminin kainatı algılayış şeklidir:

"O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti."

Risale-i Nur'da muhtelif yerlerde buna atıflar vardır. İnsanın, kainatı Allah'ın marifetine yönelik okumaya başlamasıyla birlikte varlık hayatlanır, canlanır, anlamlanır. Ona ayna olan herşey Onu tesbih eder. Tesbih eden herşey canlıdır. "Hiçbir şey yoktur ki, onu övüp tesbih etmesin!" ayet-i celilesinden Bediüzzaman'ın çıkardığı ders budur. Bizim canlılık için aradığımız asgarî şartların onlarda bulunmaması canlı olmalarına halel getirmez. Çünkü artık canlılığı bu şartlar münhasır aramayız. Allah'ın esmasına aynalık yapmak yönünde bütün varlık hayattarâne zikir ve tesbihtedir. Hayat dairesi böylesine geniştir. Anlatılır ki; Allah Resulü avuçlarına aldığında taşlar bile hayatlanır ve zikirleri duyulur hale gelir.

Hayat dairesini böylesine geniş anlayan birisi elbette ne Hz. Hızır'ın hayatta olmasına şaşırır ne de Hz. İsa'nın (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) ahirzamanda nüzûl etmesine... Belki Hz. Hızır, Hz. İsa gibi hayatları hayatlarımızdan farklı peygamberlerin üzerinden bize verilen ders de budur: Hayatı yalnızca kendininkinden ibaret görme!

Ebubekir Sifil Hoca, üzerine çokça yazdığı nüzûl-u İsa (a.s.) meselesinin bu noktada tam bir turnusol kağıdı olduğunu söylüyor İslam ve Modern Çağ (3) kitabında. Bir insanın hayat algısını modern zamanların mı, yoksa Kur'an ve sünnetin mi şekillendirdiğini anlamada bu meselenin büyük bir ayraç olduğunu ifade ediyor. Hakkındaki naklî deliller bu kadar kuvvetliyken, aklına uygun bulmayıp Hz. İsa'nın nüzûlünü inkar edenler, modern bilimin 'hayat' tanımını kafalarına yerleştirmiş ve o ezber ile bakınca Kur'an ve sünnetin hayat perspektifine çıkamamış kişiler. Ve tam da bu açıdan Hz. Hızır'ın hayatta oluşu veya Hz. İsa'nın ahirzamanda tekrar dünyaya gelmesi gibi konular, bu insanların kafalarındaki ve dolayısıyla itikadlarındaki sorunları ele veriyor.

Nicedir düşünürdüm Bediüzzaman'ın Mektubat'a "Hz. Hızır hayatta mıdır?" gibi bir soruyla başlamasının sırrını. "Meratib-i hayat beştir..." deyişi çok da lazım olmaz bir bilgi gibi gelirdi önceleri. Şimdi biraz biraz farkediyorum: O mektupta Bediüzzaman; hem ölüme, hem hayata bakışımızı doğru yere oturtmaya çalışıyor. Bugün 1. Mektub'u böyle, yani Kur'an'ın ve sünnetin hayat algısının öğreticisi olarak, anlıyorum. Hasıl-ı kelam: Hayat da dahil olmak üzere tüm tanımlarımız Kur'an ve sünnet eksenine çekilmedikçe, imanın kalesine tam anlamıyla sığınabilmemiz mümkün değil. Çünkü iman ettiğimiz şey, aynı kelimeleri kullansak da, yine modernizm elverdiğince oluyor. Ve modernizm, kendi tanımlarına sığmayan şeyi, itikadımızın en temel parçalarından birisini oluştursa bile, reddeder.

15 Mayıs 2015 Cuma

Duygulanmak da bir dahil olma şeklidir

Rüyayı da Cenab-ı Hakkın büyük bir ihsanı olarak görüyorum. Bu çok sınırlı/kayıtlı dünyanın cenderesinden (daha bir üst âlem için yaratılmış olan) ruhum ve kalbim sıkıldığında, rüyalar bana bir nefes aldırıyor. "Bak!" diyorlar. "Varlık yaşadığından/daraldığından ibaret değil. Ötesi de var." Bir başka varlık âlemi, fakat yüzü daha misalî ve hayalî bana göz kırpıyor. İhtimal, hassas ruhların hayatta kalmasına yarar. "Sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister..." diyor ya mürşidim, işte böyle böyle anlıyorum, hayalgücüm de midem gibi bir rızık istiyor. Çünkü o da hayatıma dahildir. Ve benim hayatım bu dünyaya sığabilecek gibi değildir.

Abes sanma, dediklerimin miraca bakan bir yüzü de var. Fakat hayalî değil, hakikî.

Birkaç haftadır Siyer Okumaları'nda Metin Karabaşoğlu ağabeyden miraca giden süreçte Efendimiz aleyhissalatuvesselamın ve müminlerin yaşadıklarını dinliyoruz. Duygulanmak bir dahil olma şeklidir. İnsanın izlerken kederinden daraldığı, mutlu sonunun çabuk gelmesini istediği bir filmi seyretmek gibi yaşananları dinlemek. Daru'l-Erkam günleri, ambargo yılları, Hz. Hatice ve Ebu Talib'in vefatları, hüzün yılı, sonra Taif'te yaşananlar... Dilimlerin ismi değişse de tüm zamanlarda zalimin zulmü câri. Kovalamacalı bir sahneyi izlerken, öldürülmesi muhtemel olan kahramana, validemin; "Kaç kız, kaaaç!" diye bağırması gibi, içindesiniz olayların.

Kaç kere izlemişsiniz. Kaç kere görmüşsünüz ardını, ardındakileri. Sonunu da biliyorsunuz. Ama yine de insan alınmadan/aldırmadan edemiyor. Çünkü, dedim ya, duygulanmak bir dahil olma şeklidir. Orada varolmak, onun sende varolması, varlığını varlığına katmak veya en azından haberdar olduğunu göstermek; bunlar hep duygulanmayla oluyor. Yine annemin yüreğine döneyim: Hz. Vahşi hakkında kötü sözler söylemesini engellemek için, Hz. Hamza'nın şehit olduğu sahneyi izletmiyoruz Çağrı filminde. Kendisini tutamıyor çünkü.

Kaynağını anımsayamıyorum, bir keresinde Hz. Ömer'in de, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kıraat eylediği Hz. Musa kıssasında Firavun'a hiddetlenip, namazda konuştuğunu okumuştum: "Ben olsaydım, başını keserdim." Kaza veya tevbe gerektirse de, bunlar güzel hassasiyetler. Kalbinin ne tarafta olduğunu gösteriyor. Kime dahil oluyorsun? Kimle berabersin veya beraber olmak istiyorsun? Duyguların haber verir en çok bunu. "Kişi 'sevdiğiyle' beraberdir." Kötülüğe karşı elle, dille veya en azından kalben buğzetmeyi emreden hadis-i şerifte de hissediliyor bu. En azından buğzedecek kadar bu tarafta olmalısın. O da yoksa, bedenen ha buradasın, ha orada. Cisminin bir yerde olması, kalbinin orada olmasını gerektirmez. Yalnız kaldığında aklına ilk gelen kişinin yanındasın.

Böyle keder keder üstüne, acı acı üstüne geçen yıllar ve ardından mirac. Allah kadar insanı kim bilip kim anlayabilir? Hayatın bu dünyadan ibaret olmadığını göstermekle, müşriklerin Mekke'deki tazyikatından Nebîsini kurtaran Odur. Hz. Yusuf'a rüya tabirini öğreten Rabbisi, onu bu yolla zindandan kurtarmamış mıydı?

Sakın aziz olduğu dönemi kastettiğim sanma. Bence rüyalarla barışık olan hiçbir zindanda sıkılmaz. Ruhunun pencereleri açıktır çünkü. Onu, Allah, rüyalarıyla ve tabiriyle ferahlatmıştı. Allah Resulünü bedeni ve ruhuyla âlemleri gezdirerek ferahlattı. Bizi de namazlarımızda ferahlatıyor. "Namaz müminin miracıdır..." buyuruyor ya Efendimiz, hakikaten de öyledir, ne zaman namaza dursan âlemin bu dünyadan ibaret olmadığını anlarsın. İşin bölünür. Hayatın bölünür. Günün bölünür. Telaşın bölünür. Kesrette boğulmaların tevhidî nefeslerle bölünür. Onlar, gün içine bırakılmış beş panik odası. Onlar, uyanıkken ve iradeyle görülebilen beş rüya.

14 Mayıs 2015 Perşembe

Kürt Alınganlığı 2: Selahaddin Demirtaş'a domuz eti yedirmek

Bu konu hakkında yazmalı mıydım? Belki hayır, hassaten bu blogda yeri yok gibiydi bu yazının. Fakat Risale-i Nur'dan bir metne teması olduğundan, belki onun hatırına, görmezden gelinir. Şöyle bir yerden başlayayım: Bir süredir AK Parti'ye yakın medya kuruluşlarından Selahaddin Demirtaş'a yönelik bir karalama kampanyası var. Gerçi 'karalamalar' hep oluyor, bu açıdan söylediğim yeni birşey değil. Siyasetin lanetli doğasında var bu. Fakat şimdiki karalamaların ekseni biraz daha farklı gibi. Demirtaş'ın Diyanet İşleri'ni kaldırma vaadini dillendirmesinden beri, AK Parti cenahında onu 'din dışına itme' gayreti var.

Hoş, HDP çizgisi din içine dahil edilmeyi de çok sevmez, biliyoruz. Fakat bunun bu şekilde, hele hükümet/devlet eliyle, hele ki seçmeninin çoğu Türkler olan bir parti eliyle yapılmasının/dayatılmasının bazı mahsurları var. Demirtaş'ın şahsına yönelik ifratkâr, haksız, katılmamız ve onaylamamız mümkün olmayan tezvirat hakkında konuşmak istemiyorum. O apayrı bir konu. Muhafazakâr medya, maalesef, böylesi açılardan seküler medyayı aratmıyor. Akşam gazetesinin 'domuz eti' vurgulu haberinin ardından Hacamat'ın da kapağına bunu konu etmesi, şahsî kanaatimi paylaşıyorum, hâzâ rezillik oldu. Hâlâ da kimileri bu rezilliğin ardını bırakmıyorlar, kan davası gibi sürdürüyorlar. Şahken şahbaz oluyorlar.

Öncelikle; Diyanet İşleri'nin kaldırılması meselesinin AK Parti iktidarına kadar, hatta daha özelde Mehmet Görmez Hoca'ya kadar dindarların da gündeminde olduğu malum. Diyanet'in bir Kemalist ideoloji ürünü olması ve genelde bu ideolojinin dine müdahale etme aygıtı olarak kullanılması dindarların da rahatsızlığıydı. Şimdilerde hükmetme yetkisinin bize yakın bir partiye geçmesiyle bu endişeler rafa kaldırılmış olsa da mazide bunu söylediğimizi/savunduğumuzu unutacak kadar unutkan veya inkarcı olmamalıyız. Bu, kenara düşülmesi gereken ilk not.

İkinci not, birisinin sırf Diyanet İşleri'ni veya 80 darbesi ürünü olan zorunlu din derslerini kaldırmak istemesiyle dinden çıkarılıp çıkarılamayacağı meselesi ekseninde şekilleniyor. Dinin şimdiye kadar varlığını sürdürürken ne zorunlu din derslerine (hele ki okullarda okutulan içeriğiyle) ne de Diyanet İşleri'ne ihtiyaç duymaması, böylesi bir ayak bağlama operasyonunun geçerli olmadığını gösteriyor bize. Böylesi kurumların veya zorunlulukların kaldırılması, dinin bir esasının reddi gibi tekfire kapı aralanabilecek birşey değil. Buradan o noktaya gidilmez. Ha, bunu dedim de HDP'yi dine hürmetkâr buldum değil. HDP'nin üzerine kurulduğu ideoloji gereğince dinle sorunlu olduğunu, çizgisinde takılan gençleri en az Kemalizm kadar seküler hale getirdiğini biliyorum. Fakat yine de öteki tarafın haksızlığı bizim yapacağımız haksızlığa karine oluşturmamalı.

Gelelim daha özel bir alana. Türkiye, Kürt sorunuyla tanıştığından beri Kürtleri bir açıdan tutmaya, bir açıdan itmeye çalışıyor. Ne sarılacak kadar yaklaşıyor ne de savuracak kadar uzaklaştırıyor. Din kardeşliği söylemi asla unutulmasa da diller asla kardeş olamıyor. Toplumun geneli için konuşmuyorum, devletin resmi ideolojisi üzerine konuşuyorum. Sabık dönemde yaşanan Kürt isyanlarıyla ilgili haberlere baktığınızda bu itişin sadece kardeşlik düzeyinden değil, neredeyse insanlık düzeyinden olduğunu görürsünüz. Doç. Dr. Ahmet Yıldız'ın Ne Mutlu Türküm Diyebilene kitabında gördüğümü anımsadığım bazı gazete küpürlerinde Kürtlerin 'çiğ et yiyen vahşiler' olarak tarif edildiklerini okumuştum. Bu tarifleri yapanlar, o dönemde devlet kademesinde üst düzeyde görev alan kişiler... Elbette nass-ı Kur'an'la biliyoruz, "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." Biz de o zamanın yükünü bu zamana taşımıyoruz. Fakat mazideki hataların da bize bazı hassasiyetler öğretmesi lazım.

Daha sonraki devrede, yani PKK'nın ortaya çıkışı ve devamı sürecinde, bu dil belki 'insanlık dışı' bir alan tarifi yapmıyordu Kürtler için; fakat 'din dışı' bir alan tarifi hep vardı. PKK'nın Leninist, Stalinist, Zerdüşt, Hristiyan (Ermeni denmekle aslında bu yapılıyordu) Kürtlerden oluştuğu söylemi hep işlendi. Hatta zaman zaman bu söylem Kuzey Irak Kürtlerine kadar uzatıldı. Barzanîler gibi içinde birçok tasavvuf erbabı da bulunan bir aşirete, yüzlerce yıllık tarihini görmezden gelir gibi, Yahudi yakıştırması yapıldı. (Barzanî ailesinin tarihini Müfit Yüksel Hoca'nın bir seminerinde kısmen dinlemiştim.) Hatta Kurtlar Vadisi gibi dizilerde bile söylendi bu. Şimdi, gelinen noktada geçmiş husumetler unutulsa da, bir yerlerde uyuduğu kesin. KDP'nin Türkiye ile sıcak ilişkiler kurması fitneyi uykuya yatırdı.

Mesut Yeğen, Son Kürt İsyanı isimli kitabında, bu söylemin amacının korkutucu olduğunu, altında Kürtleri daha kolay öldürebilmeyi/zulmedebilmeyi meşrulaştırmak amacının yatıyor olabileceğini ifade ediyor. 'Müslümanın müslümanı öldürmesi' pozisyonunun insanların elini kan dökmekten alıkoyması, "Öldürdüğünüz aslında müslüman değil, zerdüşt kafirler!" cümlesiyle pekala aşılabilir duruyor. Biz de tıpkı IŞİD gibi kafir Kürtleri üzerine saldırıyor olabiliriz. Bu endişeyi dillendiren sadece Mesut Yeğen de değil üstelik. Etyen Mahçupyan da Yüzyıllık Parantez kitabında PKK'ya yönelik böylesi iddiaların çok da gerçeği yansıtmadığının altını çiziyor. PKK kamplarında mescit bulunduğunu, her ne kadar parti ideolojisi dine mesafeli olsa da dinin yapı içinde büsbütün dışlanmadığını vurguluyor.

Bütün bunları neden anlattım? Bundan birkaç yıl önce Risalehaber'de, Ahmet Akgündüz'ün Bediüzzaman'ın seyyidlik şeceresi diye tanıttığı bir evrak üzerinden (sanıyorum daha sonra o senedin sıhhati epey sorgulandı) süren tartışmalara dair bir yazı yazmıştım: "Kürt Alınganlığı: Bediüzzaman'ın Seyyidliği Üzerine..." O yazıda şunu anlatmaya çalışmıştım: Yıllar yılı Kemalist rejimin Kürtler üzerinde oluşturduğu bir hassasiyet var. Dinden dışarı atılmak istendiklerini, İslam'dan koparılmaya çalışıldıklarını düşünüyorlar. Bunu inkılaplar çerçevesinde de düşünebilirsiniz, PKK üzerinden geliştirilen söylem üzerinden de. Hatta bu konuya dair o dönemde Müfit Yüksel Hoca da tonu yüksek yazılar yazdı. Kürt âlimlerinin Kürtlükten kurtarılarak(!) Kürtlerin İslamiyet'ten uzaklaştırılmaya çalışıldığını söyledi birkaç yazıda. TV'lerde de bunu anlattığını anımsıyorum. Bunun hayra hizmet etmediğini, Kürtlerin tepkilerini arttırdığını önemle vurguladı. İzleyenler varsa, anımsamışlardır. 2012 yılı Aralık ayıydı sanıyorum bu yazıların yayınlandığı tarih. Böyle kavgaları başlatanlar Kürtlerin psikolojisini ya anlamıyorlar yahut da anlamak istemiyorlar. Mektubat'ta Bediüzzaman şöyle birşey anlatır:

"Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi."

Şimdi Selahaddin Demirtaş ve onun dini üzerinden başlatılan tartışmalar, bence tam da yukarıda anlatıldığı gibi, amacının tersi bir işlev görüyor. Kürtlere geçmişte yaşadıkları bu tür tartışmaların tamamını anımsatıyor ve dışarıdan topluca kimliklerine yapıldığını düşündükleri bu taarruza karşı savunma refleksi geliştiriyorlar. Konuştuğum bazı dindar Kürt gençlerde bunu hissediyorum. Kendileri HDP'yi eleştirseler de, dışarıdan birisinin ifratkâr bir söylemine karşı gardlarını alıyorlar. Oy vermeseler de savunuyorlar. Dışarıdan birisi derken anlaşıldığı üzere Türkleri kastediyorum. Çok tuhaf, inanılmaz, hiç duyulmamış birşey söylemediğim kanaatindeyim. Selahaddin Demirtaş'a bu damardan yapılan 'eski Türkiye' saldırıları, Kürtlerin de 'eski Türkiye' yaralarını hatırlamalarına neden oluyor.

Bu konuda, böylesi konularda daha doğrusu, Kürtlerin kendi içerisinde tartışabilmelerine müsaade edilmesi gerek. İşin bir ucu, maalesef, kavmiyetçilik/milliyetçilik ve asabiyete dayanıyor. Ebu Cehil kadar zekası çalışmalı en azından insanın. Metin Karabaşoğlu abi Siyer Okumaları'ndan birisinde anlatmıştı. Ebu Talib'in ölümünün ardından Haşimoğulları'nın reisi olan Ebu Leheb, Efendimiz aleyhissalatuvesselamı himayesine alınca; Ebu Cehil çaresini şöyle bulmuş: "Yeğenine sorsana ceddiniz kabirde ne haldeymiş?" Peygamber Efendimiz şirk üzere olanların cehennemde olacağını haber verince Ebu Leheb kızmış ve himayesini kaldırmış. Fakat dikkat edin: Mahzumoğullarından Ebu Cehil, Haşimoğullarından Ebu Leheb'e doğrudan "Himayeni kaldır!" dememiş. Aralarındaki farklılıkları tartışmalarına ortam oluşturmuş.

Dindar Kürtler ve HDP çizgisindeki Kürtler arasında oluşturulmaya çalışılan ayrışma (ki bu fay hattı bazı noktalarda karışık bir durum sergiliyor) ancak Kürtlere kendi aralarında konuşabilme fırsatı verirseniz ortaya çıkar. Dışarıdan yapılan saldırılar, Kürtleri, hele o bölgede içiçe yaşayan Kürtleri, savunma refleksine itiyor. Kazandırmıyor, kaybettiriyor. Benim okumam böyle. Belki faydası olur diye paylaşmak istedim. Allah kardeşliğimizi bozmasın. İttihad-ı İslam'ı nefesimiz ve bahtımız kılsın. Amin.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Neden herkes bu kadar Abdurrahman?

Bu konuya dair daha evvel de birşeyler karaladım, ama yine karalayayım: Tecrübe dediğimiz şey, insanın 'olay okumalarını' aşıp 'kanun okumaları' yaptığı düzlemde ortaya çıkar. Yoksa biz yaşla gelen bir kıdemden bahsetmiyoruz tercübeyi konuşurken. Fakat insanın yaşlanması, varlığının daha çok zamana yayılması, dolayısıyla daha çok mekana/olaya/harekete şahit olması ve bakışının bu olaylar ve mekanlar arasında kıyaslar yapabilecek bütüncüllüğe ulaşması açısından tecrübeye fırsat/katkı verebilir. Yaşın bu meselede elbette bir hakkı vardır, fakat 'hakkı verilirse' vardır. Eğer yaşının tüm imkanlarına rağmen bakışını bütüncülleştirememişse birisi, onun dilinden çıkanın tecrübe olduğu söylenemez. Yaşlılık bu anlamda tecrübî bilgiye imkan sağlar, ama onu garanti etmez.

Tecrübeye en yakın anlamda kullandığımız kelime 'denemek.' Birisini denediğiniz zaman, aslında onu 'tecrübe etmiş' oluyorsunuz. Eskiler öyle derlerdi, yeniler böyle diyorlar. Peki bu tercübe ediş veya deney bize ne tür bir bilgi veriyor sınadığımız hakkında? O kişinin, o tarz bir hadisede ne tür bir tepki verdiğini ve dolayısıyla 'hep vereceğini' öğrenmiş oluyorsunuz. "Seni denedim" veya "Seni tecrübe ettim" dediğinizde aslında kastettiğiniz "Senin kanununu çözdüm. Sen, böyle böyle birşey olduğunda şöyle yaparsın..." kanaatidir. Örneğin; dar gününüzde sizden uzak kalmayı tercih eden arkadaşınızın ne denli kaliteli(!) bir arkadaş olduğunu öğrenmiş olursunuz. Bu bir kanun bilgisidir. Ve o arkadaşla ilgili bundan sonraki tavır ve davranışlarınızı mutlaka etkiler.

Deney de aslında bu işe yarıyor. Deneyler yoluyla Allah'ın sünnetullahının kainatta nasıl cari olduğunu öğreniyoruz. Bilim bunu nesnelerin/sebeplerin tabiatı ve biraz ötesinde yalnızca 'tabiat' olarak okusa da, aslında bu bize Cenab-ı Hakkın sıfat ve şuunat bilgisini veriyor. Olaylardan yapılan bir tefekkür yalnızca esma düzeyinde marifet taşırken kalbimize (fiil, fail, failin fiille ilgili ismi), kanunlardan yapılan tefekkür Cenab-ı Hakkın 'sıfat derecesinde hep öyle yaptığını' ve 'şuunat derecesinde hep öyle yapmaktan bir lezzet-i kudsiye duyduğunu' anlamamızı sağlıyor. Bu nasıl bir bilgidir? Bu çok süper bir bilgidir. Bunu bildikten sonra insan kainatta daha rahat hareket eder. Çünkü kainat 'sağı solu belli olmayan şeyler dizisi' olarak korkutmaz onu. Sahibi olan Allah'ın 'öyle yapmayı tercih ettiği' bir sıfat ve şuunat yansımasıdır artık varlık. Allah hakkında bir marifet, eşyaya karşı da huzur duymamızı sağlar. Köpeğin sahibini iyi birisi olarak tanıyorsan, köpeğini üzerine salıp seni ısırtmasından endişe etmezsin.

Bediüzzaman'ın metinlerinde bu sıfat ve şuunat okumasının, en az esma okuması kadar vurgulandığını düşünüyorum. Hatta Bediüzzaman'ın esma tefekkürü yaptığını düşündüğümüz çoğu yerde o aslında hem esma, hem sıfat, hem şuunat okuması yapıyor. Bir yerde diyor mesela: "Ve hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tâbirler, Cenâb-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe'nlerine işaret ederler." Yani sadece bir fiil ve fail bilgisi almazsın onlardan; aynı zamanda 'failin şanına dair' bir malumat da edinirsin.

Risale metinlerini, özellikle de Lahikaları okuyanlar bilirler; Bediüzzaman, talebelerini birbirlerine çok benzetir veya bedel sayar. Mesela Hulusi abi gibi kimi isimleri yeğeni Abdurrahman bedeline saydığı gibi, Refet abi gibi isimleri de Hulusi abinin bedeline sayar. Bazen daireye yeni giren bir talebesini 'ikinci bir falanca' diye anarak giden bir talebesinin (tabii mekansal bir gidişten bahsediyoruz) yerine koyar. Öyle sever. Bunu Risale-i Nur külliyatı içinde o kadar sık yapar ki, metinlere aşina olanlar için ayrıca izah etmeye ihtiyaç duymuyorum. Yalnız birkaç örnek metin paylaşayım:

"Hulûsi Bey, benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellîm ve hakikî vârisim ve bir dehâ-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman'ın vefatından sonra, Hulûsi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi ifâya başlamasıyla..."

"Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri'de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havâlide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki, o da bir Hulûsi-i Sânîdir, müntehaptır."

"Aziz kardeşim Re'fet Bey, Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım. Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulûsi Beyin ruhunu sizde hissettim. Seni yeni değil, Hulûsi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim."

Bediüzzaman'ın, metinlerinde üslûp derecesine varan bu kullanım hassasiyetini/âdetini, sathî bir bakışla, 'salt bir motivasyon aracı' olarak görebiliriz. Veyahut biraz daha ötesine gidip fikrimizle, bu talebeleri arasında çeşitli noktalardan benzerlikler gördüğünü ve bu benzerliklere atfen böylesi cümleler kurduğunu iddia edebiliriz. Bu ikisinin de payının 'hiç hükmünde' olduğunu düşünmüyorum. Fakat onlardan öte, önce Mesnevî-i Nuriye'nin Zühre Risalesi'nde, sonra Lem'aların 17. Lem'a'sında bize Cenab-ı Hakkın sıfat ve şuunatı hakkında haber verdiği birşey var Bediüzzaman'ın:

"Bil ki, ekseriyetle Fâtır-ı Hakîmin âdetidir: Ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani, ekser eşyanın misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde o kıymettar, ehemmiyetli şeyleri aynıyla iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor."

Yani Cenab-ı Hakkın 'sıfat derecesinde hep öyle yaptığını' ve 'şuunat derecesinde hep öyle yapmaktan mesruriyet-i kudsiye duyduğunu' farkettiği bir âdeti var, Bediüzzaman'ın. "Cenab-ı Hak, ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor." Kışın aldığı çiçekleri baharda geri veriyor. Bir türün ölen fertlerinin yerine yenileri geliyor. İnsanlar binlerce yıldır ölüyorlar, ama insanlık bir türlü ölmüyor vs... Başka başka şekillerde bu aynıyla ve misliyle iade kanunları kainatta geçerli.

İşte bence Bediüzzaman'ın metinlerindeki bu küçük hassasiyetin/âdetin arkasında Cenab-ı Hakkın varlıkta gösterdiği büyük hassasiyetin/âdetin payı var. Cenab-ı Hakkın hep öyle yaptığını ve hep öyle yapmaktan mesruriyet-i kudsiye duyduğunu farkettiği için Bediüzzaman, giden talebelerinin hüznünü bu yeni gelenlerin gülen yüzleriyle bastırıyor. Onun onun yerine, bunun bunun yerine konduğunu, yani bedeli olduğunu; Allah'ın ehemmiyetli şeyleri geri vermemek üzere almadığını gördüğünden Hulusi'yi Abdurrahman'a, Sabri'yi veya Refet'i de Hulusi abiye benzetiyor.

Tecrübe derken bunu kastediyoruz aslında biz. Ve bence marifet-i ilahiye dediğimiz şey de en büyük tecrübedir. Böylesine kapsamlı ve genelgeçerli bir kanun okumasını ne fizik, ne kimya, ne biyoloji verebilir size. Çünkü "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir." Şimdi, bu yazıda anlatmak istediğimi kırmadan/dökmeden anlatabildimse şu ayete yeniden bak: "Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.”

12 Mayıs 2015 Salı

Depresyon da cennetin bir delilidir

Özleyecek/bekleyecek birşeylerimiz olması, bize bağışlanmış bir nimettir. Varılamasa dahi, içinde açlık olarak kalması, hayatı daha yaşanılır kılar. Yaratılmış olan için aslolan açlıktır, tokluk değil. Çünkü yaratılmışlık bizzat açlıktır. Yaratana ve yaratılmaya açlıktır. Umulan ve beklenen hiçbir şey kalmadığında insan bitmiştir. Sonsuzluk, elde edileceklerin sonuna gelinmiş bir düzlemde düşleniyorsa, sonsuzluk denmez ona. Vampirle Görüşme filmini anımsa. Seküler bir sonsuzluğun nasıl sıkıcı bir hal aldığını ölümü düşleyen/dileyen vampirlerden ders al. Gayba iman etmeden kurulan sonsuzluğun hayali tatlı gelse de kendisi eziyettir.

"Sonsuzluk, sonun yokluğundan daha fazlasıdır..." diyor Lars Iyer, Kuşku romanında. Evet, hakikaten sonsuzluk sonun yokluğunun bilinmesinden, yani sondan kurtulmaktan çok daha fazlasıdır.

Özlenecek hep birşeyler olacağının bilinmesi, öğrenilecek hep birşeyler kalacağının bilinmesi, tadılacak hep yeni şeyler yaratılacağının bilinmesi, görülmemiş daha pekçok güzelliğin varlığından haberdar olunulması, inanılması... Gayba iman... Bunlar da sonsuzluğa dairdir. İnsan sonsuz olmuş, ama dünyada bilinecek birşey kalmamış. İnsan sonsuz olmuş, ama okunacak kitapların bir sonu var. İnsan sonsuz olmuş ama görülecek sûretlerin/gözlerin sayısı sınırlı... Dostum, sen cehennemi nasıl tarif edersin bilmem ama, böyle bir yer benim için zaten cehennemdir. Hiç dikkatini çekti mi bilmem: İnsanın cennet hayali de sonsuzdur, cehennem dehşeti de. Sonlu bir cennet cennet olmayacağı gibi, sonlu bir cehennem de cehennem gibi gelmez bize. Acımızın da, neşemizin de dibi sonsuzluktur. Hem derdin dibi, hem deva, odur.

Bu yüzden ben cenneti öğrenileceklerin ve yapılacakların bittiği, sadece yan gelip yattığımız bir yer gibi düşlemek istemem. Öyle olsaydı muhtemelen cennette kafayı yerdim. Ben cenneti, burada yaptıklarımı daha üst düzeyde yapabileceğim bir yer olarak düşünürüm.

Mesela; burada hafızam zayıf. Dilerim Rahim olan Rabbimden ki, orada bana çok daha güçlü bir hafıza versin. Okuduğum herşey hatırımda kalsın ve onların arasındaki bağlantıları daha net ve sık şekilde görebileyim. Görebileyim ki, yazabileyim. Gördüğün gibi; ben cenneti yazacak ve okuyacak pekçok şeyin olduğu bir yer olarak düşlüyorum. Burada yaşaması sevdirilen, tadına baktırılan ama doyurulmadığımız şeylerin doyasıya yaşandığı bir yer olmalı cennet. Ancak böyle olursa cennet olur. Burada talim ettiğini, orada usta olarak yapmaya başlarsın.

Ki zaten yaratılış amacın da imtihanın bizzat kendisinde değil, imtihanın ardından yaşayacağın o sonsuzlukta saklıdır. "Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!" buyuran Allah, herhalde şurada yaşadığın altmış-yetmiş seneyi kastetmiyor yalnızca. Cennet ehlinin memnuniyetinin de bir ibadeti var, cehennem ehlinin pişmanlığının da.

İkinci Söz'de Bediüzzaman'ın; "Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır..." diyerek işaret ettiği şey de budur. Burada yaşatılmamız, kötünün kötü, iyinin iyi olduğunu bizzat yaşayarak, tadarak, her bir latifemizle onaylayarak, asıl yaratılmış olduğumuz, vatan-ı aslîmiz cennete bir hazırlıktır. Dertlerimizden boşuna şikayet ediyoruz. Çünkü onlar, bizim gurbette olduğumuzu bize ihtar ediyorlar. Uyumsuzluk, tatminsizlik, karamsarlık, keder, monotonluk ve belki de depresyon... Üzerine yaratılmış olduğun âlemin bu âlem olmadığını gösteriyorlar sana. Hayatı yalnız dünyadan ibaret sanırsan, seni dürtüyorlar: "Bu doğru değil, bize acı çektiriyorsun!" Sende öyle istidatlar var ki, onları ancak cennet paklar. Cennet varolmasa, önce hayalgücünün gücüne gitmez miydi arkadaşım?

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Allah'a küsmüş çocuklar...

"Bir kişinin kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. İki müslüman karşılaşırlar biri bir tarafa, öteki öbür tarafa döner. Hâlbuki bu iki mü'minin hayırlısı önce selâm vermeye başlayandır." (Buhâri, Edeb, 62, İsti’zan, 9; Müslim, Birr, 23, 24, 28.)

Bugün sizinle paylaşmak istediğim tefekkürüm şu: Yıllar yılı hadis-i şeriflerde (ve dahi İslam'da) küsmenin neden bu kadar önemsendiğini, hatta neden 'üç gün' gibi küsmek için pek kısa sayılabilecek bir süreyle sınırlandırıldığını bir türlü anlayamazdım. Nihayetinde insanlar birbirleriyle sık sık küsüyorlardı ve bu küsmeler de sık sık barışmayla neticeleniyordu. Hayatın bir parçasıydı küsmek... Bir 'duygusal korunma' ve 'duyguları ifade' şekliydi. Çok uzun süreli küsmeler işitmiştim, fakat onların sayısı pek azdı. Hele benim bu hadisi ilk işittiğim dönemin çocukluğum olduğu ve çocuklukta insanın, en yakın arkadaşıyla bile, gün içinde birkaç defa küsüp tekrar barıştığı düşünülürse, sıkıntım daha net anlaşılır kanaatindeyim. O dönemde küsmekle ilgili bu hadis ahlakıma çok ağır geliyordu ve belki bu ağırlığın da baskısından dolayı anlamakta zorlanıyordum. Verdiği nasihati görmezden gelmeyi seçiyordum.

Ahlakımın bir yanı rahmetli babamı çok andırıyor. (Allah merhametiyle sarsın sarmalasın onu.) Öfkelendiğimde, zarar vermekten veya tartışmayı sürdürmekten ziyade 'uzaklaşmayı' seçerim. Susmayı/yutmayı değil bakınız, onu beceremiyorum, uzaklaşmayı. Zarar vermekten haz almam. Galip gelmek de hoşuma gitmez. Karşımdakinden daha fazla zarar görürüm kazanmakla. Yaratılışım böyle. Çocukluğumda, evdekilerle kavga ettiğimde, o saatlerde sokakta gezmenin korkusunu da unutur, öfkem geçene kadar geceleri ilçeyi turlardım. Huyum bilindiğinden çok uzun süre sokakta kalmadığım sürece ardımdan aramaya çıkılmazdı. Ne zaman ki artık öfkem diner ve korku onun sesini bastırmaya başlar, o vakit karanlıktan kaçıp evime sığınırdım. Fakat nihayetinde bu da bir küsmekti bana göre ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam eğer bunu da yasaklıyorsa doğrusu müslümanlık pek zor bir işti. Çocuk aklımla bunları düşündüğümü hatırlıyorum. Büyük aklımla da düşünmeye devam ettiğim bir mesele.

Geçenlerde mürşidimin bir metni, bu hususta bana daha zengin bir bakış açısı verdi. 17. Lem'a'nın 6. Nota'sında geçen ifadeler, küfür/inkar üzerine ittihad edenlerin aslında ittihad etmediğini söylüyordu. Peki ittihad nedir? Birleşmedir. Aynı noktaya parmak basma ve aynı şeyin altını çizmedir. İnkarcılık görünüşte aynı noktaya parmak basmak gibiyken (öyle ya, nihayetinde iddia ettikleri şey aynı şey gibiydi) nasıl yaptıkları ittihaddan sayılmıyordu?

"Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan'ı görmeyen der ki: 'Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.' Başkası da 'Nazarımda yoktur' der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez. Fakat ispat edenler demiyor ki, 'Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.' Belki 'Nefsü'l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür' der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve 'Nefsü'l-emirde vardır' der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü'l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü'l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır."

Burada hakkında konuştuğumuz şey mutlak yokluğun isbatı. Ve bu isbat, asla kuşatamadığımız bir alana tekabül ediyor. Devamında yeralan şu ifadeler sanırım biraz daha durumu açıklar mahiyette: "Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin." Burada belki bizi en çok şüpheye düşüren şey de şu: Şu sıralar sesleri bir miktar azalmış olmakla birlikte, Allah'ın varlığını inkar eden insanlar; daha çok bilime, dolayısıyla somut ve isbatlanabilir olana yakın isimler değiller mi? Bu insanların çoğunun isminin önünde bilimsel çevrelerde (ve hatta avam-ı nasta) saygı uyandıran 'titriler' var. Bu titri sahiplerinin iddiaları nasıl isbatlanabilir olmaz? Ve nasıl onların aksini söyleyen, genelde mesailerinin de soyut olana dair olduğu bilinen din adamlarının iddiaları somut olur? Nasıl onların gösterdiği hilale inanılır da, bunların inkarına inanılmaz?

Bana göre, zaten Bediüzzaman'ın 'nefyin isbatının imkansızlığını' dayandırdığı şey de bizzat bu arkadaşlar. Din dediğimiz, maneviyat diye tesmiye ettiğimiz alan zaten soyutun konusu. Burada soyut, somutun zıddı ve eksik olanı anlamına gelmiyor. Maalesef bu kelimeye modern zamanlarda yüklenen mana 'gereksizlik'ten başlayıp 'saçmalığa' kadar uzanıyor. Halbuki kuşatılamayan her somut soyuttur. Soyut, somutun kuşatılmayanını temsil eder. Kuşatabildiğiniz, anlayabildiğiniz, bir kalıba sokabildiğinizde buna somut dersiniz. Ama soyut, kendisinden haberdar olduğunuz, fakat çevresini saramadığınız şeydir. Duygular soyut bilgiler içerirler, çünkü çevresini sarıp formüle sokamazsınız onları. İnsanın âşık oluşu matematiksel formüllerle açıklanamaz. Her ne kadar somut meraklıları hormonlarla/genlerle bu alana da kollarını uzatmaya çalışsalar da, yine neyin/niçin olduğunu mekanize (alaycı bir ifadeyle kanunize) edemiyorlar. Bu hapsedemeyiş, onları soyut olanı aşağılayarak kendilerini yükseltmeye götürüyor: "Elimdeki az ama kuşatabiliyorum, naabeeer?"

Yani bir mümin, Allah'tan bahsettiği zaman, zaten gözle görünecek, elle tutulacak, kaşıkla içilecek birşeyden bahsetmediğinin farkındadır. O dünyayı, ayet-i kerimenin ifadesiyle 'gayba iman ederek' okumayı seçmiştir. Üst bir varlıkta, aşkın bir alanda Allah'ın varlığıyla bu dünyadaki varlığın açıklanabilir/mantıklı olduğunu görmüştür. Bunun somutun laboratuvarına sığmayacak birşey olmadığını bilir.

Ama münkir, her ne kadar materyalist çağda (diğer anlamda kuşatılanın ve kuşatanın efendiliği döneminde) ameliyesi itibar görse de, olay aşkın olanı konuşmaya geldiğinde afallar. Kainatta olan fiillerin birer faili/yapanı olması gerektiğini bilir. Ama 'aşkın faili' tamamen dogmatik bir önkabulle reddeder. Aklına göre en olabilir gelen, aslında ise en yakın olduğu için seçilen şeyi fail görmeye başlar. Tüm inkar ve şirk ekolleri, en akıllıca olanı değil, akılsızlık içinde nazarında en yakın olanı seçmiş ekollerdir.

Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abilerin güzel örneklemesinde olduğu gibi: Biri parmağını şaklattığında öteki ellerini şaplatan iki arkadaşı gördüğünde bilim, bunu şöyle açıklar: "Her şık sesinden sonra bir şap geldiğine göre, şıktan dolayı şap oluyor." Halbuki şıklatma şaplatmanın nasıl yaratıcısı olabilir?

Şıklatmayı ve şaplatmayı birbirini kovalayan fiiler olarak görüp birini diğerinin faili saymak, bir kere somutçunun şunu kaçırdığını gösteriyor: Şaplatma fiilinin faili nasıl biri/birşey olmalı? Bizim esma tefekkürü dediğimiz şey buradan besleniyor aslında. Örneğin, çıkan sesten şunu söyleyebiliriz: İki eli olmalı. Onları hızla savurup birbirine vurabilmeli. Bu gibi özellikleri sorguladıktan sonra şık'ın şap'ın yaratıcısı olamayacağı iyice ortaya çıkar/çıkıyor.

Ama somutçu kuşatabildiği ile ilgilenir. Soyut olana dair bir hemfikirlik, yani "Nefsü'l-emirde vardır"cı yaklaşım, somut olan tarafından şöyle bir karşılık bulur: "Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor." Bu yüzden sizi kendi nazar alanına, somutuna çekerek boğmaya çalışır. Siz onun nazarını her soyuta/genişe kaydırdığınızda sizi sorunlu bir alanla vurmaya gayret eder: "Allah varsa, niye bu kadar savaş oluyor?" Fakat kainatta sadece savaş mı oluyor? Ve savaş, sadece senin nazarınla gördüğün kadar mı? Ateistin avlanma şekli timsahlar gibidir. Suyuna çekerse, kazanır.

Üstelik, bir ikinci boyutta, inkarcılığın duygusal olmakla spesifik bir yanı da var. Yani bu insanlar, laboratuvarlarında, Allah'ın yokluğunu kesin bir şekilde isbat etmiş de ondan sonra "Yahu arkadaş, bunca zaman iman ediyordum, ama baktım ki deneyde, bir de ne göreyim? Yokmuş!" diyerek imansızlığa sapmıyorlar. Bu işin kesinlikle aklî bir başlangıcı yok. Mustafa Akyol'un Etkileşim Yayınları'ndan çıkan kitaplarından birisinde (arşivimi karıştırdım, fakat kitabın adından da, alıntılanan kaynaktan da emin olamadım) alıntıladığı araştırmada denildiği gibi:

Ateistlerin büyük çoğunluğu ateist olmaya çocukluklarının sonu ile gençliklerinin başı arasında karar veriyorlar. Ve bu insanlar yine buna yakın veya bundan önce büyük acılar yaşamış insanlar. Yaşadıkları acılardan önce Allah'a bir küsmek fikri yeşeriyor, ardından bunun doğrultusunda baktıkları âlemden de kendilerince/nazarlarınca deliller üretiyorlar. Yoksa hiçbirisi imanlı girdiği bir bilimsel yolculuktan sonra, "Ya bak, aslında yokmuş!" diyerek çıkmıyorlar. Hâlâ da bilimsel yolculuklardan Allah'ın yokluğuna delil çıkarılabilmiş değil. Ancak 'Nazarımda yoktur!' demek isteyenler için 'nazara göre' üretilen iddialar var.

Bunun da öncesinde; bu insanların kopuşları 'duygusal bir tepkiyle' başladığı için ister istemez inkarcılıkları spesifik ve nazara göre. Duygusal olan bir yönüyle tecrübî olduğu için hep 'bence' ve 'bana göre'ye dayanmak zorunda. Bu nokta onları hem rahatlatan hem de çıkmaza sokan bir durum. Zira bir yönüyle küfürleri meşkuk/şüpheli oluyor ve kaçmak istediklerinde ondan kaçabiliyorlar: "Ya varsa?" Fakat diğer taraftan sorumluluk almak istemedikleri yerde de yeniden inkara dönüyorlar: "Ya yoksa?" Böyle birisini, biraz Allah'ın varlık ve birlik delilleriyle sıkıştırdığınızda, eğer inkarında inatçıysa, hemen kendi 'Nazarımda yoktur' kalesine dönüyor: "Herkesin imanı kendine be kardeşim. Ben de böyle düşünüyorum." Yahut konuyu saptırıp sinizmle/alaycılıkla kurtulmaya gayret ediyor. Alaycılık da en az küsmek kadar bir kaçış yoludur çünkü.

Küsmeye geri dönelim. Bu noktada inkarcılığın da bir küsmekle başladığını söyleyebiliriz. Allah'a çözemediğiniz/fehmedemediğiniz bir noktada kızmak ve buradan başlayan öfke sizi alıp en nihayet küfrün kollarına bırakıyor. Hatta mürşidim, kafirin Allah'ın yalnızca inkarcısı değil aynı zamanda düşmanı gibi davranmasını da bu küsmeyle ilişkilendiriyor bir yerde:

"Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârâne kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister. Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemîl-i Mutlak, bütün güzel Esmâ-i Hüsnâsıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek. Ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesnâ mahlûku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünkü insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını, ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte, kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor."

Yine belki de bu fıtratından dolayı, Cenab-ı Hak, insanı acı olaylarda, şiddetli tepki göstereceği ve dolayısıyla çabuk küseceği şeylerde daha kalın sebep perdeleriyle muhatap ediyor:

"Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır. Ve şer ve çirkinlik gayet cüz'îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zâhirîsinde görünen zâhirî çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musibetten gelen küsmekler ve şekvâlar Zât-ı Hayy-ı Kayyûma teveccüh etmemek için, hem aklın zâhirî nazarında habis, pis görünen şeylerde, kudsî, münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlarla mübaşereti kudretin izzetine münâfi gelmemek için, zâhirî esbablar o kudretin tasarrufâtına perde edilmişler. O esbab ise icad edemiyorlar; belki haksız olan şekvâlara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler."

Uzun lafın kısası arkadaşlar; bütün bunları tefekkür ettikten sonra Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadisine taklidî değil artık tahkiki bir iman ettim. Ve küsmenin neyin ilk adımı olduğunu ve tedavi edilmezse insanı nelere doğru götürdüğünü gördüm. Demek kuvve-i şeheviye veya gadabiye (ve onlara bağlı çalışan duygular) nazarında bir tavır değişikliği ifadesi ve bir korunma refleksi olan küsmek, üzerinde ısrar edilirse, bir zaman sonra aklın da ona argüman/savunma üreteceği; ferdî sapmanın önce şikayete, sonra adavete/düşmanlığa dönüşebileceği bir düzleme doğru gidiyordu. (Hem küsülene karşı korku, hem küsülenden intikam arzusu yaşanıyordu.) Demek bu yüzden küsmek bu kadar önemli ve üç günden fazla ardında gidilmeyesiydi. "Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, 'üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek' İslâmiyet emrediyor."

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Siyasete giriyor, girmiyor, giriyor, girmiyor...

Şununla yüzleşerek başlamalıyız: Nur talebeleri olarak siyasetle ilişkimiz çok oynak bir zeminde duruyor. Türkiye'nin iktidar mücadeleleri ve o mücadelelerin gerektirdiği konjonktür çerçevesinde 'mutlak bir ilgisizlik' ile 'her seçimden önce desteklediğimiz partiyi beyan etme' arasında savrulup duruyoruz. Takdir edersiniz ki; bu pozisyonlardan her birisi, diğerini tevil etmekte zorlanmamıza neden oluyor. Hatta bazen bir dönem içinde iki farklı Nurcu grubun birisi bir pozisyonu, diğeri ötekini seçebiliyor. İkisi de duruşlarının dayanağı olarak Risale metinlerini ve Bediüzzaman'ın hayatını şahit gösterebiliyorlar. Birbirlerini de 'duruşu bozmakla' itham etmekten çekinmiyorlar.

Sorsanız, onlar bir kısmını gösteriyorlar, ötekiler diğer bir kısmını. Neredeyse izafî ve günün bakışaçısıyla beslenmiş/yönlendirilmiş bu teviller öyle bir noktaya geliyor ki; Risale-i Nur'dan bir anlam/duruş çıkarılmaya çalışılmıyor artık. O gün için 'kazandıran' anlayış/yorum Risale-i Nur'a dayatılıyor. Tevil memurlarına dönüşüyoruz. Bütünden habersiz, parça efendileri... Dün körkütük yanlış olan, bugün körkütük doğru haline gelebiliyor. Bir bakıyorsunuz, dün sizi 'siyasete fazla karışmakla' uyaran insanlar, bugün sizin uyarınıza 'Konjonktür gerektiriyor!' cevabını verebiliyorlar. Siyasi gazetesi olan, siyasi twitinize 'siyasileştiğiniz için' kızıyor.

Farklılıklar Allah'ın kanunudur. Elbette hiçbir zaman ulus-devletlerin (belki Kur'anî tabiriyle Firavunların denmeli) arzu ettiği şekilde tektip olmayacağız. Bazımıza o doğru gelecek, bazımıza şu. Fakat yine bazı 'bazılarımızın' bütünü temsil eden yanları da var. Mesela; içimizde öyle 'bazıları' var ki, onların yaptıkları veya söyledikleri geçmişten bugüne 'bütünün rengini verdiğini düşünüldüğünden' yani 'cüz değil cüzî olduklarına iman edildiğinden' daha fazla dikkat edilesi. Ağabeylerin konumunun Nurcular içindeki önemi bu.

Yani bir ağabey açıklama yaptığında, her ne kadar bu onun kendi beyanından/reyinden ibaretse de, genelde öyle anlaşılmaz. Onun duruşunun bir sembolik anlamı vardır çünkü. Kendisi bu sembolik anlamı reddetmediği, aksine hayatı boyunca sahiplendiği için bir nevi gayrıresmi sözcümüzdür. Bir ölçüde bizim adımıza konuşma yeteneğine sahiptir. Ve biz de, onların yaptığı kimi açıklamaları (genelde işimize gelenleri) sahiplenmeyi severiz. Bazı savunuruz, bazı eleştiririz, bazı onlar üzerinden münakaşa ederiz, bazı kendi ağabeyimizi ötekinin ağabeyine galip getirmeye çalışırız vs... Bunlar hep olan şeyler. Şaşılacak kelamlar etmediğim kanaatindeyim.

Teviller konusunda da çok kapalı devre düşünmüyorum. Evet; mezhepler, meslekler ve meşrepler arasındaki farklılıklar ehl-i sünnet çizgisi korunduğu sürece şeriat içre olduğu gibi; şeriatın ruhsat tanıdığı farklılıkların tamamı da Nurculuk içre olabilir. Nihayetinde Bediüzzaman da tektipçi zihniyette olmadığını beyanlarıyla ve yaşayışıyla göstermiştir. Kastamonu Lahikası'nda "Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir..." derken 'çok sıkı tutmayınız' dediği nedir? Belki de bu meşveretin bağlayıcılığıdır. Herkesin bir meşrepte olmayışı ile bağlayıcılık/sıkmak üzerinde ters orantıyı gören Bediüzzaman, bu farklılıkları da kardeşlik içinde saymıştır. Buradaki kantarın iki topuzu vardır: 1) Meşveretin uzlaşma imkanı. 2) İki meşrebin uyuşmazlığı.

O yüzden ben bu farklılıkların gözetilmediği her 'bütün' açıklamasından rahatsız oluyorum. Bediüzzaman DP'ye açıktan oy vererek destek çıkmış mıdır? Evet. Şimdi ağabeylerin açıktan AK Parti'ye destek vermesi bununla tevil edilebilir mi? Zeminleri ve şartları tartışılabilir, ama evet. Fakat bu tevil hakkı, o tevili yapanlara bütünün ayağını/iradesini bağlama hakkını verebilir mi? Hayır.

Neden? Çünkü 'herkes bir meşrepte olmaz.' Ve Nurcuların bütüne dair yaptıkları açıklamalarda bile altını çizmeleri gereken ilk husus budur: Nurculuk bütünün bir renkte olduğu, oyların veya akılların ağabeylerin cebinde/iradesinde olduğu bir sistem değildir. ('Zaman tarikat zamanı değil' demeden çok önce, Münazarat'ta manaca söylediği birşeydir Bediüzzaman'ın: 'Zaman aşiret zamanı da değildir.') Akıllar ağaların ceplerinde ilelebed kalamaz. Bir açıklama yapacaklarında ağabeyler, özellikle de böyle birey iradesiyle ilgili meselelerde ve şeriatın farklı hareket etmeye cevaz verdiği hususlarda, yaptıkları açıklamanın bütünü bağlamadığını ve bağlayamayacağını, kişisel düşünceleri olduğunu belirtmelidirler.

Abdullah b. Ömer'e (Allah ondan razı olsun) aktarılan şöyle bir olay okumuştum yıllar önce: Abdullah b. Ömer'in tavır ve davranışları o kadar çok sünnet-i seniyyeyi yansıtırmış ki, insanlar onun yaptığı her davranışı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakının bir parçası görerek/okuyarak taklit ederlermiş. Bir gün saçlarını kestirdiğinde halkın arasında şöyle nida etmiş: "Ey insanlar, bu yaptığım sünnetten değildir, fakat saçlarım çok rahatsızlık veriyordu."

Şimdi bizim ağabeylerden de öncelikle beklediğimiz bu. Bir makamda, bir ünvanla ve birşeyleri temsil ederek konuşuyorsunuz. Cüz değil, cüzîsiniz. Sizden çıkan ses bütünün sesinden haber veriyor sanılıyor. Hem içeride, hem dışarıda. Üstelik sesinizin taklitçisi de çok. Sizdeki bir davranış sizden sonrakilerin delili oluyor. Nurculuğa montajlanıyor. Kanunlarınızın tazkiyatı altında kalan fertlerin zarar görmemesi için onların varlığını gözetmek, hatırlatmak, korumak öncelikle sizin göreviniz. Ve eğer duruşunuz bütünün sahip olduğu tek duruşu, mecbur olduğu duruşu ifade etmiyorsa, bunun da altını çizerek caddenin kübra kalmasına çalışmalısınız. Yoksa her açıklamanızda o cadde daralır. İçine sığamayanlar sizin yorumuzu kübranın sınırı sanıp caddeye küser.

İkincisi; pekçok farklı yorum ve tevil yapabilmekle birlikte, şunu hiçbir Nurcu reddetmez kabul ediyorum: Nurcuların olmasa bile Nurculuğun siyasetle teması asgarî tutulmalıdır. "Hiç olmamalıdır!" demiyorum bakın. Bunu hiçbir zaman başaramadık. Hep bir temasımız oldu ve belki olmalı da. Çünkü mesleğimiz ve meşrebimiz toplumsal hayatı dışlamayı gerektirmiyor. Toplumsal olan da bir şekilde siyasete temas etmek zorunda. Nihayetinde mağaralarda yaşamıyor Nurcular. Hal böyle olunca siyasete temas etmeleri, haberdar olmaları ve bir tavır takınmaları kaçınılmaz. Sabahtan akşama kadar birbirimizi 'Siyasete karışma!' şeklinde uyarsak da en tepeten ayak ucuna kadar karışıyoruz ve karışacağız, bu değişmiyor. Öyleyse asgarî müştereklerde buluşalım.

Nurcuların olmasa bile (bu çok nadir fertlerde bir meziyet) Nurculuğun siyasetle teması asgarî olmalı. Yani zaruret gerektirmedikçe "Nurcular şu siyasi partiyi destekliyor!" tarzı birşeye uzanmamalı bu iş. 17 Aralık süreci, taraflardan birisi de Nurculukla ilintili olduğu için, belki böyle bir ayrım noktasında bizi mecbur kıldı. Hem meşru idare tehlikedeydi ve korumak dinin/dinin gereği olan hürriyetin yararınaydı. Onlar gibi düşünmediğimizi ve öyle olmadığımızı açıkça beyan ettik. Bizi temsil eder konumda olanlar da beyan ettiler. Amenna! Fakat şu önümüzdeki seçimler için böyle bir zaruret var mı? Nurculuğun kendisini ifade etmesine mecbur ederek bir güçlük görünüyor mu? Ben öyle birşey göremiyorum. Hatta ağabeyler böyle bir beyanatta bulunmasalar kimse dönüp onlara ne düşündüklerini sormayacaktı bile. Çünkü herkesin durduğu yer belli. Oyunu vereceği yeri seçmiş. Hele Nurcular düzeyinde zaten iradeler yeterince net. İsteyen istediğine 'iradesine perdeleyen bir sis olmadan' verecek. Nurculuğun da ağabeyler diliyle bir irade beyan etmesine gerek var mıydı?

Kaldı ki; bu irade beyanında hiçbir çerçeve de çizilmemiş. Yani "Bu siyasi kuruma desteğimiz şu şu şu çerçevede hareket ettiği için ve böyle hareket ettiği sürece devam edecektir. Ve önümüzdeki dönemde de yine şunları şunları yapmasını talep ediyoruz..." tarzı hiçbir sınırlamaya sahip değil. Mutlak, körkütük bir destek gibi duruyor. Amaçsız, nedensiz, gereksiz. İnce hesaplara çok kafam basmıyor ama; Demirelcilikten yeterince çekmedik mi ki, yoğurdu üfleyerek yiyemiyoruz hâlâ? Bu noktada Lahikalar'a dikkat edelim. Bediüzzaman'ın DP'ye verdiği desteklere hep talepler/çerçeve tayinleri eşlik etmiyor mu? Hep tavsiyeler, hayra ve İslam'a yönlendirmeler bulunmuyor mu? En azından desteğin 'şartlara bağlı olduğunu' daha çok hissettirmek gerekmez mi?

Üçüncüsü; bu konu hakkında daha evvel de yazdım, Nurcuların siyaseti etkilemek için siyasete böyle kenardan müdahil olmasına gerek yok. Ehl-i Beyt'in siyaset dışı fakat kemalde duruşunun Emevileri şeriatın sınırlarında kalmaya zorlaması gibi bir duruşa sahip olmamız lazım bizim. Ehl-i Beyt mesleği dediği Üstadın biraz da bu. Siyasete karışmadan ama siyasetin kendini ona göre düzeltmeye mecbur olduğu bir kıyas ölçüsü. Ümmet için bir doğru referansı. Biz bu olmaya çalışmalıyız. Zira dinî ve toplumsal sorunların 'ancak siyaset kurumuyla ve topuzuyla' çözülebileceği ehl-i sünnet âlimlerinin ve dolayısıyla Bediüzzaman'ın kanaati değildir. Ne İmam-ı Azam'ın kadılığa ihtiyacı olmuştur ne de Bediüzzaman'ın şark umumî vaizliğine. Devletler, hükümetler ancak 'gölge etmezler' ve hayrı gözetirler.

"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Benim endişelerim buralardan besleniyor ve siyasete ayar verecek güvenli bir mesafenin her zaman korunması gerektiğini düşünüyorum. Bütünleşmek, karışmak, karıştırılmak tehlikelidir. Gülencilerin hali ortadadır. Hangi partiye oy verirse versin, onu uyarabilecek ve vazifesinin siyasilere gaz vermek değil ayar vermek; onların o sorunlu ('ekserce müttaki olmaz'lı), yani günaha müsait alanda yoldan çıkmalarını merhametle engellemeye çalışmak olduğunu bilmeli Nurcular. Nurcular başaramasa bile Nurculuk... Nurculuk bizim ferdî hatalarımızdan mahfuz kalmalı. Bu korunmanın en büyük sorumluluğu da benim gibi cemaatsizliği evvelden beyan etmişlere değil, sözleri Nurculuğun sözü sayılanlara düşüyor. Allah, bizi istikametten ve merhametten ayırmasın. Amin.

İlmihal'in derdi KADEM'i niye gerdi?

Yıllar önce TV111'de Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini 'berraklık' nokta-i nazarından ele alan bir sunum yapmıştım. E...