3 Temmuz 2012 Salı

Altın nesil tasavvur mu, yoksa ütopya mı?


1910 yılında Doğudaki aşiretlere meşrutiyeti anlatmak için çıktığı yolculukta Bediüzzaman’a şöyle bir sual sorarlar: “Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların ve faziletlerinin esiriyiz.” Bediüzzaman bu suale şöyle cevap verir: “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”

Bu dersin eşliğinde başlıyorum yazıma. Çünkü bu yazı, hakikaten faziletçe hakkının verilmesi gerektiğini düşündüğüm bir kişiye dair yazılmış olacak. Daha doğrusu, onun fikriyatı üzerine yazılmış bir kitabın yorumlanması olacak. Ancak bu yazı, bir methiye yazısı değil. Hatta hiç değil. Bu yazı, faziletlerini takdir etmekle birlikte faziletinin esiri olmadan bir insanın fikriyatını mihenge vurabiliyor muyuz sorusunun cevabı olacak. Evet, bu yazı cüretkâr olacak. Fakat Hakkın hatırı âlidir. Benim hakkında konuşacağım şahıstan küçük olmam da onun hakkında konuşamayacağım anlamına gelmez. Nihayetinde Hz. Ömer’e (r.a.) “Seni kılıcımızla düzeltiriz” diyen sahabi de ondan daha faziletli değildir. Ancak ortada Hakkın hatırı olduğundan başka hatırlara bakılmaz.

Bugün size anlatacağım kitabın ismi; “Altın Nesil”in Peşinde: Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak ve Otorite... Yazarı; Yavuz Çobanoğlu... Yayınevi; İletişim. Hocaefendi’nin fikriyatı hakkında yazılmış bu eseri belki duymamış olabilirsiniz, çünkü biz onu övmeyen eserleri, hele birazcık eleştirel bir dille yaklaşanları çok paylaşmayız. Hatta mümkünse üstünü kapatırız. Yok eğer övmüşse azıcık birisi, onu da binbir nümayişle paylaşırız, tavsiye ederiz. Eleştiriyi sevmeyiz çünkü. Biz fazilet esiriyiz. Esaretimizden ötürü yukarılara dair kelam edemeyiz.

Halbuki haklı bir çift kelamın muhataba vereceği katkıyı hangi iltifat verebilir? İltifat belki insanı nefsin dalga boyuna da kaptırabilir, ama insaflı bir eleştiri bunu yapmaz. İnsaflı bir eleştiri, nefs-i emmareden, nefs-i levvameye geçişin de kapısıdır. Bu geçişi sağlamanın ve diri tutmanın anahtarıdır. Bu yüzden eleştiri kıymetlidir ve insaflı bir şekilde varlığı sürmelidir. Binanaleyh Hz. Osman’ın da (r.a.) şehadetine sebep olan fitne Hz. Ebu Zer’in (r.a.) muhalefetinden dolayı Medine’den sürülmesinden sonra yaşanmıştır. İnsaflı muhalefete müsaade edilmelidir ki, insafsızlar yerini alıp ortalığa ateş saçmasın.

Ben de Yavuz Çobanoğlu’nun kaleme aldığı bu eserin Hocaefendi’nin fikriyatı üzerine çok insaflı bir eleştiri dili içerdiğini düşünüyorum. Hatta dikkat ile okunsa pekçok sapmadan cemaat mensuplarını koruyabileceğini sanıyorum. Evet, müellifin ne cemaatle ne de (belki) dindarlıkla bir ilgisi var. Fakat öyle müdakkik bir eleştiri üslubu var ki; bu eleştirileri okuyunca taklidî bir imanın dışında başka bir gerekçeyle oklarından kaçılamıyor. Tamam, belki kimi yerlerde bizim çok dışımızda birisi gibi geliyor dili, olabilir. Ama kitabın genelinde Hocaefendi’nin fikriyatı ile ilgili tespitlerde (delilleri sayılmış) haklılıklar var. İnkar edilemez bir şekilde gözünüze batıyor bunlar.

Mesela Hocaefendi’nin devletçiliği ve milliyetçiliği yazarın yakaladığı iki zayıf damarı. Zayıf damar diyorum, zira bu iki kanal, onun İslam öğretisi anlatırken çekinceli bir dil kullanmasına neden oluyor. Ahlak dilinin pekçok yerde yara almasına sebep oluyor. İffet konusunda birçok nasihatlerde bulunurken İslam’da iffetin bir sembolü olan tesettür konusunda belirsiz kalıyor Hocaefendi. Devletin darbe yaşadığı veya korkusunu çektiği dönemlerde ise özellikle çekiniyor bu konularda konuşmaktan. Hatta bazen “Gerekiyorsa açık olabilirler” tarzında açıklamalar yaparak takva ve devlet çizgisinde devletten yana tavır koyabiliyor.

Yine hiçbir darbe esnasında (80’den itibaren) yapıldıkları sırada onların karşısında durmuyor Hocaefendi. Yazarın örneklerle açıkladığı bir şekilde bazılarını ehven-i şer olarak görüyor. Emniyetin sağlanması adına, antidemokratik yönetimleri de sineye çekmek gerektiğini düşünüyor. Ululemre itaat dersi veriyor. Fakat bunu böyle söylerken diğer yandan Milli Eğitim’i eğitim konusunda eleştirmekten çekinmiyor.

PKK’ya ve teröre karşı çok sert tavır koyarken, diğer taraftan Kürtlerin kimlik haklarına dair (yakın zamanda söyledikleri hariç) bir kelam etmiyor. Oradaki sorunun insanlara şefkat eli uzatmakla çözüleceğini söyleyerek devletin ezberine düşmüş oluyor. Haklarının arkasında durmuyor. Dil konusunda Türkçeyi vacip olarak kabul ediyor, bütün dünyaya öğretilmesine çalışıyor; fakat diğer yandan caiz olan Kürtçeye (yakın zamana kadar) destek vermiyor. Devletin asimilasyon çalışmalarına dair ne 80’lerde, ne de 90’larda bir çıkış yapmıyor. Ancak devlet bir cesaret gönderip bu meselelere dair birşey söylerse, onlara katıldığını beyan ediyor.

Bediüzzaman’ın içinde millet geçen ifadelerini kullanıyor, fakat o milleti Bediüzzaman’ın kullandığı şekilde millet-i İslamiye olarak değil; pekçok yerlerde devamındaki cümlelerle belirttiği şekilde Türk milleti şeklinde anlıyor ve hep Türk tarihi vurgusunu yapıyor. Bu yönüyle İslam’ın genel mesajını, yalnız bir milletin omuzlarında olan yükmüş gibi gösteriyor. Diğerlerini bir nevi görmezden geliyor. Bunun yanısıra Batı’ya 80’lerde çok sert ifadeler kullanırken, 90’lardan sonra aniden hoşgörü mesajlarına dönüştürüyor bunu. O yıllarda basılmış kitaplarını bugünkü baskılarında bile onlara dair çok sert ifadeler bulunuyor. Fakat günümüzde cemaatin, bu sert eleştirilerin uzağında, en azından elit kadrosuyla, olduğunu söylemek güç değil.

Hasılı bu kitap; Hocaefendi’nin fikriyatındaki dalgalanmaları görmek adına sıkı bir metin. Ha, çok insafsız gelecek yerleri olmayacak mıdır, olacaktır elbette. Canımız birazcık yanacaktır. Fakat dışarıdan nasıl göründüğümüzü bilmek şart. Üzerimizde akrep olduğunu söyleyen insana kızılmayacağı gibi bu tarz eleştirilere de kızılmaz. Ben şahsen ortaokul ve lise hayatının büyük bir kısmı cemaatin içinde geçmiş birisi olarak (hâlâ da onlarla temas halinde birisi olarak) kitaptaki eleştirilerin çok kısmını haklı buldum. Hatta içimdeki hislere tercüman olmuş bildim.

Girişte belirttiğim gibi; bize faziletinin esiri olmadan düşüncelerini sınayabileceğimiz kanaat önderleri gerek. Bediüzzaman bile sözümü mihenge vurun derken başkalarının sözlerini eleştirisiz bir şekilde kabul etmek, tahkik mesleğine pek uygun gelmiyor. Biz de artık takkemizi önümüze koyup düşünebilelim: Acaba hatamız var mı? Varsa nerelerde? Nefsi olan sadece kişiler değil, cemaatlerin de bir nefsi var. Ve onları emmareden levvameye çıkarabilmek sağlam bir eleştiri dili oluşturmakla mümkün ancak...

(Not: Bu yazıda kitaba çok konsantre olamadım belki. Ne yapayım, eser çok dolu. Böyle kısa metinler izah etmeye yetmiyor. Şu kadarını söyleyeyim: Kitabın meyvelerini son iki yüz sayfada toplamaya başlayacaksınız. Beş on tashih var, ama küçük şeyler. Yalnız bir zaaf; müellif yeterince Bediüzzaman okuması yapmamış gibi. Kimi yerlerde Gülen Hocaefendi ile Bediüzzaman’ın düşüncelerini birbirinden ayıramıyor. Bediüzzaman’dan aldığını Hocaefendi’nin fikriymiş gibi, Hocaefendi’den aldığını ise Bediüzzaman’ın da düşüncesi böyleymiş gibi sunabiliyor. Keşke cemaatin içinden böyle birisi çıksa da Bediüzzaman ve Hocaefendi fikriyatı arasındaki farkları ortaya koyabilse. Ne diyelim, inşaallah böyleleri de ortaya çıkar. Zira bence Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikriyatında Risalelerle tam anlamıyla uyuşmayacak çok yer var. Mesela yukarıdaki iki örnek, buna misal sayılabilir: Milliyetçilik ve devletçilik... Kitapta çok yerin altını çizdim, ama dedim ya; paylaşmaya kalksam yazı uzar gider. Ne yapalım, bu seferlik böyle olsun. Hepinize güzel okumalar.)

27 Haziran 2012 Çarşamba

Yoksa Bediüzzaman'ı küçültüyor muyuz?

Bugün bu yazıda siz kardeşlerimle bir mülahazamı paylaşmak niyetindeyim. Ki bu mesele bir yıla yakın bir zamandır zihnimi meşgul etmekte... Bediüzzaman ile ilgili yakın tarih çalışmalarının bir hayli arttığı malum. Hatta benim de iltifat ettiğim bir şekilde bu çalışmalar, Bediüzzaman’ın hayatını bir bütün şeklinde incelemekten çok, bir kesitini, daha lokal ve derinlemesine bir şekilde ele alıyorlar. Bu elbette güzel birşey. Çok da takdir topluyor. Fakat kanaatimce bir hata, bir eksen kayması bu çalışmalar içinde neşrünema buluyor. Benim gibi vehhamları da kara kara düşündürüyor.

Bahsettiğim eksen kaymasını en çok Bediüzzaman’ın eser neşirlerini yakın tarih olaylarıyla birbirine bağlayanların teliflerinde görüyorum. Onlar, belki iyi bir niyetle Bediüzzaman’ı yakın tarihin daha aktif bir üyesi gibi göstermeye çalışırken (ki bunu daha çok toplumsal hayattan geri durduğu Yeni Said dönemi için yapıyorlar) diğer yandan Bediüzzaman’ı alabildiğine küçültüyor, daraltıyorlar. Evet, evet, küçültüyorlar!

Mesela Haşir Risalesi’nin telifini Abdullah Cevdet ve avanesinin Resimli Ay Mecmuası ile bağlayarak yorumlarken Bediüzzaman’ı daha çok yücelttiklerini sanıyorlar. Yine diğer eserlerin teliflerini adeta birileriyle Bediüzzaman’ın oynadığı satranç oyununun taşları gibi yorumluyorlar. Diğer yandan yine bazılarının öyle bir yakın tarih algısı var ki, sanki Mustafa Kemal ve Bediüzzaman karşılıklı oturuyor, düşünüyor ve birbirlerine karşı hamleler yapıyorlar. Hatta bu çalışmaları yapan hocalarımız elde ettikleri bilgileri de malumlarına/yorumlarına tâbi kılarak; yontuyorlar, zorluyorlar, zahmetli tevillere girişiyorlar.

Ben bu algının (doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulamadan) bir hata olduğunu düşünüyorum. Bunu bir eksen kayması, hatta bir daraltma olarak tarif ediyorum. Zira Risale-i Nur’un telifini böyle bir yakın tarih paralelliğine mahkum kılanlar, bu sefer şu sorunun cevabını vermekte zorlanıyorlar: “Madem bu eserleri yazmak Bediüzzaman’ın kalbine zikrettiğiniz olaylarla birlikte geldi; peki neden müellif-i muhterem, Eski Said döneminde yine bu bahislere dair telifler yapmıştır? Mesela Haşir Risalesi, madem Resimli Ay Mecmuası ile bu denli alakalıdır, neden bundan yıllar önce telif edilen Mesnevi-i Nuriye’de Lasiyyemalar isminde yine Haşir üzerine yazılmış benzer bir bölüm bulunmaktadır? Ve neden Mesnevi-i Nuriye buna benzer örneklerle dolu bir fidanlık hükmündedir? Yoksa müellif, daha satrançtaki rakipleri piyasaya çıkmadan taşları mı oynamaya başlamıştır? (Yoksa rakipler yalnızca onlar değil midir?)”

Oysa ki, bizzat kendisi Mesnevi-i Nuriye’nin bir bölümünde şöyle demektedir (Ümit Şimşek tercümesi): “Bu meseleler geliştirilip tanzim ve izah edildiği takdirde, onlardan, bu zamanın fikrî dalaletlerine karşı gayet kuvvetli ve sağlam bir akaid-i imaniye ile yeni bir ilm-i kelam çıkarmak mümkün olabilir.” Bunun altına düştüğü dipnotta Ümit ağabey şöyle demiştir: “Bu tasavvuru gerçekleştirmek daha sonraki yıllarda yine bizzat müellifin kendisine nasip olmuştur.”

Hal böyleyken ve müellif-i muhterem bazı yerlerde eserinin bin yıllık yaralara tedavi olduğunu söylerken onu yakın tarih olayları içine kıstırmak, sıkıştırmak; adeta nefes alamaz hale getirmek, geçmişe gömmek demektir. Kaldı ki, onları satrançta Bediüzzaman’ın rakibi gibi göstermek, Bediüzzaman’ı yüceltmek değil, aksine küçültmek olur.

Bediüzzaman’ın “Osmanlı bir Avrupa’ya hamiledir!” dediği vakitlerde ne Cumhuriyet ne de onun önderleri vardır. Ancak fikrî dalalet varlığını o zaman da (ve evvelinde de) sürdürmektedir. Bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman’ın eserleri, bütün zamanlara hitap eder düşünülürse ancak hakiki tesirini icra eder. Ve kanaatimce de öyle bir niyetle yazılmıştır. Ani gelişen olaylarla değil, süreçlerle (belki süregelen dalaletlerle) ilgisi vardır. Yakın tarih olayları ise bazı bazı kimilerimizin ağızlarına şekerleme olabilir. Yoksa Yeni Said’in yazdığının özü, Eski Said’in dimağında, kalbinde durmaktadır. Fark yalnız üsluptadır. Muhatabın ömrü ise kıyamete kadardır.

15 Haziran 2012 Cuma

Mirac, Kürtaj ve Algılarımızın Kökeni...

Yazının başlığının gayet garip durduğunun farkındayım. Fakat eğer becerebilirsem birkaç meseleden ve metinden hareketle Risale-i Nur’un mesleğindeki bir nüans üzerine azıcık sarf-ı kelam edeceğim. Hem de dağınık bıraktığım her cümleyi yazının en nihayetinde toplayıp bast edeceğim. Hem başlığın da hakkını vereceğim. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...

31. Söz olan Mirac Risalesi’ni bilirsiniz. Miracın hikmetlerini ve hakikatlerini açıklar. Fakat bu risaleye başlarken Bediüzzaman ilginç bulacağımız bir ihtar yapar ve der ki; “Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. (...) evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor.”

Yani burada (benim anladığım kadarıyla) bize nasihat verilen Mirac özelinde şudur: Bir meseleyi savunduğunuzda önce muhatabın dünyasına dikkat edin. Eğer onun beyninde yaslanacak kabuller bulamazsanız, iddianızın kabul edilebilir olması mümkün değildir. Ve bizzat bu yüzden (müellifin kendi ifadesiyle) Mirac Risalesi’nin muhatabı bir mülhid değil, vesveseli bir mümindir.

Ben bu küçük ihtarda büyük bir meslek özelliğimizin saklı olduğunu düşünüyorum. Bizim mesleğimiz, hakikatin içinde bir hiyerarşik yapı olduğunu ve ayrıca ispatın da belli bir silsile şeklinde yapılabileceğini kabul eden bir meslektir. Yani empatiktir... Bu ihtarda Bediüzzaman, bir yönüyle talebelerine muhatabın kabul seviyesine göre bir inşa yöntemi öğretmiştir, öğütlemiştir.

Ben, bugünlerde kamuoyunda çok tartışılan “kürtaj” konusunda da böyle bir hiyerarşik yapının takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta kürtaj konusunun bu kadar tartışılmasının en büyük müsebbibinin de (tıpkı Mirac Risalesi’nde öğütlendiği gibi) ispattaki hiyerarşik algının gözetilememesinden kaynaklandığını tahmin ediyorum. Zira burada da kürtaj, özgürlüğü birbirinden farklı anlayan iki kesim tarafından çok farklı zeminler üzerinden tartışılıyor. Ve hiçbirinin ürettiği enformasyon, diğerinin kalbine tesir etmiyor. Halbuki karşılıklı zihinlerde yaslanacak noktalar ayarlansa, önce meselenin özüne; yani hürriyet ve sahiplik algımızın kökenlerine inilse bu sorunlar da kalmayacak. Çözüm de pek çabuk olacak. Ama meseleye başından değil, ayağından saldırılıyor.

Bir kere kürtajın yasaklanmasını kalben destekleyen benim gibi insanların kabul etmesi gereken birşey var: Bizim bu kalben desteğimizin muhatabı ancak özgürlüğü ve sahipliği bizim gibi algılayan insanlardır. Yani bedeninin ve kendisinin Allah’ın olduğuna inanan ve hürriyeti Bediüzzaman’ın Münazarat’ta tarif ettiği gibi “şeriatla mukayyed” ve “ne nefsine, ne gayrıya zarar dokundurmayan” şeklinde düşünenlere hitap eder.

Ancak bedenini ve hayatını kendi malı olarak bilen ve yine aynı eserin biraz evvelinde yer alan sualde geçtiği gibi hürriyeti; “insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez” şeklinde düşünenlere tesirimiz sıfırdır. Onlarla önce hürriyetin ve sahipliğin doğru tanımı üzerine konuşmak lazımdır. ("Benim Bedenim. Benim Kararım!" sloganı bile bu algının zeminin tarife yetiyor.)

Ki Kur’an dahi pek musırrane bir şekilde (6. Söz’de Bediüzzaman’ın da tefsir ettiği) “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!” ayetiyle bu sahiplik algısını kökünden keser atar. Pekçok ayetinde daha bunu vurgular. Malik-i Hakiki’nin kendi olduğunu ilan ile bundan sonra oluşturulacak bütün yargı inşalarının bu algı üzerine temellendirilmesini ister. Bir mümin böyle düşünmelidir. Böyle düşünmezse üzerine şeriat binasını dikilmez, dikilemez. Sürekli “Acaba?”lar ile savrulup durur.

Devr-i Cahiliye’de kadınların ve çocukların dahi babalarının malı sanıldığı ve miras kaldığı bir dönemden (Yaşar Kandemir Hoca, Örneklerle İslam Ahlakı eserinde anlatır bunu) kişinin kendi istemedikçe feda edilemediği bir Saadet döneme geçiş işte böyle yaşanmıştır. Kur’an önce temellerle oynamış ve algı bozukluklarını insanın fıtrat-ı aslisine göre ayarlamıştır.

Bu noktada yine sık sık Hazret-i Peygamberin (ayağına toprak olayım); “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki...” diyerek sahipliğin kimde olduğunu sürekli vurgulaması (ki bu yemin bilindiği kadarıyla Allah Resulü’nün en sık kullandığı yemindir) sahiplik algısının doğru konulmasının İslam’da ne kadar ehemmiyetli olduğunu ilan eder.

Şimdi, buraya kadar söylediklerimizden hareketle diyorum ki: Kürtaj meselesinde önce konuşulması gereken işte bu özgürlük ve sahiplik algısıdır. Bunun ilmî ve felsefî bir zeminde tartışması yapılmadan ve muhatap bu noktada ikna olmadan üzerine bunun dinî savunmasını inşa etmek mümkün değildir. Bizim yaptığımız savunmalar da hep bu zemin üzerinde kaldığından muhatapta etkisiz olmaktadır. Böylesi kanunlarda “medenilere galebe ikna iledir” düsturu unutulmadan tüm ikna zeminleri ve dilleri üretildikten sonra adımlar atılmalıdır. Cebir ile iknanın mümkün olmadığı zamanlardayız. Bu yönüyle 31. Söz’ün ihtarından ve Eski Said'in hürriyet tariflerinden alacağımız daha çok ders vardır.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Risale-i Nur'da sadece Kur'an mı tefsir edilir?

Bir önceki yazımızda Risale-i Nur’un tefsir olduğu noktasında şüphe taşıyanların bu şüpheyi hangi zihnî önyargılardan beslediklerini konuştuk. Üslûpperestlik hastalığımız üzerinden meseleyi irdeledik...

Bu yazıda da (inşaallah) mevzuun bir başka yönünü ele alarak “Risale-i Nur’un tefsir olduğuna neden itiraz ediyorlar?” sorusuna cevap arayacağız. Ancak yine bu yazıda Muhakemat’ta geçen “üslûpperestlik” kavramından çok uzak kalamayacağımızı hemen belirtelim. Bu nedenle bu yazının daha iyi anlaşılması için bir önceki yazımızın da okunmasını istirham etmek mecburiyetindeyiz. Tevfik Allah’tan...

Bilindiği gibi yeni bilgiler, öğrenilmiş tanımların içine oturtularak zihni yerleştirilirler. Hatta yaptıkları çağrışımlar bile o bilgilerin içinde yer alan kelimelerin bizde yaptıkları çağrışımlara denktir. Bu noktada kötü bir sözlük bilgisi, iyi bir bilgiyi dahi kullanılmaz hale getirebilir zihinlerde...

Kelimelere hakikatte sahip olduklarından başka manalar verme, hatibin muhatap üzerindeki etkisini de değiştirir. İyi bir cümle kötü, kötü bir cümle iyi anlaşılabilir. Lügatçe eğitimi (ve kelimelerin kökenlerine ulaşma) bu noktada önemlidir. Hatta bir de okuduğunuz metin veya dinlediğiniz söz kendi içinde terminolojik bir dile sahip ilim dallarına aitse; mesele iki kez çetrefilleşir. Bu sefer aynı ilmin bazı özel kelimelerinin ıstılah manalarını da öğrenmeniz ve kökleriyle karşılaştırmanız gerekir. Bu sayede ancak cümleyi veya bilgiyi doğru anlarsınız. Yoksa pek fena yanılırsınız.

İşte ben tefsir meselesini ele alırken de kafamızdaki bazı tanımlara (belki üslûplara) saplanıp kaldığımızı, onları aşamadığımızdan Risale-i Nur’u bu kalıplara sıkıştıramadığımızı düşünüyorum. Mesela tefsirin tarifi bizzat Diyanet İşleri’nin sitesinde şudur: “Kur'an-ı Kerim'i usûlüne göre açıklamak ve yorumlamak demektir.”[1] Biraz daha araştırma yaptığınızda Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük Tefsir Tarihi eserinde şu bilgiye rastlarsınız:

“Bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamında ‘el-Fesr’ masdarından tef’il babında bir kelime. Istılahta beşerî takat oranında, Allah Teala’nın muradına delalet etmesi yönünden Kur’an-ı Kerim’i inceleyen bir ilimdir.”

Şimdi, Risale-i Nur’u sadece tefsirlerin bu tanımları üzerinden ele aldığınızda içeriğiyle biraz onlardan ayrılmaktadır. Zira Risale-i Nur’da sadece Kur’an ayetleri değil; aynı zamanda tekvini ayetler ve hadisler de tefsire tâbi tutulmuştur. Bakınız müellif-i muhterem bu noktadaki düşüncesini farklı eserlerinde nasıl beyan etmiştir:

“Bir hadis-i şerifin, âhir zamanda an’anât-ı İslamiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben, otuz altı sene evvel o hadisi tefsir etmiştim.” (Emirdağ Lahikası)

Bu ifadede görüldüğü gibi Bediüzzaman, külliyat içinde sadece ayetlerin değil, hadislerin de tefsir edildiğini, yani kelimenin lügattaki köküne gidersek “açıklamak ve keşfetmenin” sadece ayetlere münhasır bırakılmadığını, hadisleri de içine alacak şekilde geniş düşünüldüğünü söylemiştir. Başka bir yerde de Kur’an’ı kainatın tefsiri olarak zikreder: “Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlûkata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’ân’dır.” (Mesnevî-i Nuriye)

Yine başka bir yerde kâinatın Kur’an’ı tefsir ettiğini söyler: “Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki gara­bet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, câmidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i âm­me, inayet-i tâmme, rahmet-i vâsia, rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tan­zim, imkân, hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâ­ke­zâ, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîrin vücub ve vücuduna ve ev­saf-ı kemâliyesine şehadet ettikleri gibi; Esmâ-i Hüsnâyı tilâvet ederek, Ce­nâb-ı Hakka tesbih ve Kur’ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ih­ba­ratını tasdik ediyorlar.”

Görüldüğü gibi Bediüzzaman’ın tefsiri ele alış biçimi sadece Kur’an’ın tefsiri şeklinde değildir. O, ilk olarak Mesnevi-i Nuriye’de beyan ettiği gibi; Kur’an’ı, kainatı ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) sünnetini bir bütün olarak ele almıştır. (Hatta bir yerde buna vicdanı da ekler, başka yerlerde çıkarır.) Ve üçünü bir arada tefsir etmiştir.

Bu noktada elbette yukarıdaki tanımlara göre yapılan tefsirlerden bazı farklılıklar (hem üslûb, hem içerik olarak) içerecektir. Bu noktada kelimeye daha sonradan verilen terminolojik mananın, kelimenin sözlük anlamına engel olmaması ve Risale-i Nur’un bir tefsir eseri olduğunun hakkının verilmesi gerekmektedir. Çünkü hakikaten "açıklayan" ve "keşfedendendir."

Bilindik tefsirlerden bir farkı da işte böyle kainat, Kur’an ve sünneti ayrılmaz bir bütün olarak ele alması, kabul etmesidir. Birbirini tefsir ettiklerini düşünmesidir. Bu yüzden klasik tefsir üslubuna alışık olanlar Risale-i Nur’u yadırgamaktadırlar. Kainat, sünnet ve Kur’an arasında ördüğü kanaviçeyi garip bulmaktadırlar. Fakat bir önceki yazımızda dediğimiz gibi: Kusur eşyada değil, nazardadır. Tefsiri sadece Kur’an ayetlerine münhasır sanmak ve Allah’ın diğer kitaplarını (mesela kâinat kitabını) ve muallimlerini tefsirin dışına atmak üslûpperestlik hatasıdır.



[1] http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/DiniBilgilerDetay.aspx?ID=2242.

27 Mayıs 2012 Pazar

Üslûbperestlik ve tefsir algımız üzerine...

Okuyanlarımız anımsayacaktır. Bediüzzaman, Muhakemat’ın Unsuru’l-Belagat kısmında lafızperestliği bir hastalık olarak tarif ettikten sonra hastalıkların sayısını arttırır: “Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik ve üslûbperestlik ve teş­bihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle, ileride if­rat ile, tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır” der.

İlgili bölüm belagat üzerine olmakla birlikte, Muhakemat’ta topyekûn ilimlerin İslamîleştirilmesi adına çok kıymetli mizanlar olduğunu düşündüğümden meseleyi biraz daha kapsamlı ele almayı öneriyorum. Zikredilen hastalıkların da sadece belagata ait hastalıklar değil, bütün ilim dallarına sirayet etmiş hastalıklar olarak ele almak istiyorum.

İşte bu yazıda da (eğer becerebilirsem) bir nebze bunu vurgulamaya çalışacağım. Üslûbperestliğin yalnızca bir ilim dalına (ki o da bu yazı için tefsirdir) sirayetiyle nasıl ifrat söylemler geliştirildiğini ve bu söylemler eşliğinde nasıl dışlama operasyonları yapıldığını anlatmaya çabalayacağım.

Bilirsiniz, kimi makamlarda Risale-i Nur’un bir tefsir eseri olmadığı bazı bazı dillendirilir. Müellifinin eserlerini tefsir (manevî tefsir) olarak nitelediğini söylediğinizde ise şöyle itiraz ederler: “Ama bakınız, hiç tefsir eserlere benzemiyor. Çok başka bir tarzı var. Ne bir sırayla gidiyor, ne de uzun bir sureyi tam anlatıyor. Sürekli ayetler, hadisler arasında geçiş yapıp duruyor. Böyle nasıl tefsir olur?”

Aslında görüldüğü gibi muhatabın itirazı Risale-i Nur’un Kur’an’ı anlatmadığı yönünde değildir. (Belki o yönüyle beğenmektedir bile...) Onun sorunu daha çok Risale-i Nur’un kafasındaki tefsir üslûbuna uymamasından kaynaklanmaktadır. Yani Fatiha’dan başlayıp Nas’ta biten bir klasik üslûb içinde ayetleri açıklamayışını, hem açıklarken içine farklı bilgiler de katarak lafzî tefsirlerden bu noktada ayrılışını iddialarına geçer akçe görürler.

Fakat bu noktada aslında onların hastalığı tam da Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta zikrettiği üslûbperestlik hastalığıdır. Yani bir yola, yönteme, anlatım tarzına saplı kalarak; ondan gayrı yollar, tarzlar geliştirenlere uygulanan bir dışlamadır. İlgili ilim dalına yapılmış bir daraltma harekatıdır bu. Tefsir gibi geniş bir kavramı lafzî tefsir makamına münhasır sanmaktır.

Halbuki bakınız, bu güzeller güzeli pınarın daha başlarında yer alan âlimler tefsirleri nasıl sınıflandırıyorlar: Mesela meşhur âlimlerden İbn-i Kayyim, tefsirleri Bediüzzaman’ın tasnifine benzer bir tarzda, fakat üçe ayırır: 1) Kur’ân’ın lafızlarının açıklamasını esas alan tefsir anlayışı (lafzî tefsir). 2) Kur’ân’ın vermek istediği mesajı esas alan tefsir anlayışı (manevî tefsir). 3. İşarî tefsir.[1]

Yine İmam-ı Gazalî’ye göre de tefsirler ikiye ayrılır: 1) Lafzî tefsir. 2) Manevî tefsir. İmam-ı Gazalî aynı sınıflandırmanın hemen yanında örneklendirmelerle lafzî tefsirlerin Kur’an’daki manaları anlamakta yeterli olmayacağını, bu noktada manevî tefsirlere de muhtaç olunduğunu söyler.[2]

İmam-ı Şafiî ise bu konuyu daha farklı bir perspektifle şöyle detaylandırır: “Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı açıklaması iki şekildedir: Birincisi: Kur’ân’ın naslarına yer vererek yapılan açıklama. İkincisi: Kur’ân’da mücmel olarak ifade edilen hususlarda Kur’ân lafızlarına yer vermeksizin Allah’ın muradının ne olduğunu doğrudan aktarmak.”[3]

Yapılan nakillerden de anlaşılacağı üzere tefsir metodolojisi sadece klasik tefsir usulüne, uslûbuna münhasır değildir. Eski imamlar, âlimler tefsir kavramını daha geniş anlamışlar ve öyle de ele almışlardır. Bu noktada Risale-i Nur’un klasik tefsir metoduna uymayışı, onu tefsir ilminden dışlamayı gerektirmez. Aksine bu; ilk çıktığı kaynakta çok geniş akan bir suyun, zorlama metodlarla daraltılması, dar bir kanaldan akıtılmasıdır.

Bu noktada Risale-i Nur’un da sıradışı metodolojisiyle yeniden bu mecrayı genişletmeye çalıştığını söylesek herhalde yalan olmaz. Hasılı; her ilim, gelişmesi sürecinde, Muhakemat’ta Bediüzzaman’ın ikaz ettiği şekilde pekçok hastalığı içinde barındırmaktadır. İşte yukarıda bir örneğini zikrettiğimiz üslûbperestlik de bunlardan birisidir. Tefsiri yalnızca klasik tefsire münhasır sanmak, sananların üslûpperestliğinden başka birşey değildir. Risale-i Nur’un böyle bir algıda kusuru yoktur. Kusur nesnede değil, nazardadır.

(Not: İnşaallah bu konuyu ikinci ve belki üçüncü bir yazıyla daha ele alacağım. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...)



[1] Niyazi Beki’nin Yeni Ümit dergisindeki “Risale-i Nur’un Tefsirdeki Yeri” makalesinden iktibasla: Bkz. Menna, el-Kattan, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an (Beyrut,1412/1991), s. 357-58.
[2] A.G. Makale’den iktibasla: Gazalî, İhya-u Ulumi’d-Dîn (Kahire 1358/1939) 1/300.
[3] A.G. Makale’den iktibasla: Bkz. Eş-Şafii, er-Risale (Thk. A. Muhammed Şâkir, Beyrut, ts), s. 91-92.

17 Mayıs 2012 Perşembe

İhtiyarlar Risalesi, geriatri ve modern zamanlar...

“Modern hayat ile birlikte hayatın değişmeyen yönü önemini kaybetti. Bu kayıp en ağır yenilgiyi yaşlıların dünyasında gerçekleştirdi. Dünün bilgisi önemsenmediğinde, yaşlıların dünya üzerinde tuttukları alan işgal gibi algılanmaya başlandı.”

Böyle söylüyor Fatma Barbarosoğlu İmaj ve Takva isimli kitabında... Modern zamanlarda ihtiyar olmanın, diğer zamanlara nispeten daha zor olduğunu, çünkü ihtiyarlığı kıymetli kılan şeylerin artık “önemsenmeyen” haline geldiğini belirtiyor.

Ahirzamanı soluklayıp da Fatma Barbarosoğlu’nun bu sözlerine hak vermemek elde değil. Hakikaten her bilginin pek çabuk eskidiği ve yerlerine sürekli yenilerinin üretildiği bu devirde eskiye dair malumatı olanların ayakta kalabilmesi ve dahi kıymetli kalabilmesi çok güç. En nihayetinde gençlerden bulabildikleri tek karşılık (en iyi ihtimalle) “küçümseyici bir şefkat” oluyor.

Dikkat ediniz, mazide olduğu gibi saygı içeren bir şefkat değil bu... İçeriğinde küçümseyicilik var. Zira yaşla gelen bilgelik hayatın çarklarında ezilip kaybolan, kıymet bulmayan bir kavram haline gelmiş. Bildikleri herşey çoktan eskimiş. Bu yönüyle ihtiyarlar da ancak “acınmayı” alabiliyorlar gençlerden. Susup hayatın dışarısına çıkmaları bekleniyor onlardan. Konuşan, görüş bildiren ihtiyar makbul olmuyor. Ahirzaman bizi oraya doğru götürüyor. Belki sürüklüyor...

Bu yönüyle “geriatri” isminde bir bilim dalının 20. yüzyılda ortaya çıkması da tesadüf değil. Geriatri, Prof. Dr. Servet Arıoğul’un ifadesiyle; “65 yaş ve üstü hastaların sağlık sorunları, hastalıkları, sosyal ve fonksiyonel yaşamları, yaşam kaliteleri, koruyucu hekimlik uygulamaları ve toplum yaşlanması ile ilgilenen bilim dalı olup iç hastalıklarının bir yan dalıdır.” Ortaya çıktığı ilk zamanlarda yaşlıların sadece bedensel rahatsızlıklarını incelerken, şimdilerde psikolojik ve sosyal sorunlarını da masaya yatırmakta, onlara da uzun mesailer ayırmaktadır.

Dünya üzerinde ortaya çıkışı 1930-1940’ları bulsa da[1] yaygınlaşması ve sistemleşmesi 1980’leri bulur.[2] Türkiye’de de ilk geriatri bilim dalı ve ünitesi Cerrahpaşa’da 1980’lerde kurulur ancak.[3] Geriatrinin ülkemizde iyice yerleşmesi ise daha da sonradır: “Türk Geriatri Vakfı, 16 Nisan 2001 tarih ve 24360 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan ilan ile kurulmuş ve aynı tarihte faaliyete geçmiştir.”[4] Yani ülkemizin geriatriye katılımı belki Avrupa ülkelerine kıyasla daha sonradan yaşanmıştır. Geriatrinin kurulmasındaki etkenlerden birisinin ülkelerdeki yaş ortalamasının yükselmesi olduğu düşünülürse, Türkiye’nin bu noktada neden Avrupa’dan daha yavaş davrandığı belki anlaşılabilir.

Ancak bütün bunların ötesinde bir yere götürmek istiyorum ben şimdi sizi: 1934 yılına... 1934 yılı Türkiye’de bir âlimin, tarassutlar içinde dünyayla haberleşmesi kesik bir âlimin ihtiyarlık üzerine ilk eserini telif ettiği tarihtir. Bediüzzaman Said Nursî, 1934 yılında İhtiyarlar Risalesi’ni yazdırmaya başlar. Daha sonra da bunu 1944 yılından sonra telif ettiği ilave metinlerle genişletir. Fakat acaba dünyanın başka başka meselelerle meşgul olduğu, II. Dünya Savaşı’nın “Geliyorum!” seslerinin işitildiği bir devirde Bediüzzaman böyle bir eseri neden telif eder? Neden siyasete dair değil de böyle bir konuya yoğunlaşır?

Ben bu noktada Bediüzzaman’ın yine harika bir öngörüyle geleceğin sorunlarına (yahut gelecekte iyice ortaya çıkacak olan sorunlara) Kur’an’ın reçetelerini sunduğunu kanaatindeyim. Daha o zamanlar Avrupa’da yeni yeni teşekkül etmeye başlamış bir bilim dalının psikolojik anlamda büyük yararlar sağlayacak ilk çalışmasını, belki ilk metnini, Anadolu toprakları üzerinde telif etmiştir. Belki ahirzamanın böylesi sıkıntılara gebe olduğunu, (Fatma Barbarosoğlu’nun dillendirdiği şekilde;) yaşlılığın dışlanacak bir hale geleceğini hissetmiştir.

Bir yandan ihtiyarlara nasihatler ederken, diğer taraftan gençlere de onların birer bereket vesilesi olduğunu, hayattan dışlanmalarının yanlış olduğunu aktaran böylesi bir eserin kıymeti, sanıyorum Fatma Barbarosoğlu’nun tespitleri ışığında okunursa daha iyi anlaşılır.

Geriatri üzerine çalışmalar yürütenlerin de, onlardan yıllar önce bu konunun psikolojik ve sosyolojik taraflarına dair bir eser telif etmiş Bediüzzaman’ın metinlerini incelemeleri, ondan destek almaları gerekmez midir? Fakat ne ilginçtir ki, belki bu insanların İhtiyarlar Risalesi’nden bile haberleri yoktur. Evet, Risaleler bu topraklarda yazılmış eserler olmalarına rağmen, hâlâ bu toprakların evlatları tarafından açtıkları çığırların fark edilmesini beklemektedirler...






[1] http://www.akadgeriatri.org/managete/fu_folder/2009-03/html/2009-1-3-125-131.htm
[2] http://www1.gantep.edu.tr/~hastane/?page_id=210
[3] http://www.anadolusaglik.org/haber-detay/1465/1/geriatri-ile-saglikli-bir-yaslilik-gecirmek-mumkun.aspx
[4] http://www.turkgeriatrivakfi.org.tr/

10 Mayıs 2012 Perşembe

Tekrar tekrar okunası kitaplar...

“Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir.” Evet, Bediüzzaman’ın bu cümlesi 9. kez okumakla nimetlendirildiğim (öyle düşünüyorum) Şualar’a karşı hissimi tarif etmede en nihayi nokta. Onu okumak, daha doğrusu onları okumak; hiç bitmeyecek bir yolculuğun içinde olmak demek. Çünkü okumakla bitmeyen, yıllandıkça tazelenen güzeller onlar. Şualar’ da öyle, Sözler de öyle, Lem’alar da öyle. Bunu sırf bir cemaatin üyesi olmak, o cemaatin aferinini kazanmak için yazmıyorum. Altı doldurulmamış, kendisine inanılmamış bütün medihlerin canı cehenneme! Ben bu eserleri beni bir başka halete soktukları için seviyorum. İnsan haletine...

Tuhaf mı söylediklerim? Hiç tuhaf gelmesin. Güzel kitaplar genelde bu etkiyi yaparlar. Onlar, hakkında konuşup durduğumuz dünyadan bir çıkış kapısı, bir nefes alma yöntemidir (sıkılanlar için). İlk askerde fark etmiştim bunu. Bir çocuk vardı, uzun dönem askerlik yapan, çok kitap okurdu. Cep telefonu yakalatmaktan ceza almıştı, şafağını uzatmıştı. Eline ne geçse, ne kitap bulsa o kışla ortamında, seste, gürültüde okurdu. Nasıl bu kadar çok okumayı başardığını sorduğumda şöyle demişti: “Abey, bu kitaplar da olmasa ben burada gafayı yerim. Bunları okuyorum da gafam dağılıyor!”

Evet, hakikaten biz bu kitapları okuyoruz da dünyanın keşmekeşinde kafamız dağılıyor, ruhumuz nefes alıyor ve hayalimiz gerçekliğin soğukluğundan, baskısından, cenderesinden bir nebze kurtuluyor. Hele bu kitaplar Risaleler olunca ben bu kurtuluşu daha âli görüyorum. Nasıl ki, ehl-i zikir, zikrullah ile hayattan kendilerini bir nebze koparıyor, transa benzer bir halde başka âlemlere (içlerinde veya dışlarında) yolculuk ediyorlar; sanıyorum biz Nur talebeleri de bu kitapları okumakla ve bunlarla meşgul olmakla hayatın cenderesinden sıyrılıyor, rahatlıyor, nefes alıyoruz. (Müellif yine Şualar’da Risale-i Nur’la meşgul olmanın faydalarını sayarken buna benzer şeyler söylemiyor mu?)

Bizim hakkımızda “Bunlar da hep çiçekten, böcekten bahsediyor!” diyorlar belki. Aldırmıyoruz... Yalnız bu dünya için yaratılmadığımızın farkındayız çünkü. Ondayken bile ötesine yollar kolluyoruz.

Külliyat benim için bu demek, Şualar bunun bir parçası. Ancak Şualar, İkinci Şua gibi ağır bir bahisle başlayıp sonra Yedinci Şua’ya giderken bu yolculuğu taçlandırıp en nihayet Meyve Risalesi’yle bizi tekrar hayatın içine çekiyor oluşuyla manidar. Eserin bütününe baktığınızda sanki bir bütün değilmiş gibi. Biraz oradan, biraz buradan, biraz mektuplardan, biraz savunmalardan... Öyle derlenmiş, toplanmış, herşeyden bir miktar katılmış birşey. Karışık bir yemek.

Fakat onları aşıp bütün bu yazılanların aynı insanın kaleminden çıktığını düşündüğünüzde o insanın nasıl bir dünyaya sahip olduğunu tefekkür etmekle sizi heyecanlandırıyor. Bir yandan mahkemelerle, zindanlarla cebelleşmekte; diğer yandan ancak büyük bir iç huzuru yakalamış birisinin yazabileceğini düşündüğüm çok ağır ve derin metinleri hazırlayabilmekte... Nerede o huzur, nerede Eski Said’in ve Yeni Said’in hayatı? Bunlarla meşgulken onları nasıl yazıyor? Onları öyle yazarken bunlarla nasıl meşgul oluyor? Şualar bu yönüyle Yeni Said’in iki kanadının şahidi. Bir yanda İkinci Şua var, diğer yanda Meyve Risalesi...

Belki biz de böyle yaşamalıyız, ama beceremiyoruz. Hayat bizi öyle sarıyor ki; hayatımız gündemden ibaret oluyor. Halbuki böyle şeylerin yazıldığı, düşünüldüğü “kurtarılmış zamanlarımız” da olmalı. Hayat sadece bize sunulanla meşgul olduğumuz bir dilimden ibaret olmamalı. Bir pasta gibi farklı meşgalelerle kuşattığımız dilim dilim birşey olmalı. Bence Bediüzzaman’ın Şualar’ında böyle bir ders var. Bir yanda başka bir Said, bir yanda bambaşka bir Said var. Ne yazayım ki, ben şimdi bu kitap hakkında? 9 kez okudum, ama sanki hiç okumadım. Öyle birşey... Nasıl yazayım? Her okuyuşumda ilkmiş gibi geliyor.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...