1 Ekim 2012 Pazartesi

Kurban, ama neden?

"(Musa) dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. 'İşte şimdi gerçeği anlattın' dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi." Bakara sûresi, 71.

Biz küçükken “Kurban kesimi esnasında çocuklarınızı uzakta tutun!” tarzında uyarılar olmadığından izlerdik. Çoğunlukla meraklı gözlerle izlemişimdir. Ama bir keresinde evsahibimiz Ali amcanın (Allah gani gani rahmet eylesin) birkaç gündür beslemekte ve oynamakta olduğumuz koçu kesişine dayanamamış, tüm çocuklar ağlamıştık. O zaman Ali amca bize şöyle demişti: “Üzülmeyin evladım, şükredin. Onlar kendini feda ediyor. Eğer onlar kesilmeseydi, siz kesilecektiniz.”

Bu cümleler aklımda, büyüdüm. Camiye gittiğimiz vakitler, hocaefendiler, Ali amcanın aslında ne söylemek istediğini daha etraflıca ifade ettiler. Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.) kıssasını, Hz. İsmail tam kesilecekken bıçağın tersyüz olmasını ve Hz. Cebrail’in (a.s.) bir koçu onun yerine getirişini naklettiler. Ve eklediler: “İşte bugün kestiğimiz kurbanlar da o gün yaşananların bir nevi tekrarıdır. Evlatlarımızın yerine Allah bu kurbanları istiyor bizden. Eğer o kurbanlar olmasa, belki bugün bile çocuklarımızı kurban ediyor olacaktık.”

Şu kulaklar, yaşadığı yıllar boyunca yalnız bu izahı duydu kurban konusunda. Evet, kurbanın pekçok hikmeti vardı. İnsanlar yardımlaşıyor, fakirler hatırlanıyor, toplum kaynaşıyordu. Ama başka türlü de sağlanamaz mıydı bu?

Orada hâlâ bir boşluk hissediyordum. Kurban hadisesini yıllar boyunca Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.) ekseninde anlatanlar sanki gönlümdeki o boşluğu dolduramıyorlardı. Hatta (yaşanmış bir olaydan sinemaya aktarılan) Tarık Akan’ın başrolünü oynadığı Adak filmini izledikçe daha bir kötü oluyordum. Daralıyor, daralıyordum: “Allahım ne olur bir cevap!” diye inliyordum. Bu böyle sürüp gitti. Ta ki, Yirminci Söz’ü, Kenan Demirtaş ağabeyden ders alana kadar.

Yirminci Söz’ü okuyanlar bilirler. Kur’an’daki kıssaların ve bize garip gelebilecek benzetmelerin hikmetini anlatır o güzel söz. Onların alelade hikayecikler olmadığını, her birinin bütün zamanlara, mekanlara ve insanlara hitap eden kanunların uçları mesabesinde olduğunu söyler. Hatta Kenan ağabey o kısmı anlatırken Newton’un başına düşen elma hikayesini kullanır ve eklerdi: “Bizim için bir insanın kafasına elma düşmesi hadisesi sıradan birşeydir. Ama Newton’un başına elma düşmesi hadisesini her kime anlatsanız, azıcık fiziğe dair malumatı varsa, aklına hemen yerçekimi kanunu gelir. Yani o kıssa yerçekimi kanunun ucu olmuştur. İşte Kur’an kıssalarında böyle çok kanunlar var.”

Ve ondan sonra İkinci Nükte. Yani Hz. Musa’nın kavmine 'bir sığır kesmelerini emretmesi' hadisesinin arkaplanı. Bakara suresinin sırrı. Ucu gösterilmiş o kanun. Ve o kanunda inkişaf eden kurbanın hikmeti. Evet, benim içimde “Neden kurban kesiyoruz?” sorusunun cevabı, ancak o nükteyi okumakla berraklaştı. Ne yalan söyleyeyim, bana kurbanın hikmetini Hz. İbrahim efendim değil, Hz. Musa efendim anlattı.

Demek ki insanda rağbet ettiği veya muhtaç olduğu şeye tapma hissi vardı. Mısırlılar da o devirde ziraat için sığırlara muhtaç olduklarından, onlara duydukları muhabbet tapma seviyesine varmıştı. Aynı topraklarda yaşayan İsrailoğullarına da bu hastalık bulaşmıştı. Ve Hz. Musa (a.s.) hikmetli bir olayın neticesinde onlara bir sığır kestirerek kalplerinde o hayvanlara tapmak derecesine varan sevgiyi kesip atmıştı. Atmıştı ki, Samiri’nin yaptığı o buzağı heykelinden sonra bir daha İsrailoğulları hayvanlara tapmadılar.

Demek kurban bunun için vardı. İnsanın kalbinde ziyade sevgisiyle tapmak derecesine gelebileceği bir mahluku öldürmesiyle aslında o hayvan değil, kalbindeki put devriliyordu. Seciyesinde ortayı çıkmayı bekleyen bir hastalık ilaç buluyordu. Hem bu yönden düşününce belki zekat da mal hırsının boynunda bir bıçaktı. Namaz da bir günde hayatperestliğe/zamanperestliğe vurulmuş beş bıçaktı. Oruç da nefisperestliğimize bir ay satır çalıyordu. Hac da mekanperestliğimize kılıç vuruyordu, vesaire.

Her birisi aslında bir hikmete binaen aşırılıklarımızı törpüleyen, sınırlarından taşmaya meyyal olan fıtratımıza haddini bildiren şeylerdi. Ve ancak nükteyi okuduktan sonra kalbim böylesi bir itminana erdi. Bediüzzaman’ın ibadetlere dair şu sözünü de anlamamı sağladı bu nükte: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın.”

Evet, hakikaten de ben muhtacım o ibadetlere. Her birinin bana öğrettiği, bende sınırladığı ham yanlar var. Gariptir, ben Bediüzzaman’dan başka kurban hadisesini böyle ele alan duymadım. Vardır belki de ama okumadım. O yüzden bu nükteyi, kurbanın hikmetini anlama ve anlatma noktasında da kıymetli buluyorum. Bugün Hindistan gibi yerlerde hâlâ hayvanlara tapan, kutsal sayan insanlar varsa sanıyorum biraz da bu sırdan nasiptar olamayışlarından. Kimbilir? O bölgelerde kurban bayramlarında yaşanan tartışmalar sanıyorum biraz da bunun altını çiziyor.



27 Eylül 2012 Perşembe

Köpekle empati

Montaigne’nı seviyorum, çünkü insana yalnızca insan gözüyle bakıyor. Fazlası değil. Flaubert da öyle. Kitaplarını sevin veya sevmeyin, insanı anlamaya çalışana ancak saygı duyarım ben. Ham yanlarını inkâr edenlere, görmezden gelenlere ise kızarım. Neden derseniz? Onların hayatı bir kurgudur çünkü. İkili bir dili vardır. En azından yazdıklarıyla yaşadıkları arasında mesafe vardır. Bu yüzden çok sevdiğiniz bir kitabın veya yazının yazarıyla tanışmamanızı tavsiye ederim size. Çünkü bu tanışıklık büyük ihtimal sizi hayal kırıklığına uğratacaktır.

Herkes için söylemiyorum bunu. İstisnaları elbette var. Ama nihayetinde kitabını kaldıracak kalitede yazar az bulunur. Bazen de tam tersi olabilir tabii. Yazar kitabından daha üst birşey olur da yazdığı birşeye benzemez. Bunun da nümunelerini gördüm çok. Hayat insana çok şey öğretiyor. Gerçi hayat kim? İçinden geçilen bir koridor. Allah’ın karatahtası. Onun üzerinde yazıp çizerek bize aslında öğretmenlerin en güzeli birşeyler öğretiyor. Ki o kalemle yazı yazmasını öğretendir.

Bediüzzaman da öyle demez mi? Levh-i mahv ve ispat. Yani günümüz Türkçesine tercüme etmek gerekirse bir nevi yaz-sil, yap-boz tarzı birşey. Allah önce yaratarak birşeyi bize ispat ve izah ediyor, sonra vazifesi bitince mahvedip gözümüzün önünden yok ediyor. Âlemin düzeni böyle. Ayaklarını sürtmenin, geç kalmaya çalışmanın bir anlamı yok. (Hep bunu yapıyorum ama...) Bir çift altı plastik kundurayla âlemi gittiği yoldan çeviremezsin.

Aslında insanı kusurlarıyla birlikte kabul etmek bizim manevî terbiyemizde de var. Nefs-i emmare deyip aşağıladığımız şey, aslında kendi içimizdeki bir yer değil mi? Derviş Yunus (k.s.) da kendinden sık sık yakınmıyor mu? Ve nefs-i levvameye çıkmak, onu sorgulamakla veya kınamakla olan bir iş değil mi? O halde bizim farkımız nedir? Bizim farkımız şudur: Biz hatalarımızdan utanırız. Değiştiremesek bile utanırız. Onlarsa barışmayı seviyorlar. Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar kitabında bu süreci bir yönüyle “vücuduyla barışmak” olarak ifade ediyor. Böylesi değil elbette, ama buna benzer bir fıtratla barışmayı da ben Bediüzzaman’ın öfke gibi, inat gibi hisleri hayırlı yollarda kullanmayı öğrettiği yerlerde görüyorum.

Mesela hemen Asa-yı Musa’nın başında hapishanedeki mahkûmlara tasviye ettiği; “hapis musibetinden intikam almak” veya inadına iyi olmaya, iyi yolda ilerlemeye çalışmak nasihatleri bana manidar geliyor. Çünkü biliyorum, her ne sebeple olursa olsun içeriye girmiş bir insanın dünyaya en çok yapmak istediği şey, ondan intikam almaktır. Alma desen olmaz, atamaz. Bırakamaz, içindeki o kötü arzuyu. O halde ne yapmalı? Bu intikamı başka bir yerden almasını sağlamalı.

Bediüzzaman da bunu yapıyor. Kendisi de günahsız yere hapse düşmüş bir mahkûm olarak onlarla empati yapıyor ve onlarda hissettiği intikamı, öfkeyi ve nefreti yok etmeye değil, başka yöne kanalize etmeye çalışıyor. Yapma, etme, demiyor. Yap, et, ama şöyle şöyle et diyor. Bence bu Bediüzzaman’ın etkili öğretisinin en büyük güç kaynağı: Herkesi anlamaya çalışmak. Mahkûmla, çocukla, öğrenciyle, hatta bir hatırada anlatıldığı gibi köpekle dahi empati yapmak. (Kıyma tenekelerini deviren köpeği dövmeye niyetlenen talebesini zorladığı empatiyi hatırlarsınız.)

Ha, bu noktada Batı romancılığının da hakkını vermek lazım. Onlar da anlattıkları insan nasıl kötü bir insan olursa olsun, onu anlamaya çalışıyorlar. Mesela Flaubert, Madam Bovary gibi bir romanı yazmakla aslında kimi anlamaya çalışıyor? Kötü yola düşmüş bir kadını değil mi? Goethe, Genç Werther’i yazarken kimi anlamaya çalışıyor? Aşkı yüzünden intihar etmiş bir genci değil mi?

Bu bizim için çok imrenilesi birşey mi? Ah, hayır! Biz elimizde olsa bu kitapları kütüphanelerimize sokmayız. (Mutaassıplarımız için söylüyorum.) Fakat durun bir saniye! Acaba Hz. Peygamber (a.s.m.) zamanında İslam’la tanışan ilklerin katlana katlana çoğalmasında acaba bu anlamaya çalışmanın bir katkısı olabilir mi? Zira biliyoruz ki, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.) gibi birkaçı müstesna bütün sahabiler ehl-i şirklerdi İslam’dan önce. Bu yüzden de İslam’a çağırdıkları kafirlerin psikolojisini çok iyi anlıyorlardı. Empati yapabiliyor ve buna göre tebliğde bulunabiliyorlardı. Bizse çevremizde hiç müşrik görmeden büyümüş insanlarız. Belki de bu yüzden onlara karşı daha merhametsiziz. Çünkü anlamaya çalışmıyoruz, değiştirmeye çalışıyoruz. Ne kadar mümkün oluyorsa. Olmuyor zaten, ilklerin başarısına ulaşamayışımızdan bunu da anlıyoruz. Onlar katlıyor, biz yerimizde sayıyoruz.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Bir tür hayvansın sen

Ne yazacağımı bilmiyorum. Ama birşeyler yazmaya ihtiyacım var. Yazmak bazen (ne bazeni, çoğu zaman) kalbin boşaltım sistemidir. İçimde kalanları atmalıyım. Vücudum kendini zehirlemek üzere. Fazla düşünmek insana zarar verir mi? Bence verebilir. Ki bu yüzden hayal denen birşey yaratılmış, hafızamıza bir yaramaz çocuk edasıyla salınmış. Ne zaman düşünmek ile biraz tazkiyatımız artsa fikrin üzerinde, zil sesini beklemeden hemen kapıya koşar o, kurcalar. Genelde de biz daha “Ne yapıyorsun? Dur, hey! Hişt! Ders bitmedi!” demeden çekip gider. O kırlarda dolaşırken, daha önce okuduğumuz bir romanın sayfaları arasında gezerken veyahut çocukluğumuza boy verirken fark ederiz uçup gittiğini. “Aman, ne yapıyorum ben?” deyip bir tokat akşederiz hayalin yüzüne. Arsızdır o. Kabul etmez öyle kolay. Beş dakika geçmeden tekrar firar eder. Yaramaz ki ne yaramaz.

Arkasıralarda oturan çocuklara benziyor hayalim. Dersi hiç dinlemiyor. Dinlemek istemiyor. Hayat ne söylüyor, ne söylemiş, ne söyleyecek, bunlar umurunda değil.

İnsan bir parça değildir. İnsan bir an değildir. İnsan cüz değildir. O bir küll veya küllîdir. Hayalin veya hafızanın yalnızca bir kapısı olduğu binler kapılı bir saraydır, kocamandır, bu yönüyle külldür. Ama kendisi dahi kendisini bir an’ıdır, binlerce insan içinde bir insandır, Mevlana’nın tabiriyle dokuz yüz katı vardır, Bediüzzaman’ın tabiriyle sair hayvanatın bir nev’i gibidir, bu yönüyle de küllîdir. İnsan değil insaniyettir. Esfel ile ahsen arasında çocukken kağıttan kesip yaptığımız elele çocuklar gibi dizi dizidir. Zaman boyutunda bir dizidir. Farklıdır, binlercedir. Belki Allah (c.c.) her anımızdan yeni bir insan yaratır. O an yaratılmış olan insanın bir sorunuza vereceği cevap, bir dakika sonraki insanın vereceği cevaptan da farklıdır. An’ı an’ını tutmaz insanın bu yüzden. Çünkü her an insan yeniden yaratılır.

Sık sık tevbe etmek, sık sık Allah’ı sığınmak, günün beş vaktini “Allah’ım ben hâlâ buradayım” deyu, dikkat çekmeye çalışan bir çocuk gibi (ayakta, rükûda, secdede, tahiyatta) hareketlerle ona bağlamak, sık sık kelime-i tevhid söylemek, sık sık salavat getirmek... Bütün bunlar an’lardan ibaret olan hayatımızı her an yaratılan yeni halimizle Ona (c.c.) beğendirmek için.

Bir gün önceki Ahmet bu yazıyı yazacak Ahmet değildi. Ama bir gün sonra Ahmet bunu yazmayı akıl etti. (Acaba akılla mı etti?) Dünkü Ahmet’in duası başkaydı, bugünkü Ahmet’in duası elbette daha başka olacak. Vahiyden ve fıtrattan gayrısı değişken...

Allah öyle büyük ki hayalî arkadaşım, Allah öyle büyük birşey ki; kendisinden başka hiçbir şey tek şey kalamıyor karşısında. Evriliyor, çevriliyor. Evriliyor, çevriliyor. Değişiyor da değişiyor. Tıpkı cümlelerimiz, fikirlerimiz gibi. Ondan başkası tek değil. Allah’ın tekliğini böyle de anla. Hiçbirimiz tek değiliz. Ondan gayrısı kaynayan deniz. Benim içimde benden öte bin Ahmet var. Bin bilinç boyutu. Bin an, bin an’da farklı haletlere sahip bin Ahmet. İçimizde bizden içeru çok benler var. Ruhum giye çıkara, giye çıkara dolaşıyor onları. Tıpkı Bediüzzaman’ın terzi ve model örneğinde olduğu gibi. Oturuyorum, kalkıyorum. Çok mu garip konuşuyorum? Korkma geçer yarın. Yarın daha başka yazarım.

9 Eylül 2012 Pazar

Tenbih üzerine...

Pekala. Nasıl başlayalım? Risale-i Nur konulu epeydir birşey yazmıyordum. Kendime nota verdim, çalışmaya başladım. İşaratü’l-İ’caz okuyorum bugünlerde. Öf, dakika bir yalan bir. Daha bugün başladım. Nasıl oluyor peki Ahmet o zaman bugünlerde? Risaleler hakkında birşeyler yazarken daha dikkatli olmak gerek. Bu bahisler tasannu kaldırmaz. Hele yalanı hiç kaldırmaz. Şefkat tokadı yapışıverir yanağına.

Aldım ajandamı, tükenmez kalemimi, Risalemi elime (sehpama demeliyim) bir yandan okudum, bir yandan da sorularımı not aldım. Tabii notlarımın tamamı sorulardan oluşmuyor. Dikkatimi çeken şeyler de var orada. Bari bugün size onlardan bahsedeyim. Kalemimin kemiği de kırılmış olsun hem. Hem belki yazarken sorularımı kafamda daha da netleştiririm. Yazmanın tefekküre yardımcı böyle bir yanı da var. Düşüncelerimiz şık kalıplar buluyor kendine beyaz kağıt üzerinde.

Kitabın en başındaki Tenbih bölümü oluşturacak yazımızın konusunu. Toplamı Söz Basım Külliyatına göre üç sayfa. O kadarcık. Müellifin İşaratü’l-İ’caz’ın telifinden yıllar sonra Türkçe çevirisine yazdığı bir önsöz bu. Önsöz de diyebiliriz, şimdiye yakın tabirler kullanacaksak. Bahsettiğim bilgileri Tenbih bölümünün sonunda zaten bizzat müellif veriyor.

Yazının nelerden bahsettiğini uzun uzun anlatacak olursam herhalde yazım uzar gider. Özetle; İşaratü’l-İ’caz’ın üslup ve tarz açısından neden daha sonraki eserlerine benzemediğini anlatıyor müellif bu kısımda. Girişte dilinin ağırlığını ve izahların kısalığını dört sebeple izah edeceğini söylüyor, ama üç sebep sayıyor sadece. Salisen’de bitiyor. (Acaba neden?) Salisen’i önemsiyorum. Zira orada İşaratü’l-İ’caz’ın en temel özelliğini vurguluyor bence müellif. Bu eser, nazm-ı Kur’anî hakkında telif edilmiş. Nazm-ı Kur’anî’nin anlamını Söz Basım sayfa altı sözlüğünde vermiş. “Kur’an’ın mübarek kelime ve ayetlerinin tertip, diziliş ve düzeni.”

Bu tanıma katılıyorum. Bence de müellifin kastettiği özetle bu. İşaratü’l-İ’caz, klasik tefsir usûlüne daha yakın bir şekilde nazm-ı Kur’an’la ilgileniyor. Yeni Said dönemindeki eserlerin ise daha çok “manaya” odaklı oldukları düşünülürse, İşaratü’l-İ’caz’ın bu yönüyle onlardan ayrıldığı hissedilebilir. Zaten bir Eski Said dönemi eseri.

Ama şuna da dikkat edelim: Aynı bölümde müellif, Yeni Said döneminde de bu eserin her noktasına katıldığını beyan ediyor. Yani şunu anlamalıyız bir kere: Eski Said’in her yaptığı şüpheyle bakılacak, kusur aranacak işler değildir. Eski Said’in yaptığı ve Yeni Said’in sonuna kadar destek verdiği çok şey vardır. Hatta müellif ahir ömründe de bazı bazı Eski Said kafasını takmıştır. Külliyatı bilenler, bilirler.

Bu yüzden şu klasik, kolaycı Eski Said-Yeni Said ayrımını artık bir kenara bırakalım. Bizi bir yere de vardırmıyor. Ben bu ayrımın detaylarını artık müellifin kendisine bırakmaya karar verdim, çünkü çapım bu ayrımın nüanslarını yakalamaya yetmiyor. Bir yönüyle birbirlerine çok benziyorlar. (Zira aynı kişiler.) Bir yönüyle de çok farklı duruyorlar. Ama bu farklar da hava gibi, su gibi, nur gibi. El uzatılınca tutulmuyor.

Şimdi bu Tenbih yazısında dikkatimi en çok çeken kısma gelelim. Müellif 18. sayfanın en altında çok bilinen şu ifadeyi kullanıyor: “Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.” Bu cümle Risale derslerinde de, Risale-i Nur metodunu tarif edenlerin metot öğretilerinde de mühim bir yer işgal ediyor. Fakat bu sefer, bu çok bilinen cümleye, bilinmeyen bir yönüyle bakalım istiyorum. Tabiat Risalesiyle karşılaştırma yönüyle.

Şimdi, müellif burada muarızların şüphelerini zikretmemekten bahsediyor, mesleğin esası budur diyor. Fakat biz biliyoruz ki, Tabiat Risalesi isimli eserinde varoluş hakkındaki teorileri dört olarak sınıflandıran ve ardından ilk üçünün imkansızlığını izah eden de bizzat kendisi. Yani Bediüzzaman, o kısımlarda muarızların şüphelerini zikretmemezlik etmiyor. En azından bizim anladığımız şekliyle böyle yapmıyor. Özet bir şekilde teorilerinin özünün ne olduğunu söylüyor ve imkansızlığını örneklerle ortaya koyuyor. (Buna benzer birkaç örneği eminim Lahikalarda da bulabilirim.)

Peki o zaman yukarıdaki cümle ne demek? Kesin bir cevabım olmamakla birlikte ben yukarıdaki metni, bütün şüpheleri hesaba katarak cevap verme ve bu yolla vehim ve vesveseye yer bırakmama olarak anlıyorum. Yani Bediüzzaman, Ali Bulaç’ın da bir yazısında dediği gibi, itiraz olabilecek bütün noktaları hesaba katıyor ve onlara göre öyle bir cevap veriyor ki muhatabın kafasında sorun oluşturabilecek bir kör nokta kalmıyor. Yani Bediüzzaman, çok yanlış anlaşıldığı şekliyle (ben en azından bir kısmımızın burayı yanlış anladığını düşünüyorum) şüpheleri anmayalım, konuşmayalım demiyor. Bilakis, düşünce dünyasında bunları hesaba katarak üretilmiş cevaplarla sahaya çıkalım ki, arkamızda vehim ve vesvese izleri kalmasın diyor. Burayı böyle anlamak beni bir nebze rahatlattı. Ama genelgeçer bir cevap mıdır, bilemem.

Bir de bu Tenbih bölümünün sonunda müellifin Türkçeye tercümede eserin kıymetten düştüğünü beyan ettiği son paragraf var ki, bence manidardır. Bediüzzaman’ın Arapçaya verdiği önemi göstermesi açısından da kıymetlidir. Cümleyi alalım:

“Türkçeye tercümesi, Arapçadaki cezalet, belâgat ve harika kıymetini muhafaza edememiş, bazan da muhtasar gitmiş.” Risale-i Nur’un en büyük kısmının Türkçe telif edilmesiyle bir kısım kardeşlerimde Türkçeyi böyle aşırı bir yüceltme, hatta ahirzamanda cihad dilinin bu olacağını beyan etmeye varan bir uçuşa geçiş durumu var. (Hatta bizzat bu kulaklar; “Kur’an Türkçe gelse Risale-i Nur olurdu” cümlesini işitti bir derste. Tevbe Allahım. Sen aşırı muhabbetten doğacak hatalara karşı bizi koru.) Bu kısım, Bediüzzaman’ın bir eserinin Arapçadan Türkçeye tercümesiyle neler kaybettiğini kendi beyanından okumakla da bu davayı bir miktar cerhediyor. İçimizdeki milliyetçiliklere bir bıçak indiriyor, kanaatindeyim.

Evet, bugünkü okumamdan kalanlar bu kadar. Daha sonra tekrar görüşebilmek ümidi ve duasıyla...

15 Temmuz 2012 Pazar

Nurculuk, ama hangisi?

Bundan yıllar önce Nur cemaatlerinin sadece ismini duymuş ama içlerinde hiç bulunmamış bir arkadaşıma merakını giderici bilgiler verirken bir sorusunda tıkanıp kalmıştım: “Eğer hepiniz aynı kitabı okuyor ve onun öğretisine göre hareket ediyorsanız, neden bu kadar kola ayrılmış durumdasınız?”

Sohbetin devamında bunların küçük farklar olduğunu; fikre değil şekle ait şeyler olduklarını izah etmeye çalışsam da ne muhatabım, ne de ben benim cevabımdan tatmin olmamıştık. Üstelik aynı arkadaşım ne zaman cemaatlar arası bir gerilimi fark etse, beni bir maille bu durumdan haberdar ediyor ve bir açıklama istiyordu. En son da sadeleştirme üzerine yaşanan gerilimde bana yaşadığı yabancı ülkeden bir mesaj attı ve “Hâlâ mı ‘Yeterince konuşmuyoruz’ diyeceksin?” dedi. Doğrusu cevap veremedim. Geçtiğimiz süreçte de eski cevabımı sorguladım durdum.

Derken, İletişim Yayınlarından çıkan Yavuz Çobanoğlu’na ait “Altın Nesil”in Peşinde isimli eseri okurken hatamın farkına vardım. Bizim aramızdaki ayrılıklar, sanıldığı kadar yüzeysel şeyler değildi. Evet, hepimiz aynı metinleri iftiharla okuyor, dersler yapıyor, örnekler veriyorduk; fakat bir farkla: Her birimiz Risalelerdeki kavramların altını kendimize göre doldurarak ilerliyorduk. Bu da aynı metinden yola çıkan hakikat âşıkları olmamıza rağmen ilerleyen safhalarda çok farklı noktalara varabilen cemaatler olmamızı sebep oluyordu.

Mesela o kitapta Yavuz Çobanoğlu’nun uzun yıllar yaptığı müdakkik okumalar çerçevesinde ortaya çıkardığı Hocaefendi profili, aslında birebir Risale-i Nur öğretisiyle uyuşmayan, pekçok yönünü külliyattan almış, ancak oradaki bazı kavramların altını başka şekilde doldurarak yoluna devam etmiş bir fikrin mahsulü olarak göründü bana. Hatta araştırmaları sırasında bunu fark eden yazar da; “Hocaefendi bu noktada takipçisi olduğu Said Nursî’den ayrılmıştır” gibi cümlelerle tespitini dile getiriyordu. Özellikle bu ayrım “devletçilik” ve “milliyetçilik” gibi noktalarda yaşanıyordu.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bizzat külliyattan aldığı metinleri aktardıktan sonra o kavramların içini daha farklı manalarla doldurarak Risale-i Nur mesleği içinde (bilerek veya bilmeyerek) bir kırılmaya neden oluyordu. Yazar, eseri içinde Hocaefendi’nin eserlerinden, söyleşilerinden ve vaazlarından alıntılarla bunları delillendiriyordu.

Mesela bunlardan “asker” ve “millet” kelimelerine yüklenilen manalar, konuyu izah etmesi açısından harika örneklemelerdi. Bediüzzaman’ın kulluk ve askerlik benzetmesini kendi sohbetlerinde ve eserlerinde çokça istimal eden Fethullah Gülen Hoca­e­fendi, kavramı o noktada bırakmıyor; toplumu da bir ordu disiplini içerisinde otoriteye (bununla da Nurettin Topçu gibi devleti kastediyor) itaat içinde hayal ederek Bediüzza­man’ın hiç de hedeflemediği bir sonuca varıyordu.

Bu noktada Hocaefendi’nin hayal ettiği cemaat sistemi kesinlikle Bediüzzaman’ın hayal ettiğinden daha katı kurallara sahip, daha az farklı sese müsait bir yapıdaydı. Bediüzzaman kendi eserinde cemaat kavramını İslam cemaati düze­yine çıkarıp bazı yerlerde dost, talebe, kardeş gibi kavramlarla genişletirken; Fet­hul­lah Gülen Hocaefendi kendi içinde bir “imamlık” sistemine sahip hiyerarşik bir yapıda şekillenmiş ordu misal bir cemaat düşünüyordu. Bediüzzaman kendi sözlerinin bile mihenge vurulmasını istersen, Hocaefendi farklı seslerin daha çıktığı, belki hiç çıkmadığı bir topluluk hayal ediyordu.

Yine Bediüzzaman’ın millet kavramını kullandığı yerlerden çoklukla alıntı yapan Hocaefendi, o kavramı çoğu yerde Bedi­üzza­man’ın anladığı gibi millet-i İslamiye olarak anlamıyor, bunu da metnin devamında söylediği (Yavuz Çobanoğlu bunu kitaplarından örneklerle ortaya koyuyordu) “bin yıllık mazimiz” veya “bin yıllık şanlı tarihimiz” gibi ifadelerle Türklerin İslamiyete giriş tarihine bağlıyordu. (Halbuki kastettiği millet-i İslamiye olsa belki bindörtyüz sene demeliydi.) Millet kavramının altını bu şekilde doldurduğu için de Risale-i Nur öğretisine göre daha Türk milliyetçisi bir çizgide devam etmeye mecbur oluyordu. Türkçeyi vacip sayarak herkese öğretmeye çalışıyor, ama Kürtçenin caizi­yeti­ni hiç gündemine almıyordu.

Hocaefendi’nin anlamında bir kırılma yaptığı kavramlardan birisi de müsbet hareketti. Müsbet hareketi yalnızca hükmeden otoriteye itaat olarak algılayan Hocaefendi, bu nedenle tesettür konusunda bile bazen “Gerekiyorsa örtünmeyebilirler” tarzı açıklamalar yapabiliyordu. Kitabın içinde örnekleri verildiği şekilde seksen darbesini bile “Keşke olmasa, ama gerekliydi” tarzı yorumlarla değerlendirebiliyordu. Gücü elinde bulunduranlara karşı kesinlikle dik bir çıkış sergilemiyordu.

Bu noktada da Hoca­efendi’nin öğretisi Bediüzzaman’dan ay­rılı­yordu ki, Bediüz­za­man kesinlikle müsbet hareketi bu tarz bir “onaylama” hareketi olarak algılamamıştı. Her zaman tavrını net koymuş, Tesettür Risalesi’nin (yüzdeyüz mahvolacakları ihtimalle yargılandıkları bir mahkemede) savunmasını yapmış ve orada söylediği iki cümle yüzünden aylarca hapis yatmayı göze almıştı. Yine mahkeme safahati esnasında bazı zamanlar Eski Said’in dilini kuşanmaktan çekinmemiş, otoriteyi sorgulayan bir tavır takınmıştı.

Bu gibi farklar bile sanıyorum bir örnek üzerinden bizdeki kırılmaların sebebini anlamaya yetiyor. Bizler aynı metinleri okuyor, ama onların altını başka şekillerde dolduruyoruz. Kavramlarının altının müellifin ifadelerinden daha başka şekilde doldurulmadığı bir Risale öğretisi; sanıyorum bütün dünyayı kucaklayacak olan meslek bu... Yoksa yaşanan her kırılma, davanın önünde bir perde, bir engel olup karşımıza çıkıyor. Bu noktada bizim de artık Risale-i Nur’u Risale-i Nur’dan öğrenmeye başlamamız şart. Daha müdakkik okumalar, bu yolda yardımcımızdır. Tevfik Allah’tan...

Yeniden Mesnevî okumak...

“Kırk-elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakikatü’l-hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü aklı, fikri hikmet-i felsefiyeyle bir derece yaralıydı, tedavi lazımdı.”

Bu cümlelerle başlıyor bugün size anlatmak istediğim kitap. Belki dokuz, belki onuncu kez okuduğum bir eser bu; Mesnevî-i Nuriye. Bediüzzaman Said Nursî’nin (yanlış aklımda kalmadıysa) 1919-1920 yılları arasında telif ettiği Katre, Habâb, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Lem’alar, Reşhalar ve Lâsiyyemalar gibi küçük eserlerinin toplamından oluşan (bence) tüm hayatının özeti. Yanlış anlaşılmasın, maddi hayatının değil; manevî tarihçe-i hayatının özeti... Müellifin ifadesiyle bu eser, Mevlana Celaleddin’in (k.s.) aslı Farsça olan Mesnevî-i Şerif’ine bir kardeş/benzer olarak neşredilmiş. Ve Bediüzzaman’ı yine kendi bölümlendirmesiyle Eski Said’den Yeni Said’e çevirmiş.

Demek ki, kitaplar yalnız okurlarını değiştirmiyorlar. Yazarlarını da değiştiriyorlar bazen bu eserde olduğu gibi. Öyle ki, müellifi hayatının en büyük değişimini bu eserin telifiyle birlikte yaşadığını beyan edebiliyor. Aslında biliyor musunuz, bence de kitap biraz böyle birşey olmalı. Eğer kimyada, fizikte olduğu gibi var olandan yeni birşeyler üretmek, o maddenin aslında oynamalara neden oluyorsa; insan da yeni birşeyler ürettiğinde halinde oynamalar olmalı, olgunlaşmalı. Eşyanın tabiatı böyle belki. Belki eşyanın tabiatı, insanın da tabiatı...

Ben Bediüzzaman’ı anlamak isteyen birisinin ilk nefeste bu eseri okumasını isterim. Ancak bu eserin şöyle bir zaafı var: Biraz nazlı, kolay açılmıyor. Müellifin yine kendi beyanıyla; kah minare başında kah kuyu dibinde geçen şiddetli bir fikrî mücadeleyle ve kendisi için bir nevi özetlemeler tarzında bir telif yaptığından bazen tek cümlede bir kitap kadar şeyler söylüyor. Bir tek ifadesi, üzerinde bir saat uğraştırabiliyor.

Bu yönüyle Risale-i Nur’un ileride telif edilen eserlerinden daha zor anlaşılır olduğu söylenebilir. Fakat öte yandan yukarıda da zikrettiğim gibi Bediüzzaman’ın fikrî haritasını birkaç yüz sayfada önünüze serdiği için ayrıca kıymetli. Kendisi Risale-i Nur’un fidanlığı diyor ya eserine, ben fihristesi demek istiyorum. Adeta bir nevi konsantresi. Külliyatta geçen neredeyse her mesele, burada bir cümlecik olsun kendisine yer buluyor. Bir tür kodlanıyor, ben gibi acelecilere hatırlatma yapıyor.

Bediüzzaman’ın telif sistemi cidden enteresandır. Bildiğiniz, tanıdığınız yazar profilini bulamazsınız onda. Sanki yetmişinde yazdığının fikri onda otuzunda zaten vardır. Hatta Yeni Said döneminde ne telif etmişse, aslında onun fikriyatı çoktan otuzlarında aklına düşmüştür Bediüzzaman’ın. Yalnız üslup değişir sürekli. Bazen Mesnevî’deki gibi böyle küçük küçük kodlamalar gibi olur, bazen Lemaat’ta şiirimsi gibi... Sanki Risaleler boyunca bir müellifin üslup arayışına şahit olunur. Bediüzzaman Yeni Said’in dengesini bulana kadar hep yeni yöntemler dener durur.

Bir küçük not da düşeyim: Benim bu sefer okuduğum tercüme herkesin bildiği, okuduğu Abdülmecid Nursî ağabeyin tercümesi değildi. Allah razı olsun, Ümit Şimşek’in yeniden Arapçasından yaptığı bir tercümeydi. Üstelik Ümit Şimşek, müellifin kardeşinin tercüme esnasında belki tam aktaramamaktan çekinerek atladığı kısımları da tercüme etmişti. Bu hali neredeyse diyen Mesnevî’nin iki katına ulaşmıştı. Bu yönüyle son Mesnevî okumam benim adıma çok faydalı oldu. Yeni yeni metinlerle karşılaştım burada Bediüzzaman’a ait olan. Yazık ki, Arapçam yok. Orijinalini okuyamıyorum. Ama olsun, tercümeler de gayet başarılı şeyler zaten. (Şimdi de merakla Kenan Demirtaş ağabeyin yaptığı tercümeyi bekliyorum.) Hem müellifin aynı konulara dair daha sonra Türkçe teliflerde bulunması, tercümelerin sıhhatini sorgulama noktasında da elinizde dayanak oluyor, kolaylaştırıyor.

Tabii şunu da söyleyeyim; müellifin Yeni Said döneminde belki bazı değiştirdiği fikirlerini de teşhis ediyorsunuz böyle eski eserlerini okumakla. Mesela Mesnevî’de Allah’ı öğreten muallimleri dört olarak zikredip vicdanı da cümleden sayarken, daha sonraki teliflerinde onu çıkararak hep üç diyor. İlham bahsinde Mesnevî’de tutulabileceğini söylerken bir yerde, ileride aynı konu hakkındaki telifinde tutulamayacağını da belirtiyor. Böyle küçük değişimler var Eski Said ve Yeni Said arasında. Ama onun dışında fikri polattan sanki. Kırkında neyse, sekseninde o... Hiç oynamıyor.

Çok şey söylemek lazım, ama bu yazılık bu kadar. Bu eseri iki aydır diğer okumalarımın yanında her gün bir miktar okumaya çalışarak tekrar bitirmiş oldum. Çok memnunum. Bir sokak serserisinden ibaret olan Eski Ahmet’i, Yeni Ahmet yapan bu eserler herdem zihnimin, fikrimin şekeridir zaten, hem şekerim olsun. Zihnim, fikrim hep bu şekeri ezsin dilinde. Öyle duasındayım ve öyle duacısıyım Bediüzzaman’ın. Allah ebeden razı olsun, bahtiyar olsun. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim. Size bu sefer, bana okumayı öğreten insanın kitabından bahsettim.

3 Temmuz 2012 Salı

Altın nesil tasavvur mu, yoksa ütopya mı?


1910 yılında Doğudaki aşiretlere meşrutiyeti anlatmak için çıktığı yolculukta Bediüzzaman’a şöyle bir sual sorarlar: “Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların ve faziletlerinin esiriyiz.” Bediüzzaman bu suale şöyle cevap verir: “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”

Bu dersin eşliğinde başlıyorum yazıma. Çünkü bu yazı, hakikaten faziletçe hakkının verilmesi gerektiğini düşündüğüm bir kişiye dair yazılmış olacak. Daha doğrusu, onun fikriyatı üzerine yazılmış bir kitabın yorumlanması olacak. Ancak bu yazı, bir methiye yazısı değil. Hatta hiç değil. Bu yazı, faziletlerini takdir etmekle birlikte faziletinin esiri olmadan bir insanın fikriyatını mihenge vurabiliyor muyuz sorusunun cevabı olacak. Evet, bu yazı cüretkâr olacak. Fakat Hakkın hatırı âlidir. Benim hakkında konuşacağım şahıstan küçük olmam da onun hakkında konuşamayacağım anlamına gelmez. Nihayetinde Hz. Ömer’e (r.a.) “Seni kılıcımızla düzeltiriz” diyen sahabi de ondan daha faziletli değildir. Ancak ortada Hakkın hatırı olduğundan başka hatırlara bakılmaz.

Bugün size anlatacağım kitabın ismi; “Altın Nesil”in Peşinde: Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak ve Otorite... Yazarı; Yavuz Çobanoğlu... Yayınevi; İletişim. Hocaefendi’nin fikriyatı hakkında yazılmış bu eseri belki duymamış olabilirsiniz, çünkü biz onu övmeyen eserleri, hele birazcık eleştirel bir dille yaklaşanları çok paylaşmayız. Hatta mümkünse üstünü kapatırız. Yok eğer övmüşse azıcık birisi, onu da binbir nümayişle paylaşırız, tavsiye ederiz. Eleştiriyi sevmeyiz çünkü. Biz fazilet esiriyiz. Esaretimizden ötürü yukarılara dair kelam edemeyiz.

Halbuki haklı bir çift kelamın muhataba vereceği katkıyı hangi iltifat verebilir? İltifat belki insanı nefsin dalga boyuna da kaptırabilir, ama insaflı bir eleştiri bunu yapmaz. İnsaflı bir eleştiri, nefs-i emmareden, nefs-i levvameye geçişin de kapısıdır. Bu geçişi sağlamanın ve diri tutmanın anahtarıdır. Bu yüzden eleştiri kıymetlidir ve insaflı bir şekilde varlığı sürmelidir. Binanaleyh Hz. Osman’ın da (r.a.) şehadetine sebep olan fitne Hz. Ebu Zer’in (r.a.) muhalefetinden dolayı Medine’den sürülmesinden sonra yaşanmıştır. İnsaflı muhalefete müsaade edilmelidir ki, insafsızlar yerini alıp ortalığa ateş saçmasın.

Ben de Yavuz Çobanoğlu’nun kaleme aldığı bu eserin Hocaefendi’nin fikriyatı üzerine çok insaflı bir eleştiri dili içerdiğini düşünüyorum. Hatta dikkat ile okunsa pekçok sapmadan cemaat mensuplarını koruyabileceğini sanıyorum. Evet, müellifin ne cemaatle ne de (belki) dindarlıkla bir ilgisi var. Fakat öyle müdakkik bir eleştiri üslubu var ki; bu eleştirileri okuyunca taklidî bir imanın dışında başka bir gerekçeyle oklarından kaçılamıyor. Tamam, belki kimi yerlerde bizim çok dışımızda birisi gibi geliyor dili, olabilir. Ama kitabın genelinde Hocaefendi’nin fikriyatı ile ilgili tespitlerde (delilleri sayılmış) haklılıklar var. İnkar edilemez bir şekilde gözünüze batıyor bunlar.

Mesela Hocaefendi’nin devletçiliği ve milliyetçiliği yazarın yakaladığı iki zayıf damarı. Zayıf damar diyorum, zira bu iki kanal, onun İslam öğretisi anlatırken çekinceli bir dil kullanmasına neden oluyor. Ahlak dilinin pekçok yerde yara almasına sebep oluyor. İffet konusunda birçok nasihatlerde bulunurken İslam’da iffetin bir sembolü olan tesettür konusunda belirsiz kalıyor Hocaefendi. Devletin darbe yaşadığı veya korkusunu çektiği dönemlerde ise özellikle çekiniyor bu konularda konuşmaktan. Hatta bazen “Gerekiyorsa açık olabilirler” tarzında açıklamalar yaparak takva ve devlet çizgisinde devletten yana tavır koyabiliyor.

Yine hiçbir darbe esnasında (80’den itibaren) yapıldıkları sırada onların karşısında durmuyor Hocaefendi. Yazarın örneklerle açıkladığı bir şekilde bazılarını ehven-i şer olarak görüyor. Emniyetin sağlanması adına, antidemokratik yönetimleri de sineye çekmek gerektiğini düşünüyor. Ululemre itaat dersi veriyor. Fakat bunu böyle söylerken diğer yandan Milli Eğitim’i eğitim konusunda eleştirmekten çekinmiyor.

PKK’ya ve teröre karşı çok sert tavır koyarken, diğer taraftan Kürtlerin kimlik haklarına dair (yakın zamanda söyledikleri hariç) bir kelam etmiyor. Oradaki sorunun insanlara şefkat eli uzatmakla çözüleceğini söyleyerek devletin ezberine düşmüş oluyor. Haklarının arkasında durmuyor. Dil konusunda Türkçeyi vacip olarak kabul ediyor, bütün dünyaya öğretilmesine çalışıyor; fakat diğer yandan caiz olan Kürtçeye (yakın zamana kadar) destek vermiyor. Devletin asimilasyon çalışmalarına dair ne 80’lerde, ne de 90’larda bir çıkış yapmıyor. Ancak devlet bir cesaret gönderip bu meselelere dair birşey söylerse, onlara katıldığını beyan ediyor.

Bediüzzaman’ın içinde millet geçen ifadelerini kullanıyor, fakat o milleti Bediüzzaman’ın kullandığı şekilde millet-i İslamiye olarak değil; pekçok yerlerde devamındaki cümlelerle belirttiği şekilde Türk milleti şeklinde anlıyor ve hep Türk tarihi vurgusunu yapıyor. Bu yönüyle İslam’ın genel mesajını, yalnız bir milletin omuzlarında olan yükmüş gibi gösteriyor. Diğerlerini bir nevi görmezden geliyor. Bunun yanısıra Batı’ya 80’lerde çok sert ifadeler kullanırken, 90’lardan sonra aniden hoşgörü mesajlarına dönüştürüyor bunu. O yıllarda basılmış kitaplarını bugünkü baskılarında bile onlara dair çok sert ifadeler bulunuyor. Fakat günümüzde cemaatin, bu sert eleştirilerin uzağında, en azından elit kadrosuyla, olduğunu söylemek güç değil.

Hasılı bu kitap; Hocaefendi’nin fikriyatındaki dalgalanmaları görmek adına sıkı bir metin. Ha, çok insafsız gelecek yerleri olmayacak mıdır, olacaktır elbette. Canımız birazcık yanacaktır. Fakat dışarıdan nasıl göründüğümüzü bilmek şart. Üzerimizde akrep olduğunu söyleyen insana kızılmayacağı gibi bu tarz eleştirilere de kızılmaz. Ben şahsen ortaokul ve lise hayatının büyük bir kısmı cemaatin içinde geçmiş birisi olarak (hâlâ da onlarla temas halinde birisi olarak) kitaptaki eleştirilerin çok kısmını haklı buldum. Hatta içimdeki hislere tercüman olmuş bildim.

Girişte belirttiğim gibi; bize faziletinin esiri olmadan düşüncelerini sınayabileceğimiz kanaat önderleri gerek. Bediüzzaman bile sözümü mihenge vurun derken başkalarının sözlerini eleştirisiz bir şekilde kabul etmek, tahkik mesleğine pek uygun gelmiyor. Biz de artık takkemizi önümüze koyup düşünebilelim: Acaba hatamız var mı? Varsa nerelerde? Nefsi olan sadece kişiler değil, cemaatlerin de bir nefsi var. Ve onları emmareden levvameye çıkarabilmek sağlam bir eleştiri dili oluşturmakla mümkün ancak...

(Not: Bu yazıda kitaba çok konsantre olamadım belki. Ne yapayım, eser çok dolu. Böyle kısa metinler izah etmeye yetmiyor. Şu kadarını söyleyeyim: Kitabın meyvelerini son iki yüz sayfada toplamaya başlayacaksınız. Beş on tashih var, ama küçük şeyler. Yalnız bir zaaf; müellif yeterince Bediüzzaman okuması yapmamış gibi. Kimi yerlerde Gülen Hocaefendi ile Bediüzzaman’ın düşüncelerini birbirinden ayıramıyor. Bediüzzaman’dan aldığını Hocaefendi’nin fikriymiş gibi, Hocaefendi’den aldığını ise Bediüzzaman’ın da düşüncesi böyleymiş gibi sunabiliyor. Keşke cemaatin içinden böyle birisi çıksa da Bediüzzaman ve Hocaefendi fikriyatı arasındaki farkları ortaya koyabilse. Ne diyelim, inşaallah böyleleri de ortaya çıkar. Zira bence Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikriyatında Risalelerle tam anlamıyla uyuşmayacak çok yer var. Mesela yukarıdaki iki örnek, buna misal sayılabilir: Milliyetçilik ve devletçilik... Kitapta çok yerin altını çizdim, ama dedim ya; paylaşmaya kalksam yazı uzar gider. Ne yapalım, bu seferlik böyle olsun. Hepinize güzel okumalar.)

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...