15 Ocak 2015 Perşembe

Bediüzzaman da dünyaya alıcı gözüyle bakardı

"Dünyamın tepetakla olmasının getirdiği panik duygusundan kurtulur kurtulmaz ve aramızdaki bu istenmeyen misafiri kabullenir kabullenmez, kendimi yepyeni bir dönemecin başında buldum. Onlarca yıldır, yetkin, güçlü, güvenli olmanın verdiği gururu bir kenara bırakıp sorumluluklarımın bir kısmını başkalarıyla paylaşarak hayatın sadece vermekten ibaret olmadığını öğrendim." Deborah Hutton, Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri'den.

Muhtemelen daha evvel de yazdım. Fakat bu dişimin kestiği öyle güzel bir şeker ki bitmiyor, gitmiyor, balı dilimi terketmiyor. O yüzden tekrar tekrar meşgul olmak ihtiyacı hissediyorum. "Nedir ki acep bunca mübalağa ile hayran olduğun ey ifratkâr çocuk?" derseniz hemen döküleyim: Acz/fakr mesleğidir. Böyle söyleyince heyecan vermedi belki. Nihayetinde mezkûr kelimeler zamanın ‘Marvel karakteri olmayı arzulayan’ bireyine çok da albenili gelmiyorlar. Tersi bir istikameti gösteriyorlar.

Bense 'acz/fakr mesleğini' bu sıralar daha zengin anlamaya çalışıyorum. Bence bu meslek hayata 'hep alan el olduğunuz' bir düzlemde bakmaya çalışmaktır. Evet. Buraya da şuradan geldim arkadaşım: "Veren el, alan elden üstündür!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sadece ‘sadaka alma/verme ahlakına’ yönelik bir nasihatte bulunmadığını düşünmeye başladım. Hayır. Daha da üstünde birşeydi söylenen. İçimizin yasasıydı. Gönlümüzün dengesiydi. Üst olanın ‘kendisini ne olarak vehmederek’ üst olduğunu; altta kalanınsa ‘kendisini ne olarak görerek’ altta kaldığını haber veriyordu sanki 'habercilerin en güzeli' Aleyhissalatuvesselam.

Yani: Size birşeyler verdiğini düşündüğünüz kişi sizin üstünüzdür. Üstünüz olduğunu düşünürsünüz kalbinizin/aklınızın bir köşesinde. Sizden birşeyler alan kişiyse altınızda gibi gelir. Ona da astınız olarak muamele edersiniz yine bilincinizin/şuurunuzun bir yerinde. O yüzden derim ki: 'Acz/fakr mesleğinde' ilerlemenin yolu, Allahu’l-a’lem, ancak şeylerle olabildiğince 'alan el' konumunda muhatap olmaktır. Bunu mahlukattan dilenme şeklinde düşünmeyin. Çünkü acz/fakr mesleğinin öyle anlaşılmasının yanlışlığını mürşidim bizzat kendisi beyan ediyor:

"Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip, yalvarmak demektir. Yoksa, fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir." Ama, kaçırmayalım arkadaşım, hemen öncesinde şunu da söylüyor: "(...) bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine, fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştihâ sûretini alır. İştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler."

Peki ‘fakrın tezyidi’ nasıl olur? Bir insan şu anki halinden daha aciz/fakir mi olmalıdır Allah'a yaklaşmak için? Sahip olduğu imkanları mı terketmelidir? Halbuki mürşidim modern medeniyeti de; "Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş..." diyerek eleştirmektedir. O halde buradaki 'fakrın ziyadeleşmesi' meselesi bir ihtiyaç artımından ziyade şuur işidir. Allah'a ne denli muhtaç olduğunu anlama meselesidir.

Elhamdülillah. Buraya kadar geldik. Bir adım ötesine de gidelim: İnsan Allah'a muhtaçlığını nasıl ‘daha fazla’ anlar? Nasıl böylesi bir mecrada arttırım sağlayabilir? Zaten başlarken herşeyin Allah'ın ona bir bağışı olduğunu kabul etmemiş midir? (Tevhid buna denmez mi?) Daha fazla neye iman edebilir ki aczini/fakrını bu yolla ziyadeleştirsin?

İşte, tam da bu mertebede Vahidiyet'ten Ehadiyet'e geçiş, gaibane muhatabiyetten hazırane muhatabiyete atlayış, malikiyevmiddin'den indinessıratalmustakim'e yapılan sıçrama sorularımıza cevap da oluyor. Çünkü Bediüzzaman, Mesnevî'sinin başında, 'amiyane tevhid' ve 'hakiki tevhid' ayrımını buna benzer bir şekilde yapıyor:

"Birisi âmiyâne tevhiddir ki; 'Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür...' der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakikî tevhiddir ki 'Allah birdir, mülk Onundur, vücut Onundur, herşey Onundur...' der; lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar."

Yani, hakikî tevhidi yaşamak, sadece “Herşeyi Allah yarattı!” fikrine ulaşmak değildir. Ya? ‘Huzurî bir tevhid melekesi' ile ‘varlığın sana yazılmış mektuplar haline geldiği’ bir düzlemde, herşeyin aslında sana mesaj olduğunu ve hiçbir zaman mesaj veren olamayacağını anlamandır. Bu anlayışı geliştirdikçe geliştirirsin kendini acz/fakr mesleğinde. Her bağışın sana yapılan bir bağıştır. Her verişin sana yapılmış bir veriştir.

Bediüzzaman; "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz..." derken de bunu ders verir; "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi..." derken de bunu söyler; "Mesela, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenab-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş..." derken de bunu anlatır; "Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır..." derken de bunu nasihat eder ve hakeza. Hangisine baksanız Bediüzzaman'ın dünyaya 'alan el' olarak baktığını ve hiçbir zaman kendisini 'veren el' gibi görmediğini görürsünüz.

Şimdi buradan alıp kendi hayatlarımıza dönelim. Bir sadaka veriyoruz, bir muhtacın başını okşuyoruz, birisine tebessüm ediyoruz, bir namaz kılıyoruz, bir yazı yazıyoruz vs. Acaba bütün bunları yaparken kendimizi ne olarak görüyoruz? Alan el mi? Veren el mi? Bence vereceğimiz cevap bu meslekte ne kadar ilerde olduğumuzu da gösterecek. Cevabımızı ararken mürşidimin şu cümlesini de hatırda tutalım arkadaşım: "Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır."

Mesela ben kendime döneyim hemen: Bu yazıyı yazmakla size birşey bahşettiğimi ve yüce ilmimden(!) faydalandırdığımı mı düşünüyorum, yoksa yazmak-duyurmak-paylaşmak aşkı kalbime düşürülerek aslında Allah'ın 'kalemle öğrettiğine' mi şükrediyorum?

Bu da benim işin neresinde olduğumu öğretecek bana. Eğer size, bu yazıyı yazmakla bir bağış yaptığımı düşünüyorsam, kendimi veren el kıldım, üst saydım, aczim ve fakrım yara aldı, kibrim yükseldi, risk altındayım, 'dalâlet ve evhamın taarruzu'na kapı açtım. Ama eğer aslında bu yazıyı yazmakla Allah'ın 'bir işe yaramamı' sağladığını düşünmüşsem ve bir işe yaramamı sağladığı için ona şükretmişsem, hem tehlikesi gitti, hem de ne güzel, belki kardeşinize dua edeceksiniz. İki yerden kazancım var.

Ancak dedim ya: Mesele varlığa alan el olarak bakmakta. Hep talebe kalmakta. Hep aç durmakta. İhlas da burada gizli. Tevazu da. Bu bir tasannu değil. Olduğumuz şey bu zaten. (Tevazu da 'vazedildiği gibi olmak' demek değil midir?) Ne biliyorsun: Belki senin sadakan değil de sadaka verebileceğin muhtacın karşına çıkarılması sana verilmiş bir sadakadır? En nihayetinde fikir eteğimizi topladığımız cümle şöyle: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Amenna. Nihayetinde sen sadece bir kulsun. Allah odur. Ve "Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var!"

13 Ocak 2015 Salı

İnsan kurgusunda hapsolmuştur

Tasannu sahibini asabileştirir. Takva, eğer içten dışa bir süreçle, dimağdaki meratibin tamamı aşılarak itikada dönüşmemişse, yani özünden (güzel olana dair bir gönül razılığından) can bulan bir hal değilse, yaşarken strese dönüşür. Öyle olmadığınız halde öyleymiş gibi yapmak, takvanın doğasında olan 'varlığa/fıtrata uygun adım atmak' değil, varlığınızla (evvelen kendi varlığınızla) savaşmaktır. İz'an etmediğiniz, hatta belki tasdik seviyesinde dahi sorunlarınız olan 'doğrulara' davranışsal tebaiyet göstermek (iltizam), 'basamakları atlamış olmanın yanetkilerini' sıkletiyle göstermeye başlar. Tavuğun yorulmadan serçeyi taklidi birkaç saniyedir.

Doğru şekilde atlatılmamış süreçler şeytan için kullanışlı malzemelerdirler. Vesvese bu boşluktan, yani ki cehaletten, yararlanır. Aleyhissalatuvesselam buyurur: “İblis safların arasındaki boşluklara girer.” Şer zaten ademîdir. Yokluksaldır. Varlığı boşluklara bağlıdır. Bu zaaftan yakalanmış bir insanın üzerinde toplum mühendisliği de kolayca yapılır. Yönlendirmelere açıktır çünkü. İltizamına tasdik veya iz'an aramayı akıl edemediği için aklı da fonksiyonunu hakkıyla icra edemez.

Ne olur? Başkalarının aklına teşne olur. Kendi yargıları netleşmediğinden havadan kanaat kapar. Umutsuzluk kapar. Öfke kapar. Manipüle olur. Değerini başkalarına ölçtürür. Onların gözünden kurgusunu izlemeyi sever. Takdir hastasıdır. Neyi ‘Allah rızası için’ neyi 'kalabalık ondan istiyor veya küser' diye yaptığı içdünyasında karışmıştır. Kalabalıkla, ama günübirlik kalabalıkla, birlikte hareket etmeye meftundur. Kemiyet ölçebildiği tek meşrulaştırıcıdır onun için. Menfaati de zaten kalabalığın kuyruğuna takılıdır. Hem asabiyet, hem kalabalık tutkusu, hem menfaat. Linç kültürü buradan beslenir. Kalabalık ‘ben’sel sorunların müsekkinidir.

Yalanın kötülüğünü bizzat içinde görmemiş, dili acılığına değmemiş, kötülüğüne 'mış gibi' iman etmiş bir müslümanın onu söylememek için verdiği savaş ‘kaplumbağanın kabuğuyla verdiği savaş’a benzer. ‘Yanlıştır’ demek istemiyorum. Kesinlikle demem. Yanlışla savaşmak asla yanlış olmaz. Ama usûlü zordur. Bazı zaman olur ki; böylesi zorlu kavgalara girenler, en nihayet pes eder, kabuğu benimserler. "Şeytan hem ye'sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir; ya divane olur, yahut 'Her-çibâd-âbâd' der, dalâlete gider."

Risale-i Nur'u bir mürşid olarak bulmadan önce neden namaza başlayıp başlayıp tekrar bırakıyordum? Her tevbemin ömrü neden kısaydı? Neden müslümanlığım bana kurgusal/tasannu gibi geliyordu? Neden gaflet tekrar tekrar üzerine basıp düştüğüm, bazen irademle de aradığım, aynı muz kabuğuydu? Neden hayatım günahlar ve tevbeler döngüsünde sene-i devriyesini tamamlayamadan kıyameti kopan gezegenler gibiydi? Neden fısk mü’minlikten daha albeniliydi ve ona karşı direnemiyordum?

Bütün bunların şimdi, mürşidimin tabiriyle, ‘dimağdaki meratib’e uygun hareket etmeyişimin ve takvamın kurgusallığının sonucu olduğunu düşünüyorum. Ben doğruya birşeyleri sıçramış olarak iman ediyordum. İmanım herkesin imanı gibiydi. Herkes iman ettiği için ben de imanlıydım. Herkes doğrunun o olduğunu söylediği için doğru oydu. Yoksa ben bizzat sınamamış ve gerekliliğini (ve zaten ondan başkasının mümkün olmadığını) görmemiştim. Halbuki Kur'an beni uyarıyordu: "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" Hakikaten de sabredemiyorum. Çabuk pes ediyordum. Halbuki yine mürşidim diyordu: "İşte ey sabırsız nefsim! Sen, üç sabır ile mükellefsin: Birisi taat üstünde sabırdır, birisi mâsiyetten sabırdır, diğeri musibete karşı sabırdır." Taat üstüne sabır, o, sabrın dayandığı mantığı bilmek istiyordu. Şunu da kabul etmem lazım: O yıllarda ben ibadetlerimin Allah'a hediyeler olduğunu düşünüyordum. Bu yanlıştı. Çok yanlıştı. Hediye vermek verenin paşa gönlüne bağlıdır. Çok namaz bıraktım ardımda kılınmamış. Sonra anladım namaz kılmakla hediye alanın ben olduğumu. Zengin vermekte naz yapar amma dilenci almakta naz edemez.

"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın." Açlık kazaya kalmaz. Hastanın gönlü 'paşa' değildir. Fakirdir. Dilencidir. Muhtaç olan sensen o namazı kılarsın. Şimdi bana ehl-i takva olduğu söyleyenen insanlarda sağlama yapmamın bir yolu var. Öfkesine/merhametine bakıyorum. Merhameti kinine baskınsa umudum var. Yok, garezi sönmeyen cinstense, "O takva derisi değil onun. Üzerine giydiği (üstelik bedenine de uymayan) bir giysidir!" diyorum. Merhamet insanı hayvan olmaktan koruyan ‘acaba’dır.

En nihayet diyeceğim şu: "Rahmetim gazabımı aşmıştır!" buyuran Allah, affedişin aslolan olduğunu söylüyor, yoksa (hâşâ) kendisi parçalar halinde de iki parçasını birbiriyle mukayese ediyor değil. Zaten biraz derin tefekkür edersen görürsün: Onun gazabı bile rahmetindendir. Ya taş atar çoban gibi koyunlarını yanlıştan çevirir. Yahut recmeder, şeytanları recmettiği gibi, onların zararlarından korur. Veyahut da mazlumların haklarını zalimlerden alır vs. Ama zalimin gözü, gafilin çeşmi, iblis nazarı öyle problemlidir ki, rahmet de onlara azap görünür. Bazı zaman cemal dahi şiddet-i zuhurundan celal görünür. Gelincik tarlasını uzaktan seyretmek gibi. Yağmuru taşıyan anaç bulutların yavrularını kara kara korkutması gibi.

Elini vicdanına koy da sen söyle bakalım arkadaşım: Öfken merhametinden mi geliyor? Yoksa merhametin öfkenin zararlarından dolayı mı sancıyor? Yani sen de ben gibi öfkeyle kem kelamlar ettikten sonra yalnız kalınca "Keşke demeseydim!" diyenlerden misin? Yoksa Allah Resulü aleyhissalatuvesselam gibi, kendi adına olan şeylerde merhametle bakan, ancak başka birisine zulmedildiğinde ona duyduğun merhametten dolayı zalime öfkelenenlerden mi sayılırsın? Al sana bir turnusol kağıdı, bir saykal, ayırmanı kolaylaştırır: Birincisi geçince canın acır. Pişmanlık yakar. İkincisi her hatırına geldiğinde memnuniyetinden/mesruriyetinden izzet kokar. Zira lezzet-i ruhaniye böyledir: Geçmez. Ruh gibi bâki kalır. Zevali yoktur ki ruha dokunanın, zeval-i lezzeti mümkün olsun da. elem versin. Dar gününde bir dostuna yardım ettin diyelim. Büyük bir müşkülünü giderdin. Maşaallah. O yardımdan aldığın lezzet hiç biter mi?

Allah tuzak kurmaz mı?

Markar Esayan, 17 Aralık'ın yıldönümündeki SETA seminerinde, paralel yapının planlarını/tuzaklarını anlattıktan sonra demişti ki; "Ama Allah diye de birşey var..." Yapılan tüm planların, kurulan tüm tuzakların âkim kalışının nedenini anlatıyordu o tek cümle. Epey de alkış aldığını hatırlıyorum.

Tuzak ‘insansı’ ve de ‘imtihansı’ bir kelime. İblisin insana kurduğu tuzak. Yasak ağaç. Hz. Âdem ile Havva'nın aşk-ı beka ile imtihanı. Herşey bir tuzakla başlamış gibi. Şerrin tuzakları da tabiatı gibi ademîdir. Yani ‘yokluksal’dır. Bizim kelimeye verdiğimiz mana bu yüzden ademî olanla kardeş. Yani şerle. Kötülükle. Nerede bir tuzak varsa oradan 'hayır' beklemiyoruz. Bir gözü şeytana bakıyor. "Şeytanın bile aklına gelmez!" diyoruz. Kelimenin ortaya çıkışı kadim kavgamızla irtibatlanınca tarifimiz de illa o hatıradan birşeyler alıyor.

Mürşidim bu sadedde diyor: "Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashab-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Bu açıdan bakınca "Allah tuzak kurmaz!" diyebiliriz. Ne demektir bu? Açmaya çalışalım: Varlığın hidayet-dalalet zıtlaşması karşısındaki duruşu nötr/tarafsız değildir. Yani varlık her iki türden de yorumlamaya açık bir bilgi içermiyor aslında. İzafî değil. Spesifik değil. Göreceli değil. Varlık hayır üzerine. Varlık tevhid üzerine. Varlık hidayet üzerine. Dalalet her iki ekolü de destekleyen deliller kainatta varolduğu için ortaya çıkmıyor. Daha hissî bir düzeyde başlayan bir sapma, hatta kirli bir arzu, bir iptila, ardından yaptıklarını meşrulaştıracak bir teolojiyi de üretiyor. (Tam da burada Bediüzzaman’ın “Dalalet vehmîdir!” tesbitini hatırlayalım.) Şöyle birşey yok yani: Allah kainata hem dalaleti hem tevhidi gösterecek deliller serpiştirip insanlara tuzak kurmuyor.

Bunu Twitter'da paylaştığımda Mona İslam abla şöyle itiraz etmişti: "Nasıl Allah tuzak kurmaz? Enfal sûresinde kendisi buyuruyor: 'Küfre sapanlar seni tutup bağlamaları yahut öldürmeleri ya da yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlar. Allah da tuzak kurar. Ama Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.' Bunu buyuran Allah'a nasıl 'tuzak kurmaz' deriz?"

Beşer tuzağı nasıl anlar? Allah tuzak demekle ne buyurur? Varlığı hayır/varlıksallık üzerine yaratmış olan Allah'a tuzak gibi ‘şer ile irtibatlı’ birşey nasıl atfedilir? Ben bunu da ilgili ayette geçen bir kelime ile anlıyorum. Mealler bu nüansı ıskalatıyorlar. Ayette Rabbimiz nasıl tarif ediliyor? “Tuzak kuranların en büyüğü?” Değil. “En kurnazı?” Değil. En içtenpazarlıklısı? Hâşâ. Bunların hiçbirisi değil. Ya nedir? "En hayırlısıdır." Çünkü Onun tuzakları kâfirlerin yokluksal/ademî hamlelerini boşa çıkarmak içindir. Yeni adem kuyuları oluşturmak için değildir.

Şuraya gelmek istiyorum arkadaşım: Aynı kelimeyi kullanıyoruz ama aynı manada değil. Sultan-ı Hakîm’imiz bize, tuzak gibi şerre yakın duran kelimelerden/fiillerden birisinin dahi, kendisine nisbet edildiğinde ‘varlıksal bir amacı’ olduğunu gösteriyor bu ifadeyle. Ona bağlandığında, subhaniyeti icabı nasıl rengi değişiveriyor her sözcüğün/eylemin, onu gösteriyor.

Şimdi hayatında sana kurulmuş tuzakların(!) tamamına böyle bak. Kaderini bu gözle bir oku. Kayıp sandıklarının ileride nasıl kazanca dönüştüğünü gör. Elhamdülillah. "Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer şer değildir..." cümlesinin izlerini onlarda da göreceksin. Yüzün şahıslardan kadere, cüzî iradelerden takdir-i Hûda'ya, küçük resimden büyük resme döndükçe her işin/fiilin rengi değişecek: "Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor!” deyivereceksin. Kelimelerin beşerî düzeylerinin yalnız birer pencere olduğunu anlayacaksın. Tefsir ilminin varlık hikmetlerinden birisini daha idrak edeceksin.

Evet. Şeytan bir tuzak kurar. Sanır ki Hz. Âdem ile Havva'ya bir kötülük etti. Allah buna bedel bir tevbe imkanı yaratır. Kerem eder. Şeytanın hesaplarını boşa çıkarır. Şer sanılan birden neticeleri itibariyle daha büyük bir hayra dönüşür. Düşünsene arkadaşım: Acaba Hz. Âdem ile Havva'yı kandırmakla şeytan mı tuzak kurmuştur? Yoksa Cenab-ı Hak mı şeytana bir tuzak kurmuştur? Şeytan mı kazanmıştır? Yoksa Hakîm-i Zülcelal mi galip gelmektedir? Cevap vermeden önce iyice tefekkür et. Manzarayı kuşatmaya çalış. İblis, iki insanın cennette gördükleri ikrama haset etmişti, şimdi milyonlarcasının sonsuz saadetine cehennemden şahit olacak. Sence de ‘tuzak kuranların en hayırlısı’ Allah değil mi? Âmenna!

12 Ocak 2015 Pazartesi

Kusurlarınla barışmak

"Hepimiz, tabağın kenarından yürümeye çalışan sinekler gibiyiz." Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'dan...

Allah bize 'subhaniyetini/kusursuzluğunu' hatırlattıkça aslında bizi teselli ediyor. "Subhanallah!" dedikçe demek bundan rahatlıyoruz. Hûda'ya bir hediye vermiyoruz bunu söylemekle, aslında Allah'tan (hem de ne tatlı) hediyeler alıyoruz. Ne kadar ahmağız biz! "Kusursuz olan yalnız benim. Sizler yaratılmış ve dolayısıyla kusura açıksınız..." demek de var bunun içinde. Bir normalleşme bu insan için, farkedebilirse. Kibrini yenebilirse. 'Ben buyum' diyebilirse. "Senin bunları yapabileceğini biliyorum. Affıma sığın." Kur'an'da ne güzel ifadeleri var bunun. Bir tanesi şu bence: "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez." Kusursuzluk iddiasına girme, itiraf ile Rabbine kaç.

Yazılarımın tartışılmasını severim. İğrenç bulunmasını da severim. İnsanların yazdıklarımdan ve dolayısıyla benden hoşlanmamasını da severim. ("O zat müşteridir ki, ilişmiş..." diye düşünürüm bazen. Bazen "Aman bunun 'esir alıcı' muhabbetinden zaten Allah'a sığınmalı..." derim.) Çürütülmeyi de severim. Eğer bu çürütme işlemi sağlam delillerle ve sağlam bir üslûpla yapılmışsa daha çok sevinirim. Çünkü çoğu zaman yazarken aslında kuyuya taş atan oluyorum. Ve yüz akıllının, bir zahmet, eğer akıllı oldukları iddiası yalan değilse, omuzlarının üzerindeki o şeyi kullanıp çıkarmalarını bekliyorum.

Hakikati istiyorum. Öğrenmek istiyorum. Daha keşfedilmemiş köşelerini görmek istiyorum. Delileri, Allah, 'akıllılar dalga geçsinler' diye yaratmamış; topluma kattıkları dengesizlikle diğerlerini tekrar denge arayışına soksunlar diye yaratmış. Delilik bir zıtlıktır ki, zıttına varlığını hatırlatır. Her zıtlık bir hatırlatmadır. Hatırlatma, gafletin ilacı. Kıymetini bilsen, iblisi yaratana bile teşekkür edersin bu nimeti için, iblisle sana öğrettiği sorular için.

Elbette herşeyin bir yolu/yordamı var. İnsanlar çıkarsınlar diye kuyuya elbombası atacak değiliz. Yıkmaya değil bulmaya çalışıyoruz. En azından bunu başarmaya çalışıyoruz. Nasıl söylemeli? 'Kuru üzüm çubuğu' demek tevazu değil. Daha önce de dedim: Bu bir tevhid ve gayba iman cümlesidir. Kendini kuru bulmak, tüm ıslaklığının içinde, ileride daha ıslak şeylerin vücuda geleceğini umut ettiğini gösterir. Son olmadığını, Ahir olanın Allah olduğunu bildiğini gösterir. Kadîr-i Mutlak olduğuna, senden daha sulu şeyleri de yaratabileceğine iman ettiğini gösterir. Neden herkes tevazuyu tasannu sanıyor? "Öyle değil ama öyleymiş gibi yapmış." Pardon fakat abiler/ablalar, herkes bizim kadar numaracı olmayabilir. Gerçekten öyle olduğunu düşünüyor olabilir.

Eğer kendini bütünün sahibi ve nihayeti gibi değil, bütünün parçası ve belki de bidayeti gibi görürsen, en azından 'bir parçasıyım' dersen, rahat edersin. Fıtrî olan rahat ettirir. Yaratılışın bunun üzerine. Allah kainatı ve zamana yayılmış bütün kainatları ortaksız yaratmış. Bütün onun. Ancak onun. Yalnız onun. Hep onun. Tevhid ne demek? Tevhid, "Şunu Allah yarattı, şunu da Allah yarattı, sonra şunu da Allah yarattı..." diye bir zinciri fethetmek değil. Tevhid, kendini aradan çekip (kendi 'mış gibi' mülk algını aradan çekip), geri kalanı, yani bütünü, kendin de içinde, Allah'a bırakmaktır. (Kuşattığın kadarıyla değil, kuşatamadıklarını da içine alan bir teslimiyetle.) O zaman sen bir bütünün ancak parçası olursun, müstakil olamazsın. "(...) nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder."

Hep sorarım kendime; acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, müminleri 'bir binanın tuğlaları gibi' tarif ettiğinde kastettiği yalnızca kardeşlik mi? Yoksa eşyaya bakışlarını da mı kastediyor? Bir binanın tuğlaları gibi veya bir asmanın parçaları. Nereye denk geldiği önemli değil, isterse kuru çubuğu olsun. Bütüne dahil ve dair olsun yeter. "İman bir intisabdır." Hiçbiri bütünün sahibi değil, ama bütün onlarla birlikte güzel.

Yazma meselesine geri dönelim: Yazılarıma veya yazılanlara, hiçbir zaman, 'herşeyin sonunu getirmişler' gözüyle bakmam. Hiçbir beşerî söze öyle bakamam. Son bizim olamaz, Ahir olan Allah'tır. Ama 'birşeyin parçası olabilmişler mi' şansı tanırım. Kuyuya taş atan delinin yerinde olmakla olsun, bir işe yarayabilmişler mi? Bazılarımızı Allah 'sorsunlar' diye, diğer bir kısmımızı da 'cevap bulsunlar' diye yaratmış olabilir. Ve bana da 'sormak' düşmüş olabilir. Bir cevap arıyorum. Kulluk yolda yürümektir, vuslata ermek değil. Kendi muhakememe de çok güvenmem, hafızama da. Google bakmadan yazabildiğim kaç yazı vardır acaba? İki cümlem düzgünse, bir tanesinin beli kırıktır, olabilir. "Böylesin!" derlerse, buna da itiraz etmem. Parçalarda olur böyle şeyler. Parçalık bu kusurları kaldırır. Tevbe de zaten parçanın yüzünü tekrar bütüne ve gayesine dönmesidir, tekrar uyumla dahil olmasıdır yaratılış sürecine.

Beni hiçkimse okumayabilir veya sevmeyebilir. Öldüğüm gün, belki ondan da önce, ismim insanlarca unutulabilir. Yazdığım cümlelerden hiçbirisi bir sonraki güne de çıkmayabilir. Fakat en nihayet Allah'ın huzuruna gittiğimde acaba Rabbim bana 'Ol!' emrinin içinde işgal ettiğim yer için "Bir işe yaradın!" buyuracak mı? Ah, onu bir duysam, bir bilsem bir işe yaradım, teveccühlerinizin topuna "Yürü git!" diyebilirim. Bu meselede, kendi kelimelerimle, Mevlana Celaleddin efendim gibi düşünüyorum: Ben parça oldum, ben parça oldum, ben parça oldum! Eller bütüne sahip olmakla şâd olur, ben bütününe parça olmakla şâd oldum. Subhanallah! Bütün sensin, bütünün kusursuzluğu senindir; ben ancak parçayım.

10 Ocak 2015 Cumartesi

İsmet karizmayı döver

“(Önce) en yakın akrabanı uyar!”
(Şuara sûresi, 214)

Montaigne Denemeler'inde diyor ki: "Çok az insan ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Hakikaten bir dehanın farkedilmesi, hatta bazen küçük bir yeteneğin keşfi bile, en çok ailesi için zordur. Bu biraz ona yakınlıktan, yani şiddet-i zuhurundan, biraz da onun pek deha olmadığı/olamadığı anlara da şahit olunduğundandır. Sevdiğiniz bir yazarı düşünün mesela. Aslında neyini seviyorsunuz? Kişiliğini mi? Kötü gün dostluğunu mu? Cömertliğini mi? Bence bunların çoğu meçhul size. Siz onu sadece yazdıklarından (ve orada yansıttıklarından) tanıyor ve seviyorsunuz. Dolayısıyla parçayı seviyorsunuz. Halbuki birçok yazarla tanışmış birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim: Bir yazarın kalemini çok beğeniyorsanız en iyisi onunla tanışmamaktır. Çünkü tanıştığınızda hayranı olduğunuz cümleleri taşıyabilecek pek az insan bulursunuz karşınızda.

Hiçbir dehanın her anı dâhi değildir. Deha hayata yayılmış bir dengeden ziyade bir yoğunlaşma/ifrat eseridir çünkü. Bir garkolmadır. Kendini ihtisasında yitirmektir. Bir müellif ancak yazarken dehadır mesela. Kalemi elindeyken başkalaşır. Yazmak güzelleştirir onları. Bir fizikçiye baksanız yine yakın şeyler görürsünüz. Bir matematikçiye baksanız yine öyle. Ressama baksanız yine.

İşte tam da bu yüzden Montaigne haklıdır. Yakınlarının dehayı farkedemeyişi, kıymetini anlayamayışı veya önemsemeyişi, aslında bir görmezden gelmeden değil, her ana şahit oluşun getirdiği bir körleşmeden kaynaklanır. Dehanın dehalığından haber veren o küçük ayrıntılar; ilgiler, heyecanlar, hayranlıklar; o kadar yığınla anının içinde görünmez bile. Einstein ailesi için okuldan kaçan çocuktur. Bell bir türlü dikkatini toplayamayan o yaramazdır. Disney yazmayı beceremeyen bir yumurcaktır. Picasso yedi rakamını amcasının burnu sanan bir tuhaflıktır. Cristie okumayı zor öğrenen o aptal kızdır vs.

Misalleri hep Batı’dan seçmeme alındınız belki. Alınmayın. Bunda da bir kastım var. Fakat kapısını aralamak için önce mürşidimin şu satırlarına bir uğramalıyız: "Hüdâ, ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-simâ ediyor insan-ı himmetperver. Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünemâ buluyor. Ruhu eder hizmetkâr. Taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayateyne saadet veriyor, dâreyne ziya neşrediyor."

Evet. Deha bir ifrat eseri olduğundan hali peygamberin haline benzemez. Ve bir peygamberin çocukluğundan büyüklüğüne yaşadığı/yaşattığı misallerle dehanın yaşadığı/yaşattıkları birbirine uymaz. Hatta nübüvvetin gölgesinde yeşeren velayetin halleri dahi dehayla uyuşmaz. Biz velayet ekseninde birisinin kemaline inanmak için hayatının bütününde görünecek bir denge ararız. İfratla velayete inanmayız. İşte tam da bu noktada Batı’nın/bâtılın dehasından çok etkilenmiş akıllarımızın peygamberleri/velileri fazla sade(!) bulduğunu düşünüyorum.

Yani? En büyük kerametin istikamet/ismet olduğunu anlayamamışlar için nübüvvete/velayete kıyasla dehanın karizması ‘ekmeğin yanına konulmuş pasta’ gibi albenili görünüyor. (Baksana; koskoca Aleyhissalatuvesselam 'telefonu' bile keşfedememiş; cık, cık, cık.) Halbuki insan her öğün ekmek yiyebilse de üç öğün pasta yiyemez. Ekmek rızık olarak her zaman pastadan üstündür. O zaman peygamberlere, tıpkı Bediüzzaman'ın önerdiği gibi, daha bütüncül bakılmalıdır:

"Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?"

Sahi yapabilirler mi? Ampulü keşfetmenin, dinamiti bulmanın, atom bombasını patlatmanın veya cern deneyinin peş para etmediği bir alandan bahsediyoruz: İnsan ruhu. Bu bahiste o karizmatik misallerin tamamı 'insanı ıskalayan' tutumlarıyla yerleyeksan olabilirler. Ne demişti mürşidim: "Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor..." Ama söz peygamberlere geldiğinde insana, ruha, fıtrata ve hakikate dair yaptıklarıyla bir güneş gibi parlarlar bu ufukta: "Hüdâ, ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir."

Montaigne doğru söylüyor: "Çok az insan ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Lakin peygamberleri bu kanundan hariç tutmalı. Neden? Çünkü peygamber ismetinin dehanın karizmasından en büyük farkı buradadır. İsmet yakın-uzak herkes tarafından farkedilmeye daha müsaittir. Hatta yatkındır.

Bu yüzden Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lakabı cahiliye döneminde bile el-Emin'dir. Başkalığı kabilesinin ortak fikridir. Hatta bu noktada nübüvvetini ilanının hemen ardından bizzat ailesinin; yani Hz. Hatice annemizin, kızlarının, yeğeni Hz. Ali'nin, evlatlığı Hz. Zeyd b. Harise'nin ve en yakın dostu Hz. Ebu Bekir'in (Allah hepsinden razı olsun); hemen ona tâbi olmasının sırrı da buradadır: Onun hayatının her anına şahit olanlar aynı zamanda kemalinin de şahitleridir. Eylemi-söylemi arasında tezat yoktur. Kemalini ıskalayan bir anı yoktur.

İnsanlar vardır, etraflarına ışıklar saçarlar da, diplerini aydınlatamazlar. Yani bizzat çocukları/yakınları nasihatlerine aldırmazlar. En büyük mesafe hanelerinde yaşayanlarla oluşur. Peki bu mesafe nasıl oluşur? İşte yine aynı sebepten: Bu iyi insanlar hayatlarının her anında 'iyi insanlar' değiller. Hayatlarının her anına şahit olanlar da bu insanların derslerinden hissedar olamıyorlar. Çünkü o dersin dışında kalan bütünü de biliyorlar. Bütün hakkında fikirleri dersi de etkiliyor.

Belki huysuzluğunu biliyorlar. Belki öfkelendiğinde düştüğü insafsızlığı biliyorlar. Bir gaflet anında ağzından çıkan kemsözü hatırlıyorlar. İşin özü: İsmet sahibi olmadıklarını biliyorlar ve taşıdıkları hakikatle bağdaştıramıyorlar. Ama sen bak Aleyhissalatuvesselamın güzelliğine! Ona ilk tâbi olanlar, bizzat hanesinde yaşayanlar, yani her haline şahit olanlar. Subhanallah! Sence irşada 'en çok tanıyanlar'ı ile başlayan bir mürşidin ahlakına 'kurgusallık/tasannu' karışabilir mi? Halbuki insan yalan söylese ona en yakınlar ilk farkeder. Andelib-i Zişân Efendimizse tebliğine en yakınlarıyla başlamıştır. Bunda da bir ders yok mu sence?

"Çünkü o, o idi. Ben de ben."

Alberto Manguel, Kelimeler Şehri'nde naklediyor: Montaigne, Denemeler'de, genç yaşta ölen dostu Étienne de La Boétie'yi anlattığı kısımda, okurun diliyle kendisine sorduğu; "Peki, onu neden bu kadar çok seviyordun?" sorusunu şöyle cevaplar: "Bunu ifade edemem sanıyorum." Fakat kitabın 1592 yılındaki baskısında şöyle bir ilave yapar bu cümleye: "Bunu ifade edemem sanıyorum. Yalnız şunu söyleyebilirim size: Çünkü o, o idi." Daha sonraki dönemde ise farklı bir kalemle tashih nüshasına bir cümle daha ilave eder. "Çünkü o, o idi. Ben de ben..."

Montaigne, basit bir cevabı vermekte neden zorlandı? Neden bu kadar sene bekledi? Veya neden arkadaşının iyi huylarından birkaçını sayarak en kolayı tercih etmedi? Öyle ya, bana sorulsaydı bu, o kadar sene beklemeye de gerek duymaz, "Hoşsohbetti, hazırcevaptı, neşeliydi, yardımseverdi, çalışkandı, dürüsttü, karagün dostuydu vs." gibi pekçok şeyi saymış olurdum herhangi bir arkadaşım hakkında. Ve muhatabıma da bu cevaplardan herhangi birisi (hepsine de gerek yoktu) yeterli gelirdi. Montaigne neden böylesi kolay bir yolu tercih etmedi? Neden bekledi? Neden doğru cümleyi aradı onca sene? Ve "Çünkü o, o idi. Ben de ben..." derken neyi buldu?

Bediüzzaman, İçtihad Risalesi'nde, "Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor..." diye başladığı bölümde, bir nüansı ıskaladığımızın altını çiziyor musırrane: Hikmet ve illet ayrımı. Kendi cümlelerinden okuyalım:

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir."

Yani ne yapıyor şu zamanın nazarı: Birşeyin asıl yapılış nedeniyle, o yapılışla gelen sonuçları/faydaları birbirinden ayıramıyor. Yahut o faydaların üzerinde o kadar duruyor ki, asıl yapılış nedenini ıskalayacak bir noktaya geliyor. Bu sonuç endekslilik, yani fayda mülahazası, yapılan içtihadın hedefini de yerinden oynattığı için onu arzî hale getiriyor, semavî olmuyor. Peki, arzî hale gelmek ne demek? Ben bu kısmı, biraz Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abilerin "Kendi semanı gördün mü?"[1] başlıklı (Düşe Kalka Muhabbet'in 20. bölümü) programından hareketle anlıyorum: Herşeyin seması, aslında onun manası. Manasının âlemi. Ve herşeyin bir seması var, tıpkı Sözler'de Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Hem âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine kadar herbir âlemin birer seması vardır." Ve aslında sanıldığı gibi mana maddeden değil, madde manadan yaratılır: "Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir..." ve "Demek, ruhun mânevî güzelliğidir ki, ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor. İşte, şu kainat, hadsiz mehasin-i maddiyesiyle, bir manevî ve ilmî mehasinin tereşşuhatıdır."

Yani bu ne demek? Maddi dediğimiz manevî olandan sızıyor/yaratılıyor; manevî olan maddi olandan değil. Halbuki Sadık Yalsızuçanlar'ın da bir söyleşide[2] (Kahve Bahane programı) söylediği gibi modern medeniyette işler böyle yürümüyor. Önce eserler ortaya çıkıyor, sonra bunların polemiği yapılıyor. Maddeye manayı insan katıyor.

İşte, kanaatimce, sonra polemiğini yapmak arzîliktir. Mananın evvel olduğunu düşünmek semavîliktir. Hikmeti konuşmak da 'sonra olacaklara' baktığı için bir nevi arzîliktir. İllet ise vücuddan öncesine baktığı için semavîliği temsil eder. Yüzümüzü Kur'an'a dönelim şimdi. Hatırlayalım: Allah, 'gökleri ve yeri yaratan' olarak anılır Kur'an-ı Kerim'de. Önce gökleri, sonra yeri. Hatta bu tekrar be tekrar anıştaki sırdan dolayı Bediüzzaman Hazretleri Ayetü'l-Kübra isimli eserine şöyle başlar:

"Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur'âniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevkle mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır."

Bizde şöhreti çok olan İhlas Risalesi'dir. Ama okuduğumda karnıma yumruk yemişim gibi hissettiren ihlas tarifini ben İşaratü'l-İ'caz'da bulurum: "İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar."

Ebubekir Sifil Hoca da bu asrın en büyük tehlikelerinden birisinin 'teslimiyetin yitirilmesi' olduğunu söylüyor. Yani insanlar ellerine geçen hadislere/ayetlere NASA'dan gelen bilgiler kadar güvenmiyorlar artık. Ötekini sınamaya ihtiyaç duymadıkları halde, bunu mutlaka sınamaya ihtiyaç gösteriyorlar. Eğer bilim de doğrularsa kalpleri mutmain oluyor imana ve takvaya dair şeyleri. Bence bu teslimiyetin yitimi; aslında illetin yitimi, ihlasın yitimi, emredildiği için yapılması'nın yitimi, maddeden önce gelen mananın yitimi. En başa döneceğim yine: Montaigne sevgisini açıklarken "Çünkü o, o idi. Ben de ben..." demişti. Hangimiz bugün "Neden namaz kılıyorsun?" veya "Neden oruç tutuyorsun?" veya "Neden örtünüyorsun?" gibi sorulara böyle bir özgüvenle cevap verebiliriz: "Çünkü o Allah'tır, bense kul." Bence, cebimizde çok hikmet var, fakat neredeyse illet kaybolacak aralarında.






[1] İzlemek isteyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=_ot4VStWzsk
[2] İzlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=nF42ckA24uU

9 Ocak 2015 Cuma

O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun?


Anlayış dediğimiz yalnız bir kişinin veya kesimin göstermesiyle olacak şey değil. Taraflardan yalnızca birisi anlamaya çalışıyorsa, diğeri hiç yanaşmıyorsa, bunun adı elbette 'katlanmak' oluyor. Karıştırmamak lazım. Tıpkı merhametle acımayı karıştırmamak gerektiği gibi. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Yalnız acı çekene acır insan. Acımak, kelime kökeninin de haber verdiği şekilde, çekmeyi önşartı sayar. Fakat merhametimiz duyulmak için acının varlığına ihtiyaç duymaz. Bir anne çocuğuna o sağlıklıyken de merhamet eder. Ancak ona acımaz. Merhamet bir tür ‘gözetme ahlakı’dır. Acımaksa acıya karşı duyulan sancıdır.

Şunu da ilave edelim ki: Yorgunluk fıtratın aksine veya elverdiğine aykırı iş yapmanın delilidir. Monotonluğun yoruculuğu da bundandır. Varlık mahiyeti gereği tekdüzeliğe düşmandır çünkü. Mürşidim bu sadedde der ki: "Zira, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet yeknesaklık içinde hiçe iner." Evet. Hergün bal yiyen baldan usanırmış. Hep aynı kalamazsın. Hep içine atan, katlanan veya alttan alan sen olamazsın. Böyle yaşanmaz.

Yaşam aynılık değildir çünkü. Değişimdir. Bazen sen onu anlayacaksın bazen de o seni. Sabır günleri de neşe günleri gibi aramızda dönüp duracak. Gündüzler gecelere kardeş olacak. "İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor." Değişen rollerin/konumların sayesinde muhabbetin canı olan ihtiyaç/iştiyak hayatta kalacak.

Şeriatın sınır koymadığı yerlerde eşitlik düzeyinde bir ilişki istemek bencillik değildir. O makamda eşitlik istemek “Senin kadar ben de mahlukum” demektir bir nevi. “Mahlukiyetin mazhar olduğu herşeyde benim de senin kadar hakkım var. Beni de Allah yaratmış sen gibi. Ben de öfkelenirim bazen sen gibi. İnsanî olan herşey bende de vardır. Sen de idare etmelisin beni. Benim seni idare ettiğim gibi.” Belki bunu da en güzel şu cümleleri anlatıyor Bediüzzaman’ın: "Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."

Fakat bazen en makul eşitlik talepleri bile bencillik olarak karşılanıyor. Fedakârlıklarsa mecburiyetimiz gibi. Hal böyle olunca yükümüz ağırlaşıyor. Yalnız bir insanken birkaç insan gibi yaşamaya başlıyoruz. Kendimize rol yapıyoruz. Lakin Kur'an-ı Hakîm’imiz demiyor mu: "Allah hiçkimseye gücünün yeteceğinden fazla birşey yüklemez." Hem yine demiyor mu: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez." O halde birşeyler artık taşınmaz, hayat yaşanmaz geldiğinde, omuzlarındakini sınaman gerekmez mi? Neden onları tenzih edip kendini suçluyorsun? Belki o yükün tamamı senin değildir? Belki sen başkalarınınkini yüklenmişsindir? Dikkat et arkadaşım: İmanının yüklediklerinden gayrısı için konuşuyorum.

Allah'ın emrettiği sınırlardan bahsetmiyorum. O Cenab-ı Haktır ve hepimize sınırlar koymaya hakkı vardır. Bunlar zaten iyiliğimiz içindir ve uygun adım yürüdüğümüzde iyi de gelir. Fıtratımızı en iyi Sahibimiz bilir. Ancak bir de alışkanlıklarımızdan kaynaklanan yükler var. ‘Mış gibi’ yapmalarımızdan. Hem her insan bir diğerinin yüküdür. Çünkü onu etkiler. Bizi etkileyen herşey bir açıdan bizim yükümüzdür. Zira izlerini taşırız. Hem hafızamızda, hem kalbimizde, hem de düşüncemizde çizikleri kalır.

İnsan insan olarak yaklaştığı sürece karşısındankinden insanlık görür. Tebessüm etmeyen bir yüzün hakkı var mıdır karşısındaki herdaim mütebessim bulmaya? "Mü'min mü'minin aynasıdır!" buyuran hadis-i şerifin penceresinden tefekkür edersek, gördüğümüz suretler aslında hep bizim suretlerimiz, duyduğumuz sesler hep bizim seslerimiz, hissettiğimiz hep bizim hissettirdiğimiz değil midir? Gülümsediğimiz kadar gülücük buluyor veya öfkeyle boğduğumuz kadar ona boğuluyoruz belki de? Aynalar koridorundan geçiyoruz ve hep şunu söylüyoruz: "Ben mecbur değilim güzel kalmaya. Hiç değilim. Güzel kalması gereken esasında o!" Bu nasıl mümkün olabilir? Yansıyan yansıyandan nasıl farklı olabilir? Demek iyi olmak önce özümüze yapılmış iyiliktir. Yani aynamıza gülümsemektir.

“Tebessüm sadakadır!” Aleyhissalatuvesselam. Ama hiç kendine sordun mu arkadaşım: Kime sadakadır? Sırf gülümsediğine mi? Yoksa kendine mi? Yoksa ikinize birden mi? Unutmayalım. Burada 'elhamdülillah' diyenin ahirette 'elhamdülillah' yiyeceği bir düzlemde yaşıyoruz. Zikr u tesbihimiz cennete dikilmiş fidanlara dönüşüyor hadisin ifadesiyle. Birbirinin içinde yansıyor, renkleniyor ve zenginleşiyor herşey. Bâki âlemimiz böyle şekilleniyor. Aynamızla şuhudumuza renkler veriyoruz.

O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun? Belki evden çıkarken yeğenine gülümsediğin için gülümsedi otobüsteki o çocuk? Sarıldığın için sarıldılar sana. Yardım ettiğin için yardım edildin. Hayat dediğin iradenin attığı bir bumerangtır biraz da. Tıpkı Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi: "Kim zerre mikdarı hayır işlerse onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlerse onu görür." Nihayetinde arkadaşım: Dünya ahiretin tarlasıdır. Dünler yarınınlarının tarlasıdır. Evveller ahirlerinin tarlasıdır. Bu eşikten bakınca aynalar da yansıttıklarının tarlasına dönüşmez mi? Işık da parlaklığı ekip biçmez mi? Güneş de kimbilir mazharlarından neler alıyor. Peki ya ism-i Nur’un Sahibi? Üzerimizdeki bunca tecelli de bir ekip biçme değil mi?

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...