9 Eylül 2012 Pazar

Tenbih üzerine...

Pekala. Nasıl başlayalım? Risale-i Nur konulu epeydir birşey yazmıyordum. Kendime nota verdim, çalışmaya başladım. İşaratü’l-İ’caz okuyorum bugünlerde. Öf, dakika bir yalan bir. Daha bugün başladım. Nasıl oluyor peki Ahmet o zaman bugünlerde? Risaleler hakkında birşeyler yazarken daha dikkatli olmak gerek. Bu bahisler tasannu kaldırmaz. Hele yalanı hiç kaldırmaz. Şefkat tokadı yapışıverir yanağına.

Aldım ajandamı, tükenmez kalemimi, Risalemi elime (sehpama demeliyim) bir yandan okudum, bir yandan da sorularımı not aldım. Tabii notlarımın tamamı sorulardan oluşmuyor. Dikkatimi çeken şeyler de var orada. Bari bugün size onlardan bahsedeyim. Kalemimin kemiği de kırılmış olsun hem. Hem belki yazarken sorularımı kafamda daha da netleştiririm. Yazmanın tefekküre yardımcı böyle bir yanı da var. Düşüncelerimiz şık kalıplar buluyor kendine beyaz kağıt üzerinde.

Kitabın en başındaki Tenbih bölümü oluşturacak yazımızın konusunu. Toplamı Söz Basım Külliyatına göre üç sayfa. O kadarcık. Müellifin İşaratü’l-İ’caz’ın telifinden yıllar sonra Türkçe çevirisine yazdığı bir önsöz bu. Önsöz de diyebiliriz, şimdiye yakın tabirler kullanacaksak. Bahsettiğim bilgileri Tenbih bölümünün sonunda zaten bizzat müellif veriyor.

Yazının nelerden bahsettiğini uzun uzun anlatacak olursam herhalde yazım uzar gider. Özetle; İşaratü’l-İ’caz’ın üslup ve tarz açısından neden daha sonraki eserlerine benzemediğini anlatıyor müellif bu kısımda. Girişte dilinin ağırlığını ve izahların kısalığını dört sebeple izah edeceğini söylüyor, ama üç sebep sayıyor sadece. Salisen’de bitiyor. (Acaba neden?) Salisen’i önemsiyorum. Zira orada İşaratü’l-İ’caz’ın en temel özelliğini vurguluyor bence müellif. Bu eser, nazm-ı Kur’anî hakkında telif edilmiş. Nazm-ı Kur’anî’nin anlamını Söz Basım sayfa altı sözlüğünde vermiş. “Kur’an’ın mübarek kelime ve ayetlerinin tertip, diziliş ve düzeni.”

Bu tanıma katılıyorum. Bence de müellifin kastettiği özetle bu. İşaratü’l-İ’caz, klasik tefsir usûlüne daha yakın bir şekilde nazm-ı Kur’an’la ilgileniyor. Yeni Said dönemindeki eserlerin ise daha çok “manaya” odaklı oldukları düşünülürse, İşaratü’l-İ’caz’ın bu yönüyle onlardan ayrıldığı hissedilebilir. Zaten bir Eski Said dönemi eseri.

Ama şuna da dikkat edelim: Aynı bölümde müellif, Yeni Said döneminde de bu eserin her noktasına katıldığını beyan ediyor. Yani şunu anlamalıyız bir kere: Eski Said’in her yaptığı şüpheyle bakılacak, kusur aranacak işler değildir. Eski Said’in yaptığı ve Yeni Said’in sonuna kadar destek verdiği çok şey vardır. Hatta müellif ahir ömründe de bazı bazı Eski Said kafasını takmıştır. Külliyatı bilenler, bilirler.

Bu yüzden şu klasik, kolaycı Eski Said-Yeni Said ayrımını artık bir kenara bırakalım. Bizi bir yere de vardırmıyor. Ben bu ayrımın detaylarını artık müellifin kendisine bırakmaya karar verdim, çünkü çapım bu ayrımın nüanslarını yakalamaya yetmiyor. Bir yönüyle birbirlerine çok benziyorlar. (Zira aynı kişiler.) Bir yönüyle de çok farklı duruyorlar. Ama bu farklar da hava gibi, su gibi, nur gibi. El uzatılınca tutulmuyor.

Şimdi bu Tenbih yazısında dikkatimi en çok çeken kısma gelelim. Müellif 18. sayfanın en altında çok bilinen şu ifadeyi kullanıyor: “Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.” Bu cümle Risale derslerinde de, Risale-i Nur metodunu tarif edenlerin metot öğretilerinde de mühim bir yer işgal ediyor. Fakat bu sefer, bu çok bilinen cümleye, bilinmeyen bir yönüyle bakalım istiyorum. Tabiat Risalesiyle karşılaştırma yönüyle.

Şimdi, müellif burada muarızların şüphelerini zikretmemekten bahsediyor, mesleğin esası budur diyor. Fakat biz biliyoruz ki, Tabiat Risalesi isimli eserinde varoluş hakkındaki teorileri dört olarak sınıflandıran ve ardından ilk üçünün imkansızlığını izah eden de bizzat kendisi. Yani Bediüzzaman, o kısımlarda muarızların şüphelerini zikretmemezlik etmiyor. En azından bizim anladığımız şekliyle böyle yapmıyor. Özet bir şekilde teorilerinin özünün ne olduğunu söylüyor ve imkansızlığını örneklerle ortaya koyuyor. (Buna benzer birkaç örneği eminim Lahikalarda da bulabilirim.)

Peki o zaman yukarıdaki cümle ne demek? Kesin bir cevabım olmamakla birlikte ben yukarıdaki metni, bütün şüpheleri hesaba katarak cevap verme ve bu yolla vehim ve vesveseye yer bırakmama olarak anlıyorum. Yani Bediüzzaman, Ali Bulaç’ın da bir yazısında dediği gibi, itiraz olabilecek bütün noktaları hesaba katıyor ve onlara göre öyle bir cevap veriyor ki muhatabın kafasında sorun oluşturabilecek bir kör nokta kalmıyor. Yani Bediüzzaman, çok yanlış anlaşıldığı şekliyle (ben en azından bir kısmımızın burayı yanlış anladığını düşünüyorum) şüpheleri anmayalım, konuşmayalım demiyor. Bilakis, düşünce dünyasında bunları hesaba katarak üretilmiş cevaplarla sahaya çıkalım ki, arkamızda vehim ve vesvese izleri kalmasın diyor. Burayı böyle anlamak beni bir nebze rahatlattı. Ama genelgeçer bir cevap mıdır, bilemem.

Bir de bu Tenbih bölümünün sonunda müellifin Türkçeye tercümede eserin kıymetten düştüğünü beyan ettiği son paragraf var ki, bence manidardır. Bediüzzaman’ın Arapçaya verdiği önemi göstermesi açısından da kıymetlidir. Cümleyi alalım:

“Türkçeye tercümesi, Arapçadaki cezalet, belâgat ve harika kıymetini muhafaza edememiş, bazan da muhtasar gitmiş.” Risale-i Nur’un en büyük kısmının Türkçe telif edilmesiyle bir kısım kardeşlerimde Türkçeyi böyle aşırı bir yüceltme, hatta ahirzamanda cihad dilinin bu olacağını beyan etmeye varan bir uçuşa geçiş durumu var. (Hatta bizzat bu kulaklar; “Kur’an Türkçe gelse Risale-i Nur olurdu” cümlesini işitti bir derste. Tevbe Allahım. Sen aşırı muhabbetten doğacak hatalara karşı bizi koru.) Bu kısım, Bediüzzaman’ın bir eserinin Arapçadan Türkçeye tercümesiyle neler kaybettiğini kendi beyanından okumakla da bu davayı bir miktar cerhediyor. İçimizdeki milliyetçiliklere bir bıçak indiriyor, kanaatindeyim.

Evet, bugünkü okumamdan kalanlar bu kadar. Daha sonra tekrar görüşebilmek ümidi ve duasıyla...

15 Temmuz 2012 Pazar

Nurculuk, ama hangisi?

Bundan yıllar önce Nur cemaatlerinin sadece ismini duymuş ama içlerinde hiç bulunmamış bir arkadaşıma merakını giderici bilgiler verirken bir sorusunda tıkanıp kalmıştım: “Eğer hepiniz aynı kitabı okuyor ve onun öğretisine göre hareket ediyorsanız, neden bu kadar kola ayrılmış durumdasınız?”

Sohbetin devamında bunların küçük farklar olduğunu; fikre değil şekle ait şeyler olduklarını izah etmeye çalışsam da ne muhatabım, ne de ben benim cevabımdan tatmin olmamıştık. Üstelik aynı arkadaşım ne zaman cemaatlar arası bir gerilimi fark etse, beni bir maille bu durumdan haberdar ediyor ve bir açıklama istiyordu. En son da sadeleştirme üzerine yaşanan gerilimde bana yaşadığı yabancı ülkeden bir mesaj attı ve “Hâlâ mı ‘Yeterince konuşmuyoruz’ diyeceksin?” dedi. Doğrusu cevap veremedim. Geçtiğimiz süreçte de eski cevabımı sorguladım durdum.

Derken, İletişim Yayınlarından çıkan Yavuz Çobanoğlu’na ait “Altın Nesil”in Peşinde isimli eseri okurken hatamın farkına vardım. Bizim aramızdaki ayrılıklar, sanıldığı kadar yüzeysel şeyler değildi. Evet, hepimiz aynı metinleri iftiharla okuyor, dersler yapıyor, örnekler veriyorduk; fakat bir farkla: Her birimiz Risalelerdeki kavramların altını kendimize göre doldurarak ilerliyorduk. Bu da aynı metinden yola çıkan hakikat âşıkları olmamıza rağmen ilerleyen safhalarda çok farklı noktalara varabilen cemaatler olmamızı sebep oluyordu.

Mesela o kitapta Yavuz Çobanoğlu’nun uzun yıllar yaptığı müdakkik okumalar çerçevesinde ortaya çıkardığı Hocaefendi profili, aslında birebir Risale-i Nur öğretisiyle uyuşmayan, pekçok yönünü külliyattan almış, ancak oradaki bazı kavramların altını başka şekilde doldurarak yoluna devam etmiş bir fikrin mahsulü olarak göründü bana. Hatta araştırmaları sırasında bunu fark eden yazar da; “Hocaefendi bu noktada takipçisi olduğu Said Nursî’den ayrılmıştır” gibi cümlelerle tespitini dile getiriyordu. Özellikle bu ayrım “devletçilik” ve “milliyetçilik” gibi noktalarda yaşanıyordu.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bizzat külliyattan aldığı metinleri aktardıktan sonra o kavramların içini daha farklı manalarla doldurarak Risale-i Nur mesleği içinde (bilerek veya bilmeyerek) bir kırılmaya neden oluyordu. Yazar, eseri içinde Hocaefendi’nin eserlerinden, söyleşilerinden ve vaazlarından alıntılarla bunları delillendiriyordu.

Mesela bunlardan “asker” ve “millet” kelimelerine yüklenilen manalar, konuyu izah etmesi açısından harika örneklemelerdi. Bediüzzaman’ın kulluk ve askerlik benzetmesini kendi sohbetlerinde ve eserlerinde çokça istimal eden Fethullah Gülen Hoca­e­fendi, kavramı o noktada bırakmıyor; toplumu da bir ordu disiplini içerisinde otoriteye (bununla da Nurettin Topçu gibi devleti kastediyor) itaat içinde hayal ederek Bediüzza­man’ın hiç de hedeflemediği bir sonuca varıyordu.

Bu noktada Hocaefendi’nin hayal ettiği cemaat sistemi kesinlikle Bediüzzaman’ın hayal ettiğinden daha katı kurallara sahip, daha az farklı sese müsait bir yapıdaydı. Bediüzzaman kendi eserinde cemaat kavramını İslam cemaati düze­yine çıkarıp bazı yerlerde dost, talebe, kardeş gibi kavramlarla genişletirken; Fet­hul­lah Gülen Hocaefendi kendi içinde bir “imamlık” sistemine sahip hiyerarşik bir yapıda şekillenmiş ordu misal bir cemaat düşünüyordu. Bediüzzaman kendi sözlerinin bile mihenge vurulmasını istersen, Hocaefendi farklı seslerin daha çıktığı, belki hiç çıkmadığı bir topluluk hayal ediyordu.

Yine Bediüzzaman’ın millet kavramını kullandığı yerlerden çoklukla alıntı yapan Hocaefendi, o kavramı çoğu yerde Bedi­üzza­man’ın anladığı gibi millet-i İslamiye olarak anlamıyor, bunu da metnin devamında söylediği (Yavuz Çobanoğlu bunu kitaplarından örneklerle ortaya koyuyordu) “bin yıllık mazimiz” veya “bin yıllık şanlı tarihimiz” gibi ifadelerle Türklerin İslamiyete giriş tarihine bağlıyordu. (Halbuki kastettiği millet-i İslamiye olsa belki bindörtyüz sene demeliydi.) Millet kavramının altını bu şekilde doldurduğu için de Risale-i Nur öğretisine göre daha Türk milliyetçisi bir çizgide devam etmeye mecbur oluyordu. Türkçeyi vacip sayarak herkese öğretmeye çalışıyor, ama Kürtçenin caizi­yeti­ni hiç gündemine almıyordu.

Hocaefendi’nin anlamında bir kırılma yaptığı kavramlardan birisi de müsbet hareketti. Müsbet hareketi yalnızca hükmeden otoriteye itaat olarak algılayan Hocaefendi, bu nedenle tesettür konusunda bile bazen “Gerekiyorsa örtünmeyebilirler” tarzı açıklamalar yapabiliyordu. Kitabın içinde örnekleri verildiği şekilde seksen darbesini bile “Keşke olmasa, ama gerekliydi” tarzı yorumlarla değerlendirebiliyordu. Gücü elinde bulunduranlara karşı kesinlikle dik bir çıkış sergilemiyordu.

Bu noktada da Hoca­efendi’nin öğretisi Bediüzzaman’dan ay­rılı­yordu ki, Bediüz­za­man kesinlikle müsbet hareketi bu tarz bir “onaylama” hareketi olarak algılamamıştı. Her zaman tavrını net koymuş, Tesettür Risalesi’nin (yüzdeyüz mahvolacakları ihtimalle yargılandıkları bir mahkemede) savunmasını yapmış ve orada söylediği iki cümle yüzünden aylarca hapis yatmayı göze almıştı. Yine mahkeme safahati esnasında bazı zamanlar Eski Said’in dilini kuşanmaktan çekinmemiş, otoriteyi sorgulayan bir tavır takınmıştı.

Bu gibi farklar bile sanıyorum bir örnek üzerinden bizdeki kırılmaların sebebini anlamaya yetiyor. Bizler aynı metinleri okuyor, ama onların altını başka şekillerde dolduruyoruz. Kavramlarının altının müellifin ifadelerinden daha başka şekilde doldurulmadığı bir Risale öğretisi; sanıyorum bütün dünyayı kucaklayacak olan meslek bu... Yoksa yaşanan her kırılma, davanın önünde bir perde, bir engel olup karşımıza çıkıyor. Bu noktada bizim de artık Risale-i Nur’u Risale-i Nur’dan öğrenmeye başlamamız şart. Daha müdakkik okumalar, bu yolda yardımcımızdır. Tevfik Allah’tan...

Yeniden Mesnevî okumak...

“Kırk-elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakikatü’l-hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü aklı, fikri hikmet-i felsefiyeyle bir derece yaralıydı, tedavi lazımdı.”

Bu cümlelerle başlıyor bugün size anlatmak istediğim kitap. Belki dokuz, belki onuncu kez okuduğum bir eser bu; Mesnevî-i Nuriye. Bediüzzaman Said Nursî’nin (yanlış aklımda kalmadıysa) 1919-1920 yılları arasında telif ettiği Katre, Habâb, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Lem’alar, Reşhalar ve Lâsiyyemalar gibi küçük eserlerinin toplamından oluşan (bence) tüm hayatının özeti. Yanlış anlaşılmasın, maddi hayatının değil; manevî tarihçe-i hayatının özeti... Müellifin ifadesiyle bu eser, Mevlana Celaleddin’in (k.s.) aslı Farsça olan Mesnevî-i Şerif’ine bir kardeş/benzer olarak neşredilmiş. Ve Bediüzzaman’ı yine kendi bölümlendirmesiyle Eski Said’den Yeni Said’e çevirmiş.

Demek ki, kitaplar yalnız okurlarını değiştirmiyorlar. Yazarlarını da değiştiriyorlar bazen bu eserde olduğu gibi. Öyle ki, müellifi hayatının en büyük değişimini bu eserin telifiyle birlikte yaşadığını beyan edebiliyor. Aslında biliyor musunuz, bence de kitap biraz böyle birşey olmalı. Eğer kimyada, fizikte olduğu gibi var olandan yeni birşeyler üretmek, o maddenin aslında oynamalara neden oluyorsa; insan da yeni birşeyler ürettiğinde halinde oynamalar olmalı, olgunlaşmalı. Eşyanın tabiatı böyle belki. Belki eşyanın tabiatı, insanın da tabiatı...

Ben Bediüzzaman’ı anlamak isteyen birisinin ilk nefeste bu eseri okumasını isterim. Ancak bu eserin şöyle bir zaafı var: Biraz nazlı, kolay açılmıyor. Müellifin yine kendi beyanıyla; kah minare başında kah kuyu dibinde geçen şiddetli bir fikrî mücadeleyle ve kendisi için bir nevi özetlemeler tarzında bir telif yaptığından bazen tek cümlede bir kitap kadar şeyler söylüyor. Bir tek ifadesi, üzerinde bir saat uğraştırabiliyor.

Bu yönüyle Risale-i Nur’un ileride telif edilen eserlerinden daha zor anlaşılır olduğu söylenebilir. Fakat öte yandan yukarıda da zikrettiğim gibi Bediüzzaman’ın fikrî haritasını birkaç yüz sayfada önünüze serdiği için ayrıca kıymetli. Kendisi Risale-i Nur’un fidanlığı diyor ya eserine, ben fihristesi demek istiyorum. Adeta bir nevi konsantresi. Külliyatta geçen neredeyse her mesele, burada bir cümlecik olsun kendisine yer buluyor. Bir tür kodlanıyor, ben gibi acelecilere hatırlatma yapıyor.

Bediüzzaman’ın telif sistemi cidden enteresandır. Bildiğiniz, tanıdığınız yazar profilini bulamazsınız onda. Sanki yetmişinde yazdığının fikri onda otuzunda zaten vardır. Hatta Yeni Said döneminde ne telif etmişse, aslında onun fikriyatı çoktan otuzlarında aklına düşmüştür Bediüzzaman’ın. Yalnız üslup değişir sürekli. Bazen Mesnevî’deki gibi böyle küçük küçük kodlamalar gibi olur, bazen Lemaat’ta şiirimsi gibi... Sanki Risaleler boyunca bir müellifin üslup arayışına şahit olunur. Bediüzzaman Yeni Said’in dengesini bulana kadar hep yeni yöntemler dener durur.

Bir küçük not da düşeyim: Benim bu sefer okuduğum tercüme herkesin bildiği, okuduğu Abdülmecid Nursî ağabeyin tercümesi değildi. Allah razı olsun, Ümit Şimşek’in yeniden Arapçasından yaptığı bir tercümeydi. Üstelik Ümit Şimşek, müellifin kardeşinin tercüme esnasında belki tam aktaramamaktan çekinerek atladığı kısımları da tercüme etmişti. Bu hali neredeyse diyen Mesnevî’nin iki katına ulaşmıştı. Bu yönüyle son Mesnevî okumam benim adıma çok faydalı oldu. Yeni yeni metinlerle karşılaştım burada Bediüzzaman’a ait olan. Yazık ki, Arapçam yok. Orijinalini okuyamıyorum. Ama olsun, tercümeler de gayet başarılı şeyler zaten. (Şimdi de merakla Kenan Demirtaş ağabeyin yaptığı tercümeyi bekliyorum.) Hem müellifin aynı konulara dair daha sonra Türkçe teliflerde bulunması, tercümelerin sıhhatini sorgulama noktasında da elinizde dayanak oluyor, kolaylaştırıyor.

Tabii şunu da söyleyeyim; müellifin Yeni Said döneminde belki bazı değiştirdiği fikirlerini de teşhis ediyorsunuz böyle eski eserlerini okumakla. Mesela Mesnevî’de Allah’ı öğreten muallimleri dört olarak zikredip vicdanı da cümleden sayarken, daha sonraki teliflerinde onu çıkararak hep üç diyor. İlham bahsinde Mesnevî’de tutulabileceğini söylerken bir yerde, ileride aynı konu hakkındaki telifinde tutulamayacağını da belirtiyor. Böyle küçük değişimler var Eski Said ve Yeni Said arasında. Ama onun dışında fikri polattan sanki. Kırkında neyse, sekseninde o... Hiç oynamıyor.

Çok şey söylemek lazım, ama bu yazılık bu kadar. Bu eseri iki aydır diğer okumalarımın yanında her gün bir miktar okumaya çalışarak tekrar bitirmiş oldum. Çok memnunum. Bir sokak serserisinden ibaret olan Eski Ahmet’i, Yeni Ahmet yapan bu eserler herdem zihnimin, fikrimin şekeridir zaten, hem şekerim olsun. Zihnim, fikrim hep bu şekeri ezsin dilinde. Öyle duasındayım ve öyle duacısıyım Bediüzzaman’ın. Allah ebeden razı olsun, bahtiyar olsun. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim. Size bu sefer, bana okumayı öğreten insanın kitabından bahsettim.

3 Temmuz 2012 Salı

Altın nesil tasavvur mu, yoksa ütopya mı?


1910 yılında Doğudaki aşiretlere meşrutiyeti anlatmak için çıktığı yolculukta Bediüzzaman’a şöyle bir sual sorarlar: “Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların ve faziletlerinin esiriyiz.” Bediüzzaman bu suale şöyle cevap verir: “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”

Bu dersin eşliğinde başlıyorum yazıma. Çünkü bu yazı, hakikaten faziletçe hakkının verilmesi gerektiğini düşündüğüm bir kişiye dair yazılmış olacak. Daha doğrusu, onun fikriyatı üzerine yazılmış bir kitabın yorumlanması olacak. Ancak bu yazı, bir methiye yazısı değil. Hatta hiç değil. Bu yazı, faziletlerini takdir etmekle birlikte faziletinin esiri olmadan bir insanın fikriyatını mihenge vurabiliyor muyuz sorusunun cevabı olacak. Evet, bu yazı cüretkâr olacak. Fakat Hakkın hatırı âlidir. Benim hakkında konuşacağım şahıstan küçük olmam da onun hakkında konuşamayacağım anlamına gelmez. Nihayetinde Hz. Ömer’e (r.a.) “Seni kılıcımızla düzeltiriz” diyen sahabi de ondan daha faziletli değildir. Ancak ortada Hakkın hatırı olduğundan başka hatırlara bakılmaz.

Bugün size anlatacağım kitabın ismi; “Altın Nesil”in Peşinde: Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak ve Otorite... Yazarı; Yavuz Çobanoğlu... Yayınevi; İletişim. Hocaefendi’nin fikriyatı hakkında yazılmış bu eseri belki duymamış olabilirsiniz, çünkü biz onu övmeyen eserleri, hele birazcık eleştirel bir dille yaklaşanları çok paylaşmayız. Hatta mümkünse üstünü kapatırız. Yok eğer övmüşse azıcık birisi, onu da binbir nümayişle paylaşırız, tavsiye ederiz. Eleştiriyi sevmeyiz çünkü. Biz fazilet esiriyiz. Esaretimizden ötürü yukarılara dair kelam edemeyiz.

Halbuki haklı bir çift kelamın muhataba vereceği katkıyı hangi iltifat verebilir? İltifat belki insanı nefsin dalga boyuna da kaptırabilir, ama insaflı bir eleştiri bunu yapmaz. İnsaflı bir eleştiri, nefs-i emmareden, nefs-i levvameye geçişin de kapısıdır. Bu geçişi sağlamanın ve diri tutmanın anahtarıdır. Bu yüzden eleştiri kıymetlidir ve insaflı bir şekilde varlığı sürmelidir. Binanaleyh Hz. Osman’ın da (r.a.) şehadetine sebep olan fitne Hz. Ebu Zer’in (r.a.) muhalefetinden dolayı Medine’den sürülmesinden sonra yaşanmıştır. İnsaflı muhalefete müsaade edilmelidir ki, insafsızlar yerini alıp ortalığa ateş saçmasın.

Ben de Yavuz Çobanoğlu’nun kaleme aldığı bu eserin Hocaefendi’nin fikriyatı üzerine çok insaflı bir eleştiri dili içerdiğini düşünüyorum. Hatta dikkat ile okunsa pekçok sapmadan cemaat mensuplarını koruyabileceğini sanıyorum. Evet, müellifin ne cemaatle ne de (belki) dindarlıkla bir ilgisi var. Fakat öyle müdakkik bir eleştiri üslubu var ki; bu eleştirileri okuyunca taklidî bir imanın dışında başka bir gerekçeyle oklarından kaçılamıyor. Tamam, belki kimi yerlerde bizim çok dışımızda birisi gibi geliyor dili, olabilir. Ama kitabın genelinde Hocaefendi’nin fikriyatı ile ilgili tespitlerde (delilleri sayılmış) haklılıklar var. İnkar edilemez bir şekilde gözünüze batıyor bunlar.

Mesela Hocaefendi’nin devletçiliği ve milliyetçiliği yazarın yakaladığı iki zayıf damarı. Zayıf damar diyorum, zira bu iki kanal, onun İslam öğretisi anlatırken çekinceli bir dil kullanmasına neden oluyor. Ahlak dilinin pekçok yerde yara almasına sebep oluyor. İffet konusunda birçok nasihatlerde bulunurken İslam’da iffetin bir sembolü olan tesettür konusunda belirsiz kalıyor Hocaefendi. Devletin darbe yaşadığı veya korkusunu çektiği dönemlerde ise özellikle çekiniyor bu konularda konuşmaktan. Hatta bazen “Gerekiyorsa açık olabilirler” tarzında açıklamalar yaparak takva ve devlet çizgisinde devletten yana tavır koyabiliyor.

Yine hiçbir darbe esnasında (80’den itibaren) yapıldıkları sırada onların karşısında durmuyor Hocaefendi. Yazarın örneklerle açıkladığı bir şekilde bazılarını ehven-i şer olarak görüyor. Emniyetin sağlanması adına, antidemokratik yönetimleri de sineye çekmek gerektiğini düşünüyor. Ululemre itaat dersi veriyor. Fakat bunu böyle söylerken diğer yandan Milli Eğitim’i eğitim konusunda eleştirmekten çekinmiyor.

PKK’ya ve teröre karşı çok sert tavır koyarken, diğer taraftan Kürtlerin kimlik haklarına dair (yakın zamanda söyledikleri hariç) bir kelam etmiyor. Oradaki sorunun insanlara şefkat eli uzatmakla çözüleceğini söyleyerek devletin ezberine düşmüş oluyor. Haklarının arkasında durmuyor. Dil konusunda Türkçeyi vacip olarak kabul ediyor, bütün dünyaya öğretilmesine çalışıyor; fakat diğer yandan caiz olan Kürtçeye (yakın zamana kadar) destek vermiyor. Devletin asimilasyon çalışmalarına dair ne 80’lerde, ne de 90’larda bir çıkış yapmıyor. Ancak devlet bir cesaret gönderip bu meselelere dair birşey söylerse, onlara katıldığını beyan ediyor.

Bediüzzaman’ın içinde millet geçen ifadelerini kullanıyor, fakat o milleti Bediüzzaman’ın kullandığı şekilde millet-i İslamiye olarak değil; pekçok yerlerde devamındaki cümlelerle belirttiği şekilde Türk milleti şeklinde anlıyor ve hep Türk tarihi vurgusunu yapıyor. Bu yönüyle İslam’ın genel mesajını, yalnız bir milletin omuzlarında olan yükmüş gibi gösteriyor. Diğerlerini bir nevi görmezden geliyor. Bunun yanısıra Batı’ya 80’lerde çok sert ifadeler kullanırken, 90’lardan sonra aniden hoşgörü mesajlarına dönüştürüyor bunu. O yıllarda basılmış kitaplarını bugünkü baskılarında bile onlara dair çok sert ifadeler bulunuyor. Fakat günümüzde cemaatin, bu sert eleştirilerin uzağında, en azından elit kadrosuyla, olduğunu söylemek güç değil.

Hasılı bu kitap; Hocaefendi’nin fikriyatındaki dalgalanmaları görmek adına sıkı bir metin. Ha, çok insafsız gelecek yerleri olmayacak mıdır, olacaktır elbette. Canımız birazcık yanacaktır. Fakat dışarıdan nasıl göründüğümüzü bilmek şart. Üzerimizde akrep olduğunu söyleyen insana kızılmayacağı gibi bu tarz eleştirilere de kızılmaz. Ben şahsen ortaokul ve lise hayatının büyük bir kısmı cemaatin içinde geçmiş birisi olarak (hâlâ da onlarla temas halinde birisi olarak) kitaptaki eleştirilerin çok kısmını haklı buldum. Hatta içimdeki hislere tercüman olmuş bildim.

Girişte belirttiğim gibi; bize faziletinin esiri olmadan düşüncelerini sınayabileceğimiz kanaat önderleri gerek. Bediüzzaman bile sözümü mihenge vurun derken başkalarının sözlerini eleştirisiz bir şekilde kabul etmek, tahkik mesleğine pek uygun gelmiyor. Biz de artık takkemizi önümüze koyup düşünebilelim: Acaba hatamız var mı? Varsa nerelerde? Nefsi olan sadece kişiler değil, cemaatlerin de bir nefsi var. Ve onları emmareden levvameye çıkarabilmek sağlam bir eleştiri dili oluşturmakla mümkün ancak...

(Not: Bu yazıda kitaba çok konsantre olamadım belki. Ne yapayım, eser çok dolu. Böyle kısa metinler izah etmeye yetmiyor. Şu kadarını söyleyeyim: Kitabın meyvelerini son iki yüz sayfada toplamaya başlayacaksınız. Beş on tashih var, ama küçük şeyler. Yalnız bir zaaf; müellif yeterince Bediüzzaman okuması yapmamış gibi. Kimi yerlerde Gülen Hocaefendi ile Bediüzzaman’ın düşüncelerini birbirinden ayıramıyor. Bediüzzaman’dan aldığını Hocaefendi’nin fikriymiş gibi, Hocaefendi’den aldığını ise Bediüzzaman’ın da düşüncesi böyleymiş gibi sunabiliyor. Keşke cemaatin içinden böyle birisi çıksa da Bediüzzaman ve Hocaefendi fikriyatı arasındaki farkları ortaya koyabilse. Ne diyelim, inşaallah böyleleri de ortaya çıkar. Zira bence Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikriyatında Risalelerle tam anlamıyla uyuşmayacak çok yer var. Mesela yukarıdaki iki örnek, buna misal sayılabilir: Milliyetçilik ve devletçilik... Kitapta çok yerin altını çizdim, ama dedim ya; paylaşmaya kalksam yazı uzar gider. Ne yapalım, bu seferlik böyle olsun. Hepinize güzel okumalar.)

27 Haziran 2012 Çarşamba

Yoksa Bediüzzaman'ı küçültüyor muyuz?

Bugün bu yazıda siz kardeşlerimle bir mülahazamı paylaşmak niyetindeyim. Ki bu mesele bir yıla yakın bir zamandır zihnimi meşgul etmekte... Bediüzzaman ile ilgili yakın tarih çalışmalarının bir hayli arttığı malum. Hatta benim de iltifat ettiğim bir şekilde bu çalışmalar, Bediüzzaman’ın hayatını bir bütün şeklinde incelemekten çok, bir kesitini, daha lokal ve derinlemesine bir şekilde ele alıyorlar. Bu elbette güzel birşey. Çok da takdir topluyor. Fakat kanaatimce bir hata, bir eksen kayması bu çalışmalar içinde neşrünema buluyor. Benim gibi vehhamları da kara kara düşündürüyor.

Bahsettiğim eksen kaymasını en çok Bediüzzaman’ın eser neşirlerini yakın tarih olaylarıyla birbirine bağlayanların teliflerinde görüyorum. Onlar, belki iyi bir niyetle Bediüzzaman’ı yakın tarihin daha aktif bir üyesi gibi göstermeye çalışırken (ki bunu daha çok toplumsal hayattan geri durduğu Yeni Said dönemi için yapıyorlar) diğer yandan Bediüzzaman’ı alabildiğine küçültüyor, daraltıyorlar. Evet, evet, küçültüyorlar!

Mesela Haşir Risalesi’nin telifini Abdullah Cevdet ve avanesinin Resimli Ay Mecmuası ile bağlayarak yorumlarken Bediüzzaman’ı daha çok yücelttiklerini sanıyorlar. Yine diğer eserlerin teliflerini adeta birileriyle Bediüzzaman’ın oynadığı satranç oyununun taşları gibi yorumluyorlar. Diğer yandan yine bazılarının öyle bir yakın tarih algısı var ki, sanki Mustafa Kemal ve Bediüzzaman karşılıklı oturuyor, düşünüyor ve birbirlerine karşı hamleler yapıyorlar. Hatta bu çalışmaları yapan hocalarımız elde ettikleri bilgileri de malumlarına/yorumlarına tâbi kılarak; yontuyorlar, zorluyorlar, zahmetli tevillere girişiyorlar.

Ben bu algının (doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulamadan) bir hata olduğunu düşünüyorum. Bunu bir eksen kayması, hatta bir daraltma olarak tarif ediyorum. Zira Risale-i Nur’un telifini böyle bir yakın tarih paralelliğine mahkum kılanlar, bu sefer şu sorunun cevabını vermekte zorlanıyorlar: “Madem bu eserleri yazmak Bediüzzaman’ın kalbine zikrettiğiniz olaylarla birlikte geldi; peki neden müellif-i muhterem, Eski Said döneminde yine bu bahislere dair telifler yapmıştır? Mesela Haşir Risalesi, madem Resimli Ay Mecmuası ile bu denli alakalıdır, neden bundan yıllar önce telif edilen Mesnevi-i Nuriye’de Lasiyyemalar isminde yine Haşir üzerine yazılmış benzer bir bölüm bulunmaktadır? Ve neden Mesnevi-i Nuriye buna benzer örneklerle dolu bir fidanlık hükmündedir? Yoksa müellif, daha satrançtaki rakipleri piyasaya çıkmadan taşları mı oynamaya başlamıştır? (Yoksa rakipler yalnızca onlar değil midir?)”

Oysa ki, bizzat kendisi Mesnevi-i Nuriye’nin bir bölümünde şöyle demektedir (Ümit Şimşek tercümesi): “Bu meseleler geliştirilip tanzim ve izah edildiği takdirde, onlardan, bu zamanın fikrî dalaletlerine karşı gayet kuvvetli ve sağlam bir akaid-i imaniye ile yeni bir ilm-i kelam çıkarmak mümkün olabilir.” Bunun altına düştüğü dipnotta Ümit ağabey şöyle demiştir: “Bu tasavvuru gerçekleştirmek daha sonraki yıllarda yine bizzat müellifin kendisine nasip olmuştur.”

Hal böyleyken ve müellif-i muhterem bazı yerlerde eserinin bin yıllık yaralara tedavi olduğunu söylerken onu yakın tarih olayları içine kıstırmak, sıkıştırmak; adeta nefes alamaz hale getirmek, geçmişe gömmek demektir. Kaldı ki, onları satrançta Bediüzzaman’ın rakibi gibi göstermek, Bediüzzaman’ı yüceltmek değil, aksine küçültmek olur.

Bediüzzaman’ın “Osmanlı bir Avrupa’ya hamiledir!” dediği vakitlerde ne Cumhuriyet ne de onun önderleri vardır. Ancak fikrî dalalet varlığını o zaman da (ve evvelinde de) sürdürmektedir. Bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman’ın eserleri, bütün zamanlara hitap eder düşünülürse ancak hakiki tesirini icra eder. Ve kanaatimce de öyle bir niyetle yazılmıştır. Ani gelişen olaylarla değil, süreçlerle (belki süregelen dalaletlerle) ilgisi vardır. Yakın tarih olayları ise bazı bazı kimilerimizin ağızlarına şekerleme olabilir. Yoksa Yeni Said’in yazdığının özü, Eski Said’in dimağında, kalbinde durmaktadır. Fark yalnız üsluptadır. Muhatabın ömrü ise kıyamete kadardır.

15 Haziran 2012 Cuma

Mirac, Kürtaj ve Algılarımızın Kökeni...

Yazının başlığının gayet garip durduğunun farkındayım. Fakat eğer becerebilirsem birkaç meseleden ve metinden hareketle Risale-i Nur’un mesleğindeki bir nüans üzerine azıcık sarf-ı kelam edeceğim. Hem de dağınık bıraktığım her cümleyi yazının en nihayetinde toplayıp bast edeceğim. Hem başlığın da hakkını vereceğim. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...

31. Söz olan Mirac Risalesi’ni bilirsiniz. Miracın hikmetlerini ve hakikatlerini açıklar. Fakat bu risaleye başlarken Bediüzzaman ilginç bulacağımız bir ihtar yapar ve der ki; “Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. (...) evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor.”

Yani burada (benim anladığım kadarıyla) bize nasihat verilen Mirac özelinde şudur: Bir meseleyi savunduğunuzda önce muhatabın dünyasına dikkat edin. Eğer onun beyninde yaslanacak kabuller bulamazsanız, iddianızın kabul edilebilir olması mümkün değildir. Ve bizzat bu yüzden (müellifin kendi ifadesiyle) Mirac Risalesi’nin muhatabı bir mülhid değil, vesveseli bir mümindir.

Ben bu küçük ihtarda büyük bir meslek özelliğimizin saklı olduğunu düşünüyorum. Bizim mesleğimiz, hakikatin içinde bir hiyerarşik yapı olduğunu ve ayrıca ispatın da belli bir silsile şeklinde yapılabileceğini kabul eden bir meslektir. Yani empatiktir... Bu ihtarda Bediüzzaman, bir yönüyle talebelerine muhatabın kabul seviyesine göre bir inşa yöntemi öğretmiştir, öğütlemiştir.

Ben, bugünlerde kamuoyunda çok tartışılan “kürtaj” konusunda da böyle bir hiyerarşik yapının takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta kürtaj konusunun bu kadar tartışılmasının en büyük müsebbibinin de (tıpkı Mirac Risalesi’nde öğütlendiği gibi) ispattaki hiyerarşik algının gözetilememesinden kaynaklandığını tahmin ediyorum. Zira burada da kürtaj, özgürlüğü birbirinden farklı anlayan iki kesim tarafından çok farklı zeminler üzerinden tartışılıyor. Ve hiçbirinin ürettiği enformasyon, diğerinin kalbine tesir etmiyor. Halbuki karşılıklı zihinlerde yaslanacak noktalar ayarlansa, önce meselenin özüne; yani hürriyet ve sahiplik algımızın kökenlerine inilse bu sorunlar da kalmayacak. Çözüm de pek çabuk olacak. Ama meseleye başından değil, ayağından saldırılıyor.

Bir kere kürtajın yasaklanmasını kalben destekleyen benim gibi insanların kabul etmesi gereken birşey var: Bizim bu kalben desteğimizin muhatabı ancak özgürlüğü ve sahipliği bizim gibi algılayan insanlardır. Yani bedeninin ve kendisinin Allah’ın olduğuna inanan ve hürriyeti Bediüzzaman’ın Münazarat’ta tarif ettiği gibi “şeriatla mukayyed” ve “ne nefsine, ne gayrıya zarar dokundurmayan” şeklinde düşünenlere hitap eder.

Ancak bedenini ve hayatını kendi malı olarak bilen ve yine aynı eserin biraz evvelinde yer alan sualde geçtiği gibi hürriyeti; “insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez” şeklinde düşünenlere tesirimiz sıfırdır. Onlarla önce hürriyetin ve sahipliğin doğru tanımı üzerine konuşmak lazımdır. ("Benim Bedenim. Benim Kararım!" sloganı bile bu algının zeminin tarife yetiyor.)

Ki Kur’an dahi pek musırrane bir şekilde (6. Söz’de Bediüzzaman’ın da tefsir ettiği) “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!” ayetiyle bu sahiplik algısını kökünden keser atar. Pekçok ayetinde daha bunu vurgular. Malik-i Hakiki’nin kendi olduğunu ilan ile bundan sonra oluşturulacak bütün yargı inşalarının bu algı üzerine temellendirilmesini ister. Bir mümin böyle düşünmelidir. Böyle düşünmezse üzerine şeriat binasını dikilmez, dikilemez. Sürekli “Acaba?”lar ile savrulup durur.

Devr-i Cahiliye’de kadınların ve çocukların dahi babalarının malı sanıldığı ve miras kaldığı bir dönemden (Yaşar Kandemir Hoca, Örneklerle İslam Ahlakı eserinde anlatır bunu) kişinin kendi istemedikçe feda edilemediği bir Saadet döneme geçiş işte böyle yaşanmıştır. Kur’an önce temellerle oynamış ve algı bozukluklarını insanın fıtrat-ı aslisine göre ayarlamıştır.

Bu noktada yine sık sık Hazret-i Peygamberin (ayağına toprak olayım); “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki...” diyerek sahipliğin kimde olduğunu sürekli vurgulaması (ki bu yemin bilindiği kadarıyla Allah Resulü’nün en sık kullandığı yemindir) sahiplik algısının doğru konulmasının İslam’da ne kadar ehemmiyetli olduğunu ilan eder.

Şimdi, buraya kadar söylediklerimizden hareketle diyorum ki: Kürtaj meselesinde önce konuşulması gereken işte bu özgürlük ve sahiplik algısıdır. Bunun ilmî ve felsefî bir zeminde tartışması yapılmadan ve muhatap bu noktada ikna olmadan üzerine bunun dinî savunmasını inşa etmek mümkün değildir. Bizim yaptığımız savunmalar da hep bu zemin üzerinde kaldığından muhatapta etkisiz olmaktadır. Böylesi kanunlarda “medenilere galebe ikna iledir” düsturu unutulmadan tüm ikna zeminleri ve dilleri üretildikten sonra adımlar atılmalıdır. Cebir ile iknanın mümkün olmadığı zamanlardayız. Bu yönüyle 31. Söz’ün ihtarından ve Eski Said'in hürriyet tariflerinden alacağımız daha çok ders vardır.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Risale-i Nur'da sadece Kur'an mı tefsir edilir?

Bir önceki yazımızda Risale-i Nur’un tefsir olduğu noktasında şüphe taşıyanların bu şüpheyi hangi zihnî önyargılardan beslediklerini konuştuk. Üslûpperestlik hastalığımız üzerinden meseleyi irdeledik...

Bu yazıda da (inşaallah) mevzuun bir başka yönünü ele alarak “Risale-i Nur’un tefsir olduğuna neden itiraz ediyorlar?” sorusuna cevap arayacağız. Ancak yine bu yazıda Muhakemat’ta geçen “üslûpperestlik” kavramından çok uzak kalamayacağımızı hemen belirtelim. Bu nedenle bu yazının daha iyi anlaşılması için bir önceki yazımızın da okunmasını istirham etmek mecburiyetindeyiz. Tevfik Allah’tan...

Bilindiği gibi yeni bilgiler, öğrenilmiş tanımların içine oturtularak zihni yerleştirilirler. Hatta yaptıkları çağrışımlar bile o bilgilerin içinde yer alan kelimelerin bizde yaptıkları çağrışımlara denktir. Bu noktada kötü bir sözlük bilgisi, iyi bir bilgiyi dahi kullanılmaz hale getirebilir zihinlerde...

Kelimelere hakikatte sahip olduklarından başka manalar verme, hatibin muhatap üzerindeki etkisini de değiştirir. İyi bir cümle kötü, kötü bir cümle iyi anlaşılabilir. Lügatçe eğitimi (ve kelimelerin kökenlerine ulaşma) bu noktada önemlidir. Hatta bir de okuduğunuz metin veya dinlediğiniz söz kendi içinde terminolojik bir dile sahip ilim dallarına aitse; mesele iki kez çetrefilleşir. Bu sefer aynı ilmin bazı özel kelimelerinin ıstılah manalarını da öğrenmeniz ve kökleriyle karşılaştırmanız gerekir. Bu sayede ancak cümleyi veya bilgiyi doğru anlarsınız. Yoksa pek fena yanılırsınız.

İşte ben tefsir meselesini ele alırken de kafamızdaki bazı tanımlara (belki üslûplara) saplanıp kaldığımızı, onları aşamadığımızdan Risale-i Nur’u bu kalıplara sıkıştıramadığımızı düşünüyorum. Mesela tefsirin tarifi bizzat Diyanet İşleri’nin sitesinde şudur: “Kur'an-ı Kerim'i usûlüne göre açıklamak ve yorumlamak demektir.”[1] Biraz daha araştırma yaptığınızda Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük Tefsir Tarihi eserinde şu bilgiye rastlarsınız:

“Bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamında ‘el-Fesr’ masdarından tef’il babında bir kelime. Istılahta beşerî takat oranında, Allah Teala’nın muradına delalet etmesi yönünden Kur’an-ı Kerim’i inceleyen bir ilimdir.”

Şimdi, Risale-i Nur’u sadece tefsirlerin bu tanımları üzerinden ele aldığınızda içeriğiyle biraz onlardan ayrılmaktadır. Zira Risale-i Nur’da sadece Kur’an ayetleri değil; aynı zamanda tekvini ayetler ve hadisler de tefsire tâbi tutulmuştur. Bakınız müellif-i muhterem bu noktadaki düşüncesini farklı eserlerinde nasıl beyan etmiştir:

“Bir hadis-i şerifin, âhir zamanda an’anât-ı İslamiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben, otuz altı sene evvel o hadisi tefsir etmiştim.” (Emirdağ Lahikası)

Bu ifadede görüldüğü gibi Bediüzzaman, külliyat içinde sadece ayetlerin değil, hadislerin de tefsir edildiğini, yani kelimenin lügattaki köküne gidersek “açıklamak ve keşfetmenin” sadece ayetlere münhasır bırakılmadığını, hadisleri de içine alacak şekilde geniş düşünüldüğünü söylemiştir. Başka bir yerde de Kur’an’ı kainatın tefsiri olarak zikreder: “Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlûkata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’ân’dır.” (Mesnevî-i Nuriye)

Yine başka bir yerde kâinatın Kur’an’ı tefsir ettiğini söyler: “Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki gara­bet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, câmidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i âm­me, inayet-i tâmme, rahmet-i vâsia, rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tan­zim, imkân, hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâ­ke­zâ, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîrin vücub ve vücuduna ve ev­saf-ı kemâliyesine şehadet ettikleri gibi; Esmâ-i Hüsnâyı tilâvet ederek, Ce­nâb-ı Hakka tesbih ve Kur’ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ih­ba­ratını tasdik ediyorlar.”

Görüldüğü gibi Bediüzzaman’ın tefsiri ele alış biçimi sadece Kur’an’ın tefsiri şeklinde değildir. O, ilk olarak Mesnevi-i Nuriye’de beyan ettiği gibi; Kur’an’ı, kainatı ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) sünnetini bir bütün olarak ele almıştır. (Hatta bir yerde buna vicdanı da ekler, başka yerlerde çıkarır.) Ve üçünü bir arada tefsir etmiştir.

Bu noktada elbette yukarıdaki tanımlara göre yapılan tefsirlerden bazı farklılıklar (hem üslûb, hem içerik olarak) içerecektir. Bu noktada kelimeye daha sonradan verilen terminolojik mananın, kelimenin sözlük anlamına engel olmaması ve Risale-i Nur’un bir tefsir eseri olduğunun hakkının verilmesi gerekmektedir. Çünkü hakikaten "açıklayan" ve "keşfedendendir."

Bilindik tefsirlerden bir farkı da işte böyle kainat, Kur’an ve sünneti ayrılmaz bir bütün olarak ele alması, kabul etmesidir. Birbirini tefsir ettiklerini düşünmesidir. Bu yüzden klasik tefsir üslubuna alışık olanlar Risale-i Nur’u yadırgamaktadırlar. Kainat, sünnet ve Kur’an arasında ördüğü kanaviçeyi garip bulmaktadırlar. Fakat bir önceki yazımızda dediğimiz gibi: Kusur eşyada değil, nazardadır. Tefsiri sadece Kur’an ayetlerine münhasır sanmak ve Allah’ın diğer kitaplarını (mesela kâinat kitabını) ve muallimlerini tefsirin dışına atmak üslûpperestlik hatasıdır.



[1] http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/DiniBilgilerDetay.aspx?ID=2242.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...