Mustafa Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Haziran 2019 Perşembe

Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (3)

Beni tanıyanlar 'ilkesellik' mevzuuna bir parça takık olduğumu düşünürler. Belki yazılarımda mezkûr bahiste zülf-i yâre dokunan şeylere de rastlamışlardır. Olabilir. Ne diyebilirim ki muhterem kârilerim? Şöhreti taşımak kolay değil. Evet. Doğrudur. Bir parça takığımdır. Yani mesela birisi yanımda "İlkesellik gerektirir ki..." gibilerinden birşeyler dedi mi, Allah Allah, nazenin tüylerim diken diken olur. Dikkatim çınlamaya başlar. Kulaklarım pur tilkisi gibi dikilir. "Vaay! Aaaa! Oooo! Cık, cık, cık. Neden efendim?" Nedeni belki biraz şudur: Ben ilkesellik argümanının, genelde sanılanın aksine, meseleleri 'sabitelere bağlamanın' değil 'sabitelerden kurtarmanın' aracı olduğunu düşünürüm. Zira kanaatimce; fıkhı olan bir dinde ilkelere tutunmak, sabitelik yolunda ileriye doğru değil, geriye doğru gitmektir. Direksiyonda oturanlar farketmese de.

Bunu bana ilk düşündürenlerse modernistlerdir. Onların, başta Kur'an olmak üzere, tüm kudsî metinleri birer 'ilkeler taslağı' haline dönüştürme taleplerinin altında yatan maksat, hepinizin artık malumudur ya, şudur: Eğer bu metinler taslak haline dönüştürülebilirlerse naklettikleri tecrübelerin somuttaki bağlayıcılığı da ortadan kaldırılabilecektir. Aslolanın 'tüm detaylarıyla ora' değil 'oradan ulaşılması gereken ilke' olduğu, tecrübenin içerdiği detayların ancak posa mesabesinde bir kıymet taşıdığı, yani esasında hiçbir kıymet taşımadığı, bu argümanın mü'min kalplerde gıdım gıdım inşa ettiği büyük bir sapmadır.

Misallendirelim: Hani, belki siz de rastlamışsınızdır onlara, müslüman olmaktan muradın 'iyi bir insan olmak' olduğunu söyleyenler vardır. Dedikleri yalan mıdır peki? Elbette değildir. Müslüman olmanın bir yanı elbette 'iyi bir insan olmaya' bakar. Fakat bir müslümana göre 'iyi' nedir? İşte işi ilkelerin yalınlığına götürürseniz 'iyi'nin içini istediğiniz gibi doldurabilirsiniz. Çünkü yalın olanı çarpıtmak kolaylaşır. Ne de olsa somutluğun bağlayıcılığı giysi gibi çıkarılıp atılmıştır. Artık "İyi insan dediğin dostlarıyla her akşam iki kadeh parlatandır!" dense "Ulan ne oluyor?" diyecek bir dayanağınız kalmamıştır.

Fıkhın ilkeye göre zenginliği buradan bize göz kırpar. Ulemamızın, Allah hepsinden razı olsun, gerek Kur'an'daki kıssalarda gerek Asr-ı Saadet anlatılarında, nakledilebilmiş her detayı hakikatin bir parçası olarak görmesi, hepsine ulaşmaya çalışması, hepsini hıfzetmeye gayret etmesi, bir meselede hüküm verirken bütün detayların bilinirliğini önemsemesi, hatta birbiriyle çelişir gibi görünen nakilleri bile beraber masaya yatırması, bütün bunlar işte 'somutluğun bağlayıcılığı'ndan vücud alır. Somutluğundan kurtardığınızda, yani ki detaylarını budadığınızda, bir yönüyle bilmeyi kolayladığınızı sanabilirsiniz. (Basit beyinler böyle düşünür.) Fakat siz aynı zamanda bilgiyi biçmişsinizdir. Farklı durumlarla karşılaştığınızda yanılmanızı engelleyecek inceliklerinden etmişsinizdir. Bakış açınızın kutucuğuna sığsın diye koca manzarayı makaslamışsınızdır. Bu yüzden derim ki muhterem kârilerim: Fıkıh diye birşey varken Hacivat gibi "Yâr bana bir ilkesellik medeeet!" diye nara koyurmanın, hakikate daha iyi sarınmak bağlamında, bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Hatırlarsanız, tabii okuduysanız ancak hatırlarsınız, bir önceki yazımızda Bektaşîlik ile hevâ arasındaki bağı konuşmuştuk. Bediüzzaman'ın Bektaşîlikle ilgili anlattığı bir fıkrayı, yine onun hevâyı tarif için kullandığı bir cümleyle bağlamış ve oradan da yine hevâya atıflı bir ayete doğru salınmıştık. Şimdi yeri geldi. İlkeselliğin basitleştirici mahiyetini konuşurken merhum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'de Bektaşîliğe dair söylediği birşeyi de analım: 'Hikaye basitleştirmekten hoşlanan Bektaşî zihniyeti...' Evet. Bence bu tesbitin yazımıza bakan bir tarafı da vardır. Çünkü hem 'ilkesellik' hem 'Bektaşîlik' hem de 'hevâilik' bükebileceği, kaydırabileceği, saptırabileceği, başka anlama getirebileceği bir yalınlık ister. Takdir edersiniz ki birşey basitleştirildikçe, netleştirici detaylarından kurtarıldıkça, onda yanılmak da kolaylaşır.

"Ahmed 27 Haziran 2019 akşamı saat tam 20:00'de ilkesellikle ilgili yazısına başladı!" cümlesini "Ahmed 20:00'de yazılarına başlar!" diye ilkeselleştirseniz, 27 Haziran'da doğruyu tuttursunuz, amma 28 Haziran'da işler karışır. Çünkü Ahmed'in somutluğu daha fazla detay içerir. Belki yazmalarına dair bütün rivayetler toplansa çıkacak ilke şu olacaktır: "Ahmed için belirgin bir yazıya başlama saati söylenemez!" Ancak durun. Acele etmeyin sakın. Bu da tam doğru değildir. Çünkü belki bazı günler de saatle yazıya başlamış olabilir Ahmed. Görüyorsunuz ya. İlkeye bağlamak için illa birşeyleri kapıya atmaya çalışıyorsunuz. (Kaideler istisnayı bozar illa.) Çünkü en özünde mevzuyu basitleştirmek için somutluğu biçiyorsunuz. Fıkıhsa bunu yapmıyor işte.

Fıkıh kitaplarını incelediğimiz muhteşem bir detaycılık görürüz. Aleyhissalatuvesselam seferde nasıl yapmıştır, mukimde nasıl davranmıştır, misafirlikte nasıl eylemiştir, evinde nasıl fiillemiştir, filancayla beraberken neden öyle demiştir, falancayla beraber neden böyle söylemiştir vs. Mümkün mertebe her detayın ortaya çıkarılarak ona ait hükmün/somutluğun ortaya konmaya çalıştığı görülür fıkıh kaynaklarında. Yani her durumun 'kendisine özel olarak' aydınlatılmaya çalışıldığı nazara çarpar. Bu sayede ne başarılır peki?

Elhamdülillah. Yanlış ilkenin yanlış durumda kullanılmasının önüne geçilir. Örneğin: "Sarhoşken namaza yaklaşmayın!" ayetinin "Yatsıyı kıldıktan sonra bir-iki kadeh parlatmakta bir beis yoktur!" diye ilkelenmemesini engelleyen şey fakihlerin o ayetin hükmünün nesholduğunu bize bildirmesidir. Yani fıkhın istisnaları/farklılıkları kollayan mahiyeti ilkesellikte bulunmaz. İlkesellik toptancılıktır. Fıkha kıyasla basitliktir. Kolaycılıktır. Üstünkörülüktür.

Çok konuştum. Yazı da uzadı gitti. Fakat sanıyorum girizgâh kısmında meramımı güzelce anlattım. İnşaallah o uzunluk da kısa gelmedi. Şimdi mevzuun Münazarat okumalarına bakan yüzüne dokunmak istiyorum. Evet. Bediüzzaman'ın Münazarat'ın yazıldığı dönemde konuştuğu bir sosyoloji var. Üzerine konuştuğu bir siyaset var. 'Meşrutiyet-i meşrua' dediği bir sistem var. Var, var, varoğlu var. Münazarat'ı doğru anlamak için öncelikle analiz edilmesi gereken birçok detay var. Fakat Münazarat okumaları yapanların bu hususlara bakmak gibi bir telaşları var mı? İçimden geçeni açıklıkla söyleyeyim muhterem kârilerim: Hak getire! Böyle bir telaşa hiçbir yerde rastlamadım.

Hasbelkader sesimi çıkardığım yerlerde de 'sus-pus' edildim. En nihayet vardığım kanaat şu oldu: Kimse konforunu terketmek istemiyor. Bu zor işe eğilmek istemiyor. Meşrutiyet ile demokrasinin uyumunu, İttihat ve Terakki ile CHP'nin nüanslarını, Bediüzzaman'ın o gün konuştuğu sosyoloji ile bugün bizim sahip olduğumuz sosyojinin ayrımlarını hiçkimse gündemine sokmuyor. 'Kime söylenmiş'i bıraktım 'ne makamda söylenmiş'i umursayan da kalmadı. Halbuki, bırakınız böyle araya asır girmiş farkları, Urfa'dan İzmir'e geçsek ne büyük farklılıklar yaşıyoruz kimse düşünmüyor.

Misalen: Bana sorsanız ki "Çarşafın yasaklanıp-yasaklanmaması hususunda Urfa'da referandum yapılsın mı?" Ben derim ki: "Yapılsın!" Çünkü Urfa'da İslam aleyhinde böyle bir hüküm çıkmayacağına eminimdir. O sosyolojiye, o sosyolojinin inşa ettiği gerçeklere, o gerçeklerin şekillendireceği demokrasiye din namına da güvenirim. Ama beni alıp İzmir'e götürseniz, "Aynısı burada olacak!" derseniz, endişelenirim. Çünkü referandumdan ne çıkacak emin olamam. O sosyolojiye, o sosyolojinin inşa ettiği gerçeklere, o gerçeklerin şekillendirdiği demokrasiye emniyet edemem. Din namına derim ki: "Burada çarşafı oylamak doğru değildir." Hülasa: Sosyolojinin farklılaşması demokrasinin sonuçlarına din namına beslediğim hisleri de değiştirir/değiştirebilir. En azından "Demokratik olan her zaman dinîdir!" veya "Dinî olan her zaman demokratiktir!" gibi genellemeci bir muğalataya düşmem inşaallah.

Buradan şuraya gelelim: Bediüzzaman Münazarat'ta meşrutiyete geçişte din adına elbette hiçbir endişe duymuyor. Belki iktidarların dine muğayir hareket edeceğini/edebileceğini de sanmıyor. Çünkü Osmanlı sosyolojisi ile konuşuyor. Solculuğun/sekülerliğin, en azından avamî boyutta, 's'si bile görünmemiş bir toplumsallıkta veriyor hükümlerini. Halkın dindarlığı bugüne göre çok çok üst düzeyde. Dinî hayatın tezahürleri sosyal hayatı yönetiyor. Medreseler hayatta. Halife başta. Her eylemin meşruiyet kaynağı olarak mizana vurulduğu yer din. Ve o toplumsallığın inşa edeceği meşrutî sisteme emniyet ediyor Bediüzzaman.

Meselenin bu kısmında hakverilmeyecek birşey yok. Fakat bunu alıp hiçbir incelikli okuma yapmadan günümüze taşımak ne kadar doğru? Mesela; sisteminde Meşihat-ı İslamiye'ye 'denetleyici' bir fonksiyon öngörülen meşrutiyet-i meşruayı, icraatları hakkında Diyanet İşlerine ağız açtırmayan laik demokrasiyle eşleştirmek ne kadar doğru? Mesela; Bediüzzaman'ın 'içinde Kürdistan uleması/meşayihi kadar ulema/meşayih bulunduğunu söylediği' İttihat ve Terakki'yi, dine muarızlığı hakkında çok eleştiler serdettiği CHP ile eşleştirmek ne kadar doğru? Hepsinden önemlisi: O zamanlar şartlarına bağlı olarak söylediği şeylerden kaideler çıkararak onlarla bugünde mesafe almaya çalışmak ne kadar doğru? Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyup söyleyin:

Bediüzzaman'ın gözünde Enver Paşa ile Mustafa Kemal bir mi? Bu kişilerin kurduğu/yönettiği teşkilatlara bakışı bir olabilir mi? Bu sathîlik Nurculuk adına da ayıp değil mi? Mecelle'deki kaideleri mi hatırlatacaksınız bana? Onu da yanlış biliyorsunuz. Kaideler Mecelle'de delil getirmek için değil sonucu toparlamak için, desteklemek için, izah etmek için dillendirilir. Deliller yine fıkhın usûlüne bağlıdır. Fakat tabii bunlar yine duymak isteyene. Yoksa köre ne? Hasılı muhterem kârilerim: Münazarat'tan çıkarılan ilkelerin Yeni Said'e pek danışılmaması unutkanlıkla yapılan hatalardan değildir. Ya? Yeni Said dönemindeki tecrübeler Münazarat'taki ilkeleri bozmaya meyyaldir de ondan öyle yapılır. İstisnalar kaideyi bozmaz ama kaideler istisnayı bozar her vakit.

11 Nisan 2017 Salı

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (2)

Bunu da bir evvelki yazıya tetimme olarak anmadan geçemeyeceğim: 'Mustafa Kemal olmasaydı baban kim bilmezdin'cilerle 'Ya başkanlık sisteminde istemediğin birisi seçilirse'cileri aynı çizgide görüyorum. İki cümle de aynı şekilde bizi, irademizi, aklımızı, hamiyetimizi, muhakememizi, cesaretimizi ve en özünde insanlığımızı görmezden geliyor. Nasıl? Bize, ninelerimize veya dedelerimize, Mustafa Kemal olmasa namusunu bile koruyamayacak reziller olarak bakılmasıyla; bir kere seçtikten sonra, başkan kimse onun dediğini yapacak, hiç karşı çıkamayacak, hiç kendi aklıyla ve vicdanıyla tartamayacak, itiraz edemeyecek, ne denilse hemen boyun eğecek reziller diye bakılması aynı. Aynı derecede tahkir edici. Aynı derecede koyunlaştırıcı. Aynı derecede aptal yerine koyucu... İkisi de aynı şekilde bireysel varlığımızı/insanlığımızı görmezden geliyor, unutuyor veya hiçe sayıyor ve inkar ediyor. 

Bu dayatmaya insanlığımız ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetimiz adına karşı koymalıyız. Biz cenneti bir siyasal sistemin sonucu olarak kazanmıyoruz. Biz cenneti, inşaallah, ona layık bireyler olmakla kazanacağız. Hak ile bâtılı ayırmasını öğreten Kitabullah ve sünnet-i seniyye ile kazanacağız. Bütün bunlar da, siyasal sistemlerden veya kişilere atfettiğimiz önemlerden bağımsız olarak, insanlık sınavını geçmemize bakıyor. Ben şahsen ümmet-i Muhammed'i böyle olmaktan tenzih ederim. Bu ümmet seçtiği 'halife' dahi olsa, şeriatı ve vicdanı havsalasından çıkarıp, iradesinin direksiyonunu onlara bırakmamıştır. İmamlarına masumiyet atfeden ehl-i sünnet ve'l-cemaat değildir şiadır.

Bu konudaki rüştünü bindörtyüz yılı aşkın kemaliyle de ispatlamıştır. Zalime karşı duruşuyla da ispatlamıştır. Fazıla verdiği destekle de ispatlamıştır. Kim bunu diyorsa milletine, en başta da bizzat kendi dedelerine ve ninelerine, güvenmiyordur. O dedelerin ve ninelerin ahlakını şekillendiren dinine de güvenmiyordur. O kendi ceddine namuslarını koruyamama konusunda güvenmeyebilir, ama biz ceddimize güveniyoruz, elhamdülillah. Yunan işgaline kadar bu ümmet, başta moğolların istilası ve haçlı saldırıları olmak üzere, birçok taarruz gördü. Bütün bu krizleri atlatırken, bir parlamenter sistem veya bir Mustafa Kemal aramadığı gibi, hamiyetini birilerinin omuzlarına da bırakmadı.

Peki neden şimdi bütün bunlar yokmuş gibi davranılıyor? Biz başkanlık sistemini isterken omuzumuzdan yük atalım diye mi istiyoruz? 15 Temmuz'da ölümü pahasına "Bana ne?" dememiş bir millete bu tahkir ağır değil mi? Tanklar üzerine gelirken "Bana ne?" dememişlere bu itham ağır sayılmaz mı? Diyenleri hayâ etmez mi? Hayır! Biz, yükümüzü başkasına bırakmak için değil, gayretimizin önündeki duvarlar yıkılsın diye istiyoruz. "Tevhidde kolaylık var!" diye bildiğimiz için istiyoruz. Bizi başıbozukluğa iten dağınıklığımız kalksın; kalplerimiz, kuvvetimiz ve sistemimiz ittihada yatkın olsun diye istiyoruz.

Ve evet, biz doğruyu/yanlışı parlamenter sistem sayesinde öğrenmiş bireyler değiliz ki, onun elimizden gitmesiyle din gitmiş gibi ağlayalım. Başkanlık sisteminde yanlış uygulamalar yaşanırsa, daha ölmedik abiler-ablalar, bunu eleştirmeye ve değiştirmeye de kâdiriz. Herşeye gücü yeten Allah'a dayanırız. Bunu yaparız. Tek parti diktasına karşı yaptığımız gibi yaparız. Yine yaparız.

Eğer bir mü'min doğruyu-yanlışı ayırma yetisini parlamenter sistemin gitmesiyle kaybediyorsa, o çok dizlerine vursun, zaten imtihanını kaybetmiştir. Fakat biz Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya irtihalinde Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) konuştuğu yerdeyiz. Allah'ı ve bize indirdiğini baki biliriz. Onunla tahlil eder, amel eder ve karar veririz. Kişileri 'olmazsa olmaz' kılmadığımız gibi, sistemleri de 'olmazsa olmaz' kılmayız. Başkanlık sistemi sorunsuz mu olacak? Elbette hayır. Arızaları hiç mi çıkmayacak? Elbette hayır. Beşerî her sistem gibi onun da sorunlarına şahit olacak ve süreç içinde telafisine çalışacağız. Fakat, Allah aşkına, bir sistem değişiyor diye insandan koyuna dönüşüyormuşuz gibi davranmayın. Kendi insanlığınıza/vicdanınıza biraz saygı gösterin.

25 Şubat 2016 Perşembe

Mustafa Kemal'i öveyim derken ceddine sövmek

Bu hep karşımıza çıkan bir mesele olduğu için hakkında yazmaya değer. Hem bu vesileyle bir hastalığa da dokunmak mümkün. AK Partili Nurettin Yaşar ile CHP'li Levent Gök arasında geçen bir tartışmada Gök'ün söylediği; “Bilmelidir ki o kişi, eğer Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, Cumhuriyet olmasaydı, kendisi acaba doğacak mıydı ya da kimden doğacaktı, nasıl doğacaktı belli değildir..." cümlesi Meclis'in karışmasına neden olmuş. Eh, karışması da anlaşılırdır, zira bu sözün çağrışımları masum şeyler değil. Daha önceleri sosyalmedyada da türevlerine rastladım. Haksızlığın son kalesi olan sinizm ve alaycılık Kemalistlerin arkasından konuşmayı pek sevdikleri bir siper. Peki, bu siper onlara ne sağlıyor? Öncelikle mantığa muhtaç olmuyorlar böylece. Ne de olsa mantık, asgari bir haklılığa, en azından bir dane-i hakikate, ihtiyaç duyar. Bu yüke hiç girmiyorsunuz. Slogancılığın en rahat yanı: Atıp dağılıyorsunuz. Arkasını artık kim toplarsa toplasın. İsterse hiç toplanmasın!

Hep bu ve benzeri şeyleri paylaşan/söyleyen arkadaşlara sormak istemişimdir: Sizi, ailenizin veya atalarınızın namusu konusunda bu kadar güvensiz kılan nedir? Ben de en az sizin kadar bu topraklarda doğmuş büyümüş birisi olarak ne toprağın ne de insanının dokusunda böyle bir yatkınlık görmüyorum. Yani ülkesini işgal edenler olduğunda "Hoşgeldiniz! Buyrun bunlar da kadınlarımız ve kızlarımız. Onlar da sizi bekliyorlardı!" diyecek bir alçaklığın bu topraklarda varolduğunu düşünmek öncelikle insanımızın ve insanlığın tarihine hakarettir. Daha özel dairede, bu tavır, İslam'ın müslümanlarda dem ve damarlara kadar işlediği izzetin tezahürüne zıttır. Doğrusu, bu arkadaşların endişelerinin nereden kaynaklandığını anlayabilmiş değilim. Acaba atalarında bu yönde bir zayıflık mı gördüler? Yani mesela bu sözleri söyleyenlerin dedelerinin veya ninelerinin namus konusundaki duruşunda bir esneklik mi vardı? Hâşâ, ben 'fıtraten mükerrem olan insana' yakıştırmıyorum. Ama ağızlarından çıkan dumanın oluşturduğu siste bunlar vehmoluyor.

Muhakemat'ta Bediüzzaman'ın altını çizdiği birşeydir: "Mübalağa ihtilalcidir." Bir insanı olduğundan daha büyük göstermeye çalışırsanız, yaptığınız ihtilalin acı sonuçları size dönmeye başlar. Yine Muhakemat'ta geçiyor: "Vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar büyük rütbeye girmekle tekebbür ederler. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muaşereti teşviş eder." Mustafa Kemal'i olduğundan daha büyük bir noktaya yükseltmek de aynı şekilde hem tekebbüre hem de tenasübün bozulmasına sebep oluyor. Onu süperkahraman yapayım derken yedi ceddinizi zan altında bırakıyorsunuz.

Sanki Mustafa Kemal olmasa herkes namusunu gavurlara peşkeş çekmeye teşne, bekliyor. Kimsenin karşı çıkası yok. Elbette kem söz sahibine yakışır. Ve elbette sözün sahipleri kendi ataları adına bu endişelere sahip olabilirler. Fakat aynı kişilerin bizim ceddimiz hakkında da böyle bir ithamda bulunmasını kabul edemeyiz. Meclis'teki kavganın da sanıyorum bununla bir ilgisi var.

Bediüzzaman'ın altını tekrar tekrar çizdiği bir hastalıktır: "Birşeyde hasıl olan mehâsin ve şerefse, havas ve rüesâya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş'et eden seyyiat ve şer ise, efrad ve hem avâma, taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, 'Hasan Ağa, aferin!' Hasıl olan şer ise, efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!" Ortada bir başarı varsa bu en çok kimin malıdır? Mustafa Kemal tek başına olsaydı neyi başarabilirdi? Fakat işte o zalim 'peşkeş düsturu' der ki: "Hepsini Mustafa Kemal'e ver." Sonra bedeli ne olur bunun? Bedeli, Mustafa Kemal dışındaki milletin 'uçkuruna sahip çıkamayan korkak ve zayıf insanlardan' mürekkep görülmesidir. Gel de bu hale Bediüzzaman gibi 'şerr-i hazin' deme. Adam Mustafa Kemal'i yükselteceğim diye ceddine sövüyor, haberi yok.

11 Ocak 2016 Pazartesi

Bediüzzaman Mustafa Kemal'e neden 'büyük' dedi?

Ebubekir Sifil Hoca'nın metinlerinde tekrar be tekrar dikkat çektiği birşey var. Risale-i Nur’da rastladığım bir ifadeyi anlamamı sağladığı için hakkında yazmadan geçemeyeceğim. Diyor ki: Kur'an-ı Hakîm'de geçen “hayatu'd-dunya” ifadesinin 'dünya hayatı' şeklinde çevrilmesi doğru değildir. Ya? Doğru olan 'dünya hayat' şeklinde çevrilmesidir. Neden? Çünkü oradaki 'dünya'nın 'hayat' kelimesine isim değil sıfat ilgisi vardır. Bu sıfat ilgisiyse ‘dünya’ kelimesinin kökeni olan 'denî/aşağı' ifadesiyle ilintilidir. Yani, hayatı 'dünya hayat' olarak tarif etmek, onu aşağılamadır aynı zamanda. Fakat 'dünya hayatı' denirken isim tamlaması şeklinde kullanılması 'dünya'daki sıfat vurgusunu gizlemektedir. Bu yüzden doğru kullanım 'dünya hayat' olmalıdır. Sıfatlığı hatırlanmalıdır.

Önemli bir detay. Zira çoğumuzun zihninde 'dünya' kelimesi artık küçümseyici bir mana içermiyor. Arapçaya vukufiyetimiz zaten yok. (Olanların da ne ölçüde ince anlamlara uyanık zihinlerle Kur'an'a muhatap oldukları tartışılır.) Bu yüzden, itiraf etmem gerekir ki, Ebubekir Hoca’nın mezkûr izahını ilk okuduğum dönemlerde ne demek istediğini anlayamadım. Eserlerinde aynı meseleyle tekrar be tekrar karşılaşınca durup düşündüm ve kastına vakıf oldum. Sonra Risale-i Nur'dan bir metin de fehmimi destekledi. Hatta şöyle diyeyim: İki metin biraraya gelince ancak kafamdaki ampul yandı. Peki o metin hangisiydi?

Bediüzzaman Eskişehir Mahkemesi’nin verdiği uyduruk cezayı bir yerde şöyle zikreder: "(...) dünyaca bir büyüğün hatırı için yüzotuz risaleden beş-on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüzyirmi mevkuf kardeşlerimden yalnız onbeş adama altışar ay ceza verebilmesi (...)" Haykırışları güçlüdür. Kendisine 'beygir hırsızı, kız kaçırıcı veya yankesici' gibi bir ceza verildiğini, eğer iddia edilen suçları işlemişse idam edilmesinin doğru olacağını, değilse serbest bırakılması gerektiğini ifade eder.

Nur talebelerine göre Bediüzzaman'ın burada 'dünyaca bir büyük' demekle kastettiği Mustafa Kemal'dir. (Devamında adını anar zaten.) Aldığı ceza da 1935 şartlarında mahkemeye yapılan baskının eseridir. Peki Bediüzzaman, hem de yaşanan haksızlıklara bu denli öfkeli olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal'i neden 'dünyaca bir büyük' diye anar? Size tuhaf gelebilir ama inanın burası benim kafamı epeyce meşgul etmişti. Şöyle düşünmüştüm doğal olarak: Negatif bir ifade kullanması gerekirken, Bediüzzaman, neden Mustafa Kemal'in ‘dünyaca büyük’ olduğunu zikretmektedir burada?

İşte, tam da bu noktada, Ebubekir Sifil Hoca'nın dikkatimizi çektiğini detaya yöneliyoruz okuyucu. Neden? Çünkü bir müfessir hakkında konuştuğumuzu anımsamamız gerek. Yani Kur’an’ın diline hâkim birisiyle muhatabız. Evet. O dilde ‘dünya’ zaten bir küçümseme ifadesi. 'Dünyaca bir büyük' de hayatu'd-dunya'da olduğu gibi 'deni/aşağı bir varlıksallığa' karşılık geliyor. Yani, Allahu’l-a’lem, Bediüzzaman böylesi yerlerde diyor ki: 'Dünyevî kıstaslara göre bir büyük.' Bu ifadeyi kullandığı başka yerler de var. Onlarda da bu mananın izlerine rastlıyor gibiyim.

Mesela: "Sonra, o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler..." Yine mesela: "Ve Ankara'da, dünyaca yüksek makamlarda, askeriye heyetinde, kemâl-i iştiyak ve takdirle Risale-i Nur'u yazıp okutturuyorlar." Ve yine mesela: "(...) küfür derecesine giren öylelerin zulümleri—büyük olduğu için—âhirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tâcil edilmez." Veyahut yine mesela: "(...) gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!"

'Bu kesinlikle böyledir' diyemem elbette. Ama Bediüzzaman'ın 'dünyaca büyük' ifadesini bir ‘takdir’ değil, bir ‘küçümseme’ veya en azından ‘katılmadığı büyüklüklerin ifadesi’ olarak kullandığını düşünüyorum. (Yani ancak seküler gözlere görünecek büyüklükler için kullanıyordu.) Hatta çoklukla istimal ettiğimiz 'dünyaca ünlü' gibi ifadelerin de ilk çıktıkları zaman böyle bir ayrımı kasıtla söylendiğini, fakat sonraki nesillerde 'dünya' kelimesinin bağlamından uzaklaşıldığı için, artık 'her açıdan öne çıkmış'a karşılık geldiğini zannediyorum. Allahu’l-a’lem. Eskiler ünlünün denîsini de âlîsinden ayırıyorlardı belki. Karıştırmıyorlardı. Biz ayıramıyoruz. Allah tekrar ayırabilmeyi nasip etsin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...