16 Ekim 2014 Perşembe

Parçalarda boğulmak (1): Kon-Tiki'nin 'gör' dediği

"Birşeyin hüsün ve cemali, o şeyin mecmuunda görünür. Cüzlere ayrıldığı vakit, mecmuunda görünen hüsün ve cemal, parçalarda görünmez." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Bu konuya dair daha evvel de birşeyler karaladığımı hayal meyal hatırlıyorum ama tekrar yazmakta zarar yok. Hatta çoğu zaman tekrar yazmak, yeniden bakmak, geliştirmek ve/veya düzeltmek anlamına geliyor. Aynılık, eşyanın değil, insanın problemi. Yoksa Heraklitos'un dediği gibi: "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz." Farklılık detayda ve detaylar arasındaki ilgiyi farkedişte kendini gösteriyor. Tefekkürse detay avcılığı.

Çoğu zaman yazarken aklıma geliyor yeni şeyler. Demek, yazmak da bir dua, tıpkı düşünmek gibi. Aynanı parlatıp bekliyorsun güneş yansısın diye. Elinden gelen yalnız bu: Müsait olmak. Ve 'yazı ile tefekkür' de tıpkı 'üstlerindeki göğe bakmak' gibi. "Bir saat tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır" diyor Aleyhissalatuvesselam. Kendi adımak konuşayım: Hakikate dair bir saat düşünebildiğim, kafa/kalp yorduğum, birşeyler ürettiğim zaman ancak yazdığım zaman. Başka vakitler aklımı o kadar uzun bir süre aynı şey üzerinde tutamıyorum.

'Tefekkür detay avcılığı' dedim, fakat tam o da değil. Düşünmek daha çok 'daha önce görülmemiş olanı görmek' şeklinde resmediliyor bizde. Bu kişisel anlamda 'daha önce görmediğimi göreyim' niyetiyle olabildiği gibi, daha yüksek seviyede, 'benden önceki insanların daha önce görmedikleri şeyi ilk ben göreyim' şeklinde de olabilir. Birincisi öğrenme. İkincisi keşfetme.

Birincisinde kendi yolculuğundur üzerinde bilmekle yol aldığın. İkincisinde insanlık yolculuğudur üzerini adımladığın. Fakat bu 'bilmek' hevesi, 'düşünmek' ameliyesi bizi detaylara müptela kılıyor. Parçalara, sonra daha küçük parçalara, sonra en küçük parçalara müptela oluyoruz. Boğulmak gibi. Bitimsiz bir yolculuk.

Detay demek kesret demek. Artması demek eşyanın. Yani görülenin, işitilenin, hissedilenin, düşünülenin. Modern bilimin şöyle bir dayatması var: Bütünün anlamına dair keşifler bitmiş gibi davranıyor. O yüzden modern zamanlar detaylara sürüklüyor aklımızı. Detay, detay, daha çok detay! Daha çok branş, daha çok alt dal, daha küçük satırlar. Sonunda öyle bir bilmek seviyesine erişiyoruz ki birimizin bildiğini başkası bilmiyor. Bütüne ve anlamına karşı yabancılaşıyoruz. Detaylarda boğuluyoruz. Çünkü detaylar bizi 'bilme' noktasında sınıflara ayırmış oluyor. Tıpkı Cahiliye kavmiyetçiliği gibi bir branşlaşmamız var.

Thor Heyerdahl, 1947'de, beş arkadaşıyla birlikte Kon-Tiki ismini verdiği salla Pasifik'i aşışını anlattıktan sonra kitabının son kısmında şöyle bir modern bilim eleştirisi yapıyor:

"Uzmanlara saygı duymayı, ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya. Onların derinlerden çıkardıkları küçük ayrıntılar olmasaydı hiçkimse, yüzeyde rahatça oturup parçaları biraraya getirerek tarih öncesi zamanda Pasifik okyanusu üzerinde yolculuk yapıldığını kanıtlayamazdı."

Parçaların fatihi onlardı. Fakat bütünü ancak Heyerdahl görebildi. Eleştirisinin devamında şunun altını çiziyor Heyerdahl: Bilimadamları, bilimi masalarında yapıyorlar, sahanın bütünlüğü içinde sınamaya çalışmıyorlar. Bütün sahadadır. Bütünlük ise sahada görünür.

Kendisi de zaten 101 gün süren yolculuğunu bir türlü bilim camiasında kabul görmeyen tezini isbatlamak için yapıyor. Polenezya adalarında yaşayan insanların Peru'dan göçtükleri tezi. Onun gösterdiği etimolojik/arkeolojik bütün delilleri elinin tersiyle iten bilimadamları hep şunu söylüyorlar:

"O zamanlar gemi yoktu. Sadece sallar vardı. Sallarla Pasifik Okyanusu aşılamaz." Bunu dogmatik bulan Thor Heyerdahl, büyük riskler aldığı bir maceraya girişiyor ve başarısıyla bilim dünyasını sarsıyor. Kitabının son kısmında dediği gibi: "Bilim dogmalara savaş açarak ortaya çıktı. Ama şimdi kendi dogmalarını üretiyor. Buna karşı da mücadele verilmeli." Herman Hesse'nin Siddhartha'da sandalcıya söylettiği gibi: "O kadar aramışsın ki bulmaya vaktin olmamış." Aramak bulmanın duasıdır. Lakin vermek yine Allahın iradesinde. "Her arayan bulamaz amma, bulanlar ancak arayanlardır" demiyor mu İbn-i Arabî (k.s.)? Demek aramak da bulmayı mecbur kılmıyor.

Parçalarda boğulmak diyorum ben buna. Mucizat-ı Kur'aniye'nin sonunda Bediüzzaman'ın verdiği 'gavvas/dalgıç ve hazine' örneği de bir parçada boğulma ihtarı içeriyor aslında, Mevlana'nın (k.s.) verdiği 'fil ve karanlıkta el yordamıyla onu tarif edenler' misali de. Ki o örneğin ardından Bediüzzaman çok korkutucu bir uyarı da yapıyor:

"İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudâtına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyâsetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenâsübünü, muvâzenesini muhâfaza edemediğindendir ki, böyle, bid'aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler."

Yani ne eline gelen zümrüdü hazinenin ta kendisi sanman doğru, ne de filin eline gelen yerini filin tamamı sanman. Uzmanlaşmak böyle tehlikeli bir körlük de içerebiliyor. Heyerdahl'ın dediği gibi: "Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor." Heyerdahl bu yolculuğu başardı. Çünkü bütünü sınamaya cesareti vardı. Diğerleri olamaz diyorlardı çünkü masalarından kafaları hiç kaldırmamıştılar.

Parçada boğulmak aslında Bediüzzaman'ın sadece gavvas ve hazine örneğinde değil, çok yerde bizi uyardığı birşey. Mesela Mesnevi'de, şurada diyor ki: "(...) Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."

Ve yine Muhakemat'ta dikkatimizi çekiyor ki:

"Kim birşeyde çok tevaggul etse, galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki, maddiyatta tevaggul eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın mâneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ değildir. Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir."

'Bir lokma, bir kelime' veya bir branş; 'birşeyde çok tevaggul etme' veya uzmanlaşma; ifadeler değişiyor ama aslında söylenen şey aynı sanki: "Bütün, parçaların toplamından fazlasıdır." Belki biraz da bu nedenle Nemrud'un ölmek ve diriltmek bahsinde parçada boğulduğunu gören Hz. İbrahim (a.s.) onu yaşamın bütününe doğru çekiyor: "Allah güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir!" Güneş doğmadan ölmek/diriltmek mümkün olabilir mi? Bu sorgulama üzerine Nemrud'un halet-i ruhiyesini şöyle tarif ediyor Kur'an: "Şaşırdı kaldı!" Çünkü bütüne baktırılmayı beklemiyordu. Hz. İbrahim'i güya detaylardaki cerbezesinde boğacaktı. Ama İbrahim (a.s.) yüzü bütüne dönüktü. Hazer etti, dikkatle bastı. Bir lokma, bir dane içine çekilerek boğulmadı. Buradan nicedir anlamaya çalıştığım bir metne daha kapı buldum. Alıntılayayım:

"Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur."

Bu bahiste âfâkî tefekkür, ötende olana dair, eşyaya dair tefekkürse eğer; o vakit icmalî yapmaktan kasıt, bütüncül bakışı kaybetmeden yoluna devam etmek olabilir. Tefekkürde derinleşmemek değil, o yanlış anlamadır, derinleşsen de yüzünü bütünden ayırmamadır. İcmal bir yönüyle bütün demektir çünkü. Bütünün tamamını kuşatandır özet. Nefsî tefekkürde tafsilat ise, ben bunu biyolojimizi/kimyamızı düşünmek değil, ruh ve kalp haritamızı temaşa etmek olarak görüyorum, zaten sen âlemin misal-i musağğarı, yani bir özeti olduğun için, 'o özet sana bütünü unutturmayacaktır, tafsilatlı gidebilirsin' dersi gibi geliyor bana.

Bu da yazının sonuna aldığım bir not olsun. "Niye bu meseleyi kurcalıyorsun?" derseniz, cevabım şu: Âfâki tefekkürü 'derine inmemek' gibi düşünürsek, o vakit Zerre Risalesi gibi eserleri nereye koyarız? Veya mesela: "Bediüzzaman eşya tefekküründe derine inmemiştir" diyebilir miyiz? Bana bu tarz kolaydan sonuca gitmeler yanlış geliyor.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Kendi denizlerinin dalgıcısın

Gabor Mate, Vücudunuz Hayır Diyorsa kitabında diyor ki: "Sanatsal ifade, duyguları etraflıca ele almanın bir yolu değil, sadece duyguları dışavurma biçimidir." Buna yazmak noktasında bir itirazım var. Eğer yazmayı da sanatsal ifadenin bir çeşidi sayacaksak (ki saymalıyız) o zaman bu genellemeci cümlenin dışına seyahat etmemiz gerekir. Çünkü ben biliyorum ki; yazmak yalnız teşhis edilmek değil, bir nevi tedavi olmaktır. Sadece dışavurum anlamında değil. Dışavurulanın herkese açıklığı anlamında da geridönüş almak kaçınılmazdır.

Bu noktada onu resimden veya müzikten ayırıyorum. Resimde veya müzikte dışavurulanın kapalılığı yahut da keskin bir okuma isteyişi, onu yazı kadar açık kılmıyor. Bizi cümlelerimizden yakalamak daha kolay. Ve Allah da bize vahyini cümlelerle yolluyor. Geri kalan bütün sanatsal yapıtlarını bu cümlelerin eşliğinde okuyor ve görüyoruz. Yine ayet-i kerimenin ifadesiyle 'pekçoğunun yanından tesbihini anlamadan' geçiyoruz. Ama vahyin açıklığı, onu farkedenlerin sayısını diğer ayetleri farkedenlerin sayısından daha yüksek/çok kılıyor.

İkinci olarak; insan, yazdığında kendinden öteye seyahat eder. Bir üçüncü kişi olarak yazılanı ve kendini seyretme imkanı kazanır. Bu noktada kendi kitaplarını tekrar tekrar okuyan müelliflerin, bazen okuduklarından tekrar tekrar birşeyler öğrendikleri olur. Bir kitabın bizim içimizde dokunduğu teller kadar, yazar içinde de dokunduğu yerler vardır. Bediüzzaman'ın Mesnevi'sini anımsayalım. Orada, eserinin yazım hikayesini de okurlarına nakleden Bediüzzaman, bunun bir Eski Said'den Yeni Said'e dönüşme yolculuğu olduğunu söyler. Yani yazarken değişmiştir. Yazarken bambaşka birisi olmuştur. Yazdıkları en az dışındaki okurlar kadar, içindeki okuru/arayışçıyı sahil-i selamete çıkarmıştır.

Devanı içine saklıyor bazen Allah. Sen onu kaleminle dışarı çıkarıyor ve rahatlıyorsun. Kendi denizlerinin dalgıcısın. Nefesini bir sayfacık olsun tut. Kalemini kalbine batır.

Yalnız Bediüzzaman değil, böyle pekçok yazar var kendi kalemini üçüncü bir kişinin kalemi gibi gören ve onunla yetişen. Yazarken öğrenen. Allah ağaçlarda meyve yarattığı gibi insandan da kalemle bir mahsul alıyor. Kimisininki acı, kimisininki tatlı. Ama insan da hasat ediliyor.

Aynada bedenini izler, beyaz sayfalarda ruhunu. Teşhis önce 'görmeye' bağlı birşey değil mi? Kendimizi ve zaaflarımızı görmenin yoludur bir nevi, yazmak. Allah'ın 'kalemle yazmayı öğreten' oluşu, Kur'an'da hikmetsizce altı çizilen birşey değil. Resim yapmayı öğreten de o, müzik yapmayı öğreten de. Fakat dikkat et: Yazının altını daha kalın çiziyor. Vurgu, azı çoğa galip kılma sanatıdır. Allah birşeyi, başka şeyleri anmadığı halde, anıyorsa, sen galiben ona muhtaçsındır. Tıpkı 114 kez Rahman ve Rahim oluşunu anması gibi. Biraz da bu yüzden çocuklarınıza yazmayı sevdirin bence. Sırf dersler için değil. Ve yazdıklarını okumaktan sıkılmayın. O bile farketmez bazı şeyleri kendi hakkında, siz bu sayede farkedersiniz.



13 Ekim 2014 Pazartesi

Güçler ayrılığı, vesayet, tevhid ve şirk üzerine: Devlet nasıl hayatlanır?

- Ha meclis seçmiş, ha millet seçmiş ne fark eder?
- Aynı şey değil. Bir arabanın içindeyiz. Direksiyon sende. Gaz bende. Fren Polat'ta. Bu araba ne tarafa gidecek? Buna kim karar verecek?
- Ne tarafa gidecek?
- Ne tarafa gidecek! Patinaj yapıp duracak!

Kurtlar Vadisi dizisinden, Deli Hikmet ve savcı.



Güçler ayrılığı ilkesi kimileri tarafından ta Aristo'ya kadar götürülüyor. Fakat bildiğimiz şeklini miras aldığımız isimler daha çok Locke ve Montesquieu. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı üç ayaklı düzen Montesquieu'ya ait diye biliyorum ben. Bir açıdan Hristiyan teolojisinin de (teslis) bir etkisi olabilir bunda. (Kainat üç elle yönetiliyorsa, devlet de böyle yönetilir.)

Güçler ayrılığı kötü birşey mi peki? Bence değil. Gücün millet tarafından birilerine tevdi edildiği bir düzende, tevdi edilenlerin birbirini sınayabilecek bir şekilde üçe çıkarılması, sürecin sağlıklı işlemesi açısından kıymetli. Hatta bir açıdan muhalefet partilerinin bile güçler ayrılığı ilkesinin bir yerinde olduğunu düşünüyorum ben. Yönetimde olmasalar da, halkın teveccühünün bir kısmına mazhar olmakla, onlar da aslında devletin bir rüknü ve gücü. Hükümetin işlerinde iskamet üzere olması açısından muhalefetin eleştirisi de kıymetli. Tabii insaflı olursa, vücudun hayatını devam ettirmeye yönelik/yapıcı yapılırsa, çirkefçe saldırılmazsa. Ki biz Türkiye'de daha çok türüne rastlıyoruz.

Fakat bu noktada birşeyin yanlış anlaşıldığı kanaatindeyim. En azından halkımızın bir kısmı tarafından: Güçler ayrılığı ilkesi gereğince paylaşılan bu gücün (yahut daha doğru bir ifadeyle; millet tarafından paylaştırılması gereken bu üç gücün) birbiriyle çatışık ve çelişik olmasını bekliyoruz genelde. Örneğin: Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın hem seçimi öncesinde hem sonrasında yapılan eleştiriler şu zeminde: "Cumhurbaşkanı tarafsız olmalı. Eğer Erdoğan seçilirse, tarafsız olamaz, hükümetin tarafını tutar. Her yaptıklarına onay verir." Hatta geçmiş cumhurbaşkanı Gül'e de, hükümetle uyumlu çalıştığı için, 'noter memuru' diyordu aynı isimler.

Bu noktada anladığım kadarıyla bu insanların cumhurbaşkanlığı makamından bekledikleri şey aslında hükümetin denetlenmesi, sınırlanması. Daha kesif muhalefet yürütenlerin beklentisi ise şu: Cumhurbaşkanının, hükümetin her işinin altına dinamit koyması, uğraştırması, çalışamaz hale getirmesi. Bu eğer idealse, Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile meşhur Sezer'in cumhurbaşkanlığı dönemini iftiharla anmamız lazım. Çünkü en kral cumhurbaşkanlığını o yapmış oldu böylece. Ancak görüyoruz ki; aynı dönem, Türkiye'de siyasetin ve hükümetin çıkmazda olduğu ve vatandaşın en çok sıkıntı çektiği dönem. Sırf o anayasa kitapçığı fırlatılması meselesi yüzünden nasıl bir kriz yaşandığını hatırlayalım. İdealin(!) pek de devlet ve halk selameti açısından sağlıklı durmadığını görüyoruz. Halbuki ideal olan, en sağlıklı olandır.

Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde devlete bir 'şahs-ı manevi' diyor. Manevi de olsa, bir vücudu var. Vücut, hayatla ayakta durur. Her nerede olursa olsun, hayat düzendedir. Hayatı karmaşa ile tarif edenlere muhalefet ediyorum bu noktada. Hayat intizamın şiddetlisidir. Kainat ve insan karşılaştırması yaptığı Mektubat isimli eserinde; "Şundaki san'atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitap çiçekleri suretinde açmıştır..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çekmek istediği de bu gibi geliyor bana. Düzenin şiddetinden sureti değişiyor.

Kur'an, kainat ve insan, üçü de Allah'ın sanatı; fakat çelişik ve çakışık değil, uyumlu parçalar. Sanat ve hayat, bu düzenin, yani bir adım ötesinde uyumun, en girift halidir. Karmaşadan bahsedeceksek bunu tesadüfün omuzlarına değil, akılüstülüğün veya mucizenin (anlamakta veya yapmakta insanı aciz bırakışın) üzerine bina etmeliyiz. Karmaşık, çünkü çözemiyoruz. Ama aslında düzenin şiddetlisi. Şiddet-i zuhurundan çözemiyoruz. Biraz biyoloji, kimya, fizik, tıp bilenler; hayatın nasıl ince dengelerin eseri olduğunu bilirler.

Ali Şeriati, İslam Bilim isimli eserinde, özünde hem tevhidin hem de şirkin sadece inanç değil, aynı zamanda bir varlık algılama biçimi olduğunu söyler. Yani kainata tevhid nazarıyla bakan bir mümin yalnız uyum arar. Çünkü inancı ona der ki: "Bu âlemi yaratan birdir. Bir olduğuna göre parçaların tamamı aynı ustanın elinden çıkmıştır. Aynı ustanın elinden çıkan parçalar birbiriyle uyumsuz olamaz." Ama şirk karmaşaya bir imkan tanır ve der ki: "Eğer kainatta farklı farklı ilahlar ve onların farklı farklı mahlukları varsa, o zaman bu kainatta çakışma ve çelişme olması kaçınılmazdır. İlla birşeyler birbiriyle çatışır. İlla birşeyler birbiriyle uyumsuzluk gösterir."

O nedenle biz müslümanlar müminane bakışın asıl huzur kaynağı olduğunu savunuyoruz. Çünkü kainatta uyumu arıyoruz, karmaşayı değil. "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ki ona pekçok hayır verilmiştir..." ayetini biraz da böyle anlıyorum ben. Hikmet zaten bu yerliyerindeliğin hem kabulu hem uygulanması değil midir? "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır" cümlesini hem Ali Şeriati'nin yukarıdaki tesbitiyle hem de bu ayetle birlikte düşünmenizi isterim.

Toparlamaya çalışayım. Bediüzzaman, Risalelerinde, tevhidin sadece (dogmatik) inanılacak birşey değil, kainatın anlaşılması ve anlatılması noktasında da kolaylık vesilesi olduğunu söyler. Tabiat Risalesi'nden tutun Ayetü'l-Kübra'ya, oradan 33. Pencere'ye kadar Risale-i Nur'un en çok öğretmeye çalıştığı (ve başardığı) şeylerden birisi kainatın tevhidle açıklanmasının, şirkle açıklanmasından daha kolay olmasıdır. "Din kolaylıktır" hadis-i şerifine de bir yönüyle dokunan bu tesbitin tekerrürü o kadar çok ve çeşitlidir ki külliyatta, bir tanesini alıp geçeyim:

"Bütün ervâh ve kulûbun dalâletten neş'et eden ızdırâbât ve keşmekeş ve ızdırâbâttan neş'et eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudâtı birtek Sânia vermekle necât buluyorlar. Birtek Allah'ın zikriyle mutmaîn olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudât birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde katî ispat edildiği gibi, o zaman, her birtek şeyi hadsiz esbâba isnad etmek lâzım gelir ki; o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudât kadar müşkül olur.

Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbâba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyâde müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur ve yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur; öyle de, çok muhtelif esbâbın birtek şeyin icâdında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pekçok eşyanın icâdı, birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur."

Bold yaptığım (koyulaştırdığım) kısma dikkat edilirse Bediüzzaman'ın bu tevhid kolaylığını "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayetiyle de bağladığı ve belki o ayetin tefekküründen bu noktaya geldiği anlaşılır. Fakat yalnızca bu değil, örneğin; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti!" diyen Enbiya 22 de başka bir açıdan (alternatifin imkansızlığı açısından) aynı hakikatin altına mührünü basar. Fakat burada, Bediüzzaman, bir ayete daha atıf yapıyor verdiği misalle. Zümer sûresi, 29: "Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler." Yalnızca köleyi nefer yapıyor.

Yani nihayetinde tevhid, bunun yönetim biçimi olarak düşünülürse Rububiyet, kainattaki düzeni ve uyumu anlatmakta daha mantıklı (hatta tek mantıklı) yoldur. Allah, nihayetsiz esmasının tecellisi olarak yarattığı kainatı; bu esmayı bir nevi, tabir-i caizse­, çok kusurlu bir benzetme olarak veriyorum bunu, farkındayım; kuvvetler ayrılığı gibi, hatta kuvvetin değil de insandaki algının sınırlılığından kaynaklanan bir ayrılık gibi düşünürsek, insanın nazarında ayrıymış gibi görünen bu kuvvetleri, en nihayet tevhid içinde toplar. İman; birbirinden farklı görünen eşyanın parçalarını, bu farklılığın aslında aynı birin tecellileri olduğunu anlamak ve kabul etmekle olur. Eğer, sınırlılığımızın da payı olan bu farklılıkları farklı ilahlara verirsek, esmayı paylaştırmış oluruz ki, bu da şirktir. Şirk, kainattaki 'farklılıklar içre mükemmel düzeni' açıklayamaz.

Geriye dönelim, en başa hem de. Cumhurbaşkanlığı veya HSYK seçimlerinin öncesinde/sonrasında konuşulan yargının hükümetin güdümüne girmesi ve bunun yanlış olduğu eleştirileri, eğer burada kastedilen şey; yargının da milletin iradesine doğrudan bağlanması ise, haksız eleştirilerdir. Zira işlerin selameti açısından birbirini denetleyebilir, sınırlayabilir kuvvetler ayrılığı işgörür dursa da, son minvalde, cumhuriyet sisteminde, tüm yetkinin sahibi ve paylaştırıcısı millet olduğundan, yine o kuvvetler millet elinde tevhid edilmelidir. Fakat altını çizmek istiyorum: İktidarın elinde değil, milletin elinde. Hükümet/iktidar seçim sistemi dolayısıyla, milletin iradesini en çabuk, en sık yansıttığı ayna olduğundan yetkiyi elinde toplamayı hakeder.

Bundan daha ideali ise, ayrık bu üç gücün de millet tarafından seçilmesidir. Yani ideal devlet, bence, kuvvetler ayrılığına sahip olmakla birlikte, bu ayrılığı son minvalde milletin eline bırakan devlettir. "Yok, millet yalnız hükümeti seçer, ordu başka bir güçtür, yargı başka bir güçtür, cumhurbaşkanlığı başka bir güçtür; hükümet haricindekiler millete sormadan bu devlet gücünü paylaşırlar!" gibi düşünülüyorsa, bu bizi ayet-i kerimenin dikkat çektiği kaosa götürür. Yerde veya gökte ilahların sayısı iki olmayacağı gibi, hiçbir devlet düzeninde otoritenin sayısı iki olmaz, çünkü düzen fesada uğrar. Tıpkı cumhuriyet macerası boyunca sayısız yönetim krizi yaşayan Türkiye'de olduğu gibi.

Ki İslam'ın ideale en yakın devlet düzeni diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin dönemi de, içerdiği halifelik sistemi ile, seçim ve biat usulünü, son minvalde bütün yetkinin halifede toplandığı bir şekilde uygular.[1]

Bu açıdan vesayet ve şirk arasında teolojik olmasa da yönetimbilim anlamında bir benzerlik bulunmaktadır. Şirk nasıl, Allah'ın mülküne varolmayan kurgu ilahlar dahil edip, Onun elinden (haşa) mülkünü gasbetmeye çalışmaktır; vesayet de aynı şekilde, kurgu veya dayatma otoritelerle milletin elinden yönetim ve seçim hakkını çalmaktır.

Mazimiz, hassaten ordu vesayetinin izleriyle dolu. Ancak aslında tüm bu darbelerde son imzayı atan yargıdır. Türkiye, vesayet içinde vesayet bulunan bir sarmaldadır ve bunun son versiyonu da Gülen Örgütüdür. HSYK, MGK veya YÖK gibi kurumlarla milletin iradesine hep fren konulmuştur. Hep yetkisi gaspedilmiştir. Şimdi buna yavaş yavaş "Dur!" demeye başladık. Yetkiyi tevhid etmek en doğrusu millet elinde. Ama bu şu da olmamalı: Millet adına vesayetleri sonlandıran iktidar, iktidar vesayeti de yaratmamalı. Kuvvetler âdil olmalı. Ancak ayrık olmak uyumsuzluğa sebebiyet vermemeli. Yeni anayasa bunu sağlamalı. Şunu da belirtmeliyim: En az korktuğum iktidar vesayeti. Çünkü seçimle yine millete mecbur olduğundan, değiştirmesi en kolayı o. Yeter ki, bütün dizginler 'dokunulmaz' kurumların değil, milletin elinde olsun.






[1] Anısına yazılan bir eserde, M. Kaya Canpolat tarafından, İdris Küçükömer'in de, Asya toplumlarında 'iktidarın bölünmezliği' ilkesine bağlı kalındığını, Batı'da ise 'kuvvetler ayrılığı' savunulduğu için sivil toplumun daha kolay geliştiğini savunduğu aktarılıyor. (Anılar ve Düşünceler, Profil Yayınları, s. 98)

9 Ekim 2014 Perşembe

Leman Sam ve kurban üzerine: Bazen insan şefkatiyle de sınanır

Hiç boşta kalmıyoruz. Fazıl Say'ımız olmazsa Hülya Avşar'ımız, o da olmazsa bir başka 'İslam uzmanımız' dinî vecibeler hakkında bizi bilgilendiriyorlar. Eğitim dönemlerini 'dinle ilgilenmeyerek' geçiren bu uzmanlar, bu şekilde kazandıkları uzmanlığı, cahilce empatilerini vicdanın sesi yerine koyup bunu bize dayatarak, büyük yararlar(!) sağlıyorlar. Fatiha'yı okutsan okuyamayacak, elifi görse mertek sanacak dehaların fıkhı hallaç pamuğu gibi attığı, Kur'an okunmadan Kur'an hakkında konuşulan ilginç bir devirdeyiz. Diploması olmayan doktorluk yapamaz, ama camiden yolu hiç geçmemişler din konusunda ahkam keser ahirzamanda.

Uzmanlaşma istemeyen tek ilim dalı: Din. Erkan öğrenmede Zekeriya Beyaz'a kadar düşen bir medyada, bir adım ötesinde yer alan sanatçılarımız neden görüş beyan edemesinler? Ederler elbet. Geçtiğimiz günleri de Leman Sam'ın kurban hakkındaki twitini anlamlandırmaya çalışarak geçirdik: "Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır, IŞİD beni şaşırtmıyor."

Kasaplar Odası bu sözden üzerine alınıp bir cevap yayınladı mı, bilmiyorum. Ama ben hem onlar, hem kendi adıma alındım. Takdir edersiniz ki, mevcut anayasal düzende suça karışmış hayvan bulabilmek zor. Sovyet Rusya'da olsaydık, belki. Soljenitsin hikayelerinde böyle şeyler olduğunu anlatıyor. Ama bizde yok. Bir de kurbanlık şartlarını düşününce bu kesilebilecek hayvanı bulmak iki kere zorlaşıyor. Hem köftehor bir kere suça karıştıktan sonra sahibinin yanında durur mu hiç? Elbet, efendi olanlar getiriliyor satış alanına. Bu yüzden de biz hep masum hayvanları kesiyoruz. Nasıl da yakaladı 14 asırdır düşünemediğimiz noktadan bizi Leman Sam. Hay aksi! Fakat bir saniye: Ya bitkiler? Biz onları da bıçakla kesiyoruz bazen. Salata falan yaparken. Domatesler suçlu mu peki?

Görüyor musunuz nerelere uzanıyor bu iş. Bir de IŞİD'den açıklama gelmiş diyorlar. Onca işgalin, kıyımın içinde üşenmemişler Leman Sam'ın twitini değerlendirmişler. Halife Hazretlerinin cevabı ise şu: "Leman Sam'ı şaşırtmaya çalışmıyoruz."

Üstelik Leman Sam vejeteryan falan da değilmiş. Hele balık falan çok severmiş diyorlar. Demek ki, onların ecelleriyle ölmesini bekliyor, sonra yiyor. Kalmadı ki böyle ince düşünceler. Leş yemek akbaba zerafetidir. Yemesek de saygı gösteririz.

Şakası bir yana, aslında bütün bunlar tek sebepten: Empatik cehalet. Yerine kendini koymakla 'yerinde olmayı' aynı şey sanmaktan. Örneğin; Leman Sam, istediği kadar empati yapsın, bir müslümanın mülk algısının nasıl olduğunu, bir müslüman kadar bilebilir mi? Yani varlığı nasıl gördüğünü? Ve nasıl düşünmekle mümin olunduğunu? Dinin böyle bir bakış açısı/varlık algısı da içerdiğini biliyor mu Leman Sam? Muhtemelen bilmiyor ve kendi varlık algısını bir müslümanın üzerine koyarak, onu öyle olmaya mahkum ederek, zalim benzetmeler kuruyor. Mesela diyor ki: Benim dünya algımda ancak herkes kendinin sahibidir. Herkes kendisinin olduğu için yaşam hakkı kutsaldır. O halde bir suça karışmadığı halde, masum kaldığı halde canı alınamaz. Canını alan, bunu, kendi keyfi ve sadistik tatmini için yapmıştır. Bu sadistik tatmin elbette o insanın sadist olduğunu gösterir. Müslümanlar kurban kestiklerine göre sadistler. Sadistler de elbette insan kafası keser. IŞİD'leşmesi şaşırtmaz.

Ne kadar güzel geldi buraya kadar değil mi mantık? Hiçbir sorunu da yokmuş gibi. Fakat öyle değil. İlk adımında yanlış var bu yürüyüşün. Dansa yanlış ayakla başlayanın toparlaması zor. "Herkes kendinin sahibidir..." Bir müslümanın mülke bakışı öyle değildir ki. Bir mümin için mülk Allah'ındır. Dilediği gibi tasarruf eder. Kendi hayatı da dahil olmak üzere bütün hayatlar Onundur. Yaşam hakkı, tüm hayatlar Onun sanatı olduğu için kutsaldır, kendi mülkü olduğu için değil. İnsan nefsine dahi zulmedemez, haddini aşamaz.

Bediüzzaman'ın 26. Söz'deki örneklemesiyle; terzi Odur, model birey birey bütün varlıklardır. Terzi, modeli kiraladıktan sonra, elbiseyi biçerken istediğini yapabilir. Oturur kaldırır, bollaştırır daraltır, istediği rengi istemediği rengin yerine yerleştirir, hakkı Ondadır. Model diyemez ki: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun."

Bu nedenle bir müslüman hayata da, hayatın başına gelen herşeye de güzel bakar. Çünkü nihayetinde Ondan gelinir ve Ona dönülür. Hastalık, musibet, ölüm, savaş... Bütün bu 'sureten siyah' tabloların içinde bir müminin gördüğü 'hikmeti bembeyaz terzinin' varlığıdır. Bir terzi onu oturup kaldırmaktadır. Elbisesini veya rızkını daraltıp bollaştırmaktadır. Yine bu nedenle "Birşey ya bizzat güzeldir veya neticesi itibariyle güzeldir." Müminin gözü böyle görür âlemi. Böyle gördüğü için de böyle hükmeder. "La ilahe illallah!" yalnızca 'La ilahe' değildir, aynı zamanda 'illallah'tır.

Bu kısım önemli, çünkü müminin günah/sevap algısı da bu mülk algısının üzerine bina edilmiş. Kürtaj gibi bir cinayete "Benim bedenim benim kararım!" diye destek verenlere müminin aynı stilde verebileceği cevap şudur: "Allahın bedeni, Onun emri." Bediüzzaman'ın, Ene Risalesi ismiyle meşhur, 30. Söz'ü 'emanet ayeti' ve o ayetten hareketle insanın mülk algısı üzerine inşa etmesi boşuna değil. Allah'ı bilmek için verilen 'mülk edinebilme yeteneği/vehmi' eğer yanlış kullanılırsa, Allah'ı bilme önündeki en büyük engele dönüşebilir. En görünmez silahı ise şefkat olur. Terzi ve model misalini verdiği kısma "Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım!" diye başlaması, bunun içindir. Allah'ın mülkünü Allah'tan alıp başkalarına veriyorsan, bunu hislerin en masumu şefkat ile de yapsan, yaptığın masum değildir. Çünkü insan, bazen şefkatiyle de sınanır. Tıpkı öfkesiyle, hasediyle, kibriyle, kıskançlığıyla sınandığı gibi.

Kur'an'da geçen, Bakara sûresinin 'bakara' ismiyle anılmasının da sebebi olan Hz. Musa kıssasını hatırlayalım. Bir çocuk, amcaları tarafından katledilir mirasına konmak için. İsrailoğulları bu çocuğun katilinin bulunması için Hz. Musa'ya gelirler. Hz. Musa, Allah'a dua eder. Ve Allah, İsrailoğulları'na bir inek kesmelerini emreder. (İneğin kemiğiyle dokunulduğunda çocuk canlanacak ve katillerini söyleyecektir.) Tam bu noktada Kur'an, onların tereddütlerini anlatır bize. İyice tarifini isterler, bulamıyoruz diye bahane ederler. Daha ayrıntılı bilgi gelir. Daha da diretirler. Daha da ayrıntılı bilgi vahyolunur. En sonunda öyle bir hayvan tarif edilir ki, işte budur demek mecburiyetinde kalırlar. Ve keserler. Fakat ayet onların halet-i ruhiyesini şöyle tarif eder: "Neredeyse kesmeyeceklerdi!"

Neden kesmemekte direndi İsrailoğulları? Bunun cevabını Bediüzzaman, 20. Söz'de, Eski Mısır teolojisinin tarım hayvanlarına kutsallık atfetmesine ve İsrailoğullarının da orada yetişmelerinden ötürü bu sığır-tapıcılıktan etkilenmelerine bağlıyor. Hatta Hz. Musa'nın Tur'a çıkışının ardından, Samiri'nin değerli madenlerden yaptığı buzağıya tapmaları da (icl hadisesi diye bilinir) bu görüşü destekliyor. Va vahiy, aslında onlara bu ineği kestirmekle bakar-perestliğin, yani sığır-tapıcılığının boynuna bıçağı vuruyor. İnsan, kesip etini yediği hayvana tapamaz. Kutsamak aynı zamanda onu 'dokunulmaz' kılmaktır. (Bugün Hindistan'daki örneklerinde olduğu gibi.) Bakara kıssasının içinde bu ders de var.

Şimdi bu pencereden Leman Sam'a ve twitine bakın. Müslümanlar neden kurban kesiyor, bir tefekkür edin. Hatta zekat gibi, namaz gibi, hac gibi ibadetleri de böyle bıçaklar olarak düşünün. Zekat, mal-perestliğe vurulan bir bıçak; namaz, zaman-perestliğe vurulan bir bıçak; hac, mekan-perestliğe vurulan bir bıçak; oruç, rızık-perestliğe vurulan bir bıçak. Allah, kendisine ne kadar kul olduğumuz yalnızca herşeyi Ondan bilmemizle sınamıyor. Aynı zamanda istediğinde geriye vermemizle de deniyor bizleri. Tevbe 111'in dediği gibi: "Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır." Satamıyorsan, zarardasın.

Peki, kurban kesenler şefkatsiz insanlar mı? Kesinlikle hayır. Üç örneğim var bu konuda. Birincisi babam. Babam ki, yarım kasap sayılırdı, hayvanlara şefkatinden incitmeye çekinir, vuranlara öfkelenirdi. Hayatı boyunca çobanlık/hayvan bakıcılığı yaptı. İstanbul'a göçtüğümüzde bıraktı hayvanlara bakmayı. Fakat o zaman bile kurban kesimleri sırasında yaşananları izlerken hayvanlara eziyet edildiğini görürse öfkeyle bağırırdı. Televizyonda görse televizyona bağırırdı. Biz onun beslediği hayvanlardan birisine vuracak olsak, bize kızardı, ki babamın ömründe pek az sinirlendiğini söylemeliyim. Kurban kesiyordu. Beraber kesmişliğimiz de var. Masumiyetleri konusunda hiçbir şüphesi yoktu. Ama mülk Allah'ındı. İsterse, kesmek lazımdı. Çünkü Allah'tan bilmek kadar, Allah istediğinde vermek de kulluktu ona göre. Şefkatinin kulluğunun önüne geçmesine izin vermiyordu. Allah, kabrini pür-nur etsin. Fatihanıza vesile olsun.

İkinci örneğim, Önder abi. Beraber büyüdük sayılır. Şu an bir kesimhanede çalışıyor hâlâ. Babam hayvanlara bakarken, babama çok heves ettiği için ve hayvanları da çok sevdiği için, o da bir nevi hayvancılığa başladı. Şimdi, her memleket ziyaretimde bana düzenli bir şekilde şikayet ettiği şey şudur: "Dayanamıyorum. Bırakacağım bu işi. Hayvanlar gözüme bakarsa, içim yanıyor." Fakat yine de bırakamıyor. Çünkü işini onun kadar iyi, temiz ve acısız yapan yok. Başkalarına bıraktığında hayvanlara eziyet edilmesinden korkuyor. "Beceremiyorlar, süründürüyorlar" diyor. Bu adamın, tüm merhametine rağmen, hayvanlara eziyet eden birini elleriyle boğabileceğini söyleyebilirim. Ona da sorsanız cevabı aynı: "Allahın emri, Allahın mülkü."

Üçüncü örneğim, eniştem: Eniştemin durumu daha da başka, çünkü beslemediği çok az hayvan türü kalmış. Bir sürü güvercini var, işyerinde duruyorlar ve çocuğu gibi ilgileniyor onlarla. Sonra hem işyerinde hem evinde akvaryumu var ki, bizzat kendisi ilgilenir. Bir keresinde kaza eseri hepsi öldüğünde günlerce nasıl üzgün olduğunu ve bahsi her açıldığında yüzünün nasıl asıldığını hatırlıyorum. Onun da kurban kesmesinin hikayesi şöyle: "Baktım dedemin gücü yetmiyor, hayvana eziyet oluyor, ben alıp kestim." Kesmesinin sebebi kesmeyi sevmesi değil. Hayvanın acı çekmemesi, ama ona da sorsanız cevabı aynı: "Allah emrediyor, ben kimim ki Allah'ın emrine karşı geleyim?" Bediüzzaman'ın ifadesinden mülhem bu cümleyi şöyle değiştirebilirim. "Ben kimim ki, Allah'tan fazla şefkat edeyim? Allah emrediyorsa, şefkatimi ondan ileriye götüremem." Şeriat, kuvveleri gittikleri yere kadar salmak değil, hadd-i vasatta tutmaktır.

Yani Leman Sam, senin sorunun bıçakta, hayvanda değil; bakış açında. Bizi bilmiyorsun ki, bizim ne yaptığımızı/duygularımızı anlayasın. Bir aşçı, tıp konusunda konuşmaya ne kadar hak sahibiyse, senin de din hakkında konuşmaya o kadar hakkın var. Şefkatimizi, insanlığımızı sınamak ise, haddin değil. Peki, İslam'ı sınamak? Ağzına almaya hakkın yok senin. Çünkü o ağız başka şeyler söylemeye alışmış. Allah'ı bilmemiş ki, Allah'ın emrettiğini bilsin. Çamlıbel'in bir şiirinde söylediği gibi: "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar."

6 Ekim 2014 Pazartesi

FETÖ ‘sırran tenevveret’i nasıl kullandı?

‘Sırran tenevveret’ Kaside-i Celcelutiye'de geçen bir ifade. sorularlarisale.com'da ona şöyle bir anlam veriliyor: "Sırran tenevveret, kelime olarak, gizli aydınlanma ve nurlanma demektir. Risale-i Nur'da sırran tenevveratın manası; müspet hareket, asayişe zarar vermeden, gürültü patırtı çıkartmadan, gösteriş ve nümayişten uzak, devlet ve resmi kurumlarla mümkün mertebe karşı karşıya gelmemek olarak anlayabiliriz."[1]

Risale-i Nur Enstitüsü ise konuyla ilgili bir çalışmasında şöyle demiş: "Sözlükteki anlamıyla; gizlice aydınlanma, nurlanma, fazla ses çıkarmadan çalışma anlamına gelmektedir. Bu terim Risale-i Nur'da iman hizmetini ihlaslı bir şekilde, sessiz ve gösterişsiz yapmak anlamında kullanılmıştır. Gönüllülük üzerine kurulu informal, sivil, yaygın aydınlanma ve aydınlatma biçimidir. Bu modelde maksat, gürültüsüz patırtısız, kimse rahatsız edilmeden, muhtaç gönüllere ulaşmaktır."[2]

Başka tarifler de var. Hepsini buraya alamayacağım. Fakat daha başlarken şunu iddia etmem yerinde olur kanaatindeyim: Bu tariflerin tamamı sıkıntılıdır. Yani bu tarifleri yazanlar, kanaatimce, o an kendilerinin yapmakta oldukları şeyi 'sırran tenevveret' içine yediriyorlar. Yoksa İslamî geleneğin içinde bir 'sırran tenevveret' arıyor değiller. Hatta bu sırrı izah eden çoğu metinde rastladığım şey şu: Sırran tenevveretin ‘bu asra yönelik’ bir hizmet metodu olduğunu söylüyorlar. Acaba? Acaba gerçekten böyle mi? Yoksa biz mi gelenekle yüzleşmek istemiyoruz?

Okumalarımda aradığım şeyse şu: Asr-ı Saadet'ten bugüne kurulacak bir bağlantı, bir hadis-i şerife veyahut Kur'an ayetlerinden birkaçına bir atıf. Bunların hiçbirisi yok. Bediüzzaman'ın müceddidler geleneğinin bir ferdi olduğunu söyleyen nur talebesi araştırmacılarımız, her nedense, ‘sırran tenevverete’ gelince asırperestleşiyorlar. Kavramı İslam geleneğinden koparıp tanımlandırmaya başlıyorlar. Neticesinin hassaten FETÖ’de ne fena olduğunu az sonra izah edeceğim ama öncelikle yukarıdaki tanımları analiz edelim istiyorum:

sorularlarisale'nin tarifinden başlayalım: 'devlet ve resmi kurumlarla mümkün mertebe karşı karşıya gelmemek'i kısmını analiz edelim. “Bediüzzaman'ın hayatına ne kadar uyuyor?” diye soralım. Eski Said'i katsak zaten ortalık karışıyor fakat katmadan bile Yeni Said'in duruşunun 'mümkün mertebe devletle karşıya gelmemek' olduğunu söyleyebilir miyiz?

İrdeleyelim. Örneğin: Sürgünün ilk devrelerinden itibaren karakola gidip isbat-ı vücud etmeyi reddeden bir âlim, kendisine teklif edilen şark umumi vaizliğini karşılığında ödeyeceği bedellere rağmen kabul etmeyen bir mü’min, mahkemelerdeki savunmalarında hiçbir eserinden gram gerilemeyen bir mürşid, acaba hakikaten ‘mümkün mertebe devlet ve resmi kurumlarla karşı karşıya gelmemeye’ mi çalışıyordur? Yoksa yeri geldiğinde bundan çekinmiyor mudur?

Şefkat Tokatları bahsine gidelim mesela. O tokatları yemesinin sebepleri içinde 'kendisine ilişecekleri ihtimaliyle sakındığı zamanları’ da saymıyor mu Bediüzzaman? Ne zaman bu tarz bir çekingenlikte bulunsa başına bir şefkat tokadının geldiğini, yeni bir sürgün veya tutuklamaya maruz kaldığını, fakat aksi yönde cesaretle çalıştığında yolların daha çok açıldığını söylemiyor mu?

Yine sorularlarisale'nin 'gürültü patırtı çıkartmadan, gösteriş ve nümayişten uzak' deyişine Risale-i Nur Enstitüsü'nün 'Bu modelde maksat, gürültüsüz patırtısız, kimse rahatsız edilmeden muhtaç gönüllere ulaşmaktır'ıyla birlikte ilişmek istiyorum. İki şekilde ilişeceğim: 1) Nurculuk geleneğinde bu tanımın ne kadar hakkının verildiğiyle. 2) Bediüzzaman'ın hakikaten 'gürültüsüz patırtısız' mı bu iman hizmetini yaptığıyla. Öncelikle şunu soralım:

‘Gürültü-patırtı’dan maksat ‘umumun dikkatini çekecek etkinlikler/eylemler’ ise hakikaten Nurcular umumun dikkatinin çekmeden mi tebliğ yapıyorlar? Sempozyumları, çalıştayları, seminerleri, mevlüdleri ve daha bunlar gibi pekçok mübarek faaliyeti beraberimize alıp düşünelim. Şu an biz tam olarak neredeyiz bakalım. Nurcular, bu faaliyetleri yaparken umumun nazarını çekebilmeyi mi kıymetli buluyorlar, yoksa “Aman gürültü patırtı olmasın!” deyip gizli gizli mi toplanıyorlar? Ve akabindeki soru: Eğer niyet 'umumun nazarını çekmek' değilse böyle organizasyonlar neden yapılıyor? Bu kadar büyük masraflar ve ilanatlar neden göze alınıyor? 'Sessiz ve gösterişsiz' ilkesi böylelikle bozulmuyor mu?

İkincisine gelirsem: Hakikaten Bediüzzaman umumun nazarını eserlerine celbetmeyi istemiyor mu? Örneğin: Lahikalar'da veyahut başka yerlerde mahkemelerin böyle bir hikmetinin/faydasının olduğunu söylemiyor mu? Ehl-i vukufun, vekillerin veya daha başka devlet yetkililerinin Risaleleri okumasına vesile olmasını sağladığı için yargılama süreçlerinden razı olduğunu belirtmiyor mu? Buradaki gürültüsüz patırtısızlık eğer belirgin bir eylem türünü kastetmiyorsa o vakit mahkemeye çıkmak, savunma yapmak veya onu da geçelim, ömrünün ahirine doğru arabayla Türkiye'yi dolaşmak da bir gürültü patırtı değil mi?

Üstelik hakkında konuştuğumuz kişi sürekli Türkiye'nin gündeminde olan birisi. O dönemde gazetelerde Bediüzzaman'a ne kadar yer verildiğini görebilmek için Abdülkadir Selvi'nin Ateşten Yıllar'ını okumanızı tavsiye ederim. Neredeyse günübirlik manşet olan, başyazarların yazılarını ona hasrettiği, her hareketi haber yapılan bir isim. Bu da bir tür dikkat çekmek değil mi? Bediüzzaman bundan sakınıyor mu? Yoksa seyahatleriyle daha fazla kapısını mı aralıyor? Soralım.

En nihayet şuraya geleceğim: Bence Bediüzzaman'ın vefatından sonra ‘sırran tenevveret’ gibi kavramların içeriği yeniden şekillenmiştir. Kur'an'daki, sünnetteki, ehl-i sünnet çizgisindeki, Risale-i Nur'daki ve Bediüzzaman'ın hayatındaki karşılıkları aranmak yerine, o an hangi tanım iş görüyorsa, o yerine konmak suretiyle yola devam edilmiştir. Bir ‘sorun çözücü’ muamelesi görmüş yani ‘sırran tenevveret.’ Örneğin: Mısır'daki darbeye karşı girişilen küresel Rabia hareketi bile bu tanıma bakarsanız 'sırran tenevveret' manasına uymamaktadır. Hatta Nurcular dahi twitter’daki tt çabalarıyla bu ilkeden dışarı çıkmaktadırlar.

Peki ‘sırran tenevveret’ nedir? Tam bir tanım söyleyemem ama şunu hatırlamanın faydalı olacağına inanırım: İlk yılı çok az, altı yılı biraz daha fazla, hicretle beraber artan ve asıl inkişafıysa Hudeybiye sulhüyle olan bir çizgide yayılıyor İslam. Peki bundan ne çıkarılmalı? İlk altı yıl için ‘başarısız’ mı denmeli? Aksine, o ilk altı yıl olmasa, sonraki bu devasa adımlar atılamazdı. Çünkü o ilk altı yıl bir tür kök salma dönemiydi. İslam'ın, Aleyhissalatuvesselamdan sonra, en ihlaslı, istikametli, gayretli savunucuları o ilk altı yılın içinde yetişenlerdi. Vefatından sonra da yine en önde onları görüyoruz İslam'ı omuzlamakta.

Bu noktadan baktığımızda, evet, Aleyhissalatuvesselamın tebliğe başladığı anda katlanarak artan bir ümmeti yok. Bir gürültüsüzlük patırtısızlıktan bahsedeceksek işte bu da bir tür gürültüsüzlük patırtısızlık. Çabaları değil meyveleri itibariyle gürültüsüzlük patırtısızlık. Peki Allah Resulü dikkat çekmeye çalışmıyor muydu? Elbette çalışıyordu. Akrabalarını toplayıp hepsini birden hidayete çağırabiliyordu mesela. Panayırları gezebiliyordu. Ama Allah onun hidayet ağacını birden inkişaf ettirmedi. Önce iyi yükselecek ağacın köküne güç verdi. Az gelişti fidan ama o sırada toprağın altında büyüyordu aslında. Kök kıvamını bulunca boyu patladı. Dünyanın dört bir yanına dallarını saldı.

İşte bence sırran tenevveret budur: Ağacın kök salma dönemidir. Saklanmayı kastetmez. Dikkat çekmemeyi de. İnkişafın patlayarak olmamasını kasteder. Tedricen gelişimin ismidir. Hemen ele geçmeyen sonuca karşı sabrını korumaktır. Gürültü çıkarmamak bir yanıysa da bunda tutumu kesinlikle gizlilik değildir: "Kardeşlerim, bu geniş hücum, Risale-i Nur'un fütuhatına karşıdır. Fakat anladılar ki, Nurlara iliştikçe daha ziyade parlar, ders dairesi genişlenip ehemmiyet kesbeder ve mağlûp olmaz. Yalnız sırran tenevveret perdesi altına girer."

Hatta, ne yalan söyleyeyim, çabuk patlayan hareketlerden de korkarım ben. İçi çürük olur öyle şeylerin. FETÖ de böyleydi bence. Hırsla patladı. Fakat bu patlama öyle köksüzdü ki ayakta duramıyordu. Küresel güçlere yaslanma ihtiyacı duyuyordu. Sürekli esniyor, savruluyor, değişiyordu. Sonunda da toprağını terketti.

Hatta Gülen bir Bamteli'nde (Bayrama Hasret Asırlar ve Yumruklandıkça Güçlenen Bahadırlar) sırran tenevvereti “küresel güçleri karşısına almadan Filistin'e yardım etme” olarak bile yorumlayabiliyordu. Bundan da ötede, yıllardır sürdürdüğü gizli yapılanmayı da, çizgisinde yaşadığı esnemeleri de hep böylesi bir 'sırran tenevveret' içinde zeminlendiriyordu. FETÖ için sırran tenevveret Bediüzzaman'ın izzetli duruşu değil devletin içine sızabilmek için yürütülen bir casusluk faaliyeti gibiydi. Şiiliğin takıyyesini alıp onu sırran tenevveretin içine doldurmuştu. Dönüştürmüştü. Tebliği izzetinden arındırmıştı.

Buraya dikkatinizi çekiyorum. Çünkü bence sırran tenevveret tam bu noktada tam tersine dönüşüyor. "En büyük hile hilesizliktir!" diyen Üstadın çizgisinden gittiğini iddia eden bir grup, ‘Hedefe ulaşmak için her hile/takiyye caizdir’e varacak bir esneme yaşıyor. Bunun hikmetini sorunca da 'sırran tenevveret' veya 'tedbir' diyorlar size. Gizlice aydınlanacak, perde arkasından nurlandıracak, arkasını dolaşacak. Vay arkadaş vay! İyi de şu eylediklerini Bediüzzaman'ın hayatıyla bir sına bakalım. Ne kadarı tutuyor? Karakteri buna elverir görünüyor mu? Hatta Hz. Ali radyallahu anhın merdane mesleğine bak. Senin esnekliğinin zerresi var mı orada? Peki bu dümencilik size nereden geliyor?

Onların gelecekleri yer bilmem ama biz nihayetinde Bediüzzaman'ın Lemaat'ta altını çizdiği şeye geliyoruz: "Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisân-ı siyasette lâfız, mânânın zıddıdır. Adâlet külâhını, zulüm başına geçirmiş; hamiyet libasını, hıyânet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bâğî ismi takılmış. Esâret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî." Yani anlam kaymaları asrındayız arkadaşım. Bu nedenle bize sunulan tanımlara ehl-i sünnet çizgisinden tekrar tekrar bakmamız gerek. Bozulmalar en çok çarpıtmayla yapılıyor çünkü.






[1] http://www.sorularlarisale.com/makale/14955/sirran_tenevverat_ne_demektir.html (Görüntülenme tarihi: 06.10.2014)
[2] http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=11/11/2005&TextID=988 (Görüntülenme tarihi: 06.10.2014)

3 Ekim 2014 Cuma

Allah etkileyerek bilir, insan etkilenerek...

"Benim için herşey siyahtı. Ama öğretmenim bana siyahın yeni anlamını öğretti. Siyah, sadece karanlık ve boğulma değil, başarının rengi. Bilginin rengi. Mezuniyet cüppesinin rengi." Black filminden.

Bizim için siyah beyaza açlık duyduğumuz yerdir. Renklerin olmadığı yerde siyah da yoktur. Çünkü zıttı yoktur. Onun ayrımına/farkındalığına varılacak başka ihtimal de yoktur. Bilebilmemiz için birisinin bizi farklı ihtimallerden haberdar etmesi gerekir. İnsan Allah'ı açlıklarıyla anladığı gibi duyuşlarıyla da anlıyor. Göz, kulak, ten, burun gibi âlemi bize getiren, bir yönüyle büyük âlemi bizim küçük âlemlerimize taşıyan herşey bizim duyumuz. Latif olanın tecellilerini yakalayan ve kendisinde misafir eden herşeye latife diyoruz. Verici-alıcı. Bu yakalamalara akıl dahil olursa 'anlamak' deniliyor. Anladın. Yani yakaladın. Yani aklınla da farkındasın. Bilmiş oldun onu.

Farkındalık da seviye seviye. Aklın dahil olmasaydı bu biraz daha sezgiye yakın olurdu. Çünkü sezgi aklın biçim veremediği duyuşlara denir. Seziyorsun ama kalıba sokamıyorsun. İfade edemiyorsun. Delilini ortaya koyamıyorsun. Böyle akılsız bir biliştir o.

Sezginin de bir bilme çeşidi olduğunu bugün kimse reddetmiyor. Hatta Gabor Mate gibi bazı bilim insanları bağışıklık sistemimizin dahi bir duyu olduğunu iddia ediyorlar. Nasıl? Mesela kolay hastalanmaya başladıysan sana şu şekilde seslenilmiş oluyor: "Dostum, hayatı yeterince istekle yaşamıyorsun, ben de bedeni hayata tutunmaya ikna edemiyorum."

Demek dışarıyı içeriye 'etkilenmek' suretiyle taşıyan herşey bizim duyuşumuz. Bunlardan bazıları daha sık karşımıza çıktıklarından isim taktık onlara. Bazılarının sadece varlığını hissettik. Sevmek, beğenmek, nefret etmek, âşık olmak, acımak, utanmak, şaşırmak ve diğerleri. Aslında her birisi bir elçi. Amaç: Dıştan haberdar olsun içteki cevher. Bu duyuşlar ve sezişler olmasa taştan farkımız olmazdı herhalde. Belki de bu yüzden Kur'an, duyuşları azalan, örtülen, bastırılan insanları (ehl-i küfrü) böyle tarif ediyor: "Sonra kalpleriniz taşlaştı. Hatta taştan da katılaştı."

İnsanın yumuşaklığı teninde değil etkilenmesindedir. Derisi kalın olana değil duygularını belli etmeyen adama 'sert adam' derler. Yani ya etkilenmiyor yahut da etkilendiğini belli etmiyor. Bastırıyor. Her iki şekilde de bir sakla(n)ma var. Nasıl bir saklanma? Belki biraz Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da tasvir ettiği halet gibi:

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya."

Siyer kaynaklarında anlatılır ki: Müşrik önderleri de vahyi dinledikleri zaman etkileniyorlardı. Mucizelere şahit olduklarını reddetmiyorlardı. Ama saklıyorlardı. Ama bastırıyorlardı. Hatta etkilenişini açık ederse birisi, onu, aşağılayarak tekrar sertleşmeye davet ediyorlardı. "Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendilerini unutturmuştur!" buyuran Kur'an sanki bize bir tuhaf halet-i ruhiyeden de haber veriyor: Kendinden kaçma ve özden/içinden geleni saklama. Yani bir nevi erkekçe(!) tasannu. Yediği yumruklara rağmen "Acımadı ki!" diye ağlayan çocuk.

Hassaten hayretlerini saklamak noktasında tetikteydiler. Zayıflıktı bu onlar için. Demek istibdadın bir nevi de böyle: İnsanların gerçek duygularını saklamak zorunda kalacak şartlarda yaşamaları. Bir nevi manevi istibdat. Yine hatırlarsak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın "Allah senin kalbinden merhameti almışsa ben ne yapayım?" dediği kişi, ona, 'bir kez bile çocuklarını öpüp okşamadığını' söylemişti. Ve muhtemelen zayıflıklarını(!) böylesine belli ettiği için Aleyhissalatuvesselamı tuhaf buluyordu. Fakat Allah Resulü, cahiliyenin bu istibdadını da lâtı, menatı, uzzayı yıktığı gibi yıkmıştır. Barekallah.

Bizim bilişimiz bize bildirilmesiyle. Peki Latîf ve Habîr olan Allah nasıl biliyor? Elbette Alîm olanın bilişi bizim bilişimiz gibi değil. O bilmekle biliyor. Biz bildirilmekle biliyoruz. En yalın fark bu. Denis Diderot'nun Körler Üzerine Mektuplar'ında geçen kör ile M.'nin diyaloğunu hatırlayalım. M. köre sorar: "Peki ya sizce göz nedir?" Körün cevabı şöyledir: "Bu öyle bir organdır ki, hava ona, değneğimin benim elime yaptığı tesirin aynını yapar."

Kör gözün tarifine çok yaklaşmıştı. Latif olan ışığı bilmiyordu ama latife olan 'dokunuşu' biliyordu. Bu yüzden bilmesini duyuşuna bina etti. Böylesi bir duyuş aracılara muhtaçtır. Fakat Allah'ın bilişi aracısız bir biliştir. O vasıtalara muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilmesi bildirilmekle değil bilmekledir. Tesir ederek, yaratarak, murad ederek bilir herşeyi. Etki altında kalarak değil. İlmi ezelîdir. Ettiğimiz dualar onun yaratığıdır. Biliyordur ki yaratmıştır. Yarattığından sonradan haberdar olamaz.

Bizim bilmemiz onun haberdar ettiğidir. Meleklerin Kur'an'da pek güzelce söyledikleri gibi: Onun bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Böyle bir bilgi olmadığı için, hâşâ, onun sonradan haberdar olduğu birşey de olamaz. Bence kader konusunda çukura düşenler en çok bu biliş farkını kavrayamadıkları için çuvallıyorlar.

Bediüzzaman'ın Allah'ın ehadiyetini izah ederken sık sık güneş örneğini kullanması biraz da bundan gibi geliyor bana. Her yerde ilmi, iradesi ve kudretiyle hazır ve nazır olan, herşeyden dolayısıyla etkilenen değil, ışık gibi herşeye tesir edendir zaten. Öyle tesir edicidir ki Ona şeffaf olmayan yoktur. Latiftir, "şu koca güneş dahi gök denizinde şems-i ezelinin 'nur' isminden tecelli eden bir lem'anın katre-misal bir aynasıdır."

Şuunat bahsine yüzümü dönersem: Bizdeki duyuşlar, bilişler veya sezişler elbette Onu anlamakta bir penceredir, fakat en nihayetinde bizim kusurlu duyumuşuz ve duyuşla başlayan bilişimiz onun bilişi gibi değildir.

Arkadaşım, en nihayet demem o ki, münezzeh ve mukaddes dediğinde yaptığın tenzihi, bu farkı ortaya koymanın ifadesi olarak da düşün. Cenab-ı Hak senin gibi sonradan haberdar olarak bilmez hiçbirşeyi. Çünkü (hâşâ) o bilmese zaten o şey varolamaz. Kadere imanı kaçınılmaz kılan da budur. Biz birşeylerden onlar olduktan sonra haberdar olsak bu onların yaratılmasına engel olmaz. Çünkü biz yaratıcı değiliz. Fakat Allah'ın ilmi o şeyi kuşatmazsa o şey kimin kudreti ve iradesiyle varlık sahasına çıkabilir?

30 Eylül 2014 Salı

Barış süreci, empati, 'efendilerin barışı' ve Milan Kundera

"Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadise yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadisi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadisi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun." Münazarat'tan...

Yüzyıllık parantez kapanıyor. Barış süreci işlemeye devam ediyor. Bazı çatlak seslere rağmen, her iki halk da (hatta Türkiye'nin bütün halkları da) beraber yaşabilme umudundan vazgeçmiş değil, sürecin arkasında duruyor. Zaten sürecin arkasında böylesine güçlü bir kamuoyu desteği olmasaydı, ezberbozan adımlarını bu kadar cüretle atabilmesi mümkün değildi.

Elbette daha alınması gereken çok yol, bozulması gereken çok ezber, yapılması gereken çok şey var. Fakat hepsinin ötesinde ve hepsine bedel: Artık umut var. Birşeylerin değişeceğine dair bir umut. Yeni Türkiye'ye dair bir umut. "Yapılamaz!" sanılan şeylerin yapılabildiği bir dünya açılıyor yeni yeni önümüzde. Öğrenilmiş acizlikleri aşmak, fiziksel engelleri kaldırmaktan daha zordur. Psikolojik eşikler, fizyolojik eşiklerden daha yüksektir bazen. Türkiye'nin yüzyılı bu eşikleri aşılmaz ve 'aşılması teklif dahi edilemez' duvarlar sanarak geçti. Şimdi, cesaret ederse, üzerlerinden sıçrayabildiğini görüyor. Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi, biraz temkinli, ağır ağır gidiyor bu yüzden. Ama yürüdükçe ve yürümeye cesareti arttıkça kuvvetlenecek/hızlanacak adımları. Emeklemesi yürümek, yürümesi koşmak olacak. Küresel aktörlerin bu süreçten rahatsız olması da en çok bundan. Çünkü aslanı kamçının değil, korkunun terbiye ettiğini biliyorlar.

Peki, barış süreci nedir? Bir empati midir? Hayır. Bence barış süreci empatiden öte birşeydir. Yüzyıllık Parantez kitabında Etyen Mahçupyan'ın da dikkatleri çektiği gibi; empati, karşındakinin ne istediğini sormak değil, karşındakinin ne istediğini tahmin etmeye çalışmaktır. Ve en nihayetinde hiçbir empati, karşındakinin ne istediği sormak kadar güçlü/kesin sonuçlar veremez. Sen bir başkasının yerine koyduğunda kendini, ne kadar bir başkası olabilirsin? Bir Türk, kendisini bir Kürdün, bir Ermeninin, bir Lazın, bir Çerkezin yerine koyduğunda ne kadar başarabilir bunu?

İşte barış süreci bunun 'yerine koymakla' olmayacağını çözen aklın, yerine karar vermeyi bırakıp, "Sen ne istiyorsun?" diye sormaya başlamasıdır. Barışı, böyle bir barıştır. Yoksa Şükrü Nişancı'nın Sivil İtaatsizlik kitabında dikkatleri çektiği gibi; Hitler de barış yanlısıdır, Stalin de. Fakat onların istediği 'efendilerin barışıdır.' Yani mesela; Hitler belki de dünyanın üçte birisi ona verilse, beşte birisini de katletse barışmaya razıdır. Ancak bu barışın halkların barışı olduğu söylenebilir mi? İnsaflı denilebilir mi?

İşte Yeni Türkiye, cesaretle, konuşulmaz sanılan bir kesime ne istediğini sormuş ve aldığı cevapların yerine getirilmesini sağlayacak adımlar da atmaya başlamıştır. Tekrar altını çizmek istiyorum: Bu bir empati değildir. Bu, inşaallah, sahici barıştır.

Empatinin zulmediciliğine dair en güzel örneği ise, Sovyet Rusya'nın Çekoslovakya'yı işgali sırasında yaşadığı bir hatırayı nakleden Milan Kundera veriyor bence. Jacques ile Efendisi oyunun önsözünden alıntılarsam bu hatırayı:

"İşgalin üçüncü günüydü. (...) Yollarda, tarlalarda, ormanlarda, Rus piyadeleri her yerdeydiler. Derken arabamı durdurdular. Üç asker arabamı aramaya koyuldu. Askerler işini tamamlayınca, emri veren subayları bana Rusça sordu: 'Kak çuvstvuyetyes?' Tercümesi: 'Neler hissediyorsunuz?' ya da 'Duygularınız neler?' Sorusunda ne fesat, ne ironi saklıydı subayın. Bilakis, şöyle sürdürdü lafını: 'Bütün bunlar bir yanlışlıktan ibaret. Düzelecek herşey elbet. Biz Çekleri seviyoruz, bunu bilmeniz gerek. Sizleri seviyoruz!'

Binlerce tankın taş üstünde taş bırakmadığı topraklar, geleceği elinden alınmış bir ülke; tutuklanmış, alıkonmuş Çek devlet adamları ve büyük aşkını itiraf eden bir işgal ordusu subayı. Yanlış anlaşılmasın, niyeti katiyen işgalden memnuniyetsizliğini dile getirmek de değildi bu subayın. Hemen hepsi bir ağızdan konuşuyordu askerlerin; davranışlarının temelinde yatan unsur; zorbanın sadist arzuları değil, başka bir arketipin, aşkına karşılık bulamayanın arzularıydı: 'Neden Çekler (biz onlara sırılsıklam âşıkken!) bizimle yaşamak, bizim gibi yaşamak istemiyorlar?' Aşkın ne olduğunu öğretmek için tanklardan medet ummamız ne acı!
"[1]

İşte bence Türkiye'nin Kürt halkıyla yaşadığı yüzyıllık gerilim biraz da bu. Türkiye, Kürtleri sevmiyor mu? Hayır, kesinlikle öyle değil. Onları yanında istemiyor mu? İstisnalar olabilmekle birlikte kesinlikle genelin düşüncesi bu değil. Peki nedir o zaman bizi bu kadar zamandır birbirimize kırdıran? Biz, muhatabımızın kalbini empatiyle anlamaya çalışıyoruz; neyi, neden, ne şekilde istediğini gidip sormuyoruz. "Bu kadar versek, çok bile, yeter!" geliyor bize. Kürt haklarından bahsettiğiniz zaman sanki Marstan gelmişsiniz gibi hayretle size bakan yüzlerde bu soru var aslında: "Bu kadar güzel şartlarda yaşamak, yetinmek varken neden hâlâ bu kavgayı sürdürüyorsunuz?" İşte barış süreci bu soru cümlesinin yerini şunun almasıdır: "Senin kalbini nasıl kazanabilirim? Ne şekilde yaşarsan mutlu olursun?" Çünkü dünya üzerinde Türküm deyince mutlu olmayan insanlar da var.






[1] Can Yayınları'nın Eylül 2013 baskısından Ayberk Erkay'ın çevirisiyle.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...