19 Aralık 2024 Perşembe

Cem Yılmaz'ın arabası sırat köprüsünden geçer mi?

Haberlere bakıyorum arkadaşım. Ve kendime pek hayret ediyorum. Çocuk nefsim her âdemin eline geçen varlığın spotuyla heyecanlanıyor. "Ronaldo senede şu kadar kazanıyor..." yazıyor mesela. Bakıyorum. İçimde bir dalgalanma var. "Cem Yılmaz'ın araba koleksiyonu şu kadar..." deniliyor bir manşette. Dikkat ediyorum. İçimde bir cilvelenme oluyor. Halbuki imanımla bütün bunların boş olduğunu biliyorum. Bana yüzbin altın da verilse Ronaldo'nunki gibi veya Cem Yılmaz'ınki gibi yüzü fanilikten ötesine bakmayan bir hayat istemezdim. Korkardım. En nihayetinde hepsi hiçliğe gidecek olduktan sonra bu kadar biriktirmenin ne anlamı var? Asıl sahiplik o ki, kazandığın dane kadar da olsa, asla elinden çıkmasın. İşte müslümanın umudu dünya sahrasında beka avlamaktır.

Mürşidim 13. Lem'a'nın 4. İşaret'ine şöyle yüksek bir giriş yapıyor: "Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

İmtihanımızı çetrefilli kılanın da bu olduğunu düşünüyorum. Evet. Hem şeriatı rahmet kılan da burası. Âlem 'ademî görünen ademîlikler' ile 'vücudî görünen vücudîlikler'den ibaret değil. Bir de 'vücudî görünen ademîlikler' ile 'ademî görünen vücudîlikler' var. Mesela? Mesela: Sadaka. Sadaka zahirde yokluksal görünüyor. Verdiğin zaman malın azalıyor. Fakat, Hakîm-i Kerîm, Hadid sûresinde mealiyle buyuruyor: "Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlarla Allah’a güzel bir borç verenlere harcadıkları şey kat kat fazlasıyla geri ödenir. Üstelik, onlar için bitmez tükenmez, pek değerli bir mükâfat vardır." Demek ki o ademî değil. Kabuk ehline ademî görünen bir vücudîliktir. Cihad da böyledir. Oruç da böyledir. Hatta namaz da böyledir. Aldığından çok daha fazlasını verir.

Diğer tarafta da 'faiz' var. Faiz de zahirde varlıksal görünüyor. Aldığın zaman malın artıyor. Fakat, Alîm-i Hakîm, Bakara sûresinde yine kısa bir mealiyle buyuruyor: "Allah, malı artırdığı sanılan faize bereket vermez ve eksilte eksilte sonunda mahveder. Buna karşılık malı eksilttiği sanılan zekât ve sadakaları bereketlendirir. Allah, nankörlükte ve günahta ısrarlı olanların hiçbirini sevmez." Demek ki o da vücudî değil. Yine kabuk ehline vücudî görünen bir ademîliktir. İşte, Kur'an'la-sünnetle belirlenen şeriat, tam bu noktada gerekliliktir. Zira, akıl 'vücudî görünen vücudîliği' veya 'ademî görünen ademîliği' tanıyabilse de, tersi durumlarda perdelerini aşamaz. Bütünün Sahibinin ezel denen manzar-ı âlâdan haber vermesi gerekir. Haberdar ettiği hakikatler sayısınca Ona hamdolsun.

O halde 'dalâlet, şer, musibetler, mâsiyetler ve belâlar...' kabilinden her varsa onun aslında bir ademîlik bulmalıyız. Bulamayanlara bulup göstermeliyiz. Gösterirsek vücudî sanmakla aldananların gözleri açılabilir. Başta kör nefsimiz olmak üzere, cümle nefisler, kem lezzetlerinden vazgeçebilir. Yoksa? Yoksa kurtulmak da yok. Zira nefis bu dünyada vücudî görünen herşeyi vücudî olarak kabul ediyor. Ademî görünen herşeyi de ademî sayıyor. Onun gözleri ileri derecede miyoptur. Uzağı seçemez. Vicdan gibi yapamaz. Öteye bakamaz. O yüzden belki de, Bediüzzaman Hazretleri, ahirzamanın irşad usûlünü tayin ederken şu hususa dikkat çekiyor: "Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir."

Bu çeşit bir cihad her türlü araçla yapılabilir. Romanla olabilir. Sinemayla olabilir. Tiyatroyla olabilir. Zira böylesi yöntemler zaman kayıtlarından da kurtarırlar bir ölçüde. Akıbette çekilecekleri günümüze getirebilirler. Yani hayırda kullanılırlarsa 'rabıta' faydası verebilirler. Evet. Nefis neticeyi görmeden sezemez. Tatmadan bilemez. Batmadan çıkamaz. Miyopa resmi yaklaştırmak zorundayız. Onu körlükten kurtarmak ancak yaklaştırmakla olur.

Hayırlı olan herşeyde bir 'vücudîlik' var. "Mehmed Ahmed'den daha cömert!" dediğimde bir varlıksallık kastediyorum. "Ahmed Mehmed'den daha uzun!" dediğimde de kastettiğim yine bir varlıksallık. İki varlık arasında bir kıyas yaparak kendi 'hayır' tayinimi kurguluyorum. Tayin ettiğim hayır sahiden 'hayır' mı? Bunu ancak bana Bütünün Sahibi söyleyebilir. Zira vücudî olanın hakikati de Vacibü'l-Vücud'un razılığına dayanır. Âl-i İmran sûresinde şöyle denilir: "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım! Sen, mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini hor ve hakir kılarsın. Bütün hayır Senin elindedir. Senin herşeye gücün yeter."

Arkadaşım, bütün kainatı bir makine gibi düşün, kendini de o makinede bir dişli olarak hayal et. Senin dişlin makineyle uyumlu çalışıyorsa, onunla bir düzen hareketteyse, hareketinde bereket olduğundan bahsedilebilir. Yoksa eylemlerinde varlıksallık yoktur. Vücudîliklerin hep ademîliktir. Münkir bu âleme kendi çarkıyla ne katarsa katsın nihayetinde düzenden dışarıya düşer. Düzenden dışarıya düştüğü için de cezalandırılır. Hem bu dünyada hem ahirette cezalandırılır. Ahiret cezasını teşhis edememesi nefsinin miyopluğu nedeniyledir. Öyle ya! Körler uçurumlardan korkmazlar. Niye korksunlar? Görmezler ki. Derinliğin endişesi miyopluklarında kaybolur. Ancak onlar bastonları alındığında korkarlar. Ayakları boşa geldiğinde korkarlar. Iraktaki tehlikelerdense havfları yoktur.

Ankebut sûresine ismini veren ayette de kısa bir mealiyle buyruluyor ki: "Allah'tan başka veli edinenlerin hali, örümceğin durumu gibidir. Örümcek de bir yuva yapar; fakat yuvaların en zayıfı örümceğin yuvasıdır—keşke bilseler!" Hakikaten de örümceğin ağını uzaktan gördüğünde birşey var sanırsın. Halbuki elini sürdüğün anda sanki yokolur. Yani 'aslının yokluk olduğunu' fısıldar sana. Sadece sûretten ibaret olduğunu fısıldar. İşte, arkadaşım, Deccal'in 'cennet sûretindeki cehennemleri' ve 'cehennem sûretinde cennetleri' de örümcek yuvasına benziyor.

Fitnesi, vücudî görünen ademîlikler üreterek, asıl vücudîlikleriyse ademî göstererek genişliyor. Bu nedenle bir komedyene hayret ediliyor da İslam âlimine hayret edilmiyor. Tumturaklı albenisi pek fazla. Her tarafı sarmış gibi. Çok çok şeyler üretmiş gibi. Lakin yekünü örümceğin yuvası. Elini sürsen dağılıp gidecek. Çüpçürük ip gibi kopacak. Subhanallah. Örümcek yuvasının nasıl birşey olduğunu anlatamıyoruz kimseye. Çünkü sinekleştik. Her eylemsel artığa müşteri olduk. İnsan nefsinin peşine düşüp sinekleştikçe örümcek yuvası da ona sahileşir. Artık tutar da bırakmaz. Yutar da hissettirmez. Demek ağı teşhis edebilmek için önce sinekleşmekten kurtulmak gerek. Her manipülasyona kapılmamak gerek. Her koku için oradan oraya vızıldamamak gerek. Biraz da bundan belki, mürşidim, 4. İşaret'i şöyle bitiriyor:  "İşte, ey ehl-i iman! Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve 'Eûzü billâh' demekle Cenab-ı Hakka ilticadır. Ve kal'anız Sünnet-i Seniyyedir."

Evet. Durması gereken yeri bilen daha az manipüle olur sahiden. O zaman Hüdamızdan herdaim dileyelim arkadaşım: Ayaklarımızı ehl-i sünnet dairesinde sabit kılsın. Yerimizi iyi bilirsek, inşaallah, oramız-buramız daha ayrı ayrı oynamaz. Ayrı ayrı oynadığı yerler azalır en azından. Arızalar için de 'istiğfar' ederiz. Nihayetinde sadece âdemiz. Herşeyden evvel ümidimiz Rahman u Rahim Sultanımızın merhametidir. Dilenmekten asla vazgeçmeyiz. Eh, hikâyemiz ceddimizin hatasıyla/tevbesiyle başladı, ahiri de elbette böyle bir umuda yaslanacaktır, vesselam.

14 Aralık 2024 Cumartesi

Müslüman olmak "Ben hayvan kalmak istemiyorum!" demektir

Mürşidim, 13. Lem'a'nın 5. İşaret'inde, diyor ki: "Nefis şeytanı her vakit dinler." Şimdilerde neden böyle olduğu üzerine düşünüyorum arkadaşım. Sonra başka bir mübarekten okuduğum şu tesbit geliyor aklıma: "Allah, ruhu bedene yerleştirdiği zaman, durmak istemedi. Hüda da onu bedene nefisten âşık etti." Kendi nefsime baktığım zaman da bu hakikati görüyorum. İnsanın bekaya âşık yanları dünyaya razı olamıyor.

Onunla tatmin edilemiyor. Lakin yaşaması için de bedenli kalması lazım. Yani varlığımızın devamının baktığı iki veche var: 1) Sonsuza dair şeyler yaptığımızda ruhumuz tatmin oluyor. 2) Fani şeyler yaptığımızda nefsimiz tatmin oluyor. İmtihanın iki kanadı. Gerçekliğimizin ikili dünyası. İnsan komplike bir varlıktır. Cenab-ı Hakkın çok hikmetli oranlarla kardığı nice nice şeylerin teşekkülünden oluşuyoruz. Bunlar bizde varolmalarıyla gerçekliklerini de dünyamıza taşıyorlar. Nefis faniyatta tutunmamızı sağlıyor. Bedensel varlığımızın devamını kollamak için nefse muhtacız. Acıkmalıyız. Evet. Fakat insan sadece acıktığı için yemez. Bir de lezzet almalıyız. Bu lezzet bir habercidir özünde. O şeyin faniyatımızı korumak için gerekli olduğunu söyler. Arzî lezzetler arzî varlığımızın devamı için çakılan sinyallerdir. Semavî lezzetler semavî varlığımızın devamı için çakılan sinyallerdir. Bir Kur'an mushafına baktığında, birkaç satır okuduğunda, namaz kıldığında, oruç tuttuğunda, hatta en küçüğünden bir sadaka verirken hissettiğin tatminse sana bekanın şarkılarını terennüm ediyor. Onun mesajı daha da yücelere dair. Diyor ki yani: "Bu yaptığının da sonsuzda bir anlamı var. Sonsuzda bir anlamı olduğu için de şu ferahlığı gönlünde hissettin. Maşaallah sana."

'Lezzet-i ruhaniye' böyle teşhis edilir. Cebindeki bin lirayla baklava da alabilirsin. Yahut da muhtaç birinin ihtiyacını da giderebilirsin. Baklava alırsan lezzeti üç dilimde biter. Çünkü bedenîdir. Nefsîdir. Fanidir. Hatta, belki, o lezzet geçtikten sonra içine bir pişmanlık da belirir: "Nereden verdim o kadar parayı birkaç dilim baklavaya?" Fakat onunla hayır işlediğinde, ne zaman hatırına gelse, lezzeti aynı şekilde diri kalır. "O gün ben çok doğru birşey yaptım. Elhamdülillah. Beni bu hayra eriştiren Hüda'ya hamdolsun. Doğru bir yerde durdum. Arkadaşımın ihtiyacını giderdim. Bir fakirin himayesinde sarfettim. Bunlar benim bin lirama bir sonsuzluk verdi." Tıpkı Aleyhissalatuvesselamın Hz. Aişe radyallahu anhüma annemize dediği gibi. Hani kesilen bir sığırın budundan başkasını hep dağıtmışlardı da, annemiz, Aleyhissalatuvesselam Efendimize demişti: "Bu buttan başka bize birşey kalmadı." Efendimizse şöyle cevap vermişti: "O halde bu buttan başka hepsi bize kalmış."

Evet, elhamdülillah, Aleyhissalatuvesselam bize ne güzel öğretti: Sonsuzda 'sonsuzca' tekrar dönecek olanlar ancak bize kalmıştır. Fanilikte tüketileceklerse bizim olamamıştır. Bizden geçmiştir belki. Bize uğramıştır. Ama bizim olmamıştır. Çünkü sonsuza kadar elimizde tutmadığımız herşeyde ancak emanetçiyiz. Allah'ın razı olmadığındaysa sonsuzluk umamayız. Zira sonsuzluk Onun razılığından ibarettir. Sonsuzluğu başkasına bağlı olmayan tek sonsuzluk Odur. Bizim ebediyetimiz de arızîdir. O bağışlar da olur. 'Ol' der de oldurur. Vicdan nefisten tam bu çizgide ayrılır. Vicdan sonsuzda neyin kârlı/zararlı olduğunu sezer. Lezzetini tanır. Haber verir. Ne zaman bir haramın müsaitliğiyle sınansa vicdan titrer: "Yapma, bu iyi değil, bize zarar verecek." Fakat aynı günaha karşı nefis inler: "Yapsana, hadi, bedenî varlığımıza birşey katılacak gibi hissediyorum." Hakikaten o günahın bedenimize katacağı birşeyler olabilir. Gıda haramken de gıdadır. Lakin bekamızdan götürdüğü yanında kattığı hiçbirşeydir. Nefis tam da bu eşikte haddini aşar. Bedensel varlığın devamı için 'araç' olması gerekirken, çünkü imtihanın devamı bedenî varlığımızın devamıyla da ilgilidir, o kendisinin kıstaslarını 'amaç' seviyesine yükseltir. Vicdanın ensesine çöker. Sesini duyurmaz olur. O kadar da güçlü gürler ki bir de! Akıl sesinden başka ses işitemez bazen. Ancak istediğini alıp susunca vicdan sızlamaya başlar.

'Nefsin şeytanı her vakit dinlemesi' hakikati de, işte, burada kendisini şerhediyor. 'Kısavadeli lezzetleri tanımak' için verilmiş donanımlarımızın yekünü olan nefis, asıl meselemiz olan, 'uzunvadede neyin faydamıza olduğunu bilmek' mevzuunu müşkülleştiriyor. Arza bakan yönümüz bizi faniyata doğru çekiyor. Geçicilikte boğuyor. Geçicilikte boğuldukça gerçekçilikten uzaklaşıyoruz. Lakin onun da kendince bir gerçeklik algısı var. Dünyadan başka dünyası olmayanlar için de sonsuzluk bir safsata gibi görünmeye başlıyor. Zira nefis sonsuzluğun dilinden anlamıyor. Onun kendisine ne kattığını, nasıl katacağını, neden 'olmazsa olmaz' olduğunu kavrayamıyor. Cihazatı bunun için verilmemiş. Bunda mazurdur. Lakin onun mazur olduğu şeyde biz mazur değiliz. Zira biz nefsimizden ibaret değiliz. Aklımızın da, kalbimizin de, vicdanımızın da ve dahi türlü latifelerimizin de hakkını vermemiz gerek. Başımızı nefsimizden kaldırmamız gerek. Sonsuzluğa dair lezzetleri tanıyan yanlarımızın yekünüyse vicdanımızdır. Akıl dengeyi korumakla görevlidir. Zira sonsuzluğa bakılıp faniyat da büsbütün boşverilemez. Bedenin de hizmetlerinin çekilmesi lazımdır. Eğer bu hizmetler layıkınca görülmezse insaniyetin bütünlüğü ıskalanır. Âdemiyet tamam olmaz.

Şeytan çelişkilerimizin farkında. Birbirinden farklı gerçekliklerle inşa edildiğimizi görüyor. Nefsimizin gerçekliğiyle vicdanımızınkinin uymadığını biliyor. Aklımızın gerçekliğiyle duygularımızınkinin başka olabileceğini seziyor. Öfkelendiriyor bizi mesela. Neden? Çünkü öfkelendiğimizde aklın gerçekliğinden uzaklaşıyoruz. Şehvetimizden yemliyor bizi. Oradan yemlendiğimizde makuliyetten kopacağımızı seziyor çünkü. Buna karşı bizim de cihazatımız var. 'Euzü' sırrı da buna bakar biraz. Biz de Allah'a, bekaya, İslam'a dair beslemeler yaptığımızda direnmenin yollarına koyuluyoruz. Tıpkı Mevlana Celaleddin Hazretlerinin iki kurt meselinde olduğu gibi: "Biri siyah diğeri beyaz iki kurdun var. Boğuşsalar hangisi yener? el-Cevap: Hangisini daha iyi beslersen o." Bizim imtihanımızın da özü-özeti bu. Hangisini daha iyi besliyoruz? 

Allah dostları bize ruhumuzu-kalbimizi beslemenin yollarını öğrettiler. Başta Kur'an ve sünnet zaten bu beslemenin yollarına en hakiki mürşidler idi. Fakat şeytanla arkadaşları da arza bakan yanlarımızı besliyorlar. Yemliyorlar. İstiyorlar ki tamamen hayvan olalım. Ama, hayır, Allah bize hayvanî bir yan vermekle birlikte hayvan kalmamızı istemiyor. Derviş Yunus Hazretleri o yüzden böyle diyor: "Yunus öldü deyu sela verirler. Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez." Hayvanlığına yatırım yapanların hayvanlığı da ellerinde kalmayacak. Bu yatırım boş yatırımdır. Övündükleri herşey onlarla birlikte, belki onlardan da önce, toprak olacaktır. Husulü anında uçacaktır. Suyun üzerine bina kurulmaz. O yüzden mürşidimin duasında ciğerimden bir ses buluyorum: "Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme..." Mahvettirme Allahım. Mahvettirme. Sonsuzluğa uyanık yaratılanlar için şu fanilik büsbütün çöldür. Her detayı rüzgârla savrulan toz zerresidir. Bu tozlarda bizi mahvettirme. Âmin.

12 Aralık 2024 Perşembe

Şeytan Aleyna'dan da tilki

Mürşidim, Mesnevî-i Nuriye'sinde, diyor ki: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Sen bazı vecihlerden fenâya gittiğin zaman, Hâlık-ı Rahmân-ı Rahîmin ilminde, meşhudunda, malûmunda bâki kalmaklığın, senin bekan için kâfidir..."

Zaten Kur'an'da da musırrane buyruluyor kısa bir mealiyle: "Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?" Demek bu şahitliği bilmeye ihtiyacımız var. Peki ne için var? Çünkü insanız. Çünkü varız. Çünkü mahlukattanız. Varlığı tattık bir kere tekrar ademe dönmek istemeyiz. Arızîliğimizi ise sezeriz. Her yitiriş bir parça daha görünür yapar onu. Her ayrılık bir parça daha çağrıştırır gidişimizi. Yokluğa dönmekse artık cehennemden de cehennem bizim için. O yüzden şahitlerimizi çoğaltmaya çalışıyoruz bitevi. Kendimiz olarak kalamazsak başkalarında kalmaya çabalıyoruz. Düşerken duvarları tırmalıyoruz. Tutunduğumuz dalları kırıyoruz. Bağırıyoruz. Isırıyoruz. Hırlıyoruz...

Bütün bu kepazelik hep daha fazla kalabilmek için. Çünkü yalnız kendimizle bir sonsuzluk düşlemenin güçlüğünü okuyoruz. Taş çatlasa yüz senelik bir ömür. Kendisiyle kendisini asla bâki kılamaz. O halde kesinlikle bir yerden yardım alması lazım. Nereden alacak? Ya maddeden yahut da maneviyattan. Maddeden umduğumuz şahitliklerin ömrü yine sınırlı. Youtube'da videoların neden bu kadar izlensin istiyorsun? Tiktok'ta neden bu kadar beğenilmeyi arzu ediyorsun? Instagram'da kırmızı kalpler gördükçe seni sevindiren nedir? İşte bu bu derinden derine hissettiğin şahitliktir. Evet. Onlarda birer iz bıraktın. Artık kalabilmek için yalnız kendinden ibaret değilsin.

Seni gören gözlerde kalabilirsin. Hatırlayan hatırlarda durabilirsin. Duyan kulaklarda gülüşünün kaydı var. Bunları da bir nevi 'kalmak' sanıyorsun. Avunuyorsun. Tıpkı heykellerine saygı duruşu yapılmasıyla kalıcılaştığını sanan diktatörler gibi. Nemrut gibi. Firavun gibi. Şeddat gibi... Herbir tapınma bir 'like' heykelin sahibine. Gülme. Çok izlenme aşkıyla her deneate girenlerin hali de farklı değil emin ol. Aleyna'nın soyadı 'Tilki' değil sadece. İçinde de şahitlerini çoğaltmaktan bekan uman bir tilki var. Fakat bu tilkilikle şeytan bile alay ediyor. Şeytan bile gülüyor. Zira bekasını umduğu şahitliğin en az kendisi kadar fani olduğunu biliyor. Onlar kalacak diye sen de kalacağını sanıyorsun. Fakat onlar da en az senin kadar kalmıyor. En nihayetinde dünya kıyametine gidiyor. Kayıtlar yıkılıyor. Bu yolda umutlar boştur. Buradan 17. Lem'a'nın 3. Nota'sına da fehmimiz uzanır şimdi. Evet. Orada da deniliyor:

"Ey gafil Said! Bil ki, galat-ı his nev'inden, gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fâni nefsini de o nazarla sabit telâkki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyamet1in kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun." Said gafil değil, kurban olayım Said'e, asıl gafil benim. Belki sensin. Belki başkasıdır. Belki hepimize bir/bin hisse düşer bu gafletten. Çünkü kalıcılığı 'ancak kıyamete kadar sürecek' varlıkta arıyoruz.

Halbuki asıl kalıcılık 'hiç unutmayan'ın ilminde varolmakla elde edilir. Hem güzel varolmakla elde edilir. Hem razı olmasıyla elde edilir. Şahit olarak öyle birisini bulmalısın ki, hiç ademe gitmeyecek, unutmak bilmeyecek, 'Yok ol!' demeyecek. Ve Onun bilmesi zaten varlığın yegane kaynağı olacak. Onun 'Ol'u yokluğun yokunu başından alacak. Yokluk kendine var diyecek. Var bilecek. Çünkü yokla varın arasında Onun emrinden başka mesafe yok. Hülasa: Aklı olan, fanilerden şahitlerini çoğaltarak, varlığa tutunmaya çalışmaz. Suya yazı yazarak hiçbir bilgiyi muhafaza edemezsin. Bu sosyalmedya bekası kandırıcı bir beka. Sahte bir beka. Zaten fanilikte kalıcılık arayan herkesin ameli tilkiliğe kurban gitti. Evet. Nefisleri onlara tilkiydi. Fakat şeytan cümlesinin nefsinden daha tilkiydi.

Cehennemde dişleri Uhud dağı büyüklüğünde olacak kadar biriktirdi bedenlerini. Bıraktırdı izlerini. Çoğalttı şahitlerini. Bir Aleyna görüne görüne bin, yüzbin, milyon Aleyna oldu. Her vücudu akıbetine bir ağıt oldu. Şimdi herbir şahitlik için ayrıca ademler çekecek. Herbir ilgiyi özleyecek. Herbir alkışa inleyecek. Onlar hareket halindeki trenden yol kenarındaki dikenli telleri tutmaya çalıştılar. Kârları kanları. Kanları izleri. İzleri yaraları... O kesiklerin sızlayacağı bir yer mutlaka olacaktır. Madem, şahitliğin için ademî yolları seçtin, ademin şahidin olur akıbet sana...

27 Kasım 2024 Çarşamba

Kaderin varsayımlarla işi olmaz

Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydıyla onlardan iktibas yapmaktan çekinmeyiz. Hikmeti yitiğimiz biliriz. Nerede bulsak alırız. İşte, benim alıntım da, 'Bad Boys 4' gibi hakikatte gayet 'bed' bir filmden. Deniliyordu ki orada: "Kaderin varsayımlarla işi olmaz." İzahından önce evvelini de anmalıyım belki. Zira hikayesini işitmeyince hakikatinin zemini de kavranmıyor:

Bir sahnede 'nasıl öleceğini bildiğini' iddia eden Martin Lawrance'e soruyordu Will Smith: "Sen şimdi 'yüzünden vursam bile ölmeyeceğini' mi söylüyorsun?" O ise şöyle cevap veriyordu: "Hayır. 'Kaderimde beni yüzümden vurman yok!' diyorum. Kaderin varsayımlarla işi olmaz."

Peki kaderin 'varsayımlarla' neden işi olmaz arkadaşım? Çünkü varsayım bilinemezliğin vücuduyla mümkündür. Yani cehaletle birlikte varolur. Herhangi birşey hakkında varsayım ürettiğimizde orada 'bilinemezlik' olduğunu da kabul ederiz. İster 'neden' ister 'sonuç' hakkında olsun. İster 'öncesinde' ister 'sonrasında' bulunsun. Değişmez. Mukaddimesinde bir bilinemezlik tasavvur olunmazsa varsayım üretmek de mümkün olmaz. Kader hakkında varsayım ürettiğinizdeyse spekülasyonunuzun ucu ta gidip Allah'ın ilmine kadar dokunur. Hüda ya 'neden'e yahut da 'netice'ye dair bir alanda bilemez olmalıdır ki ihtimaller konuşulabilsin.

Hemen misallendirelim: Bir matbaada çalıştığımızı farzedelim. Öyle ki, her faaliyet, tam bir kesinlikle takip edilsin orada. Hatta her makinenin dakikada ne kadar iş çıkarabildiği bilinsin. (Şimdilerde dijitalleşme böyle bir imkanı her sektörde az-çok sağlayabiliyor diye biliyorum.) Böyle bir matbaada spekülasyona açık bir alan kalır mı? Tahminle iş yapılabilir mi? Hayır. Kalmaz. Yapılamaz. Çünkü, bu kadar detaylı şekilde bilebiliyorsanız herşeyi, tahminin artık bir anlamı yoktur. Bilgi 'başka türlüsünü düşünmeye fırsat vermeyecek kadar' yüksek kesinliktedir. Ulaşılabilecek yakınlıktadır. Nettir. Âyandır. Bu derece belirginlik elbet spekülasyon kaldırmaz.

Sınavdan kaç aldığı net bir şekilde bilinen bir öğrenci için artık "Bu sınavdan falan puanı alır!" denmesine imkan kalmaz. Yani, kesinlik yoksa spekülasyon vardır, spekülasyon varsa kesinlik yoktur. İşte, bu 'Kaderin varsayımlarla işinin olmayacağı' mevzuu, Kader Risalesi'nin de altını çizdiği birşeydir:

"Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, 'Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.' Öyle ise, denilmesin ki, 'Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.' Sual: 'Niçin denilmesin?' Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise biz ehl-i hak deriz ki: 'Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.' Cebrî der: 'Atmasaydı yine ölecekti.' Mutezile der: 'Atmasaydı ölmeyecekti.'"

Kaderin sebeple müsebbebe bir taalluk etmesi; Allah'ın; 'el-Alîm' olduğunu, 'er-Rakîb' olduğunu, 'el-Hakîm' olduğunu idrakte çok önemlidir. Eğer Allah için 'bilemeyeceği bir alan' tayin edemiyorsak, yani bir şekilde kaderin adem-i taallukunu farzetmiyorsak, hâşâ, nasıl olup da yaratışı hakkında spekülatif konuşabiliriz? Ehl-i Sünnet burada da yüzbinlerce 'Maşaallah'ı hakkıyla hakeder. Zira onlar Allah tasavvurlarında tutarsızlığa düşmezler. 'Herşeyi bilen, gören, takip eden, hikmetle tayin eden...' vs. iman ettikleri Rablerini, hâşâ, aksiyle itham etmezler.

'Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.' Evet. Meçhuldür. Çünkü kader mü'min için spekülasyon yapılamayacak bir alandır. Allah'ın yaratışında 'acaba'sı yoktur. Bilemediği yoktur. Sonradan öğrendiği yoktur. Varsayımlar böyle bir imkansızlıktan nasıl yol bulup çıkacaktır?

Buradaki meçhuliyet de "Ölür müydü, ölmez miydi, bilmeyiz!" demekten ziyade "Biz böylesi bir spekülasyon alanının varlığına asla inanmayız!" şeklinde anlaşılmalıdır. İşte, bu idrak, bizi en baştaki hakikattar cümleye götürür yine: "Kaderin varsayımlarla işi olmaz."

Evet. Evet. Yüzbinler evet. Kaderin Sahibinin, neticeyi yaratırken sonucu, sonucu yaratırken neticeyi görmemesi diye birşey mümkün değildir. Hiçbirisiyle ilgisini kesmesi mümkün değildir. Hiçbirisinin perde olup ilminin önünü kesmesi mümkün değildir. Olacak olan, öyle olacağı için, olur. Olan, öyle olacağı için, öyle olmuştur. Hak Tealanın kat'î yaratışında "Eğer böyle olursa şöyle yazarım..." diye, hâşâ, cahillik-acizlik izhar etmesi ihtimali yoktur. Ona sürpriz yapılamaz. O şaşırtılamaz. Bilmediği bir ihtimal karşısına çıkarılamaz. Olamaz böyle şey.

Kur'an'da, sünnette, dinî metinlerde varolan bu tarz ifadelerse bizi hayra/ibadete teşvik içindir. Yalnız penceremizdeki bilinmezliğe işarettir. Yoksa, hâşâ, el-Alîmü'l-Habîr'in neyin-nasıl olacağını bilmemesinden değildir. İmtihan beyanıdır. Subhanallah. Subhanallah. Subhanallah. Herşeyi yoktan yaratan Rabbimizi bilememenin kusurlarından tenzih ederiz. Böyle noktalarda acabaya düşmeyiz. Allah sünniliğin istikametinden ayaklarımızı bir an olsun ayırmasın. Âmin.

13 Kasım 2024 Çarşamba

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok büyük. Daha çoğuyla tanışmaya çalışırken bazılarını arkamızda bırakıyoruz. Evet. Acizliğimizin parçası bu. Hem de gereği. Okyanus tek seferde avuçlanmaz. Sığmaz. Bazen unutuyoruz. Bazen sıkılıyoruz. Bazen ilerliyoruz. Fakat bu durum yine de arkamızda bıraktığımıza saygısızlık etmemizi gerektirmez. Çünkü, birşeyi arkamızda bırakmamız, o şeyin değersiz olduğu anlamına gelmez. Öyle düşünmek kibirdir. Mütekebbir ahbabına teşekkürü unutandır. Kibrin doğasında nankörlük vardır. Ve kibir insanı hidayetten alıkoyar. Hem her vakit ele yeni bir burhan da geçmez. Hem bazen yenisi eskisinin yerini tutmaz. O halde eskilerin itibarını da sarsmamak gerekir. Terbiyesizliğin kimseye faydası yok. İlim yolunda yürüyene hiç yok.

Mürşidim, bu sadedde, Mesnevî-i Nuriye'sinde beyan buyuruyor ki: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Bir burhanla elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti'zamla dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat'î, sahih burhanı reddetmek üzere, 'Bu neticeyi, bu kadar azametiyle, şu burhan onu intaç edemez!' diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmez mi ki neticenin kayyûmu imandır. Burhan ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, burhan bir değildir, bin değildir, zerrât-ı âlem adedince burhanlar vardır."

Başlarken meseleyi yalnız 'acizliğe' bağladım. Eksik söylemiş oldum. Özür dilerim arkadaşım. Zira 'cahilliğin' de bu işte payı var. Hem de 'zalimliğin.' Zaten Furkan da öyle buyurmuyor mu? Yüklendiğimiz emanetin bedelidir sanki 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmak. Var olduk, mahluk olduk, ben olduk, yara olduk. Olduğumuz şeyden ziyade olmadığımız şey olduk. Yani ki, olduğumuzdan haberdar olunca, olmadığımızdan da haberdar olduk. Yine demiyor mu: "Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir..." Demek, yaralarımızı avutmaya çalışırken düşüyoruz, diğer bazı yaralara. Sancılarını bastırmaya çalışırken uğruyoruz daha büyük ağrılara. Her sarhoşluğun öncesinde bir dert var. Fıtrî yaralarımızı kabullenmemek, kabulle güle çevirememek, daha büyük bereliyor benliğimizi. Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır.

Küçük olmasan büyüklenmeye çalışmayacaktın. Zaafların olmasa kurtulmak için aldanmayacaktın. Güç yetirebilsen aleyhlerine geçmeyecektin. İşte, emanetin omuzlarındaki ağırlığı, seni 'zalimlik' ve 'cahillik' yapmaya itiyor. 'Avuçlarım küçük' demiyorsun. 'Su bu kadarmış' demeyi seçiyorsun. Veyahut daha önce avuçladığın suları inkâra yelteniyorsun: "Onlar neydi ki canım? Hiç. Asıl su avuçlarıma son aldığımdır!" Halbuki hakikat okyanusunu avuçlayanlar bitmez. Sen de nihayet sahilde pek az kalacaklardan birisin. Sonrakilerin de o okyanusta hakları var. Ayrılmış payları var. Hakikatleri var. Delilleri var. Gelecekleri var. Görecekleri var. Şahit olduklarında yetinmek zorundasın. Belki gelenler şahitliklerinden fazlasını da bulacaklar. Allah'ın hidayet nehirleri sürekli akmadadır arkadaşım. Feyz okyanusları sürekli kaynamadadır. Hakkını al. Başkalarınınkini inkâr etme.

"Neticenin kayyûmu imandır..." Unutma bunu. Eğer bir delil sahibini mü'min etmişse işini yapmış demektir. Mü'min ediyorsa hâlâ işini yapıyordur hatta. İsterse yanlışlanıyor olsun. Yahut cazibesini kaybetsin. Veyahut yerine daha iyisi konulmuş bulunulsun. Müfessirlerin ayetlerin manalarını açıklarken/ispatlarken sevkettiklerine de böyle bak. Onları kendi zamanlarının şartlarıyla yargıla. O zamanlar söyledikleri o zamanın bilimleriydi. Lazım-ı mezhep mezhep değildir. Şimdinin bilimi başka şeyler söylüyor. Belki geleceğin bilimi de bugünü yalanlayacak. Nihayetinde bütün bu deliller imana ulaşmak için. Kabulüne lazım idrak genişliğine ulaşmak için. İçindeki dane-i hakikat uğruna olsun kimsenin deliline saygısızlık etme. Ahirzamandayız çünkü.

"Hürriyet tenkit vermiş, gururundan dalâlet çıkmış." Saygısızlık, Süleyman aleyhisselamın asâsını kemiren kurt gibi, kemiriyor gençlik asâsını. Salih seleflerimizin sözleri küçümseniyor. Delilleri beğenilmiyor. Usûlleri yadırganıyor. Ne yazık. O kartalların dedikodusu kargalara mı kaldı? Fakat öyle olur. Kartallar uçar. Kargalar ürür. Ahirzaman herkesin zihnine bir 'kusur arayıcı iblis' takıyor. Kendi mü'min ceddinin üzerine salıyor. Halbuki, zamanlarına yetişilseydi, şu gençlerin ilimleri onların tozu bile edemezdi. Sonra gelinmekle herşey bedavaya alındı. Vay. Şimdi emaneti taşıyanların yamalı omuzları da beğenilmiyor. Hayret ki hayret. Hayret, bin kere hayret, ne olduk böyle? Neticenin kayyumu imandı oysa. İman giderse hiçbir delilden o neticeyi bulamazsın ki. Sen, Ebu Cehil, Ay'ın yarılışını görmedi mi sanıyorsun? Gördü. Fakat netice delilin elinde değildi ki! Hidayet Allah'ın mülküdür. Dilediğine bağışlar. Ama korkmalıyız arkadaşım. Çünkü Allah mütekebbirin kalbinde kandil yakmaz.

5 Kasım 2024 Salı

Esenyurt 'Kürdistan' olabilir mi?

Urfa neresidir? Anadolu mudur? Arabistan mıdır? Yoksa Kürdistan mıdır? Siz cevabınızı düşünedurun, Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lahikası'nda çok ilginç birşey söylüyor: "Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafında Nurlara karşı kuvvetli eller sahip olmaya çıksın. Çünkü orası hem Anadolu'nun, hem Arabistan'ın, hem Kürdistan'ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur." Yani mürşidime göre Urfa hem Anadolu'dur hem Arabistan'dır hem de Kürdistan'dır. Üçünün de merkeziyetini yapan bir yerdir. Belki bir kesişim kümesidir. Haritalardan da huduttan da fazlasıdır. Aynı coğrafî okumayı, Bediüzzaman'ın, Medresetü'z-Zehra'yı hayal ettiği Van'a da yaptığını görürsünüz.

İnşaallah hafızam yanıltmıyordur. Çünkü Ahmet Yıldız Hoca'nın 'Ulus Devletin Bunalımı'nda okuduğumu hatırlıyorum. (Kitabı kitaplığımda bulamadım maalesef.) Hülasa edeyim: Hocanın bir yakını kızını evlendiriyormuş. Herhalde Ankara'daydı. Diyarbakır düğünü. Kürtçe türküler çalınıyor tabii. Komşuları düğün yerini taşlamışlar. Rahatsız oldukları şey 'gürültü' değil. Hayır. 'Kürtçe türkülerle kutlanması.' Her neyse, bir zaman sonra, yine düğünleri olmuş aynı mekanda. Fakat, aile, duvarlardan birisine büyükçe Türkiye bayrağı asmış bu defa. Komşuları, bırakın türkülerden rahatsız olmayı, gelip bir de halaya katılmışlar.

Aramızdaki kimi gerginliklerin böylesi önyargılarla sarılı olduğunu düşünüyorum ben. Hatıradaki ilk önyargı: "Kürtçe türküyle eğlenen kim varsa Türkiye düşmanıdır." Fakat önyargıları kırabilecek hamleleri yapmamak da başka bir önyargı. O da belki şöyle düşünüyor: "Ben kimseye ayrılıkçı olmadığımı ispat etmek zorun değilim." Tarafların haklılığı-haksızlığı bir tarafa, buradan çözüm çıkmıyor, çözüm çıkmaması haklıyı da bir ölçüde haksızlığa düşürüyor. Zira aslolan sulhtür. Mümkünse sulhtür.

'Kürdistan' ifadesi de böyle bir mesele. Bu ifade kullanılabilir midir? Hem 'evet hem 'hayır.' Nasıl? 'Evet.' Çünkü onunla kastedilen tarih boyunca bir coğrafya olmuştur. Hep kullanılmıştır. TBMM'nin kuruluş dönemi kayıtlarında bile geçmektedir. 'Hayır.' Çünkü onunla kastedilen yine bir ulus-devlet olmamalıdır. İttihadı bozmak arzusu ile istimal edilmemelidir. Eğer kelime özü itibariyle ifade ettiği tarihsel gerçeği değil de mezkûr siyasi maksadı vurguluyorsa elbette hükmü değişecektir. Hani Risale-i Nur'un bir yerinde denilir: "Meselâ, bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir; aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez." Aynen öyledir. Yürütmez. Yürütemez. Yürütmemelidir. Zira neferin sözünde haddini aşma vardır. Yani böyle bir emri vermek hakkı yoktur.

Burada kendimce kurtarıcı müdahaleyi şurada görüyorum: 'Kürdistan' yerine 'Türkiye Kürdistanı' denilebilir. Türkiye Kürdistanı ifadesinde bir ayrılık kastı yoktur. Bir ittihad imâsı vardır. Tıpkı yukarıdaki hatırada duvara Türkiye bayrağı asmak gibidir. Karşı tarafın önyargılarını kırar. Düşmanlığına mehaz olan şüpheyi giderir. Belki bu söylediğim kimilerinin asabiyetine, o asabiyetten kaynaklanan gururuna dokunacaktır, fakat ben sulh yolunu söylüyorum kendimce. Kavga etmek isteyene yol açık. 40 senedir ediyorlar zaten. Kaç tane genci toprağın altına soktukları malum. Halihazırı değiştirecek bir usûl geliştirmeli...

Aynısını dönüp Türk kardeşlerime de söylüyorum. 'Türk' kelimesi bir ırkı ifade ediyor. Bu belli birşey. Elbette içini başka şekilde dolduranlar da vardır. Hatta ırken Türk olmayıp Türk olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat Kürtler kendilerine Türk demek istemiyorlar. Çünkü bu yalancılıktır. Eğer Türk kelimesi bir ırkı ifade ediyor olmasaydı, ne bileyim, 'müslüman' kelimesi gibi genelgeçerliliği olsaydı mesela, elbette Kürtlerin de böyle bir sorunu olmayacaktı. En azından dindar Kürtlerin olmayacaktı. Zira onlar Türklere düşman değiller. Ancak onlar "Kizb kudret-i İlahîyeye iftiradır!" denildiği gibi düşünüyorlar. "Allah beni öyle yaratmamışken ben neden kendime Türk diyeyim?" diye amel ediyorlar. Bunu da aşmanın yolu var. Yukarıda onlara tavsiye ettiğimi size de ederim. Sulhün yolu basittir. Ya Türk kelimesinin yerine 'müslüman' diyelim yahut da 'Türkiye-Türkiyeli'yi geçirelim. Türk bayrağı yerine Türkiye bayrağı olsun. Türk sineması yerine Türkiye sineması olsun. Nesi eksilir ki böyle dense?

Bazı kavgalar çok küçük adımlarla aşılabilecek gibi durduğu halde hiçbir adım atamadığımızdan dolayı sürüp gidiyor. Kimse burnundan kıl aldırmıyor. Hatta, geçenlerde gördüm, Esenyurt'a 'Kürdistan' diyenler var. Arkadaşlar, bu, o kelimenin meşruiyetine de zarar vermektir. Eğer Kürtlerin sonradan geldikleri bir yer Kürdistan olabiliyorsa, Türklerin de sonradan gittikleri yerler pekâlâ Türkistan olabilir. O zaman onların da Doğu'ya, Güneydoğu'ya vs. 'Türkistan' deme hakları olur. Zira onlar da orada yaşıyorlar. Doğrusu bu kavgayla yaşamaktan ben epeyce sıkıldım. Doğduğumda başlamıştı. Şimdi kırkı geçtim. Aynı şekilde devam ediyor. Yeter. Ne diyelim? Allah rüşdümüzü ilham etsin. Hem devleti Kürtlere doğru atacağı adımlarda cesaretlendirsin hem de Kürtleri devlete doğru atacakları adımlarda merhametli kılsın. Âmin. Ben kendimce hem Kürtlerin hem Türklerin felahını ayrılmamakta görüyorum. Ayrılırsak iki tarafın solcuları, apoistleri ve kemalistleri, dindarları lokma lokma yutacaklar. Zira bir ellerinde 'dünyevîleşmeyi' diğer ellerinde 'asabiyeti' tutuyorlar. Bunların ikisi de pekçok lezzetlidir.

Yani kem lezzetlidir, zehirli bal gibidir, ama lezzetlidir. Vazgeçmek zordur. Mürşidim de öyle diyor: "Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez." Bıraktıramasak da bir şekilde yüzünü hayra çevirmek lazımdır. Dünyevîleşmeye zaten dinimizle karşı koymaya çalışıyoruz. Gücümüz yetiyor-yetmiyor. İkincisini de dine havale edersek kazanması zorlaşacak.

Ya? Bir çaremiz var. 'Birlikte yaşama zorunluluğu.' Bu toprakların her yerinde çoklukla bulunmaktayız. Geleceğimiz için birbirimizle yaşamak zorundayız. O halde ırkçılık bizim için kurtarıcı bir formül olamaz. Irkçılık ancak parçalanmayı getirir. Bu kadar karıştıktan sonra nasıl parçalanacağız? Aynı kitapta, Ahmet Yıldız Hoca, Kürtlerle Türkler arasında evlilik yoluyla yüzbinlerce akrabalığın oluştuğunu da paylaşıyordu. Belki yüzbin de değil. Milyon bile var. Etle tırnak gibi olmuşuz. O halde şu 'birlikte yaşama zorunluluğunu' bir kılıç gibi ırkçılığın üzerine sevkedelim artık. Gereğince amel etmekten de çekinmeyelim. Belki geleceğimize güneş doğar. Döktüğümüz kanı toprak emdi. Emdi de doydu. 'Artık yeter' demeli. Ölmekten yorulmak lazım.

28 Ekim 2024 Pazartesi

Müslümanlık incir çekirdeğine iade-i itibar etmektir

"Bediüzzaman küfrün belini kırmıştır!" diyoruz haklı olarak. Maşaallah. Fakat, kullanılsa en az onun kadar haklı olacak, "Küfrün ocağına incir ağacı dikmiştir!" ifadesini istimal etmiyoruz. Halbuki yakın manalara sahipler. Belki deyimin hikâyesini unuttuğumuzdan mütevellittir. Yani, 'ocağına incir ağacı dikmek' ne için kullanılır, unutmuşuzdur. Efendim, hatırlatmak kabilinden olsun, şöyle bir arkaplanı var: Tohumunun küçüklüğüne aldanılmasın. İncir pek kuvvetli bir ağaçtır. Kökleri çok geniş bir alana yayılır. Engellere de 'Eyvallah!' etmez pek. O nedenle incir ağacı dikilen evin/ocağın yakında yıkılacağına hükmedilir. Evet. İşte 'ocağına incir ağacı dikmek' tabiri böyle bir asla dayanmaktadır. (En azından kulağımıza gelişi bu şekilde arkadaşım.)

Öyledir, ben, "Bediüzzaman küfrün ocağına incir ağacı dikmiştir!" demeyi beğeniyorum. Zira mürşidim 'incir' misalini çok istimal ediyor. (Şimdi bir 'arama motoru'ndan baktım. 20'ye yakınını gördüm. Belki fazlası da vardır.) O yüzden "İncir ağacı dikmiştir!" demek söze kinayeli bir zenginlik de katıyor gibime geliyor. Yazarlığın gözü 'gör' olsun. Böyle fırsatları bulursak kaçırmak istemeyiz. Ne yapalım? Bizim de oynayacak kelimelerimiz var yalnız. Onlarla da cilveleşmeyi bırakırsak hayattan nasıl lezzet alacağız? O nedenle "Bediüzzaman küfrün ocağına incir ağacı dikmiştir!" diye duyarsanız şakacılığıma vermeyin. Özünde büyük bir hakikat de var. Çekirdeğinin zerre misali acizliğinden binayı yıkacak gücü yaratmak Allah'ın azametine tam delildir.

O kadar andık madem, arkadaşım, bir tanesini teberrüken paylaşalım: "Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi, o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır. Çünkü, hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp derc etmek gibi bir harika mucize-i kudreti gösterdiği gibi, taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha sair menâfiindeki nimet-i İlâhiyeyi kasemle hatıra getiriyor. Buna mukàbil, insanı iman ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i sâfilîne düşürmemek için bir ders veriyor."

Bakınız, az kalsın unutuyorduk, hatırladık. Kur'an'da yârendirler incir ve zeytin. Üzerlerine yemin edilir. Yani dikkatler üzerlerine çekilir. Mürşidim yukarıda bu yeminin sırrını bir miktar fâş ediyor. Elhamdülillah. Hem şu da var: 'Ocağına zeytin ağacı dikmek' diye bir tabir yok ama onun da kökleri çok derinlere uzanabilir. (7 metreyi aşabiliyormuş.) Google'da şöyle bir arattığınızda birçok meziyetini öğrenebiliyorsunuz. (Ben biraz karıştırdım mesela.) Mevzu sadece zavallıcıkları kahvaltıda çatalla kovalamak değil yani. (Afiyet olsun. Onu da ihmal etmeyin. Bismillah deyip yeyin. İlla şifalıdır.) Kur'an bunlar üzerine yemin ediyor, ta, insanoğlu aklıyla da kovalasın. İncirin çekirdeğine kadar insin. Zeytinin dallarına kadar çıksın. Hem ondan hem ötekinden alması gereken dersleri alıversin. Ne dedi mürşidim? "İnsanı iman ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i sâfilîne düşürmemek için bir ders veriyor." Yani incir çekirdeği kadar kıymetli potansiyelini incir çekirdeğini doldurmayacak şeylere sarfetme. Hem incir çekirdeğine bir dakik tefekkürle iade-i itibar et. Çünkü müslümanlık incir çekirdeğine iade-i itibar etmektir.

Buradan şuraya geleceğim: Japon fizikçi Michio Kaku'nun 'İnsanlığın Geleceği' isimli bir eseri var. Orada, Kaku, başka gezegenlere biyolojimizi taşıyabilmemiz için 'ortam hazırlayıcılar' üretmemiz gerektiğine dikkat çekiyor. Nedir bu 'ortam hazırlayıcılar' peki? Robotlar. Yapay zekayla donatılmış, tek amaçları gittikleri gezegeni insanların yaşayacağı bir hale getirmek olan, üstelik kendilerini de çoğaltabilen şeyler olmalı bunlar. Mesela: Bir tanesini Mars'a gönderdiğiniz zaman hemen oraya kurulacak, sonra da kendinden daha fazlasını üretmenin yollarını bularak artacak, bu sırada da ekolojik anlamda gezegeni sizin yaşamanıza hazır hale getirecek. İnsan ömrünün sınırlılığı/hassaslığı düşünülünce, önce kendimiz gitmektense, böyle bir teknolojiyi başka gezegenlere yollamanın daha mantıklı olacağını söylüyor Kaku. Hem de enteresan birşey ekliyor arkasından:

"Kendini çoğaltma konusu hakkında ilk kez çocukken birşeyler öğrendim. Okuduğum bir biyoloji kitabı, virüslerin kendi kopyalarını üretmek için hücrelerimizi gasbettiğini, bakterilerinse bölünerek çoğaldığını açıklıyordu. Bir kolonideki aylar ya da yıllarca denetimsiz bırakılmış bakterilerin sayısı dünyanın boyutuyla yarışır biçimde sarsıcı miktarlara erişebilirdi. Başlangıçta mantıkdışı görünse de sonradan mantıklı gelmeye başladı. Ne de olsa bir virüs 'kendisini yeniden üretebilen kocaman bir molekül'den başka birşey değildir. O moleküllerden bir avuç kadarı burnunuza yerleştiğinde bir hafta içinde soğuk algınlığı yaşamanıza neden olabiliyor. Tek bir molekül hızla kendisinin trilyonlarca kopyasına dönüşerek sizi hapşırtmaya yetecek kadar çoğalabilir. Aslına bakarsanız herbirimiz annemizin içinde, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük tek bir döllenmiş yumurta olarak yaşamaya başlıyoruz. Ne var ki, kısacık bir dokuz ay içinde, bu ufak hücre insana dönüşüyor. Kısacası: İnsan yaşamı bile hücrelerin üstel şekilde büyümesine bağlı. Yaşamın temelini oluşturan kendini çoğaltmanın gücü budur ve sırrı da DNA molekülünde yatar. Bu mucizevi molekülü diğerlerinin tümünden sahip olduğu iki yetenek ayırır: İlki çok büyük bir miktarda bilgi içerebilmesi, ikincisi de yeniden üreyebilmesidir. Belki makineler de bu özellikleri taklit edebilirler..."

Yani aslında biyolojik yaşamın kendisi 'ocağına incir ağacı dikmek' üzerine kurulu gibi. Fakat, bir şekilde, bu bâdireler atlatılıyor. Hastalar iyileşiyor. Anne karnındaki çocuk da dahil 'sürekli kendini çoğaltan' robotlar konak oldukları canlıyı öldürmüyorlar. Ocaklarını yıkmıyorlar. Eceliniz gelmemişse virüsler dahi bir yerde duruyor. Durduruluyor. Çünkü ona karşı cihad edecek mücahidler de vücudunuzda yaratılmış. Allah bu molekül düzeyindeki robotların dizginlerini bırakmıyor. Yoksa kaos teorisinin hakikatiyle yüzleşebilirdik. Bir kelebeğin kanat çırpışı dahi evrenin sonunu getirecek bir yıkıma sebep olabilirdi. Nitekim, kanser dediğimiz hâdise, böylesi bir 'aşırı çoğalma'nın sonucu değil midir? Peki bir incir nasıl hep incir olarak kalabilir?

Ocağımıza dikilmesinden korktuğumuz incirin bahçemize dikilmesinden pekâlâ rahatsız değiliz. Zira duracağı yerleri kestirebiliyoruz. Bizimle savaşmadığını biliyoruz. Düşman değil dost olduğunun farkındayız. Eğer "Hayat bir mücalededir!" doğruysa(!) incirle bu kadar arkadaş nasıl kalabiliyoruz? O küçücük tohumda gösterilen muazzam güce rağmen. Muazzam bilgi ve muazzam kendisini çoğaltabilme yeteneğine rağmen. Yine de hiçbirimize incir ağaçlarıyla savaşmak bir gereklilik gibi görünmüyor. Aksine, kesilirse tepki gösteriyoruz, çünkü onun canının canımızla ilgili olduğunu seziyoruz. Varlığını seviyoruz.

Belki zaten mevzuun düğümü de burada saklı arkadaşım. Evet. Hatırlarsanız, İslam, bize dünyaya en son teşrif edenler olduğumuzu öğretti. Yani biz daha gelmeden şartlar hazırlanmıştı. Yer bir döşek kılınmıştı. Dağlar kazık çakılmıştı. Her türlü canlı yeryüzüne yayılmıştı. Bunlar Kur'an'ın ayet ayet bize öğrettiği hakikatler. Kainat da bu bilgiyi tastamam doğruluyor zaten.

Dikkat ediniz: Michio Kaku'ya da 'kendisini çoğaltabilen robotlar' fikrini şahit olduğu biyolojik yaşam veriyor. Yani, bilimadamlarının başka gezegenlere kendi hayat türlerini taşıyabilmek için kurguladıkları senaryolar, hayal ettikleri teknolojiler, düşledikleri imkânlar vs. zaten bu dünyada (hem de daha hayal edemedikleri boyutlarıyla) kurgulanmış, yaratılmış, işlettirilmiş. İnsan bu düzenin son parçası olarak hazır bir ortama konmuş. Hava alabileceği gibi. Toprak ekebileceği gibi. Su içebileceği gibi. İşte, Kur'an'da 'kainatın hazırlanışını' anlatan ayetler, aslında bu yönden de bir uyanışa çağırıyorlar bizleri. Bir farkedişin kapısını kafamızda açmaya çabalıyorlar. Fakat hidayet, yalnız bilgiyle değil ki, bedel ödemeye de hazırolmak lazım. İbadet bedelini ödemek istemeyen elbette bahanesini bulacak. Eh, Cenab-ı Hak, nurunu kalbimizden eksik etmesin. İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler için incir çekirdeğini dolduran bilgiyi görmezden getirmesin. Âmin. Âmin.

21 Ekim 2024 Pazartesi

Ateistler, Einstein'la Bediüzzaman'ın nasıl anlaşabildiğini de açıklasın!

Arkadaşım, birşeyin 'tesadüfen oluştuğunu' söylediğimizde, aslında ne demiş oluruz? Çok cevabı var. Bunlardan bir tanesi de şudur: "Bu şeyin sonralığının bilgisi öncesinde bulunmaz." Mesela: Avucumda on tane zar tuttuğumu düşünelim. Bir saniye. On tane zar avucuma sığmayabilir. Pek mâkul değil. O halde onları büyük bir bardağın içinde hayal edelim. Sallıyorum, sallıyorum, sallıyorum ve atıyorum. Sonuç ne gelir sence? Elbette imkan-ihtimal üzerinden matematiksel bir hesabı var. Lakin yine de ne geleceğini 'kesinlikle' bilemezsin. Belki on tanesi de 'altı' gelecektir ha? Belki de on tanesi de 'bir.'

İşte bu durum, zikredildiği türden, 'sonralığının bilgisinin öncesinde bulunmaması' halidir. Tesadüfen olmuş şeylerde sonralığın bilgisi öncesinde bulunmaz. Zira eylem bir bilgiye yaslanarak oluşmaz. Fakat failli işlerde bunun aksine bir düzen vardır. Failin 'ilim-irade-kudret üçlüsüyle' belirlediği kalıp, fiilin sonuçlarının da kestirilebilir olmasını sağlar. Hanenizdeki herhangi bir makineyi, örneğin çamaşır makinesini, çalıştırdığınızda sonuçta ortaya neyin çıkacağını kestirebilirsiniz. Zira makine faillidir. Sistem üzere çalışacak şekilde ayarlanmıştır. Üstelik onu çalıştıran siz de bir amaca, bir öncelik bilgisine, bir programa sahipsiniz. Böylece makinenizi açtığınızda içinde beklediğiniz sonucu bulursunuz. Evet. Çamaşır makinesinden dumanı üstünde börek çıkmaz. Tost makinesinden ütü yapması beklenmez. Fırınınızda gıdalarınızı soğutamazsınız.

İşte burada 'tesadüf' bize temel tutumlarından birisini fısıldamış oluyor. Diyor ki: "Eğer oluşların fail-i muhtarı ben olsaydım hiçbir eylem sonrasını haber veremezdi. Hiçbirşeyin yasası olmazdı. Çünkü ben, huyum kurusun, sonrasında ne olacağını söylemem. Söylemem, yani söyleyemem, zira kendim de bilmem. O yüzden adım 'tesadüf'tür. Onları bir 'biliş-irade' ile inşa etmediğim için ne olacağı meçhul kalır. Malum, aşktan önce kuvvetin gözü kördür, salt güç gelecek garantisi vermez."

Bediüzzaman Hazretleri de mevzuun bu yönüne dikkat çekmez mi sık sık. Nümune bırakalım: "Serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin derecesinde ispat ettiğini kat'î kanaat getirdim."

Buradan elbette müslümanların kadere iman etmesinin bir delili/gerekliliği de kendisini gösteriyor. Evet. Müslümanlar kadere iman ettiklerinde varoluşun da öncesinde (esasında öncesinde değil ezelinde, yani zamandan aşkın olarak, zamanın da ötesinde) bir bilginin varlığına iman etmiş oluyorlar. Varlığın bu bilginin zemini, kalıpları, takdirleri üzerine inşa edildiğini ifade ediyorlar. Tıpkı ayette kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Hakikaten de bilmeden yaratış nasıl mümkün olabilir? Sonrasında ne olacağını bilinmeyen bir öncelikte kaostan başka ne vardır? Fakat bizi burada şöyle birşey yanıltıyor. Nedir? Kendi 'dikkatsizlik' alanımızla 'mutlak tesadüfü' birbiriyle karıştırıyoruz. Bunu da biraz açmam gerekecek:

İnternetten alışveriş yaptığımızı hayallenelim. Bilgisayarınızın başına oturuyorsunuz. Google'dan bir aratma yaparak istediğiniz ürünü uygun fiyata buluyorsunuz. Hemen bir tıkta alışveriş sitesi önünüzde açılıyor. Tam bu esnada, farz-ı muhal, dikkatsiz bir 'tık'lama yaparak, yanlış bir ürünü sipariş ediyorsunuz. Şimdi diyebilirsiniz ki: "İşte benim eylemim de bir tesadüf sonucu oluştu. Fakat sonuç yine de düzenliydi. Yanlış da olsa evime kadar bir ürün gelmiş oldu. Yaratılış da böyle olamaz mı?"

Fakat burada ıskalanan birşey var. Sizin 'dikkatsizliğiniz' (veya 'lokal tesadüf alanınız' diyelim buna) kurulmuş bir düzen içinde gerçekleşti. Bilgisayarın sisteminden tutun ta internet ağına, ta alışveriş sitesine, ta kredi kartıyla alışveriş usûlüne kadar herşey zaten belirlenmişti. Ve bu süreçlerin hiçbir yerine tesadüfünüzün eli uzanmıyordu. Yani kısa boylu bir tesadüfünüz vardı. Ve sizin yaptığınız hata, yanlış, dikkatsizlik, lokal tesadüf dahi yine sistemin içinde kaldı. Yine düzenlilikten birisi seçildi.

Bu yönüyle tesadüfünüzün(!) kendisine yaratılış atfedilen 'mutlak tesadüf' gibi olmadığını bilmelisiniz. Ve, evet, bu açıdan bakınca kainat da tastamam bir düzenlilik içinde işliyor. Varlığın irademize bırakılan küçük alanının dışında bir 'inayet okyanusu' sürekli akıyor. Biz, ne kadar dikkatsizlik etsek de, çok küçük bir alanı etkileyebiliyoruz ve nihayetinde o eylem 'bizim için' yanlış sonuçlar ortaya çıkarıyor. Her şekilde varlıktaki nizamın içinde kalıyor. İşte bu nedenle halk-ı şer şer olmuyor, ancak kesb-i şer şer oluyor. Çünkü senin kesbin ancak o seçeneği 'sana' şer yapabilir. Halbuki halkedilmesi sistemin bir gereğidir. Fonksiyoneldir. Sen yanlışlıkla kazağı seçip hatalı bir alışveriş yaptın diye internette kazak satılmasına suç diyemezsin. Sen, ihtiyacın olmadığı halde yanlış bir ürün aldığın için boşuna para harcamış oldun, onu kendine şer yaptın. Mevzu bu kadardır.

O yüzden mürşidim İşaratü'l-İ'caz'ında der: "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır..." Aynen öyle. Biz her ne yapsak bu nizamın içinde kalarak yapıyoruz. Bu nizamın dışına asla çıkamıyoruz. O yüzden elimizden çıkan 'tesadüfler' yalnız bize bakan yönleriyle 'tesadüf'ler. 'Göre'mizin dışında herşey muhteşem düzenin içinde akıp gidiyor. Allah'ın inayeti bir sürekli tercihlerimizin altında işliyor. Veba salgını başlayan Filistin'e gitmeme kararı üzerine, Ebu Ubeyde bin Cerrah radyallahu anhın, Hz. Ömer radyallahu anha sorduğu "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" sualine onun verdiği cevapta olduğu gibi: "Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum." Bin maşaalllah ona. Çünkü dışarısı yoktur.

Mutlak tesadüfse dışarısını imâ ediyor. Halbuki böyle bir dışarılıkta hiçbir fiil sonrasını garanti etmez. Başta denildiği gibi: Tesadüfün işlerinde sonralığın bilgisi öncelikte bulunmaz. Bilimde 'yasa' diye tabir ettiğimiz herşey aslında bir tür 'öncelik-sonralık bilgisi'dir. Bir yasayı keşfettiğimiz zaman, Allah'ın yaratışının, öncede sonralığın bilgisini nasıl yerleştirdiğini farketmiş oluruz. Ve şartları tekrarladığımızda aynı sonuçları alırız. Buna 'tesadüf' diyemeyiz, hâşâ, çünkü tesadüf olsaydı bu tür bir biliş mümkün olmazdı. Tıpkı zarları atmak kabilinden olurdu ki, belki biraz da bu yüzden Einstein, "Tanrı zar atmaz!" diyebilmiştir.

Yine aynı sebepten Bediüzzaman'ın 'Hafîziyet' tefekkürleri bana ayrıca manidar gelmiştir. Mesela Haşir Risalesi'ndeki şu kısım: "Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. Zira, görüyoruz ki, vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden herşeyin, Hafîz-i Zülcelâl, birçok suretlerini, elvâh-ı mahfuza hükmünde olan hafızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor, zâhir ve bâtın âyinelerde ibkà ediyor. Meselâ beşerin hafızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u Hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor."

Acayip birşey değil mi? Nasıl heyecanlandırıcı! Herşeyin bilgisi hem evvelinde hem ahirinde. Bu 'hafıza' bir failin tasarrufunun 'parmak izi.' İlim izi. İrade izi. Hem öncesinde hem sonrasında. Kainatta hep göregeldiğimiz şey. Ama hiç bu gözle bakmamıştık doğrusu. Yaratıcı 'tesadüf' olsaydı bu bilgi hem öncede hem sonrada nasıl bulunacaktı? Halbuki tesadüfün işini hiçbir sonralığın garantisinin öncelikte bulunmamasıdır. Sonranın da öncesini asla garanti etmemesidir. Eğer arabamın direksiyonunu; değil şuursuz tabiatın, serseri tesadüfün, kör kuvvetin vs. ellerine; bir yaşındaki bebeğin iradesine bıraksam nereye gideceğimizi kestiremem. Hatta bir yere gidebileceğimiz de meçhuldür. Allah korusun, sonumuz herhalde ölümdür, yıkımdır, yokluktur. Fakat kainat hiç böyle işlemiyor. O yüzden işte iktibas yaptığım 10. Söz'ün 7. Hakikat'i şu cümleyle başlıyor: "Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîbin cilvesidir." Ben onu zaman boyutunda bir 'hıfz' olarak algılıyorum ama belki de o zaten er-Rakîbin her an yaratışta olduğunun delilidir. Bilgi her yerde var. Çünkü herşeyi bilen her zaman her işin içinde...

İşte bu yazılık da tefekkürümün bu kadar arkadaşım. Allah'tan hem senin hem kendim için 'inşirah' dilerim. Evet. Onu bilmek de yine Onun lütf u bağışıdır. Lütfetsin. Kerem etsin. Rahmet etsin. Kendisini bildirsin. Çünkü Onun bilgisi tüm hayırların başıdır. Zaten "Bismillah her hayrın başıdır." Herşeyin varoluşu ilmiyledir. Hakikatleri de yine ancak Esmaü'l-Hüsnasına bakar.

12 Ekim 2024 Cumartesi

İsrail'in çağrı cihazlarını patlatması kıyamet alameti olabilir mi?

"Ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek; kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır." Mektubat'tan.

Arkadaşım, şuna dikkat et, ahirzaman hâdiseleriyle ilgili tevillerimiz 'imkan bilgimizle' sınırlanmış şekilde billurlaşıyor. Cenab-ı Hakkın kudreti ne şekilde tezahür edecek? İradesi nasıl tecelli edecek? İlminde bu mevzuun asl-ı hüviyeti nedir? Kesin şekilde bilemiyoruz. Hâşâ. Bilemeyiz de. O yüzden mübarek ulemamız tahkiklerinde "En doğrusunu Allah bilir!" kaydını hep açık tutuyorlar. Evet. Kavrayışımızın sınırları akıl yürütmelerimizin sınırlarını da belirliyor. Hatta yeni tecrübeler eşliğinde yeni teviller de üretebiliyoruz. Mesela: Bediüzzaman Hazretleri, Süfyan'ın (ki bilad-ı İslam'dan çıkacak Deccal'dir) ölümüyle ilgili bir hadise yaptığı tevili, yıllar sonra 'güncelleme' ihtiyacı hissedebiliyor. Kendisinin Şualar'daki müdakkik beyanından okuyalım:

"Sonra birisi sordu ki: 'O öldüğü zaman İstanbul'da dikili taşta şeytan dünyaya bağıracak ki: Filan öldü.' O vakit ben dedim: Telgrafla haber verilecek. Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dârü'l-Hikmette iken dedim: Şeytan gibi radyoyla dünyaya işittirecek." Bahsi geçenin kimliğiyse hemen evvelindeki paragrafta tebeyyün ediyor sanki: "Sonra dediler: 'Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hadise ile Süfyan olduğu bilinecek.' Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama 'Eli deliktir' denilir. Yani 'Elinde mal durmuyor, akıyor, zâyi oluyor' deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya müptelâ olup, onunla hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak." Görünüşü suya benzeyen rakıyı su gibi içip sonunda bundan mütevellit bir hastalıktan ölen kimdir? Herhalde mezkûr soruyu 'kemaliyle' cevapladığımızda deliğin de elini fikren tutmuş oluyoruz. Asıl nazarınıza vermek istediğimse başka birşey. Nedir? Bediüzzaman da tevillerini 'hayallerinin ulaştığı yeni genişlikler üzerinden' güncelleyebiliyor. Belki bugün yaşasa aynı tevili internet üzerinden yeniden güncelleyecekti. Belki ondan önce televizyon üzerinden güncellemiş olacaktı

Fakat aklımızdan hiç çıkarmamalıyız arkadaşım: Bu tarz okumalar 'zamanın müfessirliğine' bırakılmış okumalardır. İsabet edebilirler. Bize 'Bin kere maşaallah!' dedirebilirler. Veyahut da o ifadelerin 'mübareklerin gördüğünden daha ziyade' söyledikleri-söyleyecekleri şeyler olabilir. Zamanı geldiğinde devrin uleması kendi kavrayışlarına dayanarak yeni tevillerini beyan ederler. Hatta İbn-i Arabî Hazretleri bir yerde 'velilerin keşfinin müçtehidlerin içtihadı kabilinden olduğunu' söyler. Yani isabet de edebilirler. Hata da çıkabilirler. Asfiya bu noktada evliyadan daha bahtiyardır. Daha müstakimdir. Fakat nihayetinde insandır. İşte bu yüzden "Allahu a'lem!" her tesbitlerine katıktır. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatine bizleri nail eylesin. Âmin.

Şimdi, velayet meydanının yiğitlerinin ayağının tozu, keşif kartallarının yerdeki köstebek duacısı, dirayet aslanlarının pençelerindeki kurumuş kanın piresi, o büyüklerin papağandan da papağan kupkuru taklitçisi Ahmed kardeşiniz de kendi dünyasındaki yeni bir uyanışı sizlere açık edecek. Takdir edersiniz ki, onlar bir kere "En doğrusunu Allah bilir!" diyorsa, şu cahilin bin kere demeye ihtiyacı var. Çünkü ne ilmi var ne de o yücelerin zekatının zekatının zekatı sayılabilecek kadarcık zekaveti. Fakat cahilane bir cesareti ve de çocukça bir hayalatı var. O yüzden ne çenesini ne kalemini ne de tasavvurlarını tutamaz. İşte, İsrail'in Hizbullah'a, 'çağrı cihazlarını patlatarak' yaptığı suikastin tetiklediği tefekkürümün de özeti şöyledir:

Rivayetlerde bize haber verilir ki: Kıyamet kâfirlerin başına kopacak. Mü'minler onun dehşetini yaşamayacaklar. Çünkü Cenab-ı Hak bir esintiyle hepsinin canını alacak. Âmenna ve saddakna. Şüphesiz Allah Resulu aleyhissalatuvesselam doğruyu söyler. Hüve hüvesine iman ederiz. Aynen böyledir. Ancak esintinin mahiyeti nasıl olacaktır? Allah nasıl bir sebebi bu tecelliye perde edecektir? Bunları izni dairesinde taakkul edebiliriz. el-Ezher öğretim üyelerinden Emin Muhammed Cemalüddin, İslam Ümmetinin Ömrü ve Mehdi Aleyhisselamın Gelmesinin Yakınlığı isimli eserinde, bu sürecin aceleyle yaşanmayacağını, yani kâfirlerin 'müslümanlar hayattan çekildikten sonra' bir zaman daha dünyada kalmaya devam edeceklerini, o yıkım vaktini çeşitli felaketlerle gıdım gıdım yudumlayacaklarını söylüyor. Ebubekir Sifil Hoca ise, Allah ona afiyet versin, müslümanların canını alacak olan meşhur esintiyi "Acaba radyoaktif bir serpinti şeklinde mi olacak?" kabilinden sorularla açıyor. Olabilir mi? Olabilir. Belki de bu zalim kâfirler müslüman coğrafyasına nükleer silahlarla saldıracaklar. Bilemiyoruz. En doğrusunu Allah bilir. Lakin ben, bu elektronik cihazlar üzerinden yapılan saldırının ardından, şöyle bir 'komplo teorisini' de düşümde kurdum:

Aşağı-yukarı hepimizin, yani müslümanların, ellerinde-evlerinde böylesi makineler var. Bu makineler sadece işlerimizi görmüyorlar. Aynı zamanda onlarla yaptığımız her işlemin bilgisini de biriktiriyorlar. Şu an kimbilir kaç Batılı merkezde kimlik-kişilik analizlerimiz arşivlenmiş durumda. (Reklamlardan bile takibi farkedebiliyoruz.) Demek hangi telefon kullanıcısının ne temayüllere sahip olduğu az-çok bilinmektedir. Bu bizi şöyle birşeyin tasavvuruna da ulaştırabilir: Bu teknolojilerin baronları, küresel ağalar, hangi cihazın kullanıcısı müslüman veya değil, öyle bir bilgiye de sahiptirler. Algoritmaları sayesinde bu tarz bilişlerin imkanlarını elde etmişlerdir. Eğer birgün, belki de o gün yakındır, cümle telefonları-cihazları birer suikast âletine dönüştürebilirlerse, taraftarlarının kılına zarar getirmeden canımızı yakabilirler. Müslüman olduklarını yazılımlarıyla tesbit ettikleri kullanıcılara zarar verip diğerlerini işin içinden sıyırabilirler. Ve bu öldürüş de yine bir 'esinti' vasıtasıyla olur. Yani bir sinyal dalgası vasıtasıyla... Zira sinyallerin havada yayılışı da esinti gibidir. Eh bu da bir tevildir. Elbette en doğrusunu Allah bilir.

Toparlayalım. İşte tefekkür demeye bin şahit ister vehmim böyle birşeydi arkadaşım. Hidayet pınarı mürşidler ışık verdiler. Fikrimizi heyecana sürüklediler. Biz de kuru zanlarımızı beyan eder olduk. Hüda taksiratımızı affetsin. Yoluna hidayet eylesin. Razı olmadığı kelimeleri konuşturmasın. Razı olduklarını kalbimize yerleştirsin. Şu fakir Ahmed'in söylediği de kafanızın bir kenarında, korku olarak değil ama, küçüğünden teori olarak kalsın. Ve's-selamün aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu...

10 Ekim 2024 Perşembe

Mehmet Görmez'in İsmailağa'yı eleştirmeye hakkı var mı?

"Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerekir." Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.

Tanıyanlar zaten tanıyor beni. Tanımayanlar için küçük bir açıklama: Bir nur talebesiyim. Nurcuyum yani. İddia olarak söylemiyorum. 'Umut' olarak söylüyorum. İnşaallah öyleyim. İnşaallah Cenab-ı Hak beni o hale sokar. Onun duasındayım. 22 yıldır Risale-i Nur okuyorum. Demek 22 yıldır duasındayım. Elhamdülillah. Fahrolmasın. Allah'ın fazl u keremidir. Bunu şu yüzden başta belirtiyorum: Belki şimdi okuyanlar içinde "İsmailağa cemaatinden birisi onları muhafaza etmeye çalışıyormuş..." gibi yargılar oluşacak. Hiç oluşmasın. Yok. Onlardan değilim. İçlerine hiç girmedim. Fakat duacılarıyım. Çünkü Bediüzzaman bize böyle öğretti. Her kim ki, ehl-i sünnettir, kardeşimizdir. Biz de onların kardeşleriyiz. Kardeşlik hukuku da kardeşinin hukukunu muhafaza etmeyi gerektirir. Ben de bu meselede, değil yalnız kardeşlerimin, mübarek hocalarımın da hukukların muhafazaya kendimi mecbur biliyorum.

Geçenlerde eski Diyanet İşleri Başkanımız Mehmed Görmez Hoca'nın bir videosuna rastladım. Baktım. Haber sitelerine de düşmüş metni. Hoca konuşmasının bir yerinde şöyle birşey söylüyor: "10 ay bu ülkede 'Ölen şeyhimize mi rabıta yapacağız, yoksa hayattakine mi?' üzerinden post kavgaları yapıldı. Bu tartışmalar olurken Gazze'de çocuk bedenleri toplanıyordu..." Tabii herkes kimlerin kastedildiğini anladı. İsmailağa cemaatinin içinde yaşanan tartışmalardı malzeme edilen. Cenab-ı Hak sulhe çevirsin. O mübarek ocağı kıyamete kadar söndürmesin. Efendi Hazretlerinin deniz gibi emeğini zâyi etmesin. Âmin. Ancak tartışmanın bu şekilde tenkide tutulmasında biraz insafsızlık vardı. Zira: 1) Rabıta mevzuunun Nakşibendîlikteki kilit durumu ıskalanıyordu. 2) Tartışmanın sanki cemaate Filistin meselesini unutturduğu gibi yanlış bir lanse vardı. 3) Eleştiri yapan kişinin kendisinin bu eleştiriyi yapmaya ne denli hakkı vardı? İşte ben de yazımın konusu olarak bu ahir iki maddeyi seçtim. Rabıta konusuna girmeyeceğim. Zira herhalde onun önemini İsmailağa'nın liyakatli hocaları genişce izahatta bulunacaklardır.

Arkadaşlar, hepimiz az-çok sosyalmedya kullanan insanlarız, İsmailağa cemaati de gizli bir cemaat değildir. Özellikle yardım derneklerinin birçok hesapları vardır. Paylaşımlarına bakabilirsiniz. Acaba, bu rabıta tartışmaları sırasında Filistin'i unuttular mı, unutmadılar mı? Takip ettiğim kadarıyla konuşuyorum: Unutmadıklarını görüyorum. Üstelik, yine İsmailağa hocalarının, Filistin meselesi üzerine son bir yılda yaptıkları konuşmalar-vaazlar Youtube'da mebzul miktarda bulunmaktadır. Hatta bu konuda Mehmet Görmez'in yaptığı etkinliklerle İsmailağa'nın hocalarının yaptıkları karşılaştırılsa, işin süksesini/satılışını bir yana koyuyorum, hocaların yaptığı yanında Görmez'in yapabildiklerinin devede kulak kalacağını düşünüyorum. Çünkü bu hocalar Anadolu'nun her yerindeler. Bazıları da zaten Diyanet'te bizzat görevliler. Elbette ellerinin ulaştığı her yerde Filistin heyecanını canlı tutmaya çalıştılar. Sanki böyle yapmamışlar gibi rabıta tartışmalarını anmak onların hakkına girmektir. Allah'tan korkmak gerekir. (Hatta ben de bir Filistin etkinliğinden İsmailağa cemaatinin tuttuğu otobüsle dönmüştüm. Beylikdüzü'ne gittiklerini duyunca iki arkadaş hemen atlamıştık. Dönüş yolunda bile Filistin hakkında yapılması gerekenlere dair nasihatte bulundular. Bu böyle değilmiş gibi lanse etmek Mehmet Görmez'e yakışık alıyor mu?)

Diğer maddeye gelince... Onu da ikiye ayıracağım: 1) Mehmed Görmez'in aynı eleştiriyi daha başka kimlere yaptığını azıcık sigaya çekerek konuyu açmak istiyorum. Misal: Türkiye Gazze'de bebek cesetleri toplanırken olimpiyatlara gitti. Türkiye Gazze'de bebek cesetleri toplanırken Avrupa kupasına katıldı. Türkiye'nin kültür bakanlığı, belediyeleri, okulları, bilmem daha neleri, Gazze'de bebek cesetleri toplanırken türlü şekil etkinlikler düzenlediler. AK Partili belediyelerde bile konserler kesilmedi. Üniversiteler zaten mevzua kenarından girdiler. (Boykot konusuna hiç girmek istemiyorum. Onda nasıl döküldüğümüzün misalleri hem insanın içini yakar hem de saymakla bitmez.) Yani, Ahmet Kaya'nın da dediği gibi, 'Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe...' devam etti gitti süreç. Şimdi, sanki tüm bunlar olmamış gibi, hep beraber hepsini seyretmemişiz gibi, ortaya birtek İsmailağa'nın düğünle-defle ilgisi olmayan rabıta mevzuunu atmak müstakim görünmüyor. İyi niyetli gelmiyor. Keloğlan gibi "Adaletin bu mu cazgır?" diye sorarlar adama. Görmez, önce düğün evlerinin defini sustursun da, gelsin, ondan sonra ölü evinin yasına son versin. Ha, yemiyorsa, ağzın açılmıyorsa, buraya da bed konuşma bari.

2) Mehmet Görmez'in İsmailağa'nın üstüne ne başardığını sorgulayarak açacağım bu meseleyi de... Evet. Benim takip ettiğim: Mehmet Görmez Gazze'ye müdahale etmek için ordu falan toplamadı. Zaten böyle bir müdahale çağrısı yaptığını da hatırlamıyorum. Onun da yaptığı en fazla konuşmaktı ki bu sıralar lâftan daha bolunu-ucuzunu bulamıyoruz zaten. Maşaallah. Herkes konuşuyor. Herkes kınıyor. Herkes Filistin konulu aforizmaların-edebiyatın gözüne basıyor. Peki icraat? İcraat yok. İcraat sıfır. İcraat birtek Hamas'ta var. Biraz da topa şiiler giriyorlar işte. Yemen'de Ensarullah, Lübnan'da birazcık Hizbullah, İran o kadar. Şiilere de pek güven olmaz ya, neyse, şimdi Caferîlik mevzuunda kafası karışık bir eski Diyanet İşleri Başkanını bu konulara çekip küstürmeyelim. Sadede gelelim: Mehmet Görmez, konuşmak dışında, ne yapabiliyor ki İsmailağa'ya hesap soruyor? Üstelik, yukarıda da belirttim, İsmailağa cemaati vaaz u nasihat yekününde Mehmet Görmez'i bine katlar. Halkın kılcallarına kadar ulaşır onların hocaları. Her semtte bir medreselerini/hocalarını bulursunuz. Sohbetlerine katılabilirsiniz. Hal böyleyken şu artistliğe gerek var mı? Hamas kızsa insan birazcık anlar. Ama sen?

Hülasa: Ben bu eleştiri de insaf görmedim. Cenab-ı Hakkın İsmailağa içindeki ihtilafı hayra çevirmesini dilerim, o ayrı, o lazım. Birbirlerine yaptıkları ağır eleştirileri de gördüğümde üzülüyorum, o da bir tarafa, fakat amelde onların önüne geçildiğini-geçebildiğimizi de düşünmüyorum. Hamiyetli insanlardır. Gayretli bir cemaattir. Aleyhlerinde olmakta hiç hayır görmüyorum. Mehmet Görmez Hoca'yı da kardeşçe ikaz ederim. Daha fazlası elimden gelmez. Nihayetinde traktörün en son tekeriyim. Ne diyelim. Allah bizi istikamete hidayet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bi-hürmeti seyyidi'l-mürselin. Ve bi-hürmeti Taha ve Yasin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.

5 Ekim 2024 Cumartesi

Niyet ettim Kemal'in rızası için Semih Çelik'in Hüda-Par'la bağlantısını bulmaya

Semih Çelik'in hunharca işlediği cinayetlerin haberi sitelere düşer düşmez beni bir telaş aldı. 'Eyvah!' dedim. Evet. Çünkü baktım, haberde 'Fatih'in ismi de geçiyor, (tanıdığım birisi olarak değil semt olarak Fatih) telaşım iyice kanatlandı. Malum. Dindarlığıyla bilinen yerdir. Hoş, o eski havası kalmamıştır ya, ama olsun, hatırası bâkidir. "Artık" dedim "solcular bu işi İskenderpaşa'ya mı bağlar, İsmailağa'ya mı bağlar; bize mi bağlar, size mi bağlar; kime bağlar belli değil." Eh, ne yapalım, başa gelen çekilir.

Allah sonumuzu hayretsin. Gerçi solcuların, herhangi bir suçu, herhangi bir cemaate bağlaması için, o cemaatin, suçun işlendiği mahalde bulunmasına da gerek yoktur. (Nitekim Narin Güran cinayetinde de bunu gördük. Neredeyse Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın üzerine kalacaktı iş.) Yine de insan semttekiler adına iki kere korkuyor. Mutlaka Semih Çelik mel'ununun geçmişi şöyle bir taranmıştır. Haplanmadığı dönemde eskaza cumaya gitmişse vay o caminin cemaatinin haline! Vay ki ne vay. Ha, mevzuu bu defa Hüda-Par'a kadar çıkarırlar mı, bilemem. Menfaat görürlerse çıkarabilirler. Evet. Zaten, menfaat görürlerse, Çin'deki herhangi bir caminin cemaatine kadar bağlayabilirler suçu...

Sonra katilin evinde bulunan çizimlere takıldı aklım. Çizimler ha! Acaba sanata(!) bir meyli mi varmış? Gerçi Hitler'in de 'güzel sanatlar' macerası olduğu bilinir. Hem Paul Virilio da 'Enformasyon Bombası'nda aşırılıkların meşrulaştırıcısı olarak 'kültür-sanat'ın kullanıldığını söylemiyor muydu artık? Sadizm, teşhircilik, pedofili, pornografi, eşcinsellik vs... Arkalarında küresel bir akıl vardı bunların. Ve bu akıl, doğrudan yayamadığı kötülüğü, kültür-sanat faaliyetlerinin günahsızlığı(!) üzerinden satıyordu. Mesela: Elbette uluorta sadizm yapamazdınız. Ama pekala resim sergisini düzenleyebilirdiniz. Pedofiliyi 'pedofili' olarak kamuya yutturamazdınız. Fakat pekala sinemaya taşıyabilirdiniz. Pornografiyi genele sunamazdınız. Lakin roman yapıp 'çok satarlar' içinde okutabilirdiniz. Nihayetinde sanat da kültür de yasak tanımazdı. Onlar sınırları aşmak için vardı. Böylece her kötülük yayılmanın en sinsi yolunu buldu. İnsan şeklindeki şeytanlar, İblis'e bile şeytaniyette parmak ısırttı, damak şaklattı, yapacağını unutturdu:

"Disney firmasının profesyonellerinin ortadan kalkmak üzere olan aile pazarının püritenliğini bir kenara bırakarak ABC kanalında aşırı şiddete yönelmelerini, Disneyland ve Disneyworld'de gayler için buluşma günleri düzenleyerek sekse el atışlarını dikkate alırsak, kendisi de çeşitli yanürünlere sahip olan porno pazarının hedeflerini daha iyi görebiliriz. Kültürle kaynaşıp karışan porno 'son kalan hukuki kısıtlamalardan da' kaçabilir, bunun yanında 'hizmet' sektöründeki alışverişlerin ayrımcılık yapmayan niteliğinden de yararlanabilir. (...) Kalabalık bir pazar arayışına devam eden Georges Pompidou Merkezi bir sonraki yıl 'Yedi Temel Günah' sergisini düzenlerken Cartier Vakfı da 'Âşıklar' başlıklı başka bir sergi düzenliyordu. Barcelona'da 'yaklaşık 20 fotoğrafçı, tasarımcı, mimar ve grafikerin kötü niyetli veya kaba şekilde cinsellik üzerine hezeyan dolu bir çalışma yaptıkları' Tasarım İlkbaharı etkinliği düzenlendi. Los Angeles'dan Hanover'e kadar bütün müze ve galerilerde gizleme pratiği sona ermişti. (...) Daha önce rastlanmayan bir başka şey de en fazla şiddet dolu ve edepsiz yapıt içeren müze salonunun 18 yaşından küçüklere kapalı olmasıydı. Böylece kültürel gösteriyle herhangi bir X kategorisi seyirliği arasındaki son farklardan biri ortadan kalkmış oluyordu. Organizatörlerin 'skandal çıkmasını ummalarına' karşılık serginin küratörü şu herkesçe kabul görmüş deyişi yineledi: 'Sanat hiçbir zaman ahlakdışı değildir.' Halbuki, her tür edep ve sakınma duygusunu terketmek ahlakdışı bir tavır değil, tehlikeli bir tavırdır."

Yazılanların hiç yersiz olmadığını 'yerli(!) sinemamız' üzerinden değerlendirebilmek mümkündür. Kemal Sunal'ın Şaban güldürüsünde kullandığı argoları aşırı bulan kuşak, daha karatoprağa girmeden, Cem Yılmaz'ın 'küfürbaz Erşan' komedisine erişivermiştir. Artık karakterlerin birbirlerine kaba hayvan isimleriyle hitap etmeleri hakaretten sayılmaz. Çünkü neredeyse ana-bacı sövmeyene zamanın velisi nazarıyla bakılmaktadır. Sin-Kaf'lar havada uçuşmaktadır. 'Koyma'lar gırladır. Cinselliğin çok dolaylı imâlarını dahi aşırı bulan ahlak, iyiden iyiye geriletilip, yerine en mahrem meseleleri dahi en açık şekilde dilegetirebilen bir 'sanat algısı' yerleştirilmiştir. Eşcinsellik zaten artık olmazsa olmazımızdır. Her filme mutlaka bir miktar katılır. Yine, Kurtlar Vadisi'nde Cerrahpaşalı Metin'in öldüğü sahne hakkında yaşanan tartışmalar, Prens dizisinde Saksonya Dükü Philippe'in boynu kesilirken yaşanmaz. Hatta böylesi sahneler artık hiçbir 'özendirme tartışmasına' dahi konu olmaz. Kabul edelim. Semih Çelik'in yaptığı çizimlerin ortamı 'kültür-sanat' dünyası tarafından hazırlanmaktadır. Bir operasyon yediğimizi görmemek nâdânlık sayılır. Elbette operasyonu yapanların dillerinde 'Sanat hiçbir zaman ahlakdışı değildir' mottosu tekrarlanmaktadır. Fakat bu sırada sosyo-psikolojimiz de geçmişi mumla aratacaktır.

'Sanat' deyince 'tasarım' konusu da ister istemez gündeme geliyor. Nihayetinde en çok muhatap olduğumuz sanatçılar tasarımcılar. Bazıları onların işini sanattan değil 'zanaattan' saysa da bekleyelim. Hüküm vermekte acele etmeyelim. Fakat şuna da bir dikkat çeker olalım: Sanat için mevzubahis her tehlike zanaatler için de geçerli olabilir. Nitekim, daha geçenlerde, avukat Feyza Altun'un X hesapından yaptığı kupa paylaşımı ahlakî çöküşün uçlarının ne denli kılcallara indiğini de gözler önüne seriyordu.

Gayet neşeyle müvekkilinin hediyesi olduğunu söylediği kupada şöyle yazıyordu: "Siktir Orospu, Afedersiniz." Kupada yeralan küfürden daha mühimmi, çizimin, geçmiş siyasal bir tartışmanın parçası olmasıydı. 'Yaşlı bir sol seçmen' kendisiyle aynı düşünceyi paylaşmayan bir başkasına söylemişti bu galiz ifadeyi. Söylediği kişi kendisinden daha genç bir kadındı. Sonraları bu video kesiti 'solun sağa geçmeyen kini'nin sembolü oldu. Melek Davarcı (Mosso) da yine aynı sembole gönderme yapan bir paylaşım yaptı. Kutuplaşmanın zâhirde en şikayetçisi olan solcular böylesi küfürbaz bir eylemi bayraklaştırmakta beis görmediler. (Sağ seçmen hakkında galiz ifadeler kullanan Dilara Kayseriloğlu'nun da yine CHP'nin kanatları altına alındığını hatırlayalım.) Yani, yukarıdaki kem motto, başka bir açıdan tekrarlanıyordu: "Solculuk hiçbir zaman ahlakdışılık değildir." Bir solcu olarak sağ seçmene küfür ederseniz bunun ahlakdışı hiçbir yanı yoktur. Asıl ahlakdışılık sağın sola soğuk davranmasıdır. Bu makul(!) iddia hemen Orwell'ın Hayvan Çiftliği'ni hatırlara getirir. Demek "Bütün insanlar eşittir ama solcular daha da eşittir."

İşte, tam da burada, Bediüzzaman Hazretlerinin 'seküler sanatın arkaplanı' hakkındaki tesbitleri geliyor aklıma: "Telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez. Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz. Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." 

Türkiye'de solcuların çarpık ağzına bakarsanız ahlak adına çok idealist resimler çiziliyor. Fakat asıllarına dönerseniz midelerinden ruhunuza rezaletler istifra olunuyor. Kötülüğü yaygınlaştırabildikleri her şekilde yaygınlaştırıyorlar. Azıyorlar. Fakat kem sonuçları masaya geldiğinde civarda dindarlardan başka suçlu bulunmuyor. İşte o yüzden Semih Çelik'in herhangi bir cemaatle bağlantısının kurulmasını heran bekliyorum ben. Neden beklemeyeyim? Nihayetinde dindar olmanın bizzat kendisi de solcular için suç değil mi? Geri kalan bütün suçlar bu suçtan hissedâr olduğunuz derecede suçtur. Bu suçtan hissedâr olmayan başka hiçbir suçtan hâzâ hissedâr değildir. Yani bazıları hep daha eşittir, vesselam.

1 Ekim 2024 Salı

Yalnızlık cemaatini aramadan yapabilir mi hiç?

Bu yazının notunu Azizler'i izlediğimde almışım. Şöyle yazmışım ajandama: "Yalnızlığımız yalnız kalamamaktan." Doğru. Kalabalık yalnızlığı arttırıyor gibi. Öyle hissediyorum arkadaşım. Yahut da şöyle bir haşiyesi var bu söylediğimin: Vahdetsiz kalabalık yalnızlığı arttırıyor. Hani mürşidim bir yerde diyor: "Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür." Yani kesirlerin paydası ne kadar büyükse çarpım da o kadar küçük bir rakama ulaşır. 2x2=4'tür mesela. Fakat 1/2x1/2=1/4'tür.

Yarıların çarpımı dörtte birdir. Fakat, şu da ilginçtir, aynı yarımlığı 'tamlık' olarak ifade etseydik bu defa başka bir sonuç elde edecektik. 1/2 litre yerine 500 ml deseydik örneğin. 500x500 başka bir sonuç çıkaracaktı. İşin bu kısmı biraz 'neyin matematiği' sorusuyla alakadardır zannederim. Yarımlığın matematiği yoksunluğu ölçtüğü için sonuçta yoksunluk katlanır ellerinde. O katlanmış yoksunluğu sana söyler. Tamlığın matematiği varlığı ölçütüğü için varlık katlanır ellerinde. Varlığını sana söyler. Lakin, yeter, bu enteresanlıkla ziyade meşgul etmeyeyim seni. Zira sesime çağrışım bundan dolayı olmadı. Evet. Asıl 'kalabalığın yalnızlığı arttırışıyla' ilgili konuşacaktık. Yani mevzumuz bir ters orantı meselidir.

Kalabalık yalnızlığı arttırıyor gibi. Bunu yapması intizamsızlığından. Düzensizlik parçaları birbirine muarız kılar. Ahbap olanlar da hasımlaşır cehennemde. Çünkü herkes kendi kaosunu cehennemi kılarak oraya taşımıştır. Pir Sultan Abdal'ın dediği gibidir: "Cehennem dediğin, dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendi götürür." Ateş demek yakan demek. Yakan demek yıkan demek. Vahdet bağlarını bozan demek. İntizamını yitirdikçe cemaatten kalabalığa dönüşüyor zaten. Fıtrata aykırılıksa her kargaşanın başı...

İtikaddaki düzensizlik kaosumuzu besliyor. Bir de mimarideki sancılarımızı buna ekleyebiliriz. Mimari karanlığı arttırabiliyor. Mimarideki düzensizlik cetvele uyumsuzluk değil, bilakis, belki cetvelin kendisiyle kavgası var. Çünkü ruh cetvele sığmıyor. 'Herkese aynı' duvarlara kafa atıyor. Kendine has renklerle boyayacağı şeyler olmalı. İnsan matematik değildir. Rakam olarak 2 'iki insan'ı ifade etmez. Cevherimizde hesap edilebilirlikten fazlası var. O yüzden sosyalbilimler asla fenbilimleri gibi olamadılar.

Bir zamanlar Mars'a yolculuğun önündeki en büyük engelin 'insanları birarada tutma güçlüğü' olduğunu okumuştum. Malum, uzay araçları dar mekanlara sahipler, mecburen. Ve o dar mekanda birçok insanı birarada tutmak gerekiyor. Astronotların uzayda yaşadığı psikolojik sıkıntıların başında bu geliyormuş. Başka bir insanla o kadar dar bir mekanda bu kadar uzun bir süre yaşamak. Kavga ettikleri oluyormuş sık sık. Dünyadaki âmirleri barıştırmaya çalışıyormuş. Yahut da uzmanlar giriyormuş devreye. Kolay değil. "Çıkıp bir hava alayım!" deseniz çıkılacak yer yok. Hava zaten yok. Ahbap hiç yok.

Böylesi bir okumayı mimariye dair de işitmiştim. Apartman tarzı iskanın Avrupaî bir tarz olduğunu söylüyordu müellif. Ve ekliyordu: Avrupalıların mahremiyet algısıyla müslümanların mahremiyet algısı bir değildir. Onlar komşularının bu kadar yakınlarında olmasından rahatsız olmazlar. Çünkü ailelerini bizim kadar kıskanmazlar. Fakat bizim başka bir dünyamız var. Apartman mimarisinde komşumuz bize aşırı yakın geliyor. Yakınlığı aşırı geldiği için de içten içe rahatsız oluyoruz ondan. "Keşke bu kadar yakın olmasalar!" diyoruz. Böyle dilediğimiz için de apartman mimarisi komşuluğu öldürüyor. Komşuluğa bu kadar düşkün bir kültürde başarabiliyor hem de. Zira kimse komşusunu o kadar yakınında istemiyor.

Azizler filmini izlerken de bunu düşünmüştüm işte. Yalnızlığımız yalnız kalamamaktan belki de. Biraz aramıza mesafe girse artacağız. Şiddet-i zuhurundan sakınıyoruz kendimizi. Kendimiz olabilecek bir köşe. Başkasıyla işgal edilmeyecek bir nokta. Hiçbirşey memleketteki gibi olmuyor nedense. Orada aramıza duvar girerdi. Bahçe girerdi. Yol girerdi. Bahane olurdu. Gitmek-gelmek olurdu. Dostluk olurdu. Herkes hem 'gidilebilecek' hem de 'ayrı kalınabilecek' mesafedeydi. Şimdi gidilecek-gelinecek kimse kalmadı. Buradaki kalabalıkla aramızda bir vahdet unsuru bulamıyoruz. Taşları yerine oturtamıyoruz. O yüzden kesir darbı gibi sürekli yalnızlaşıyoruz. Kalabalığın artmasının, faydası bir yana, zararı oluyor. Ancak kesir olunmayan yerlerde bir vahdet hissi sarıyor yüreğimizi. Cemaatleşmelerde bunun payı büyük. Oralarda insan vahdeti bulabileceği ruhlar tanıyor. Kalabalıklar yeniden cemaat olabiliyorlar.

Cemaatleri kapatmaktan bahsediyor bazen birileri. Gülüyorum. Kalabalığı kapatabilir misiniz ki cemaatleri de kapatabilin? Yalnızlığı kapatabilir misiniz ki cemaatleri de kapatabilin? Medeniyet denilen deniyet bize o denli yalnızlık verdi ki, nihayetinde, cevabımız 'cemaat' oldu. Yalnız bizim cemaatimiz yok üstelik. Hergün meyhaneye takılanların da bir cemaati var. Hergün kahvehanede 'al kızı-ver papazı' çevirenlerin de bir cemaati var. Bu cemaatleri kapatabilir misiniz? Hayır. Asla. Cemaatler kapanmaz. Kapanamaz. Zira yalnızlık kapanmayan bir dosyadır. Kapanan ancak hayvandır. "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez." Meyhane cemaatini öldürmek mümkündür arkadaşım, evet, fakat mescid cemaati ölmek bilemez. Çünkü medenileşen herkes yalnızlaşıyor. Yalnızlık cemaatini aramadan yapabilir mi hiç?

20 Eylül 2024 Cuma

Allah'ın da bir 'kızılelma'sı var

İslam'ın Geliştirdiği Tasavvuf nâm eserinde, Ömer Rıza Doğrul, 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Muhammediyye' gibi kavramları ilk kullananın Hallac-ı Mansur Hazretleri olduğunu söylüyor. Hatta Kitabü't-Tavâsîn'den şöyle alıntılar da yapıyor: "Bütün nurlar onun nurundan doğmuş, peygamberlerin nuru onun nuruyla aydınlanmıştır. Nurlar içinde onun nurundan daha parlağı yoktur. (...) Himmeti himmetlerin hepsinden üstündür. Varlığı yokluktan önceydi. İsmi kalemden evvel yazılıydı. Çünkü bütün ümmetlerden evvel var idi. (...) Bütün ilimler Hz. Muhammed Mustafa'nın denizler gibi olan ilminden bir katredir. Ve bütün hükema onun nehrinden bir avuçtur. Bütün zamanlar onun nehrinden bir saattir. (...) Hak ve hakikat onunladır. Hilkatte ilk o, nübüvvette son o. Bâtında hakikat o, zahirde marifet o..."

Kendisinin, yani Doğrul'un, mevzuyla ilgili izahlarıysa şöyle: "Hallac'ın 'nur-u Muhammedî' yahut 'hakikat-i Muhammediye' nazariyesine gelince: Kitabü't-Tavâsîn adlı eserinde buna bir kısım ayırmış ve 'sinac tasini' adını vermiştir. Onun bu eserindeki anlatışına göre: Hz. Muhammed Mustafa'nın birbirinden ayrı iki sûreti vardır. Biri, ezelî ve kadim bir nurdur ve bütün varlıkların varolmasından önce vardır. Her ilim ve irfan bu nurdan doğmuştur. Diğeri, onun peygamber ve resul olarak dünyaya gelen suretidir ki, fanidir. Ve muayyen bir yerde, muayyen bir zamanda varolmasını gerektirmiş, o da vaktinde zuhur ederek vazifesini yapmış, ilim ve amelde haiz olduğu kemali ezelî nurdan alarak belirtmiştir. Nitekim bütün peygamberlerle bütün evliya da aynı nurdan feyiz almışlardır."

Yine, aynı eserde belirtildiğine göre, Hallac-ı Mansur Hazretlerinden sonra bu kavramları en vurgulu şekilde kullanan İbn-i Arabî Hazretleri imiş. Hepsine rahmet olsun. Biz nurcularsa, malum, bu ıstılahlara Risale-i Nur'dan aşinayız. Evet. Mürşidimiz de bu kavramları sıklıkla kullanıyor. Demek ki onlarda mühim bir sır farketmiş. Zaten, hâşâ, nasslara aykırı şeyler değiller. Manalarını destekleyen hadisler de mevcuttur. Hatta, Ebubekir Sifil Hoca, 'hakikat-i Muhammediyye' kavramına annelik eden hadislerin sıhhatine dair tenkidler yapılabilirse de, manasının doğruluğuna itiraz edilmeyeceğini, zira Kur'an'da da bu çıkarımı destekleyen ayetler bulunduğunu söyler.

İşte Bediüzzaman'ın konuyla ilgili beyanlarından bir küçük iktibas: "Nasıl ki 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Ahmediye' aleyhissalâtü vesselâm, divan-ı Nübüvvetin hem fatihası, hem hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (a.s.m.) cephe-i Âdem'den, tâ zât-ı mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek, intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur."

Fakat, bir ilave, burada fizikten çok daha ince birşeyin konuşulduğu kanaatine sahibim ben. Zaten 'nur' kavramını 'ziya' içine sıkıştırmak da doğru değildir. Tamam. Ziyanın da bir aydınlatıcılığı vardır. Karanlıkta olan şeylerin bilgisini bize taşır. Nitekim, görme hâdisesi, ışığın nesnelere dokunup bilgilerini gözlerimize taşımasıyla meydana gelir. Lakin 'nur' kavramı bundan çok daha fazlasına sahiptir. Nur, bilinmeme karanlığında olan herhangi birşeyi, bilinebilir kılan herhangi birşey de olabilir. Mesela: Ses de bir nurdur. Duyması olanlar sesle nesnelerin bilgisine erişebilirler. Tat da bir nurdur. Bu hisse sahip olanlar dilleriyle şeylerin bilgisine ulaşabilirler. Dokunma da bir nurdur. Koklama da bir nurdur. Titreşim de bir nurdur. Madem ki bize bilinmeyenin bilgisini taşıyordur, kitaplar da bir nurdur, tecrübe de bir nurdur, kalbe gelen ilhamlar dahi binbir çeşit nurlardır. Zira karanlıklarımızı aydınlığa çevirirler.

Hepsinin özünde ilim de bir nurdur zaten. Çünkü bizi ötemizden haberdar kılan, en temelde, o şeylerin ilim hasıl etmesidir. Onda olanın bize de yerleşebilmesidir. Daha yücelere çıkarsak, Nur sûresinde buyrulduğu gibi, "Allah göklerin ve yerin nurudur!" Çünkü bilinecekleri 'bilinebilir' kılan ancak Odur. Ve bilecekleri 'bilebilir' kılan da ancak Odur. Onun marifetiyle herşeyin bilgisi Esmaü'l-Hüsna boyutlarınca açılır, çoğalır, renklenir. Cümle bilmeler Onun hidayetidir. Bahşıdır. Hediyesidir. Onsuz bilmeler hakikatte bilmek sayılmazlar. Yüzeysel okumalardır onlar. Ve çoğu zaman ışığı değil karanlığı arttırırlar. İstidraçtırlar. Zira, sahibini düşünmeden sanata dalmak, bir tür boğulmayla neticelenebilir.

Nuru böyle hayal genişliğinde düşününce Aleyhissalatuvesselam Efendimizin nurunu kavramak da kolaylaşıyor. Mahiyetini bilemiyoruz. Ama sırrının herşeyin özünde varolduğunu kavrıyoruz. Atom değil, atomaltı değil, belki çok daha gerilerde. Hani Sicim Teorisi'nde işlenen şöyle bir tasavvur vardır:

Atomaltı düzeyde herşey aslında enerji iplerinin farklı şekillerde dalgalanmalarıdır. Bir şekilde dalgalanırsa onu elektron görürsünüz. Başka bir şekilde dalgalanırsa pozitron sanırsınız. Başka bir şekilde dalgalanırsa başka birşey dersiniz. Yani sırf dalgalanma şekillerindeki başkalıktan dolayı başka başka maddeler şeklinde görünürler. Başka başka fizikler oluştururlar. Size başka şeylermiş gibi gelirler.

Lakin özlerinde birdirler bu tanecikler. Sicim Teorisi böyle bir âlem hayal ediyor çok derinlerde. (Japon fizikçi Michio Kaku, Paralel Dünyalar'da, 'notalar ve tel' temsiliyle açıyor bunu. Tel aynı olsa da, parmağınızı bastığınız yerden titreşimini başkalaştırdığınız için, farklı notalar alabiliyorsunuz.) Atomaltı düzeydeki çeşitliliği bununla çözmeye çalışıyor. Biz de bu teorinin farziyatını misal olarak istimal edelim.

Ve diyelim: Belki de o dalgalanan enerji Aleyhissalatuvesselam Efendimizin nurudur. Neden onun nurudur? Çünkü o nurun hilkatiyle başlayan süreçte amaçlananı en iyi o yapmıştır. O enerjiye en layık temsili o gerçekleştirmiştir. Sırrın kemaliyle zuhuru, zuhur-u etemmi, onunladır. Ve zamanın ötesindeki takdirin zamanın içindeki görünüşü onunla olmuştur. Elhamdülillah. Cenab-ı Hak sırrını ebede kadar üzerimizde dalgalanır kılsın. Ve dalgaların hareketleri sayısınca ruh-u pâkine salat u selam olsun. Âmin.

Eh, Sicim Teorisi'ne çıkamazsak, yanımızda genetik var. Ondan da yardım alabiliriz. Evet. Bütün genetik kodlar nihayetinde neyden oluşur? Dört tane proteinin farklı dizimlerinden. Adenin, Guanin, Sitozin, Timin. Bunların da ardında nihayetinde belirli elementler vardır. Sonuçtaki görünüşler birbirinden çok başka olsa da hepsi aynı kod sisteminin kullanımından teşekkül etmiştir. Belki bu sistemin muradı da Aleyhissalatuvesselamın zuhur-u etemmine vasıta olmaktır. Lakin arada bizim gibi sonuçlar da bir hikmetle vücuda getirilmiştir. Buradan hareketle Efendimizin bize olan azim şefkatine de bir parça yaklaşabiliriz arkadaşım. Evet. Belki biz bu manevi canipten onun evlatları gibiyiz. Yani bütün varlık onun sırrının evlatları gibidir. 'Levlake Levlak Sultanı' hepimizin öncesidir. Varoluşumuzda atamızdır. Ve o da, tıpkı bir baba gibi, sırrından dünyaya gelmiş mahlukata azim şefkat göstermektedir.

Ben bunu geçenlerde bir F-35 misaliyle açmaya çalıştım. (İsterseniz buna F-35 değil Kaan veya Kızılelma da diyebilirsiniz.) Bir ülke F-35 üretmeye karar verdiği zaman, o F-35, bir süreçle birlikte varolur. 'Öncesi' olur 'sonrası' olur. İnşası için ondan evvel tesisler, pistler, makineler inşa edilir. Çünkü onların üretimi de F-35'in varlığı için gereklidir. Nihayetinde belki milyarlarca lira, binlerce insan, yıllarca emek, onlarca bina, hammadde vs. sadece bir F-35'in üretimi için sarfedilir. (O sırada aynı tesiste başka uçaklar-cihazlar-parçalar da yapılır tabii.) O meyve alındıktan sonra da fabrikanın sahibi diyebilir:

"Sen olmasaydın bu tesislerin hiçbirini kurmazdım!"

Bununla kastettiği aslında şudur: "Senin tohum hükmündeki gayeliğin/amaçlanman olmasaydı, hayal u planın dünyamızda yaşamasaydı, bu kadar emek sarfedilmezdi." La teşbih ve la temsil. Temsilde kusur olmasın. Aleyhissalatuvesselamın zuhuruyla nuru arasındaki ilişki de böyle olabilir. Onu bir çeşit hammadde olarak algılamakla birlikte 'herşeyin özüne işlemiş bir gaye' gibi anlamak da mümkündür. Zaten daire-i ilimle daire kudret birbirine yaklaştığında gaye ile hammadde de birbirine çok yaklaşır. Allah "Ol!" dediğinde oluverir. Orada ilim ayn-ı kudrettir. Kudret ayn-ı ilimdir. Çünkü iradeye karşı koyabilecek ikinci bir varlık yoktur. Karşı koyabilecek hiçbirşey yoktur. En doğrusunu elbette Allah bilir.

Eh, sözü uzattık, belki de bıktırdık. Bitirelim: "Allahın ilk yarattığı şey nurumdur!" buyuran zata, nurundan yaratılmış şeyler sayısınca, ve de o şeyler varlıkta kaldıkları müddetçe, salat u selam olsun.

Celal Şengör'den itikad alınır mı?

Cemal Yıldırım Hoca'nın 'Bilim Tarihi' nâm eseri bazı konularda kafa gözümü açtı arkadaşım. Şöyle ki: Bilim dediğimiz şey aslınd...