21 Ocak 2015 Çarşamba

Allah 'şahidi kılarak' eğitir

"Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." (Enfal sûresi, 42)

İnsan şahitlikten kaçamaz arkadaşım. Kurtulamaz. Başını çevirmekle baht değişmez. Fıtratı bunun üzerine kuruludur çünkü. Gözü görmek, kulağı duymak, kalbi aldırmak, merakı ilgilenmek, hafızası hatırlamak üzerine kurguludur. Günahı da bir şahitliğidir tevbesi de. Takvası da bir şahitliğidir tereddüdü de. Sevmesi de bir şahitliğidir küsmesi de. Yani, kötüye 'kötü' demesi de bir şahitliğidir, iyiye 'iyi' demesi de. Böylece iyinin ‘iyiliğine’ şahit olursun, kötünün ‘kötülüğüne.’ İyinin iyiliğinden öğrenirsin, kötünün kötülüğünden. Aynen. Evet. Şuna da dikkat et: Kelime-i şahadet, birşeyin sonuna gelme değil, 'yoluna talip olma' gibi bu yönüyle. Bir nazara teslim olma. Bir niyete teslim olma. Yolun ikileştiği yerde tarafını seçme. Bir tür bidayet yani. Şahitlikten önce edilen doğruluk yemini.

Rububiyet şahitlikle de ilgiliymiş gibi geliyor şimdilerde. Yani Cenab-ı Hakkın terbiye etme metodlarından birisi de şahit kılma. Sürecinin şahidi kılma. Hatalarının şahidi kılma. Tevbesinin şahidi kılma. Kötünün şahidi kılma. İyinin şahidi kılma. Seçimlerin şahidi kılma. Sonuçların şahidi kılma. Öyle ya. Sultan-ı Ezel tarafından zaten sonucu bilinen bu imtihanda neden varız? Neden bu süreci bizzat yaşıyoruz? Neden imtihan ediliyoruz? el-Alîm olan Allah, zaten bildiği halde tüm olacakları, neden olduruyor yine de? İşte böylesi sorular ancak şahitliğin hayatımıza kattıklarıyla cevaplandırılabilir. İlk öğrenilmesi gereken de şudur: Şahit olma da bir bilme çeşididir. Hem de bilmelerin en kuvvetlisidir. Hakkalyakîndir.

İlk kez İsmail Mutlu'nun Düşünce Okulu'nda dikkatimi çektiği birşeydi: Bediüzzaman varlığı sadece ‘delil’ olarak anmıyor. ‘Delil’ ve ‘şahit’ olarak anıyor. Yaptığına da delalet (işaret ediş) ve şahadet (şahit oluş) diyor. İşaratü'l-İ'caz'a kadar gittiğinizdeyse Bakara 4’ün tefsiri sadedinde şunlara dokunuyorsunuz: "Bu cümlenin makabline atfı medlulün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: 'Ey insanlar, Kur'an'a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sabıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur'an onların sıdkına delil ve şahittir.'"

Bu tam da İsmail kardeşin dikkat çektiği gibi varlığı ‘statik’ değil de ‘dinamik’ düşünmek demek aslında. Yani sadece bir belge, bir tabela, bir uyarı işareti gibi ‘okunması gereken’ değil. Kendisi de anlatan konumuyla sahnede varlık. Farkı ne peki bu söylediklerimin? Açayım: Birincisinde iradenin sarfı ile sonuca ulaşmak ancak mümkünken; ikincisinde sadece müsait olmakla da, yani hakikate açık olmakla da, hakikatin bilgisine ulaşabilirsin. Yeter ki hidayetin hasmı olma. Hac sûresindeki ifadeyle kalbini kör etme. Gözün kör değil zaten. Sen yeter ki Allah'a küsme. Kalbin karşı koymadıktan sonra gözlerini dolduracaktır bu nur.

Belge kendisinden ibarettir. Olduğu kadardır. Değişmez. Şahitlik öyle değildir. Konuşuldukça konuşan, sordukça açılan, şahitliği de artan birşeydir şahit. Hakkın ortaya çıkmasına da taraftır üstelik. Marifetinin dibi yoktur bu yönüyle. Hem duygusal bir yanı da vardır bilişinin. 'Yaşamak' ve 'okumak' arasındaki fark bu. Balı tatmak bizi bala dair okumalardan daha ziyade bilir kılıyor.

Varlık hidayete taraftır. Yönünü doğrular. Süreci beraber yaşadığınız diğer şahitlerden bilgi alarak yolculuğunuza devam ediyorsunuz. Kelime-i şahadet de bunu söylüyor: "Allah'ım, işte, ben de kendi şahitlik sürecimi başlatıyorum. 'Olduğuna' ve 'olmadığına' şahit olarak yaşayacağım bundan sonra. Senden başka ilah 'olmadığına' ve Muhammed aleyhissalatuvesselamın kulun ve resulün 'olduğuna' şahit olarak yaşayacağım." İşte bu makamda diyor ki mürşidim:

"Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. (...) Eğer kat-ı intisabdan ibâret olan küfür insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer; okunmaz."

Demek kâfir dediğimiz 'örtücü' de aslında bu kainatın bir belgesi. Okuyan ve okutan değil o, sadece okunan. Örttüğü sadece kendi şahitliği. Gözünü kapamakla gündüzü kendine gece yapan cinsten. Bir belge olarak, delil olarak, işaret olarak onu okumaya devam ediyoruz. (Ebu Cehil bile Allah'ın varlığına bir delildir.) O da dalaletiyle yokemediği delaletine devam ediyor. Evet. Allah'a inanmamak Allah'a delil olmaya engel değildir. (Firavun Allah'ı inkâr etmekle Kur'an'da delil olarak istimal edilmekten kaçabildi mi?) Fakat, Allah'a inanmamak, Allah'ın rububiyetinin şahidi olmaya engeldir. Kâfir ancak şahitliğini örter. Delilliğini örtemez. Şahit gibi dinamik bir yaşam seviyesinden, belge gibi statik bir yaşam seviyesine geriler.

Şunu da hatırında sıkı tut arkadaşım: İnsan Esmaü’l-Hüsna ayinesidir ve ayna olmaya ebeden devam edecektir. Bu vazife, ama fıtrî vazife, üzerinden asla kalkmayacaktır. Mü’min için cennette, kafir için cehennemde, daha müstekar bir ayinedarlık vazifesi devam edecektir. Bu ayinedarlık aynı zamanda fıtrî, yani canın da istediği olduğu için, cennet lezzetleri olarak resmedilmiş mü’mine. Kâfir ise bu dünyada şahitlik etmedi, öteki tarafta birikmiş şahitlik borçlarını ödeyecek. Mü’min, iman nuruyla yaktı, nurlandırdı âlemini. Kâfir bugün tutuşturamadığını cehennemde pişmanlık ateşiyle tutuşturacak. Hadiste buyuruluyor: "Pişmanlık tevbedir." Bu dünyada etmediğine öteki tarafta kesin tevbe edeceksin. Ve bu dünyada kötü demediğine öteki dünyada kesinlikle kötü diyeceksin. İşin şahitlik kısmı mutlaka tamamlanacak. Yanlış işaretlenen şıkların doğrusu orada tanınacak. Fakat, ne yazık, bu yana yakıla şahitlik o zaman ferah vermeyecek.

Risalelerde deniliyor ki: "Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler."

Demek yaşamak böyle birşey arkadaşım: Cennetteki daha nitelikli kulluk için bu dünyada bir staj. Bir şahitlik sürecinden geçmek. Dili ballanmakla ve yanmakla acıyı-tatlıyı tam bilen insan doğrunun-yanlışın kesin bilgisine kavuşuyor yaşamakla. Taklidden tahkike koşuyor. Allah'a birşey öğretmek için yaşıyor değil, hâşâ, o zaten biliyor. Herşeyi biliyor. Asıl biz öğreniyoruz: Kötü neymiş? İyi neye denirmiş? Kötü nasıl kötüymüş? İyi neden iyiymiş? İblise kapılmak bir öğretiyor. Allah'a sığınmak bir öğretiyor. İblise kapılmanın sonuçları yakıcılıklarıyla Allah’ın haklılığını bir başka şekilde ders veriyor. Allah’a sığınmanın lezzeti Rabb-i Rahîm’in haklılığını bir başka yöntemle anlatmış oluyor. Evet. Stajın tabiatı imtihandır. Asıl görevse orası. Yani şahid kılınarak cennete-cehenneme yetiştiriliyoruz. Şimdi, ey satırlarıma katlanan arkadaşım, şu hadise de bu pencereden bir bakar mısın: "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder, yerinize günah işleyip peşinden tevbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe 9)

20 Ocak 2015 Salı

Aşk da mahvediciydi

Bazen öyle ortada kalıyor insan. İçinde bir yazma isteği oluyor, ama hakkında yazacak birşey bulamıyor. Hakkında yazılacak şeyler, eğer bizzat sizin bir yaranıza tekabül etmiyorsa, yani onu deşmek sizde tuhaf bir tatmin yaratmıyorsa (hem can acısı, hem iyileştirici tatmin) o zaman yazmanın da, okumanın da bir anlamı yokmuş gibi.

Dışınızdaki dünyada büyük büyük şeyler yaşanıyor olabilir. Koca koca adamlar her gün onlardan bahsediyor olabilir. Ama sizde bunu anlamlı ve kıymetli kılacak şey yaralarınızdır. Eğer karadeliğin dolmasına benzer bir içhuzuru yaşatmıyorsa, daha çok şey hakkında daha çok şey yazmanın da bir anlamı yok. İnsan başkaları için, başkaları 'hoş bulacak' diye yaşamaz ki. Başkalarının beğenisiyle yaşanan bir tatmin, çabuk terkeden bir tatmindir. Başkası hep 'başkasıdır' çünkü. Gidicidir. Aşk bile olsa, öyledir. Tıpkı ömrü boyunca okurlarının beğenisiyle ayakta durmaya çalışmış Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway'de dediği gibi:

"Aşk da mahvediciydi. Güzel olan, doğru olan ne varsa gidiyordu." (...) "Hiçbir şey yeterince yavaş değildi. Hiçbir şeyin ömrü yeterince uzun değildi." Yahut Pazartesi ya da Salı'da dediği gibi: "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu."

Lezzet-i ruhaniye dediğimiz şey ise, tıpkı ruhun kendisi gibi, daha kalıcı bir mutluluk. Zeval-i lezzeti elem olmayan türden. Eylemsel değil, doğrusal bir lezzet. Doğru şeyi yapmış olmanın mutluluğu, kalabalığın desteğini almış olmanın veya kalabalıkla yapmış olmanın 'mış gibi' mutluluğu değil. Allah'ın rızası da salt bir beğeni değildir bu yönüyle. Daha derin birşeydir. Yaratılmışlığın yaralarının tedavisiyle ilgilidir.

"Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

İkisi genelde karıştırılır. Kalabalığın desteği doğru şeyi yapmak anlamına gelmez her zaman. Ama doğru şeyi yapmak bugün veya yarın kalabalığın sizin yanınızda olacağını garanti eder. Bugün olmayabilir bu, dediğim gibi. Yakın bir yarında da gerçekleşmeyebilir.

Nice peygamber gelmiştir ki, ümmetleri olmamıştır. Davalarında bir yanlış olduğundan veya bir üslûp hatasından mıdır bu, haşa? Hayır, kalabalıkların eylemden öte doğruyu farketmesi zaman aldığından. Bugün Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamı destekleyen herkes aslında onları da desteklemiş oluyor. Peygamberler insanlığı klanlara, aşiretlere, kavimlere bölmek için gönderilmediler. Aynı zamanda gönderilen peygamberler vardır (Hz. İbrahim ve Hz. Lut gibi) ama birbirleriyle savaşan peygamberler yoktur. Allah'ın varlıkta muradı hiçbir zaman bölmek, parçalamak, savaştırmak olmadı. O bir bütünlüğün/tevhidin kalıbında yarattı mahlukatı. Mahlukat bu tefrikayı kendi sınırlılığından icad etti.

"Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız."

İnsan önce yaratılıyor sonra da farkları ve düşmanlıkları yaratılıyor değil. İnsanın yaratılışındaki sınırdır ki, varlığı kendinden ötede ve farklı algılamaya mahkum. Elinde iki seçenek var: Ya o farklılığı bir bilgi kaynağı kılıp tevhide bir kapı açacak. Yeni bir marifet devşirecek ondan. Yahut da öteki olanı 'kendinin olmamakla' veya 'kendinden olmamakla' yaftalayıp ondan kaçacak. Her ne ile karşılaşsanız yeni, tepkiniz iki şekilde olur: Ya merak ile ona yönelirsiniz, ya korku ile ondan çekinirsiniz. Birisi kuvve-i akliyeye bakar, ötekisi kuvve-i gadabiyeye.

Birşeyler yazmaya niyetlenmek, içinde bunun arzusunu da duymak, birşeyleri tanıma isteği... Kolayca tanıma isteği... Tanınma isteği... Allah ırkımızı böyle kabile kabile, renk renk kıldığı gibi kelimelerimizi de, dillerimizi de, düşüncelerimizi de birbirinden ayırmış. O dillerin içinde de manaları birbirinden ayrı parçalar olarak bırakmış zihinlerimize. Allah bizden o kelimeleri ayrı ayrı bırakmamızı istemiyor, o kelimelerden düşmanlık üretmemizi de.

O kelimeler vasıtasıyla ve yine birleştirerek kolayca tanımamızı diliyor birbirimizi. (Yazıyla da olur bu. Yazmak birleştiricidir.) Yalnız birbirimizi mi? Kendimizi de. Fakat nereden başlayacağız düşünmeye? Düşünmenin en zor yanı, eşiği, ilk adımıdır. Nasıl başlayacağına karar veremeyenlerin vazgeçtikleriyle doludur çöpsepetleri. İşte bu noktada da vahiy devreye giriyor. Allah bize nereden başlayacağımızı öğretiyor bir nevi. Her bir ayet bir yıldız. Bir pusula. Bir merkez. Bediüzzaman ayet ve yıldız, Kur'an ve sema arasında benzerlik ilgisi çok kurar.

"Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir."

Benim fikrim sönüktü. Kalbime yazmak isteği koymuş idin ama ne hakkında yazacağıma karar veremezdim. Düşünmek istiyordum, ama neyi/ne kadar düşüneceğime karar veremezdim. Ne zaman ki, Kur'an'ın yüzü bana açıldı, o zaman konuşmaya değer şeyler olduğunu anladım. Yola çıkacak, ilk adımı atacak altıbinden fazla cümlem var artık. Eş'arîce bir bakış bu söylediğim. Allah'ın kendisini de 'kolayca tanımamızı' murad ettiğini kastediyor. Çünkü eğer Maturidîce bir nazarla aklımıza bırakılsaydık, İbn Tufeyl'in Hayy b. Yakzan'ı gibi pek azımız Allah'ı bulabilirdik. Pekçoğumuz, o kalabalık içinde kaybolacaktık.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Hepimiz neden Ermeniyiz?

"Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur." Maide sûresi, 32'den...

"Hürriyet budur ki; kanun-u adaletten başka kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın." Münazarat'tan...

Fakat anlamıyorsun, neden isyanlardayım? Seni de ikindi vakti vurursa birileri. Seni de sırf milletin için, sırf ırkın için, sırf yazdıkların için, sırf farklı konuştuğun için mahkûm ederlerse ölüme. Senin de ardından boynu bükük bakarsa evlatların. Senin de eşin, eşiğin ağlarsa arkandan, her yıldönümünde, ölüm gününün. O zaman senin arkandan da; “Haketti şu Türk!” derse birileri. O zaman insafsızlaşırsa dünya sana, tıpkı bugün olduğu gibi. O zaman da adalet yerini bulmaz, kan kurumaz, akıllar yatışmazsa. İnan bana, imanım olsun, hem imanın olsun; o gün ben senin arkandan da yas tutacağım. Tıpkı bugün Hrant’ın arkasından olduğu gibi.

Mevzu bir millet değil, mevzu bir ideoloji değil, mevzu bir dil değil, mevzu üç beş gen, farklı bir ten, bir koku, bir renk değil. Mevzu bir mucize-i hilkat, bir insan, bir hayat. Öyle ikindi vakti, öyle nedensiz kıyılan bir can! “Neden böyle şeyler yazıyorsun?” diye soruyorsun. Sormamalısın! Ben Türkiyem, ben ülkem, ben İstanbul, ben Sivas, ben Anadolu, ben dünya bu kadar kolay can alınan bir yer olmasın diye uğraşıyorum. Hem bu kadar kolay, nedensiz ve pisipisine ölünen bir mezarlık olmasın. Yalnız kendim için de istemiyorum. Yalnız Ermeniler için de istemiyorum. Yalnız Kürtler için, yalnız Türkler için, yalnız Lazlar için, yalnız Çerkezler için de istemiyorum. Hepimiz için, hepimizin çocukları için, hatta o silahı tutan ellerin çocukları için de istiyorum. Türkiye bu kadar kolay, bu kadar rahat, bu kadar hissiz, bu kadar övgüyle adam öldürülen ve bununla ayrıca da kuytu köşelerde iftihar edilen bir yer olmasın. Yalnız buna dua ediyorum. Yalnız buna çabalıyorum.

Şimdi sen soruyorsun; “Üzerinize neden öyle şeyler yazdınız? Hepimiz Ermeniyiz falan?” Arkadaşım, bizi değiştiren üç beş gen olsa da; üç beş harflik yazıyla bir millet değişmez. Fakat o küçümsediğin üç beş harf sayesinde belki bir milletin bahtı değişir. Bir kafa değişir, bir arıza değişir, bir zihniyet değişir, bir yanlış değişir, bir mevsim değişir.

Sana daha nasıl anlatayım hislerimi? Ben bugün, tıpkı halifeliğinin ilk gününde minbere çıkmış Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibiyim. Ve aynı cümleyle haykırıyorum yüzlere: “Benim yanımda, hakkını alıncaya kadar, en zayıfınız, en kuvvetlinizdir! Ve benim yanımda, üzerindeki hakkı teslim edinceye kadar, en güçlünüz, en zelilinizdir!” Ben işte bu haykırıştan cesaret alıyorum o cümleyi söylerken, yazarken, telaffuz ederken. Bugün tıpkı onun gibiyim. Bu yüzden cesaretliyim. “Evet” diyorum. “Evet, Hrant’ın hakkı alınıncaya kadar, en güçlümüz odur, onun ruhudur ve adalet sağlanıncaya kadar hepimiz Ermeniyiz.”



Not: 2012'de yazdığım bir yazı. Birkaç küçük dokunuşta bulundum sadece. Bence bu blogda olması gereken bir yazıydı.

18 Ocak 2015 Pazar

O şey 'yalnız' değildir

“Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır.” Mesnevî-i Nuriye’den.

Hikayenin farklı versiyonları var. Bendeki versiyonu Picasso’lu. Picasso restoranda takılırken kadının birisi yaklaşmış ve bin rica resmini yapmasını istemiş. Sürrealist abimiz de akımının verdiği rahatlıkla yanıbaşındaki bir peçeteye yalan-dolan karalamış. (Benzetemese de sürrealistliğine verilir ne de olsa.) Kadın borcunun ne kadar olduğunu sormuş. Oy, oy, oy. Sormaz olaymış. Duyduğu rakamla başından kaynar sular dökülmüş. Fakat koskoca Picasso da duvar boyacısı fiyatına emek satacak değil a! Şânına münasip birşey deyivermiştir elbette. Kadıncağız hayretle damağını şaklatmış: “Beş dakika için fazla bir rakam değil mi?” Yaşlı kurt piyasanın raconuna hâkim bir tavırla cevaplamış: “Altmış yıl artı beş dakika.”

Bir Picasso değilim amma benzer bir hatıra da bende var. Çilingirlik yapan Mustafa isminde bir arkadaşımla işe gitmiştik. “Senin ne işin vardı?” derseniz ‘can sıkıntısından’ diye yanıtlayayım. Marmara depreminin üzerinden fazla zaman geçmemişti o vakitler. Bu nedenle insanlar her küçük sarsıntıda anahtara eyvallah etmeden kendilerini sokağa atıyorlardı. Çilingirler için altın bir çağdı. Kâşifler için Amerika’nın keşfi gibiydi. Fakat bu hikâyede ilginç olan işin parasal kısmı değil. Mustafa için çekili kapıyı açmak saniyeler süren bir işti. Ama bu kapıya dakikalarını harcamıştı. Dönerken nedenini sordum. Dedi ki: “Kolay açınca para vermek istemiyorlar.”

‘Kıymetli’ olanın ‘zor’ zorun ise ‘vakit alıcı’ olduğuna dair bir önyargı var insanda. Bu aslında beşerî sınırlılıklarımızdan beslenen birşey. Herkes bir diğerinin ustalığının biganesi. Doktor çabuk teşhiste bulununca, çilingir çabuk kapıyı açınca, ressam çabuk çizince yaptığının o kadar da kıymetli olmadığını düşünüyoruz. Berberinizi ele alalım. İnanın bana. Kafanızda geçirdiği sürenin büyük kısmı oyalanmadan ibarettir. Aslında saçınızı istediğiniz şekle yarısı kadar bir sürede getirebilir. Ama böyle yaparsa yaptığı işin gözünüzde kıymetli olmayacağını düşünüyor. Çünkü siz, yani müşteriler, ‘zaman alanın kıymetli olduğu’ konusunda hemfikirsiniz. Fiili, kudret ve zaman eksenli düşünüyorsunuz. Failin ustalığını (ilme bakan yanını) hesaba katmıyorsunuz. Halbuki ustalık fiile harcanan süreyi de zahmeti de azaltan birşeydir. İş bilindikçe emek azalır.

Bediüzzaman, Yasin sûresinde geçen “Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir...” ayetini tefsir ederken de bu ustalık bilgisinin işleri nasıl kolaylaştırdığına dikkat çeker:

“Nasıl ki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sür’at ve mahareti ifade için denilir ki, ‘O iş ve san’at ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor.’ Öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten ‘Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir...’ ferman eder.”

Fakat burada bir ayrıma daha ihtiyacımız var. İnsanın ustalığı ile Allah’ın ustalığı elbette aynı değildir. Allah’ı anlamak için hangi teşbihi kullansak onun karşılığını tasavvur ederken ‘subhaniyeti’ hatırlamak zorundayız. Evet. Onun ustalığı insanî kusurlardan ve insanın ustalaşmak için muhtaç olduğu şeylerden münezzehtir. Bence ‘subhaniyetin’ bir yönü de Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu ifadede saklı:

“Vâcibü’l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.”

Bu kafamdaki şeyin birinci tarafı. Şimdi ikinci tarafını konuşalım. Başta Picasso “Altmış yıl artı beş dakika...” dedi değil mi? Mustafa da ‘müşteri psikolojisi’ne uygun hareket etmeyip kapıyı hemen açsa ona belki şöyle denilecekti: “Yalnız birkaç saniye için (o zamanın parasıyla) yedi milyon mu?” Mustafa’nın da bu itiraza şöyle cevap verebilme hakkı vardı: “İki yıl artı birkaç saniye...” O yıllarda sanıyorum çıraklığında bu kadar zamanı doldurmuştu. Fakat burada insan psikolojisine dair bir refleksi de yakalıyorum ben: “Daha az bedel ödemek için bedel ödenmesi gereken şeyi basitleştirme.”

İnsan bunu çok yapıyor. Aile içi meselelerden tutun iş hayatına, kulluktan tutun siyasete kadar her alanda bunun yansımaları var. Ne zaman ki birşeye ödeyeceği bedeli fazla buluyor, o zaman o şeyi basitleştirmeye gayret ediyor. Bunu bir kaçış yolu olarak görüyor. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında bahsettiği ‘bilimsel açıklamaların vicdanî itirazları gideren gücü’ bu noktada devreye giriyor. Ve baaam! Rahatlamaya başlıyorsunuz.

Sözgelimi: Eşinizin çok önemsediği bir olayı unuttunuz. Yıldönümünü falan mesela. Erkeğin bu konudaki tavrı genelde nasıl olur? “Amaan, yıldönümü işte, takvime göre bir döngü, neden bu kadar önemli olsun?” Fakat kadının yargısı genelde daha bütüncüldür. O, bu unutuşun, aslında daha alttan gelen bir ‘önemsememe’ halinin tezahürü olduğunu düşünür. Dolayısıyla siz fiili bütünden kopuk bir parça olarak basitleştirirken, kadın, o fiili bir bütünün parçası olarak algılamaya meyyaldir.

Bence kadınlarda, bu yönüyle, bütüne bakma temayülü daha fazla. Hatta ne zamanki erkek bir hata yapıyor, kadınlar genelde geçmişte meydana gelen benzerî hataların tamamını listelemeye başlıyorlar. Hepsini birden hatırlıyor ve hatırlatıyorlar. Çünkü o fiil onların dünyasında ‘yalnız bir fiil’ değil. Bir bütünün parçası. “Altmış yıl artı beş dakika...” gibi birşey. Hem size birşey diyeyim mi: Bardağı taşıran son damlalar da genelde daha evvel özrü dilenmiş yanlışların üzerine düşen son damlalardır. Özür dilemek asla hata bardağını boşaltmaz. Son damlaya kadar zaman kazandırır o kadar.

Siyasi olaylar da böyle. Fiili basitleştirmek gerekiyordu ki vicdanı rahatlatacak bir açıklaması olsun. 2009 yapımı The Box filmini izleyenler hatırlayacaklar. Orada da karakterler suçluluk duygusuna direnebilmek içi birbirlerini şöyle diyorlardı: “Bizim yaptığımız sadece düğmeye basmak.” Muhtemelen Japonya’ya atom bombasını atan Paul Warfield Tibbets da yaptığının sadece ‘düğmeye basmak’ olduğunu düşünüyordu. O sadece ‘emir kulu’ydu. Kulun emre direnmeyişi sebebiyle çoğunluğu sivil 140.000 kişi öldü.

Bütün bunlar, beni, Bediüzzaman’ın “Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir...” diyerek başladığı 32. Söz’e götürdü. Bu vekil, rab ve malik olmak istediği şeylere yaklaşırken şöyle cümleler kullanıyordu: “Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz... Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun... Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım... Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar... Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın...”

Aslında o metin de insanın yanlışını içinde meşrulaştırmak için sığındığı şeylerden birisinin ‘basitleştirme’ olduğunu gösteriyor. Bunu da parçayı bütünden bağımsız/kopuk göstermekle yapıyor. Parça, bütünden koparıldığında, insana daha kuşatılabilir görünüyor. Halbuki Kur’an’ın şirke karşı bizim dikkatimizi çektiği şey bütünlüğün harikalığı. Mesela Rum sûresindeki şu ayette: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.” Bediüzzaman, bu ayeti tefsir ettiği 33. Söz’ün 28. Penceresi’nde bütünlüğün harikalığına şöyle dokunur:

“Bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar, zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münasebettardırlar ki, bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakikî rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir.”

Yani arkadaşlar, yalnız başına yaratılmış bir elma yok. Yalnız başına yaratılmış bir Ahmed yok. Yalnız başına yaratılmış bir atom yok. Yalnız başına yaratılmış bir hücre yok. Bütün bunlar, anlamak için basitleştirdiklerimizin/böldüklerimizin tamamı, aslında ‘kainat artı o şey.’ Elma ‘kainat artı’ elma. Ahmed ‘kainat artı’ Ahmed. Bu yüzden karşılığında fiyat istendiğinde yan çizmenin bir anlamı yok. Kainatı Allahsız açıklamayadığımız gibi ibadetsiz de açıklayamayız.

Picasso, altmış sene ömrünü vermeseydi sanatına, o resmi beş dakikada yapamazdı. Mustafa, iki sene çıraklık etmeseydi, birkaç saniyede o kapıyı açamazdı. Ve Allah, zamanlara yayılmış kainatları yaratmasaydı, sen sırf pazardan almakla veya dalından koparmakla o elmayı yiyemezdin. Hiçbir fiil yalnız değildir. Her fiil bir sistemle varolur. Bir sistemin devamlılığına/imkanlarına bağlı olarak varolur. Ve bu yüzden Allah Kıyame sûresinde sorar: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” Çünkü, yaratılışa dair herşey, herşey artı o şeydir. Yani o şey yalnız değildir. Ücretini vermek zorundasın.

“Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.”

17 Ocak 2015 Cumartesi

Köpekbalığı psikolojisi

Köpekbalığını öldürmenin yollarından birisi de onu hareketsiz hale getirmektir. Durduğu zaman, tamamen durduğu zaman, ölür köpekbalığı. Köpekbalıklarındaki bu halin bir ölçüde insanda da geçerli olduğunu düşünüyorum. Mesela boşta kalmak, hiçbir şey yapmadan beklemek, insan için de azaptır. (Benim gibiler için daha da beter.) Boşuboşunalığın kendisi azaptır insan için. Anlamsızlık aynı azaptır. Ondan sonra sırasıyla neden yaptığını bilmediği şeyler acı çektirir insana. Mesela kemal namına, kendini geliştirmek adına bir katkısı olmayan işler, yapanlarını en çok sıkan işlerdir. Çünkü ötesi yoktur, ilerisi yoktur, bir sonrası yoktur onların.

Gayba iman, öteye imandır. Hep ötende birşeyler kalacağına imandır. Hayatın hiç bitmeyecek ve Allah'ın takdir ettiği her değişikliğe açık bir yolculuk olduğuna imandır. "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir." Bana öyle geliyor ki, eğer gayba imanımız olmasa deli oluruz. Kafayı yeriz, kitapları parçalarız, dünyamızın kenarından düşeriz, sınırlılığımızda boğuluruz. Her köşesi bilinen ve 'görülecek herşeyi görülmüş' bir âlem bizzat cehennemin kendisi olur bize. Bitmiş olan, bitecek olandan haber verir. Eğer bilerek bitirebiliyorsak dünyayı; o halde varlık olarak da bitirebiliriz. Yani ölmekten öte, ciddi ciddi son bulabiliriz. Yok olabiliriz. Yoka iman etmişizdir çünkü. "Hepsi bu. Ötesi yok!" demişizdir.

Gaybımız yoksa, yokluk vardır. "Başlangıcı olan herşeyin bir sonu vardır..." diyen termodinamiğin bilmem kaçıncı kanunu gibi değil bu durum, onunla karıştırılmasın. Eğer birşeylerin hep gayb kalacağına ve gaybda nazarımıza, bilgimize, fikrimize daha dokunmamış; daha hiçbirimiz tarafından farkedilmemiş güzellikler olduğuna (ve hep olacağına) imanımız olmasa, herşey bitmiş demektir. Ümit olarak da, marifet olarak da, onlara duyulan arzu olarak da. Sınırlara gelinmiştir. Yapacak şey kalmamış demektir. Kemale yürüyüş durmuş demektir. İntihar fikri böyle bir zeminde ortaya çıkar. İntihar, herşeyi bitirdiğini, tüm şıkları denediğini sanan aklın sıkıntısıdır.

"Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner."

Duvara atılan son yumruk, batmadan önceki son sıçrama. İntihar fikri bir 'artık sonuna geldim' düşüncesinden besleniyor. Neyin sonun gelmek bu? Yaşanacakların sonuna gelmek. İhtimallerin sonuna gelmek. Öğrenileceklerin sonuna gelmek. Tadılacakların sonuna gelmek. Deneneceklerin sonuna gelmek. Görüleceklerin sonuna gelmek. Konuşulacakların sonuna gelmek. Ümidin sonuna gelmek. Her yeni gün bir önceki günden farklı olmayacağını düşünmek. İntiharın öncesi budur.

İşte bu noktada gayba iman çok derin bir yarayı tedavi ediyor ve diyor ki; Allah bilmekle bitirilemeyecek olandır ve insanın bir gaybı her zaman olacaktır. Gayba iman et. İman et ki, senin içindeki o bilmekle doymayan karadelik sonsuzun umuduyla dolsun. Karadelikleri ancak sonsuzluk doyurur. Öğrenmekle usanmayacak olan, ancak 'bilmekle bitmeyecek olan'ın varlığını bilirse, buna iman ederse mutlu olur. Yaşamak yükü onu anlamlandıramayanın kaldırabileceği bir yük değil. Küçük görme. "Çünkü, hayatın vazifesi büyüktür. Evet, Samediyetin aynası olmak kolay birşey değil, âdi bir vazife değil." Dağların çekindiği bir karadeliği almışsın kalbine, bir de sonsuza iman etmezsen, içine çökmez misin?

Günlüğündeki notlarında Deniz Feneri romanını yazdıktan sonra intihar etmeyi düşündüğünü söyleyen Virginia Woolf'un, o romanı bitiriş şekli ne kadar ilginçtir: "(...) oraya, tam ortaya bir çizgi çekti. Olmuştu, resim bitmişti. Evet diye düşündü fırçasını elinden bırakarak, görmem gerekeni gördüm." Buna benzer 'sonuna gelme' ifadelerine Woolf'un diğer eserlerinde de rastlanır: "(...) bütün dünya, gitgide hareketsizleşerek, 'Hepsi bu!' der sanki, sahilde güneşin altında yatan bedendeki yürek bile sonunda böyle der, 'Hepsi bu!' der." (Mrs. Dalloway) Virginia Woolf, 28 Mart 1941'de, ceplerine taş doldurup kendini Ouse nehrine bıraktı, çünkü dünyasının kenarına gelmişti. Eşine bıraktığı mektupta şöyle yazıyordu:

"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. (...) Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. (...) Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. (...) Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için herşey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem."

Dilenmekle eşitlik bozulmaz

“Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor.” Virginia Woolf, Günlük’ten...

Yazmak biraz da ‘tutunmak’ gibi. Neden/nasıl bu kadar sık yazdığıma dair sorulara böyle cevap verebilirim: “Durmaya çalışıyorum.” Çoğu zaman yazmak yazardan okura ikram edilen birşeymiş gibi dillendiriliyor. Halbuki hayır. Ben ikram etmek niyetinde değilim. Hiç değilim. Aç olan bizzat kendimim. Başlarken böyle başlıyor. Ve, o açlığın doyması, o boşluğun dolması için yazıyorum. “Çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi!” demekle bahsedileni kendim sayıyorum. Evet. Yazmaya başlarken aklıma gelmiyorsunuz. Fakat o yazıyı paylaşırken sizi hatırlıyorum.

Allah kimi/neye perde kılmayı murad ederse o buna acıktığını sanır. Eğer cömertliğin lezzeti ile dolu olmasalardı peygamberler böylesine zor bir görevi yerine getirebilirler miydi? Onlar peygamberdiler. Paylaşmayı en çok onlar seviyorlardı. Paylaşmanın lezzeti zordan zor olan nübüvveti ballandırıyordu demek ki. Celalli bir peygamber olabilir Musa aleyhisselam gibi, cemali baskın bir karakteri olabilir Harun aleyhisselam gibi, ama mert olmayan, cö-mert olmayan peygamber olamaz. Şunun da altını çizeyim: Paylaşmak derken de bir ‘gayrısı düşünülemez’ olarak kastediyorum. Aleyhissalatuvesselamın ağzına koyacağı lokmayı dahi mümkünse paylaştığından bahsediliyor. Yani bu onun için aradabir yapılan birşey değildi. Bir ‘zaten olması gereken’ gibi. Gayrısı düşünülemez gibi. Göğüslerinin başkalarına karşı genişliği orayı vahyin teşerrüfüne de müsait kıldı.

Yazmakla aramdaki ilişki en fazla ‘iktiran’ olabilir ki yüzleşilmesi doğru birşeydir. Acz ve fakr mesleğini eğer kainata hep ‘alan el’ gözüyle bakmak olarak resmediyorsam varlığa bakışımı da Bediüzzaman gibi ‘iktiran’ eksenli kılmalıyım. Bu bir kurgu değildir üstelik. Hakikatin kendisidir. “Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.” Elinden çıkanla eşitliği bozabilen yok. Hepimiz yaratılma eşitiyiz. Mahlukiyette denkliğiz. Orwell’ın Hayvan Çiftliği’nde dokundurduğu gibi değil bu düzen. Ne diyordu sahi: “Bütün hayvanlar eşittir. Ama bazı hayvanlar daha fazla eşittir.”

“Önce ben, sonra benim sayemde sen, sonra senin sayende o...” değil. Ezel denilen ‘manzara-yı âlâ’da bir mesafe yok aramızda. Zamanı yaratan, dolayısıyla sınırlarından münezzeh olan Allah, bizi böyle görmüyor. Hepimiz bir an gibiyiz bilmesinin nazarında belki. Yani bütün ‘ol’cuklarımızla birtek “Ol!” gibiyiz. Öncelik-sonralık, uzunluk-kısalık, nedenlik-sonuçluk hep bizim icadımız.

Ne biliyorsun? Belki de ben bu yazıyı sen okuyasın diye yazmadım. Belki de sen okuyacaksın diye bana bu yazı yazdırıldı. Son olan ilktir belki. Ne biliyorsun? Sonuç olan amaçtır. Niyet neticenin kopyasıdır. Necip Fazıl merhumun da Aleyhissalatuvesselam hakkındaki şiirinde dilegetirdiği gibi: “Son Peygamber, son Peygamber!/İlk olunca sona geldi.” Tasavvufî metinlerde sıkça rastladığımız ‘hakikat-i Muhammediye’ manası böyle birşey değil mi? Başın sona, sonun başa gelmesi, kardeşleşmesi. Halkanın tamamlanması. Yani bir ‘levlake levlak’ sırrı.

En doğrusunu Allah bilir ya. Bediüzzaman’ın eserleri hakkında ‘yazdırıldı’ ifadesini sık kullanmasını biraz da böyle anlamak gerek diye düşünüyorum. Yine acz ve fakr mesleği ile irtibatlı yani. Yine ‘alan el’ olma durumu. “Bunları yazarak ben size birşey bağışlamadım, hayır, belki sizin okumaya açlığınız bende bunların yaratılması sebebidir!” demek biraz dünyaya.

“Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.”

Mahlukatın birbiriyle ilişkisi ‘illet’ ilişkisi değildir. ‘İktiran’ ilişkisidir. Bunu çözmek sahtekâr kibri öldürür. Hem zilletli dilenciliğe de son verir. Dengemizi buluruz. Çünkü kibir de, tabasbus da, gurur da bizim eşya arasında kurguladığımız öncelik-sonralık, nedenlik-sonuçluk, yani yaratıcılık mizanseninden beslenir. Şimdi bana ilginç gelen birşeyi de diyeceğim Firavun ve kavmi hakkında. Kur’an-ı Hakîm onları zâhirde birbirine zıt gelebilecek iki şekilde birden anıyor:

Birincisini sûre-i Zuhruf’ta buldum: “Firavun kavmini aldattı; onlar da kendisine boyun eğdiler...” İkincisi sûre-i Mü’minûn’da; “Firavun’a ve ileri gelenlerine de (gönderdik). Onlar ise kibire kapıldılar ve ululuk taslayan bir kavim oldular.” Şaşırmayalım. Demek ‘kibir’ ve ‘boyun eğiş’ aslında çok da birbirinden uzak şeyler değiller. Firavun’un kavmine boyun eğdiren Firavun’a duydukları muhabbet değildir. Diğer kavimlere üstün olmanın kem hazzıdır. Neden-sonuç ilişkisinde ‘neden’ tarafında kendini öncelemektir. İktirana mazhar olan değil de ikram edici olmaktır. Alan el değil veren el olmaktır. Mürşidimin tarif ettiği şeydir:

“Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.”

Bugün “Ne mutlu (...) diyene!” diyenlerin asl-ı siretinde bundan başka ne var? Firavun’un kavmine sözde ilahlığı ile lütfettiği İsrailoğulları üzerinde küçük birer firavuncuk olma imkanıdır. Efendiliktir. “Ne mutlu kıptıyim diyene!” dedirmektir. Kendisi ‘firavuncuk’ olmak isteyen elbette başka bir Firavun’un kulu olmaya katlanır. FETÖ’nün de müntesiplerine bahşettiği ‘ahirzamanın seçilmiş cemaati olma’ imkanı değil miydi? Koşulsuz itaatlerini böyle kazanmadı mı? Ve yine bugün modernist taifenin ‘indirilmiş din-uydurulmuş din’ muhabbeti üzerinden takipçilerine bahşettikleri ehl-i sünnet üzerinde firavuncuk olabilme imkanı değil midir? Sanki hayat sadece dekorları/oyuncuları değişen bir tiyatro. Senaryosu ise Kur’an’da yazılı. Hangi kıssanın özüne insek çağımızı buluyoruz.

15 Ocak 2015 Perşembe

Kibir, bir işgal hareketidir

Azapların en büyüğü, geç kalmaktır, keşkedir. Ehl-i cehennem de, bence, en çok bundan yanacaklar. En fenası o. Mantıksız acıya katlanmak daha zordur. Doğruyu yaparken çekilecek acılara, ödenecek bedellere katlanmak bile haz verir. Ama hatanın bedelini ödemek? Ve yanarken körkütük hatalı olduğunu bilmek? Kur'an'da şuna benzer ifadeler geçiyor: "O günahkarların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, 'Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık...' diyecekleri zamanı bir görsen!"

Bir evlat için en acı şey; babasını, ancak onun baba olduğu yaşlara gelince anlamasıdır. Bu yönüyle babama karşı yeniden ilgiliyim. Oğlu gibi değil, onu tanımaya çalışan yaşıtı gibi. Vefatının üzerinden geçen yıllar, Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu, bu ilgimi azaltmadı, arttırdı. Babam benden uzaklaşırken cismanî anlamda, kalbim sanki bu mesafeyle orantılı bir şekilde ona yaklaşmamı sağladı.

İnsan tuhaf şey. İçinin bir mantığı var ki, ayrıdır, bazen dışına takla attırıyor. Neşeyi mutlak bir unutkanlık toprağı altına atabiliyor, ama acıyı sıradanlaştırarak ancak bir derece örtebiliyor. Ben babamı unutmadım. Unutmaktan da Allah'a sığınıyorum. Aklımdan geçmediği bir gün bile yok. Kötü bir evlat değildim, ama keşkesi olmayan evlat yoktur. Keşkesi yoksa o evlat, iyi bir evlat değildir. Üstelik 'keşke' sanıldığı gibi kötü birşey de değildir. Keşkesi olmayanın tevbesi olur mu?

Peki, babamı neden bu kadar özledim? Çok mu hayatımın her yerinde bir insandı? Tam aksine, babam hayatımın her yerini bana bırakan bir insandı. Onun varlık hali (bir davranış şekli olarak da değil, tam olarak varlık şekli) tevazu idi. Daha az yer işgal etmek üzerine kurgulamıştı herşeyini. Bir gün boyunca, eğer zorunda bırakmazsanız, konuşmadan günü bitirebilirdi.

Annem yüzünün asıklığından şikayet ederdi çokça; fakat neden bilmiyorum, bana asık gelmezdi. Bir memnuniyetsizlik gibi değildi o sanki. Bir derinlikti. "Benim burada ne işim var?" der gibi bakıyordu hayata. Kalabalıktan sıkılıyordu. Çok konuşmaktan sıkılıyordu. Yabancılardan sıkılıyordu. Misafirlikten sıkılıyordu. İlgiden sıkılıyordu. Kendine kalmaktan öte ve çalışmaktan başka bir isteği yok gibiydi. Hayvanları çok severdi. Çok şefkatliydi onlara karşı. Zaten işi de hayvanlara bakmaktı, bir nevi çobanlıktı. Hiçbir zaman ev sahibi olamadı. Üzerine düzgün birşey giyemedi. Ama bunu istemiyordu da, sanki hiç hevesi yoktu.

Bir tartışma olduğunda tarafları susturamazsa çekip gidişi, bence aynı naifliğin sesiydi. İnciniyordu. Duyarsızlıkla suçlayabilirsiniz böyle bir ilgisizliği, ama öyle değildi. Bu dünyanın karmaşası, tartışması, kavgası, telaşı, herşeyini o kadar yadırgıyordu ki; hayata adapte olamıyordu galiba. Belki böylesi bir insanın yalnız yaşaması en doğrusuydu, ama o iyi ki baba olmuş. Böylece ben babamı tanımış oldum. Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da şöyle bir halet-i ruhiye tasvirinde bulunur:

"Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum."

Bence bu tasvir tam bir kibir tasviridir. Bediüzzaman da ehl-i şirkin varlıkla ilişkisini 'tecavüz' kelimesiyle çok anar. Özünde zaten kibir, 'ene' adına bir işgal hareketidir. Enenin kalınlaşıp sahibini yutmasından sonra öteki olanlara da dilini ve dişini değdirmesini biz kibir ile okuruz. Varlık hiyerarşisi 'ben' merkezine girdiğinde davranışlar da kibir kokar. Mütekebbire göre varlık 'kendisi ve diğerleri'nden ibarettir. Bir süre sonra diğerleri de yok olur.

"(...) güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır..."

Babamın varlığı ise, aksine, varlığa yönelik bir çekingenlik, bir 'daha az varolma' isteğiydi. Tevazusu böyle bir tevazuydu. Bilmiyorum, başkaları da onu öyle mi görürdü? Hatta şimdi beş evladının diğer dördü onu anlatsa nasıl anlatırlar? Fakat ben otuzumu aştığım şu yaşlarda babamı daha çok anlıyorum. Daha çok anlamak daha çok keşke demek, daha çok can yanması.

Halbuki birkaç defadan fazla bana nasihat de etmemiştir. O cümleleri de kafamda döner durur, kısa şeylerdir. Mesela hırsla odun taşıdığım bir gün şöyle demişti: "Oğlum, çok çok taşıma, ormanı çok götüren değil, sık götüren bitirmiş." Bir keresinde de kavga etmememi salık verirken şöyle demişti: "Her yaramaz adama bir tokat atsan, eve geldiğinde kolunu kaldıramazsın."

Konuştuğunda kelimeleri karıştıran, yürürken sağına soluna hiç bakmayan, selam verildiğinde tebessüm edip sonra yüzü hemen tekrar eski haline dönen, yirmilerimde bile koşup elinden alışveriş poşetini kaptığımda vermemekte direnen, yük olmaktan hoşlanmayan, vefatına kadar bir adım gerisinde yürümekten mutlu olduğum, giderken böylesi pekçok güzelliği beraberinde götüren babam, ben senden razı idim, inşaallah Rabbim de razı olur. Çünkü varlığın bir tevazu idi. İncitmeden yaşadın. Allah da seni incitmesin. Bunları söylerken mübalağa yapmıyorum. Abdestini almış cuma ezanını beklerken vefat etmişti. Birkaç gün sonra rüyamda bana şöyle dedi: "Oğlum, niye bu kadar üzülüyorsun, bak ben iyiyim. Bu kadar üzülme." Beni kimse bunun rüya olduğuna inandıramaz.

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...