13 Mayıs 2016 Cuma

Peygamber neden tevbe eder?

Haddimizi bilmek lazım. Şeriatın hikmetini bildiğimiz kadarından hareketle bilmediğimiz kısmına emniyet ederiz. Öğrenmeyi bırakmayız, ama hiç geçmeyen cahilliğimizi de bir kenara bırakamayız. Bu da bir nevi tevekküldür. Kur'an'da defaatle Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (ve onun üzerinden hepimize) emredilen 'tevekkül'ün sadece 'para kazanmakla' veya 'rızkın boğazdan geçen kısmıyla' ilgili olduğunu düşünmek hata olur. Tevekkül, melek kardeşlerimizin öğrettiği en kısa tanımıyla, kendi sınırlarımızdan Alîm ve Hakîm olan Allah'ın ilmine ve tasarrufuna kaçmaktır. Bir avukata veya başka bir ehl-i ihtisasa vekalet verdiğinde yaptığın şey; kendi cehaletinden, onun uzmanlık alanındaki 'etkin bilgisine' ve 'yetkin tasarrufuna' sığınmaktır.

İnsan da, İslam'ın ve imanın şahit olduğu güzelliklerinden hareketle, şeriatın ve akaidin bütünü için Allah'a tevekkül eder. ('Hikmetinden sual olunmaz' tabirinin kulağımıza fısıldadığı hakikat de budur.) Yani, şeriatın bütün uygulamalarının veya akaidin bütün parçalarının hikmeti kendisine açılmamış olabilir. Hatta bu noktadaki bilgisi kendisini kurtaracak kadar da olabilir. Ancak bildiği kadarından/kadarıyla tanıdığı Rabbisi, kendisine emniyet edilmeye layık bir Âlemler Rabbi olduğundan, tevekkülde tereddüt etmez. Sahabenin "İşittik ve itaat ettik!" ifadesiyle işaret edilen kuvvetli inkıyadında böylesi bir Allah marifetinin payı elbette büyüktür.

Mürşidimin hayrı 'vücudî' ve 'küllî' şerri ise 'ademî' ve 'cüzî' olarak ifade edişinden ders almışımdır ki: Küllîsi vücudî/varlıksal olan hayırlıdır. Şer ise ancak bu hayrın kuşatılamayışından kaynaklanan bir kesb/kazanma sorunundan kaynaklanan cüzîdir. Bütünle bağı bu kazanma sorunundan dolayı koparıldığından ister istemez ademî olur. Bütünden kopan bir açıdan yokluğa düşer çünkü. Peki, biz birşeyi Allah'ın hilkatinden koparabilir miyiz ki o vücudîlikten kopmuş olsun? Hayır ve haşa! Fakat niyetle ve yorumla veya onunla amel edişle kendi küçük âlemimizde onu bütünden kopuk yansıtırız. Bu yansıtma bir nevi karartma ve saptırma olduğundan zulüm olur.

Bir büyük bütünün parçası olanı bütünden kopuk göstermek tevhidin karşısına kurulmuş şirkin cürmüdür. Kafirin aynası bir 'bütünden koparma' makinesidir. Bakışındaki ve yorumlayışındaki koparma refleksi yüzünden süzgecinden geçene de tereddütle yaklaşılır. Günahkâr mü'min ise bir koparma makinesi değildir. Aynasının kastı bu değildir. Fakat yeterince temizlenmediğinden onda da bazı nesneler birbirinden kopuk görünür arasıra. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'günah' ile 'kalpte oluşan siyah nokta' arasında kurduğu ilgi, aynadaki lekelenmenin yansıyan şeyleri de kusurlandıracağına dair uyarı içerir bizlere dönük.

Demek tevbe bir açıdan da aynayı temizlemektir. Tevbenin temizleyiciliğini ben 'itiraf' ve 'istiğfar' katmanlarında apaçık görüyorum ki, muhtemelen siz de gördüğümü tarifimin ardından kendi hayatlarınızda benzerlerini bulacak veya anımsayacaksınız. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda geçen bir cümledir: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerden başlar..." İşte tevbe insanda budur. Tevbe eden insan, tıpkı Birinci Lem'a'da Hz. Yunus aleyhisselam üzerinden bize anlatıldığı gibi; "Allahım, sen kusurlardan münezzehsin. Ben nefsime zulmedenlerden oldum!" diyen insandır. Kendisindeki sorunla yüzleşen, sorunu üzerine alan, elbette Allah'ı karşısında 'subhan' olarak bulacaktır. Çünkü lekenin asılda değil, yansıyanda/yansıtanda olduğunu itiraf etmiştir.

Bu itiraf, lekeyi silmek isteyene bağışlanmış en büyük nimettir. Neden böyle söyledim? Çünkü itiraf, lekenin yerini ve şeklini teşhis etmek sayılır. Lekenin nerede olduğunu bilen elbette cilasını da oraya çalar. Bu açıdan tevbenin bize asl-ı insanı hatırlatmak gibi bir büyük faydası da var. Ki bence, başta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olmak üzere, ismet sıfatıyla tertemiz nebilerin ettikleri tevbeleri bu perspektiften anlamak mümkündür. Onlarınki lekenin itirafı değil aynanın/aynalığın itirafıdır. Yahut da şöyle söyleyebilirim: Onlarınki aynanın kendisine sadece bir ayna olduğunu hatırlatmasıdır.

Peki, tevbe edilmezse ne olur? Bunun bizler için içerdiği en büyük problem, 'enfüsî tefekkür' diye isimlendirdiğimiz içsel yolculuğun sakat bir zeminde yaşayacağı sorunlardır. Lekelerini itiraf edemeyen ayna sahibinin, o aynadan yapacağı okumalar nasıl sağlıklı olabilir? Kendisini tenzih eden ayna elbette lekelerin kendisindeki varlığını inkar edecek, ama lekelerin varlığını inkar edemeyecektir. Çünkü lekelerin üzerine denk geldiği yerleri okuyamamaktadır. Boşluklar yalanla bile olsun varlığa dönüşmeyeceğinden, boşluklarla/lekelerle dolu bir aynadan yapılacak bir marifet yolculuğu da boşluklar ve lekelerle dolu olacaktır. O boşlukları ayna sahibi kendi hevasıyla ve su-i tevilleriyle doldurmaya çalışır. Buradan dalalet çıkar. Her dalalet itiraf edilmeyen günahların/lekelerin marifete yaptığı izdüşümlerden/gölgelerden kaynaklanır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

12 Mayıs 2016 Perşembe

Yıkım yalnız bir eylemdir

“Bu âyetin Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei bu nizamdır.” İşaratü’l-İ’caz’dan.

Arkadaşım şimdi diyeceğimi de “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla tefekkürünün avuçlarında tut isterim. Bana öyle geliyor ki: Zulüm varedemeyenin yıkarak-yokederek yaratıcılık taslamasıdır. Yani varedişte bir yalancılıktır. Kalpazanlıktır. Dolandırıcılıktır. Nasıl? Çünkü yoketmek de tıpkı varetmek gibi bir yanıyla eylemseldir. (Zâhiren) Fiiler sonucu gerçekleşir. (Yeni zâhiren) Seçimler sonucu oluşur. Varedenin vücudî ‘ol’durmalarla bunu gerçekleştirmesi yokedeni de ademî ‘son’landırmaları hakkında heyecanlandırır: “Belki yeterince boyarsam bu eşek de at diye satılır ha?” Bile isteye bir aldanıştır bu aslında. Acizlikten beslenen bir 'mış gibi' kandırmacasıdır. Nemrud’un İbrahim aleyhisselama öldürdüğü/bağışladığı kişiler üzerinden yaptığı demagojidir. Öyle ya: Her eylemi 'varoluş' olarak eşitledikten sonra yıkmanın yapmak kadar varlıksal olmadığını kim söyleyebilir?

İşte, elhamdülillah, zamanın müfessirliği burada devreye giriyor arkadaşım. Hakikat her eylemin vücudî olmadığını zamana yayılmış sonuçlarıyla söyler. Akıbeti üzerinden cevaplar. Vücudî olanın akıbeti de vücuddur. Ademî olanın ahiriyse ademdir. Varlığa adanan varlığa gider. Yokluğa adanan yokluğu bulur. Zaman seçimlerin turnusoludur. Yıkmanın yapmakla bir türden olmadığı böylece anlaşılır. Neden? ‘Eylemsel varoluşlar’ın ömrü ‘varlıksal eylemler’den kısadır çünkü. Yalancıların mumu yatsıya kadar yanar. Fakat ‘an'da iş böyle olmaz. An nefisperestleri aldatır. Yatsıya kadar yalanın da bir sınanmamış bir vücudîliği vardır. Aceleciler bu tuzağa düşer. Kalp/sahte varlığa aldanır. Hatırlarsın. Mürşidimin verdiği misallerden birisidir: Görmeyi aceleyle arzulayan için kirpiğinin takavvus etmiş beyaz kılı dahi hilal olabilir. Onu kandırabilir. O da onunla kandırabilir. Gözlem kuram yüklüdür. Nihayetinde 'neyi aradığınız' ile 'neyi bulduğunuz' birbirini etkilemez evrenler değiller. 'Aramak' ve 'bulmak' arasında her zaman etkileşim var. Niyetin-nazarın amellere etkisi de bu anlamda bir ihtar sayılmaz mı?

Anı yaşamanın bir ‘ahirzaman mottosu’ haline gelişi altını çizmeye çalıştıklarımdan uzağa düşmüyor arkadaşım. İnan bana. Sarhoşluğun en basit formülüdür bu: Anda boğulmak. Aldanmak istiyorsanız anlarda boğulmaya ihtiyacınız var. Mustafa Özel Hoca’nın Roman Diliyle İktisat’ta dediği gibi: “İnsan kaybetmek için oynar. Kaybetmek istediğiyse para değil kendisidir.” Peki anlar nasıl bir sarhoşluk yaşatır bize? Belki biraz şöyle: Anlarda eylemlerle varolabilirsiniz. Sonuçlarını önemsemezsiniz. Sonuçlar sonraki iştir çünkü. Anlarda cümle eylemler 'varedişmiş gibi' görünebilir. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in de buyrulduğu gibi: "Akıbet takva sahiplerinindir." Eğer anı aşan tefekkürlere sahip olursanız, o zaman, her eylemenin varlıkla sonuçlanmadığını görürsünüz. Nihayeti size hakikati söyler: "Zeval-i lezzet elemdir!" Çünkü tatmak varetmek değildir. Vuslat sahip olmak değildir. Ulaşmak kalmak değildir. Bediüzzaman'ın da eserlerinde belki en çok dikkatimizi çektiği durumdur:

"Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz."

Başta bir parça zikrettim. Bence bu ayrım en çok İbrahim aleyhisselam ile Nemrut arasındaki diyalogda göze çarpıyor. Kısa bir mealini alıntılayayım: "Allah kendisine mülk verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: ‘Rabbim hayat veren ve öldürendir’ demişti. O da: ‘Hayat veren ve öldüren benim’ demişti. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi, sen de onu batıdan getir’ dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez..." Öyle ya: Hayat denilen mucize, Nemrut'un, anlık seçimlerle birisini öldürmesi veya sağ bırakmasından ibaret değildir ki! O çok daha karmaşıktır. Can anlardan aşkın birşeydir. İbrahim aleyhisselamın muhteşem cevabı bize bu dersi verir.

Hayat güneşin doğmasına-batmasına da bağlıdır. Dünyanın dönmesine-gitmesine de bağlıdır. Kainatın eksiksiz bir biçimde, tıpkı bugünkü gibi, varoluşuna da bağlıdır. Ve hatta günümüz fizikçileri öyle sabitelerden bahsetmektedirler ki, onlar herşeyin başında tam o şekilde olmasa, hayat da şimdide varolamayacaktır. "Demek sivrisineğin gözünü halk eden güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir!” cümleleri de bizi bu hakikati görmeye davet eder. Elhamdülillah. Evet. Demem o ki arkadaşım: Varın varolması ‘yalnız başına olmamasına’ bağlıdır. Yalnız başına varolan aslında yoktur. Yıkım yalnızdır. Kopuk bir eylemdir. "İman bir intisabdır." Yalnız başına varolan eylemdir. Bir fiiler bütünü olarak varolan ancak varlıktır.

Arkadaşım, Nemrut'un eylemselliğini varlıksallık sanmasına, İbrahim aleyhisselam ‘eylemlerin ancak birer andan ibaret olduğuna’ işaret ederek cevap verdi. Böylece bize de şunu gösterdi: Hayat, tek bir fiilin değil, başlangıçtan bugüne düzenli bir sistemin varlığıdır. Ancak sistemin bütününü yaratan tarafından yaratılabilir. Bir elma için bir kainat gerekir. Bir sinek için bir güneş gerekir. Demek bir damlacık hayat için dahi tevhid gereklidir. Nemrut’un zulmü hayat olamaz. Çünkü varlık olamaz. O üzerine hiç yakışmayan bir ilahlık rolü taslamaktadır.

Peki zulüm nereden çıkıyor? Zayıf olan, zayıflığıyla yüzleşmekten teberri ettiğinde, eylemselliği seçiyor arkadaşım: "Birşeyin vücudu bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise bir cüz'ünün ademiyle olduğundan, zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor. Müsbet yerine menfice hareket ediyor." Bak sen şu işe: Aczinin şuurunda olmanın böylesi bir faydası da var demek ki. Menfice eylemsel olmak yerine müsbetçe varlıksal olmayı seçiyorsun. Adem yerine vücuda adanıyorsun. Anların sahibi olmaktansa zamanın parçası oluveriyorsun. Göstermeye çalıştığın bir iktidar yok çünkü. Hilkatin sende olmadığının farkındasın. Sen sadece parçasın. Ne diyerek bitireyim arkadaşım? En iyisi şu galiba: Cenab-ı Hak bize parçalığımızı unutturmasın. Âmin.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Cehennemi tanıştırıldığımız cennetlere borçluyuz

Arkadaşım, kalbime böyle geldi, hakverirsen sen de kalpceğizinde tutuver: Fakrın cennetinin detaylarını bilmendir. Aczinse o cenneti yaratamayacağını farketmendir. Başkalarının da aynı cennete ihtiyacını görmende görünür şefkatin. Tefekkürün herkes için cennetin yolunu aramandır. Yani ki: Bu dördünün ‘dört hatve’ içinde zikri aralarındaki şu irtibattan ötürüdür. (Allahu’l-a’lem.) Hatveyi tamamlarsan tavafını da tamamlarsın. Marifet dairesini dönersin. Hem kalbine bir nur yağar hem de başkalarına ışık saçarsın. İnşaallah. Âmin.

Hatırlarsan "Cennet olmasa cehennem tazip etmez!" diyor mürşidim. Tüm katmanlarıyla katılıyorum bu söze. Nitekim biz de cehennemlerimizde yanmayı ‘tanıştırıldığımız cennetler’ sayesinde öğrendik. Öyleydi. Var yokken yokun varlığı anlaşılmazdı. Bu yüzden önce varı gördük. Dilimiz tanışınca balıyla peyderpey alındı. Çünkü tadımlıktı. Ayrıldık. Yokluğunu da öğrendik. Yandık. Yakıldık. Arkadaşım şu maceramızda bana öyle geliyor ki: Biz aslında yokluğu öğrenmeye gelmiştik. Varlık yalnız bir berzah idi. Bir eğitimdi. Tedristi. Ara devreydi. Ezelî ve Ebedî olanı bilmeye en çok lazım yokluğun bilgisiydi.

“Keşke!” diyen herbirimiz ardında bir küçük cennet bırakıyor. Ayrılığından  çektiğimiz herşey numune-i Firdevsimiz. O gözler olmasaydı bu firkatli sancı olmayacaktı. O sözleri duymasaydık kulaklarımız özlemek nedir bilmeyecekti. Daha önce tadılmış bir mutluluktu hayatın geri kalanını arayış kılan. Bu nedenle diyebilirim ki artık: Allah, yanmayı öğrenebilmemiz için, bizi önce cennetimizle tanıştırıyor arkadaşım. Çünkü cenneti bilen için ancak cehennem bir tazip. Alternatifi yokken, yani ki seçmeye mecburken, hangi seçenek 'yanlış' olur?

Mesela: Çocukluk bir cennet idi. Büyüdük. Ardımızda bıraktık. Hatırlıyoruz. Özlüyoruz. Âşık olmak bir cennetti. Kavuşamadık. Veya ayrıldık. Şimdi tahayyül tahayyül dersimizi ezber ediyoruz. Veyahut da sağlıklıydık. Hastalandık. Sıhhatin hasretini çekiyoruz. O halde yokluğun acısını öğrenmesi gereken herşey önce varlıkla tanıştırılmalı. Zaten Âdem aleyhisselamdan bugüne süren insaniyet yolculuğumuz da bu döngüde tekrar ediyor hep. Herkes önce cennet(çik)lerle tanışıyor. Sonra bir yasak meyve süreci. Belki fıtrat. Belki iradî. Bir hata. Bir neden. Sebepler içinde bir sebep. Araya giriyor. Perde çekiyor. Yokluğunu tattırıyor. Sonra o yokluğu insan ‘insan başına’ varlığa dönüştüremediğini farkediyor. Uyanıyor. Ki bu da yukarıda dediğimiz işte: Aczin bilgisidir. Ardından da o yokluğun sancısından Şafî-i Hakiki’ye koşuyor. “Fe firrû ilallah!” öğretiliyor.

Her yokluk eğitimi öncesiyle bir varlık eğitimi. Allah bizi, 6. Söz'de anlatıldığı gibi, emanet verdiği cennetleri geri almakla imtihan ediyor. İmtihanın esası şu dediğim. Geri kalanlarsa detayları. Başka başka sûretleri. Farklı farklı görünüşleri. Bu pencereden bakınca bana öyle geliyor ki arkadaşım: İnsanın dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiş olması, aynı zamanda, dağların tanışmaktan korktuğu kadar bir 'yokluk' acısına talip olmasıdır. Bediüzzaman'ın Mevlana Hazretlerinden alıntıladığı yerde denildiği şekliyle:

"O, 'Ben senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet!/Bela!' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahında halkaya katılmaktır."

Emanet veriliyorsa demek ki geri de alınacak. Çünkü varlığının kıymeti yokluğuyla anlaşılacak. Dağlar ilerisini gördüler. Taşınmaz dertlerden çekindiler. Ayrılık acısı korkuttu belki de onları. (Allahu’l-a’lem.) Ama insan bu endişeyle vazgeçmedi yüklenmekten. Ne cehaletten ne zulmetten. Demek bu alışverişe razı oldu başlarken. O halde şimdi şikayetçi olmak niye? Arkadaşım, en iyisi biz, acının sevkettiği 'euzü sırrını’ okumaya çalışalım. Şeker için ağlamayı bırakıp ana kucağına koşalım. Fanileri yerine bâkileri toplayalım. Cennetçiğinden mahrum kalmayan cennetini arar mı hiç? İşte bin dermana değişilmeyecek dert de budur.

10 Mayıs 2016 Salı

Ağaçların ihlasını Celaleddin bilir

"İslam kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celaleddîn-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: 'Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.' O demiş: 'Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.' İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur." Sözler’den.

İnsan talebeliğini unutmazsa herşey muallimi olabiliyor. Evet. Aynen. Öyle. Ben de bir ağaçtan ders aldım geçenlerde arkadaşım. ‘Nasıl olduğunu’ sorarsan anlatayım: Yürüyordum. Kafama birşey atıldığını sandım aniden. Yukarı baktım. Vay. Doğru. Atılmış. Fakat gönül koyacak suikast yok. Ağaç kardeş tohumlarını döküyormuş. Yani beni özellikle seçmemiş. Ne ağacı bilmiyorum. Ayırmakta iyi değilim zaten. Neyse. Belli ki bizimkinin yumurcaklarının yuvadan uçma vakti gelmiş. Anne ism-i Kayyum ile heyecanlı. Devam edecek. Yavrular ism-i Hayy ile coşkulu. Yeşerecekler. Yerde onlarca-yüzlerce tohum var. Ve ben elim kafamda bakınıp duraklarken de yenileri dallarından kurtulup bahtlarına düşüyorlar.

Bu koşuşturmada hiçbir isteksizlik göremezsin. Bile isteye kaçıyor bu afacanlar anne kucağından. Hasretsiz. Acısız. Hem hiçbirisi kaderinden öteye düşmüyor zaten. Evet. Kader, her yeni varoluşun ayağını bastığı zemin, plan, ilim. Direksizleri ayakta tutan direk. Birnevi zemin-i hakiki. Boşlukta belirlenmiş hadler olmasa var ‘varlığına’ sınır koyamaz. Kütlesinde kalamaz. Enerjinin madde olmak için ilimden/emirden olsun kalıplara ihtiyacı var. Bebecikler de bu sırdan haberli, Ömer radyallahu anhın Ebu Ubeyde radyallahu anha dediği gibi, “Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine...” kaçıyorlardı. Akın akın koşuyorlardı. Düşündüm ki: Onların kaderlerine imanları benimkinden kavi. Hem amelleri de benimkinden ihlaslı. Hem tevekkülde de benden ilerideler. Emrin geldiği yere emniyetteler. Bütün bunlar da birbirine bağlı. Nasıl?

Arzedeyim: Mürşidimin ihlasa değindiği çok yerde altını çizdiği birşeydir şu 'vazifeni yapmak ama vazife-i ilahiyeye karışmamak...' hakikati. Evet. Doğrudur: İnsan gayretini sonuçlara bina etmemelidir. Ona düşen payındaki yükü kaldırmasıdır. Sorumluluğu da amel edebildiği kadardır. Bundan fazlasına odaklandığı an; ya sonuçların baştançıkarıcılığıyla hedefinden sapar-şımarır; yahut da ele geçmeyişinden dolayı karamsarlığın girdabına kapılır-küser. Yani: Elinde olmayana endekslenen; ya yaratıcısı kendisi olmadığı halde ortaya çıkan sonucun hamdini omuzlamaya çalışır da haddini aşar; yahut da yine yaratamadığını gördüğü için kedere/öfkeye kapılır da isyana sapar.

Allah olan yalnızca Allah’tır. Kaldıramayacağımız yükün altına girersek acı çekeriz. Bu yüzden, değil yalnız ihlasını, ruh sağlığını korumak isteyenin de kuşanması gereken tavır 'vazifesini yapmak ama vazife-i ilahiyeye karışmamak' olmalıdır. Nedir? Kaderin irade-i cüzîsine pay edilmiş kısmında sınavını güzel verip bütünlüğünü ise bütünün sahibine bırakmaktır. Bizi huzura kavuşturacak olan budur. Bu teslimiyettir. Tevekküldür. İşte, ben de arkadaşım, yavrularıyla başımı taşlayan o ağaçta bu huzuru gördüm. Şeytanımı onlarla da recmettim.

Ya, evet, nasıl bir ihlasdır o öyle! Anlamaya çalışalım: Bir kaldırımın yanıbaşına dikmişler sizi. Ve dalınızdan kurtulan her yavru, hem de her sene, betonun katılığıyla yüzleşiyor. Ananesi toprağın yumuşak sinesine varamazsa nasıl hayatta kalır o tohumcuk? İntihar gibidir bu hemen hemen. Fakat ağaç asla şartların-sonuçların 'olmazlığına' bakarak tohum dökme vazifesinden vazgeçmez. Ne de olsa Rabb-i Hakîm'inden emri almıştır. İhlası kavramıştır: “Vazifeni yap ama vazife-i ilahiyeye karışma!” Böylece amelinde acabaya düşmez ağaçlar rağmımıza. Kadere imanları tamdır. Kaderden kadere kaçmaktan başka birşey yapamadığımızı bilen tevekkülleri sağlamdır. Hangi anne bu kadar çocuğu ölüme doğurur? Demek şu ağaç kardeşlerde çok yüksek bir ihlas ve tevekkül var.

Hem arkadaşım olageldiği şekilde olagelmeye ve yapageldiği şekilde yapıvermeye devam edenlere 'ot gibi' demekle aslında neyin altını çizmekte olduğumuzu da düşünelim. İhlas da bize azıcık böyle olmayı öğütlemiyor mu? Hadisin teşvik ettiği 'kıyametin kopacağını bildiği halde elindeki fidanı dikmeye çalışan insan' çok mu sonuç odaklı birşey yapıyor? Hayır. Asla. O emredildiği gibi dosdoğru/istikametli olmaya çalışıyor. Ve evet, her mü'min de, fazlasını yapamadığı yerlerde bir parça 'ot gibi' olmaya bakmalıdır. Nebatî yanın hikmetini kabullenmelidir. Çünkü bütünlüğün sahibi o değildir. Onun görevi, tıpkı bir ağaç gibi, yükseldiği betona bakmadan tohumlarını saçmaya devam etmektir. Kaderden iradesinin payı budur. Yükü budur. Sorumluluğu budur. Maşaallah ona. İşte, biz de arkadaşım, başarabiliyorsak bunu başarmalıyız. Ve başaranlar hep böyle başardılar. Tıpkı Celaleddin-i Harzemşah gibi… 

6 Mayıs 2016 Cuma

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok

"Bizi aldatan bizi kurtarır..." Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'dan...

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Ve kapılmak istemeyeni tutuşturacak öfke. Ateş, yanmaya müsait olanları yakar. Her âşık, avını ararken avlanmış. Her sapma, bir kuvve-i gadabiye veya şeheviye mahsulü. Akıl sonraları oyuna dahil oluyor. Birşey kaçınılmayacak kadar zevkli/doğru geldiğinde o da delil uyduruyor. Çaresiz fakir. Acımalı ona. Ne yapsın? Ehl-i zevkin sofrasında akıl ancak sâkidir. Vicdanın sesiyle belki uyanır belki uyanmaz.

Efendi de kapıya iner o sarayda, itle eğleşir. Hanımlar, yabani gençlerle sohbetler eder. Yetişmiş kızlar, çocukların oynamasını tanzime uğraşır. Kapıcı desen, havasından geçilmez onun, hepsinin kumandanı. Dışarıdan baksan pek şenlikli gelir halleri. Fakat bu tantana sarayın doluluğuna değil, boşluğuna işarettir. Yerliyerindeliği kuşanmamış her çaba, abes. Gürültüsüne kanma. Sen ne bakıyorsun fiilin yoğunluğuna! O hayrın delili değil ki. Ferasetin varsa, hikmetin olgunluğuna bak. Susamış adamın 'çok deniz suyu içmekle' övünmesi hüner değildir. Nicelik hep kandırır. Elma ağacı belki kavak kadar uzamaz amma, kadrini bilirsen en tatlı lokmacıkları kavağın uzun kollarından değil, onun kısacık ellerinden yersin.

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Şeytan da böyle dahil oldu imtihanımıza. Kanmak istediğimizi farketti bazı vakitler. Rüya sevdiğimizi. İki eksen üzerine yaratıldığımızı, karıştırdığımızı... Bazen kısa görüp şerre kapıldığımızı, bazen geniş görüp hayra meylettiğimizi... Ve bazen ikisinin de benzer derecede bize güzel göründüğünü farketti. Mürşidim bu makamda diyor ki:

"Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Hayat netlikle farkedilen ademlerden ve vücudlardan ibaret değildi. Sûreten ademî görünen vücudîlikler ve sûreten vücudî görünen ademîlikler de vardı. İmtihan bu noktadan başladı. Şeriat bu noktada emroldu. Ve tevekkül de bu noktada omzumuza yüklendi. Cennetteki onca ağaç içinde yalnız birisi yasaktı sana. Neden onu seçtin? Helal dairesi keyfe kâfi değil miydi? Demek haricinde de kalsa, ona da merakın var. Dokunmadığın herşey, elinin hayali. "Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır; belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise, hadsizdir."

Hayalin kuyruğu merak. Merakın kuyruğu hayal. Merak, bir tarafıyla garkolmadır/boğulmadır birşeyde. Neyi merak edersen, dikkatli ol, onda boğulursun. Dışında kalan bütün dünyayı unutur, yalnız o olursun. Şefkatin bir tehlikesi varsa burada saklanıyor. Şefkat merakı peşinde sürükler. Öfke isimli romanında ne diyordu Philip Roth: "Başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir..." Varlık da bazen seni zayıflığıyla içine çekiyor. Hayır küllî, şer cüzî. Cüzlere çekilirsen şerlerde boğulabilirsin. Merakının sana bunu yapabildiğini gördü belki de iblis. Cüz'de boğulup küll'ü göremeyebileceğini bildi. Sen de şimdi koca imtihanı dikkatle basmaya, batmaktan korkmaya; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işaret, bir öpmekte batmamaya ayırıyorsun. Bunun eğitimi alıyorsun belki de dünyada. Ayağını kaydıran bu kusurun idi. Demek ömür, bir açıdan, bir nazar eğitimi.

Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Hep böyle vazgeçiyoruz cennetten. Her öpüş, her batış, her dane, her lokma, her günah, bir an gibi. Ömrü kısa. Nefsin gözü kısa ömürlü lezzetleri görüyor. Vicdanın gözü, bâki olanları. İradenle iki şıkkı karşına koyuyorsun. Kısa da lezzetli, uzun da. Hangi çöpü çekeceksin? Her kısa çöpü çekişin cennetten bir kez daha düşüşün. Hiç hissetmedin mi bırakıp gittiklerinde elinden çekilen dikenli telleri? Belki de o gitmiyor, sen düşüyorsun ha! Bir kez daha düşüyorsun. Bir kez daha. Ve bir kez daha... (Aşkı da mı yüzden 'düşmekle' anıyorlar?)

Biraz daha uzaklaşıyorsun cennetinden. Karıştırdın çünkü. Kısa çöpü çekebilmek için deliller ürettin. Bile bile yaptın bunu. Kanmak istediğin için kandırdı şeytan seni. Her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı, biliyordun. Adım adım alıyordun yolu, ama önemsemiyordun. Sûre-i Bakara'da; "Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin!" buyuran Alîm-i Hakîm biliyordu bile bile kandırılmaya meyyal olduğunu. Eğer öyle olduğunu düşünmesen neden pişman olasın? Öyle ya, insan, bile isteye lades olduğunda canı yanar. Yanlışının 'yanlış' olduğunu bildiğinde... Doğru yaptığını düşündüğü için pişman olan duydun mu sen? Birşey daha diyeyim mi: Galiba cehennem de pişmanlıklarımızdan yaratılacak. 'Hiç sönmeyecek bir ateş' denince aklım ister istemez ona gidiyor. Tattıysan, bilirsin.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Hadis inkârcıları salavata neden takıktır?

"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır."
Blind filminden

Osman Sertuğ Çalışkan abinin Elçi isimli kitabını okurken kalbime dokunmuştu şu cümleler: "Resul-i Ekrem (a.s.m.) bugün aramızda değil. Lakin cismaniyetiyle aramızda olmasa da Kur'an ve sünnetiyle o bizi hiç terketmedi." Ben de aynı kanaatteyim. Ve hatta diyebilirim ki: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat dediğimiz zamana yayılmış o müstakim topluluk da hep bu kanaate sahip mü'minlerden oluşmuştur. Onların sünnet hususundaki sahiplenici duruşu, 'vazgeçilmez' görüşü, Aleyhissalatuvesselama dair böylesi bir güzel okumaya yaslanır. Elhamdülillah, okuyanlar sayısınca, elhamdülillah.

Tevbe sûresinde haber verilen "Size içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir..." hakikatinden de beslenen bir okumadır bu. Evet, biz, Aleyhissalatuvesselamın vefatını haber verene inanırız ama onun bizi terkettiğini söyleyene inanmayız. Binlerce nümunesini işittiğimiz şefkati/ilgisi izin vermez buna. Mürşidim de demez mi Minhacü's-Sünne isimli eserinde şöyle:

"Evet, rivayet-i sahiha ile, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ enbiya dahi 'nefsî, nefsî' dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm 'ümmetî, ümmetî' diye refet ve şefkatini göstereceği gibi, yeni dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikiyle, validesi onun münâcâtından 'ümmetî, ümmetî' işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârâne mekârim-i ahlâk, kemâl-i şefkat ve refetini gösterdiği gibi, ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş. İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyyesine müraat etmemek ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle."

Evet, nankörlük ve vicdansızlıktır, çünkü şefkati reddeder. Çünkü kendisini kurtarmak isteyen eli ısırır. Çünkü böylesine merhametli bir Peygamberin ümmetini terkettiğine inanır. Yahut da ilgilenmediğine. Yahut da önemsemediğine. Yahut da hesap etmediğine. Yahut da düşünmediğine... Bunlar birbirini kaçınılmaz kılan ilgisizliklerdir. İçindeki 'serserileşme şehveti'ne kapılan bir sapkın, sünnetin tarihin bir köşesinde kalmasını o derece arzu eder ki, bunun bir açıdan Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın ümmetiyle şefkat bağını kesme anlamına geldiğini düşünmez. Kendisini esirgeyen nasıl bir himayeye karşı koyduğunu derketmez.

Böylelerinin dünyasında peygamber 'postacı'dan ileriye gidemez. Çünkü elçiyle girilecek 'postacılık' dışında bir ilişki ona karşı başka sorumlulukların da varlığını kabullenmeyi zorunlu kılacaktır. Eğer peygamber 'postacı' değil de ‘alakadar bir öğretmen' kabul edilirse, verdiği ödevler yapılır, dersleri herdaim ayrıca önemsenir, izahları görmezden gelinemez. Örnekliği ister istemez tedrisin bir parçası olur. Postacı getirdiği kitabı izah etmez. Ödev vermez. Not kırmaz. Ama öğretmenin fonksiyonlarından kaçılamaz.

Hadis inkarcısıysa peygamberi ile ilişkisi böyle olsun istemez. Böyle bir alakadarlığı hevasına ‘alan daraltma’ olarak görür. Vefatıyla yetinmez Aleyhissalatuvesselamın. Evet. Yetinemez. Terketmesinin de arzusundadır. İddiasındadır. Halbuki, onun salavat üzerinden ümmetiyle kurduğu ilişki dahi, bizimle fert fert alakadar olduğunun delili değil midir: "(...) ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle, hadsiz bir şefkatini göstermiş."

Öyle ya: Ümmetini terkeden ümmetinden neden salavat istesin? Bizimle kurduğu bu ilişki, bu temenni, bu ödev, onun hiçbirimizi ıskalamayacak bir alakayla yaşadığını ve halen de manen yaşıyor olduğunu gösterir. Bu ilgiyi kabul ettiğiniz anda sünnetinin hayatımızla kurduğu ilişki değişir. Aşkınlaşır. Evet. Artık onu ne tarihe hapsedebilirsiniz ne de görmezden gelebilirsiniz. Sizi sizden daha çok düşünen bir muallimin rehberliğidir o. Vahyin kalbine indiği Zât’ın izahlarıdır. Yani, arkadaşım, Aleyhissalatuvesselamın şefkatini inkar etmeyen, onun sünnet-i seniyye üzerinden ümmetiyle kurduğu ilişkiyi/ilgisini nasıl inkâr edebilir?

Nasıl ki, deistler, Allah'ın 'yaratmak' noktasında mahlukatıyla kurduğu ilgiyi/ilişkiyi 'konuşmak' noktasında reddediyorlar. Yani vahyi inkar ediyorlar. “Binbir sanatla yaratmıştır ama sonra başıboş bırakmıştır!” diyorlar. Yani, tabir-i caizse, Allah'ın Halıkıyetiyle görünen sonsuz ilgisine sınır çizme hadsizliğini yapıyorlar. Hadis inkârcıları da benzer şekilde Fahr-i Kainat Efendimizin ümmetiyle olan bağını dönemine hapsedip/hasredip sonrakilerle bağını koparmaya çalışıyorlar. Sevda, aynı sınır sevdası, görebilene.

Arkadaşım, dikkat buyur, böylelerinin sünnetin meşruiyetiyle beraber salavatı da tartışmaya açmaları tesadüf değil. Öyle ya: Şu ilgiyi kesmeden sünnetin meşruiyetini nasıl reddedebilirler? Fakat biz bu vesileyle bir kez daha imanımızı tazeleriz. Ve deriz: 'Vefat etti' diyen yalan söylemiyor ama 'terketti' diyen vallahi yalancıdır.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Kerbela Hz. Hasansız anlaşılır mı?

Şuradan başlayayım. Etyen Mahçupyan Yüzyıllık Parantez’de mürşidime dair şöyle bir analizde bulunuyor: "Bediüzzaman kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi, diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."

Bu analize ister istemez katılıyorum. Çünkü, bizi irşad edenin sadece 'güzel cümleler' olmadığını, arkalarına konulmuş 'istikametli hayatlar' sayesinde o cümlelerin hikmetine-imkanına inandığımızı düşünüyorum. Evet. Öyledir. Her mürşid tebliğde bulunduğu topluluk tarafından önce 'eylem-söylem' uyumuyla sınanır. Eğer hayatı beyanının arkasında durmuş bir hayatsa sözüne hak verilir ve de ondan etkilenilir. Değilse tesiri de zayıf olur veya hiç olmaz. Bu yüzden peygamberlerin sıfatlarından birisi de 'ismet'tir. Elhamdülillah. Gönderdiği vahyin insanlığı hayra yönlendirmesini murad eden Cenab-ı Hak, elbette, o mesajın bir parçası olan elçinin hayatını da gözetişinden hariçte bırakmayacaktır. Yani emanetini eminlere verecektir.

Bu eşikten diyebiliriz ki: Nebilerin hayatları da aktardıkları vahiy gibi korunmuştur. Korunmalıdır. Temiz olmayan tasta şerbet taşınmaz. Allah, o hayatları 'ismet' ile korur. Ümmetse 'zapt ve kayt' ile bu hizmeti deruhte eder. Yani boşvermeyerek, hıfzederek, naklederek, ders vererek, tefakkuh ederek vs. Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da kaçınılmaz olarak tebliğinin parçasıdır ve aynı koruyuştan elbette nasiptardır. Onun hayatının detaylarına dair bilgi sahibi olmak bir yönüyle sözün ardındaki sapasağlam duruşun detaylarına vakıf olmaktır. 'Eylem-söylem' uyumunu sınamak, şahit olmak ve yaşamaktır. Yani kelamı deliliyle birlikte öğrenmektir. Bu sebeple de derim ki: Sünneti dinden ayırmak dini parçalamaktır arkadaşım. Sözü, ‘delili’ ve ‘idrakinin yolu’ olan tecrübeden mahrum bırakmaktır. Hatta Bediüzzaman da bir yerde buyurur ki: "Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, her bir hareket, her bir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî'nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır."

Bir metni gözden düşürmek metnin ardındaki hayatı gözden düşürmeden mümkün olamaz. Bediüzzaman, talebelerine yazdığı birçok mektupta, şahsına dair yapılan saldırılara dönük şöyle bir tahlilde bulunur: "Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." Bu yönüyle hiçbir irşad metni-bilgisi, onu size taşıyanın hayatını görmezden gelerek okunamaz. Hatta bu hayatın şahitliğiyle birlikte ele alındığında anck ders inanılır veya inanılmaz hale gelir. Emin çürütülürse emanet de çürütülmüş olur. Bir çocuğun "Seni öldürürüm!" demesiyle bir caninin "Seni öldürürüm!" demesi arasında, lafız olarak değil ama, tesiri açısından farklar vardır. Birisi güldürürken diğeri cidden korkutur. Çünkü caninin hayat-ı caniyanesi bir heyula gibi sözünün ardında belirir.

Toparlayayım: Biz, Bediüzzaman'ın hayatının Yeni Said diye tesmiye ettiği bölümünde sergilediği tavrı neden 'korku' olarak değil de 'hikmet' olarak okuyoruz? Bence Eski Said'i ve cesaretini bilmektir bu hikmet rasadının membaı. Hayatında Allah'tan gayrısından ürkmenin emaresi görülmemiş, hatta kendi ifadesiyle, "Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor..." diyen bir insanın çekingenliği 'korku' olarak okunamaz ve okunmamıştır. Bu ister istemez böyle olur. Her zaman ve her yerde böyle olur. Kişilerin meşhur oldukları ahlakları sözlerine-tavırlarına bir renk verir. Cesaretiyle meşhur bir arkadaşınızın, tam o cesarete ihtiyaç duyulan bir anda gösterdiği tevakkuf, ister istemez size "Bu işte başka bir iş var..." dedirtir. Ve evet, biz de Yeni Said'in müsbet hareketini doğru okuyorsak, Eski Said'in kahramanlıkları sayesinde okuyoruz. Müsbet hareketi bir 'zıllet' olarak değil 'izzetli ve hikmetli tedbir' olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Eski Said buna mecbur ediyor. Yeni Said'in izzetine dokundurmuyor. Eski-Yeni birbirini bütünlüyor.

İşte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in duruşları arasında da böyle bir bütünleyicilik var bence. Nasıl? Açayım arkadaşım: Peşaver Geceleri'ne Reddiye derslerinde dinlemiştim Ebubekir Sifil Hoca'dan: Şia, 'takıyye'nin meşruiyetini türlü rezil tevillerle ehl-i beytten getirip Hz. Hasan'a, Hz. Hasan'dan getirip Hz. Ali'ye, hatta Aleyhissalatuvesselama ve hatta Cenab-ı Hakka (hâşâ) bağlıyorlarmış da Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki duruşuna bir açıklama getiremiyorlarmış. "Neden takıyye yapmadı da şehid olmayı seçti?" Yani Kerbela hâdisesi 'takıyye' üzerine kurgulanan bütün mizansenin altını bombalıyormuş. Cümle tevillerin mantığını berhava ediyormuş.

Ki Hz. Hüseyin'in Kerbela yolunda kullandığı söylenen şu cümleler de bu anlamı bir parça destekliyor: “Eğer ben gitmezsem bu ümmette bir daha hiçkimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Evet, biz, her halukârda boyuneğici olunmaması gerektiğini Hz. Hüseyin radyallahu anhtan öğreniyoruz. Böylece küresel güçlerin en çok istediği müslüman tipi olan 'ılımlı İslam'ın geçer akçe olmadığını hatırlıyoruz. İzzetimizi, inşaallah, muhafaza ediyoruz. Fakat dersimiz bitmiyor. İstikamet iki uca da savrulmamakla mümkün olur ancak. Onu da bize ümmetin iki ordusunu fedakârlığıyla barıştıran Hz. Hasan radyallahu anh nasihat veriyor. Sulhün kabil olduğu her yerde asıl olduğunu öğütlüyor. Elhamdülillah. Eski Said'in Yeni Said'i anlarken bize kattığı denge gibi, ehl-i beytin iki duruşu da birbirine bütünlük ve denge katıyor. Kemal bu duruşları beraber okumakla ortaya çıkıyor. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bizi o güzellerin şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...