21 Kasım 2012 Çarşamba

Neden perçeminden?

Alâk sûresiyle yazarlık arasında kurduğum bağıntıyı belki ziyade görenler olabilir. “Bu çocuk iyice aşırıya gitti, abarttı” diyenler olabilir. Fakat ne yalan söyleyeyim, vazgeçmeyeceğim. Zira herkesin Kur’an’dan—onun mizanlarına uygun hareket ettiği müddetçe—yalnız kendisini bağlayacak ama herkese de faydalı olabilecek zenginlikler, renkler devşirebileceğini düşünüyorum. Öyle ya... Kur’an’da Vahidiyet tecellileri kadar Ehadiyet tecellileri de var.

İsm-i Rahman’ın yansımaları içinde (belki bir adım ötesinde) Rahimiyetin cilvelerini göremiyorsak bizim kabahatimiz. Yoksa Cenab-ı Hakkın hepimizle konuşması, aynı kelam içinde her birimizle tek tek konuşmasına engel değil. Tıpkı güneşin aydınlatmasında olduğu gibi... 

Bugün de aynı sûrenin 15 ve 16. ayetlerinin mealine dikkatinizi çekeceğim. Şöyle buyuruyor Rabb-i Hakîm o ayet-i kerimelerde (Diyanet İşleri mealine göre): “Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden; o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız.” 

Burada, benim dikkatime dokunan nüanstan, ilk sualim şöyle şekilleniyor: “Neden başka bir uzvundan değil de perçeminden yakalıyor Cenab-ı Hak?” Ve bir soru daha ekleniyor ardından ona: “Neden yakaladığı o uzvu günahkâr olmakla itham ediyor ve cehenneme atıyor?” Perçemi alın ve civarı olarak düşündüğümde buna bir cevap bulamıyorum. 

Nette başka başka mealleri karıştırmaya devam ediyorum. Derken bir başka meal imdadıma yetişiyor. Bakınız o mealde 16. ayetin açıklaması bir küçük parantez içi ifadeyle nasıl yapılıyor, zenginleştiriliyor: “O yalancı, o hata yapan alnı (beyni)!” Bu ifadeyle birlikte birazcık daha bulutlar dağılıyor zihnimde. 

Öyle ya, bizim sûrenin bir vechinin, mana katmanlarından bir katmanının baktığını iddia ettiğimiz yazar/düşünür taifesinin de bu yolda en çok istimal ettiği organı, beyni değil mi? Belki de ayet-i kerime, muhataplarının bu ‘ehl-i fikir’ olma yönlerine dikkat çekerek bu meziyetlerinin altını çiziyor. Yani bu yüzden başka bir uzuvlarından tutarak değil, bizzat perçemlerinden (alınlarından ve onun altındaki çok övündükleri beyinlerinden) tutarak onları cehenneme yuvarlıyor. Hatta Suat Yıldırım mealinde bu ifade aynen şöyle: 

“Hayır! Hayır! Olmaz böyle şey! Eğer bu tutumundan vazgeçmezse, onu perçeminden tutup cehenneme sürükleriz. Evet, o yalancı ve suçlu perçeminden tutup sürükleriz.” Yani işlenen günah daha çok uzva ait olduğu için itham edilen organ da yine bizzat o... 

Görüyorsunuz ya, bir ayet-i kerimenin sonsuza kadar hitap ettiği bir kesim mutlaka var. Bütün zamanlarda muhatabı olan sınıflar var... Elbette bu ayetlerin nüzûl sebepleri onların anlaşılmasında önemli bir değer taşıyor. 

Ancak nüzûl sebeplerinin ötesinde bütün zamanlara hitap eden öğütlerini anlamak, Bediüzzaman’ın, Risalelerde, Kur’an’da geçen ‘ehl-i kitap’ ifadesinin bu zamanda ekseriyetle ‘ehl-i mektep’ olan modern asrın insanlarına da hitap ettiğini söylediği yeri düşününce daha bir manidar geliyor bana. Hakikaten bu zamanın insanları (bir başka yönüyle) ehl-i kitap denmeyi öncekiler kadar hakediyorlar. Tüyap Kitap Fuarındaki kalabalıktan edindiğim izlenim de buraya bir dipnot olsun. 

Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz bugün de bu kadar. Ama sanmayın bitti. Bu denizin içindeki inciler bir gafil avcının bulduklarıyla bitmez, tükenmez. Kimbilir daha neler neler var bu ayetlerde. Fakat ben de hemen pes etmeyerek birkaç yazıda daha onları avlamaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...

19 Kasım 2012 Pazartesi

Yazmayı sevenler için Alâk sûresi...

Alâk sûresiyle yazarlık arasında bir alâka hissediyorum. Bu alâka, sadece, sûrenin içerisinde kalemle yazı yazmasını öğretenin Allah olduğunun hatırlatılmasından dolayı değil. Sûrenin daha başka yerleri de bana yazarlığı hatırlatıyor. Bir kere daha başlarken “oku” emri ile başlaması, devamında iyi bir okumanın sonucu olarak düşündüğüm “yazmayı” zikretmesi, ancak bu yazmadan sonra “bilmediğini öğretmeyi” anması/anımsatması sonrasında ise verilen bu nimetlerin kötüye kullanılmasının sonuçları olarak gördüğüm şerler ve nihayetinde azap tehditi... Bütün bunlar yazı dünyasıyla alâkalı bence.

Nihayetinde yazarlık da bu değil mi? Birşeyleri birşeylerle alâkalandırmak, bağlanmak; kimsenin görmediği kader/hikmet kafiyelerini keşfetmek... Bu yönüyle sûrenin isminin Alâk olması da manidar. Alâk “kan pıhtısı” olarak anlamlandırılıyor bir kısım tefsirlerde. (Ömer Nasuhî Bilmen’den gelen birşey.) Ancak bildiğim kadarıyla bu kan pıhtısından kastedilen; annenin rahmine tutunmuş, bağlanmış, alâkalanmış olan cenin. Veya ötesinde kastedilen yalnız bağlantı. (M. Esad Coşan Hocaefendi de Ömer Nasuhî Bilmen'e muhalefet ederek böyle anlamlandırıyor mesela.) Bu yüzden ismi Alâk, yani bağlanmış kan pıhtısı... Günlük hayatta çok kullandığımız 'ilgi, bağlantı' manasına gelen 'alâka' da aynı kökten gelen bir kelime. Bu yüzden ikisini birbirinin yerinde kullanmayı da seviyorum. Yirmiüçüncü Söz'den de imanı, intisap (bağlantı, alâka) şeklinde okuyunca iyice meraklanıyorum. Bu kelimede bir sır var. 

Şimdi, sûreye tekrar dönersek; okumanın hemen ardından insanın kan pıhtısından hilkatinin zikri, bana okumanın ardında aranması gerekeni öğütlüyor adeta. “Sen nasıl ki, yaratılırken annenin rahmine bağlıydın; dünyada herşey de, her ilim de tıpkı senin anne rahmine bağlı olduğun gibi birşeylere bağlı. Sivrisineğin gözü güneşle, pirenin midesi güneş sistemiyle alâkalı... Oku, çalış, onların ardındaki alâkaları gör.” 

Hemen ardından gelen şeyse Rabbin kalemle yazı yazmasını öğretmesi. Ondan bir adım sonrası ise bilmediğini öğrenme... Durun bir saniye, burada bir gariplik var! Bu sıralama neden böyle oldu, bir düşünelim. Bilmediği öğrenme nimeti neden okumadan sonra değil de yazmadan sonra zikredildi? Halbuki biz okuduktan sonra öğreniyor, yazdıktan sonra da onu insanlara sunuyoruz, öyle olmuyor mu? 

Vahiyden aldığım desteğe kendi hissimi de ekleyince buna itiraz ediyorum. Hayır, öyle olmuyor. İnsan bilmediğini okurken değil; yazarken/anlatırken öğreniyor/içselleştiriyor. Veyahut okumakla başlayan öğrenme süreci, yazmayı bitirdiğiniz anda (yani onu anlatabilir hale geldiğiniz anda) içinizde yerleşiyor, kemale eriyor. Bu yönüyle okumak ve yazmak birbiriyle çok bağlantılı. Öğrenme sürecinin iki ucu gibi okumak ve yazmak. 

Daha evvelki yazılarımda da dikkatinizi çekmiştim biraz. Belki yazmak aynı zamanda düşünmek sayılabilir. İnsan yazarken, yazmaya başlarken aklında hiç olmayan ilgiler, bağıntılar, alakâlar kurabilir. Çünkü yazmak, konsantre olmaktır. Bir mesele hakkında en iyi tefekkür, o şey hakkında bir metin hazırlanırken yapılır. 

Hızla devam edelim: İnsanın kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşması... Bunu hep maddî imkânlar noktasında yorumluyoruz, yanlış değil. Hakikaten maddî imkânları çok olan insanlarda azgınlığa bir yakınlık/yatkınlık olabilir, artabilir. Zira insana Allahı en çok hatırlatan şey, aczidir. Ama baştan beri sürdürdüğümüz yolculuğun perspektifiyle bakınca; bilmediğini öğrenen insanın o bilgiyle enaniyet sahibi olması, gururlanması yorumu da yapılamaz mı? 

“Neden?” diyeceksiniz. İzah edeyim: Az çok ilim adamlarıyla beraber bir ortamda bulunanlar bilirler. Bir ilim adamında en sıradan karşılanan şey, ilmin enaniyetidir. Hatta bir ilim adamının kendi ilmine dayanarak bir başkasının savına karşı çıktığına şahit olduğumuzda genelde kullandığımız ifade şu olur: “İlmin enaniyeti olur o kadar...” Normalleşmiştir yani. Sık rastlanan bir durumdur. Hem Karun da Musa aleyhisselama aynı şekilde itiraz etmez mi? “Bu bana ilmimden dolayı verildi.” 

Şimdi ben bu ayeti de yazarlıkla alâkalandırsam hata mı olur? Bilmediğini öğrenen insanın, bildiklerinin miktarı arttıkça kendisini ihtiyaçtan uzak görmesi, ilmin enaniyeti şeklinde yorumlansa yanlış mı olur? Bence olmaz. Arkaplandan devşirdiğimiz manalar, ayetin asıl anlamına zarar vermez zaten. Biz sadece kendi payımıza düşen zenginliği arıyoruz. Kendi boyumuz miktarınca bir derinliğe dalmaya çalışıyoruz.

Bundan sonra gelen tehdit de ürkütüyor beni yazarlar namına. “Namazdan alıkoyan” olarak tefsir edilse de “sallâ” kelimesinin farklı anlamları da var. Hatta daha geniş bir manada “Allah’ın yolundan alıkoyan” desek herhalde yanlış olmaz. Bu noktada insan düşünüyor; acaba yazarlığın böylesi bir yönü de mi var? Böylesi kem bir yön... Devamında meseleyi “Eğer o doğru yol üzerinde olsa yahut kötülükten sakınmayı tavsiye etse daha hayırlı olmaz mıydı?” diye bağlaması, beni “tavsiye etme” noktasında yazarlığa götürüyor. Öyle ya, bu dünyada diğer insanlar üzerinde etkili olan yazarlardan fazla kim var? Kimler düşünceleriyle başkalarının hayatına tesir ediyor yazarlar gibi? Diğer görsel sanatların bile özü nihayetinde yazıya dayanıyor. Onun kötüye kullanılması, diğerlerini de kapsamaz mı? 

Sûrenin nihayetine giderken “O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın” denmesi de manidar. Zira hakikaten yazar/düşünür insanların etrafında onların fikirlerinin cazibesine kapılmış bir insan topluluğu oluyor. Bazı düşünceleriyle ona destek veren, bazı başka şekillerde onun izinden giden... Hatta bazen taassuplarıyla takip ettikleri fikir adamını, kendisinin hayal ettiği yerlerden de ötesine yerleştiren... Bu da beni Alâk suresinden alıp ta yazarlar dünyasına götüren birşey. 

Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz (şimdilik) sona erdi. Yaptığım yorumlar sadece beni bağlayacağından sizi de ikna olmaya mecbur edemem. Ama ne yalana söyleyeyim, bu ayetleri her okuyuşumda yazarlar taifesine ayrı bir işareti varmış gibi geliyor. (Onlardan bir kısmını diğer yazılarımda yazmıştım. Bununla da başka bir kısmını özetle yazmış olayım.) Belki açılsa bunlardan daha neler neler çıkar. (Ehli yapsa tabii...) Hatalarıma anlayış beklerim, nihayetinde ben de Kur’an’a muhatap bir kulum. Anlamaya çalışıyorum. İddiam kendim kadardır.

11 Kasım 2012 Pazar

İnkâr seçilmiş bir körlüktür

“Edebî birşeyler yazabilirim, yazarım, hatta yazdım, yok ileride yazacağım” tarzında hiç iddialarım olmadı. Yazmak başlıbaşına bir iddia olsa da hep bunlardan kaçtım ben. Çünkü biliyordum; olmadığım birşey gibi görünmeye çalıştıkça aslında olduğum şeyin altında kalacaktım. Bilinçaltına itilmiş ikinci bir kişilik gibi hep çıkmayı bekleyecekti asl-ı siretim. Ve ben farketmesem de hep ortalarda geziyor olacaktı. Yalnızca ben varlığını duyumsamayacaktım. Çünkü onu inkâr ediyordum. Nihayetinde ‘gözünü kapayan yalnız kendisine gece yapar.’ İnkâr, seçilmiş bir körlüktür. Ben de tahayyülden gecemde insanları kör sanıp kralın aslında çıplak olduğunu bilenlere komik bir şov yapacaktım. Yapmamayı seçtim. Önce Hz. Mevlana, sonra Hz. Bediüzzaman (Rabbim ikisinden de razı olsun) beni uyardılar.

“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” cümlesine, insanlara hayatta başarı için Mevlana Hazretleri tarafından verilmiş bir tüyo gibi davranıyoruz, ama aslında bu tür tavsiyelerin hepsi insana insanca yaşamayı öğreten şeylerdir. İhtiyaç olan şeylerdir. Meyve değil, ekmektirler. Lüks değil, zarurettirler. Peki, bu insanca yaşama nedir, ona gelecek olursak. İnsanca yaşama, insanın yaşadığından zevk-i ruhanî almasıdır, kanaatimce. 

Bakınız, böyle menfaat elde etmekten, bedensel bir tatmine ulaşmaktan hasıl olan geçici zevki kastetmiyorum. Zevk-i ruhanî aynen beden değişirken sabit kalan ruh gibi hayatta sabit kalan bir zevktir. Bir kere alınmakla bitip tükenmez, yenisinin gelmesi beklenmez. O yaşadığınız sürece omuzlarınızda kalır. 

Nasıl bir örnek vereyim? Mesela birisine, çok dar bir anında, çok gerekli bir yardımı yaptınız. O bir zevk-i ruhanîye sebep olur işte... Onun zevk-i ruhanî olduğunu, hatırladıkça o zevkin yenilenmesinden anlayabilirsiniz. Demek ruhanîdir ki, izi ruhta kalmış, sizi terketmemiştir. Fakat bedensel bir zevk, tahattur edildiğinde çok az teselli verir. Belki teselli bile vermez. Verdiği tek şey teellümdür, acıdır. Zira geçip gitmiştir, geri gelmeyecek, tadını hissettirmeyecektir. Zevk bedensel olursa ancak “zeval-i lezzet elem verir.” 

Hop, hop... Nereye gidiyorum ben? Başka birşey anlatacaktım size. Hah, tamam. Hatırladım şimdi: Olmadığımız birşey gibi davranmaktan ve kendimiz olmaktan bahsediyorduk. Evet, kanaatimce insan ruhuna tasannudan/yapmacıklıktan daha ağır gelen birşey yoktur. Mademki bir oyunu sahneleyen oyuncunun o oyun sürecinde yaşadığı bir yıpranma, yorgunluk vardır—1998’de sanırım, Sivas’ta, Susam Sokağı’ndaki Kırpık karakterini seslendiren oyuncudan işitmiştim bunu—elbette böylesi bir maskeyi bütün hayatı boyunca taşıyan insanlarda da bir yıpranma olacaktır. Bu yönüyle Mevlana’nın tavsiyesi tüyo değil, ihtiyaçtır. Öyle algılansa daha mantıklı olur. Ki ben de öyle bakıyorum. Olduğum gibi görünmediğim veya göründüğüm gibi olmadığım yerlerde büyük bir azap çekiyorum. Özellikle uzak akraba ziyaretlerinde. Veyahut insanların beni olduğumdan fazla gördüğü yerlerde... 

Bana bunu ders verenlerden birisi de Bediüzzaman demiştim, doğrudur. Bediüzzaman’ın başta Münacaat Risalesi olmak üzere bence bütün eserlerinde olduğu gibi görünmek kaygısı vardır. Ha, bence olduğu şey, anlattığı şeyden daha yukarıdadır. Ancak daireleri karıştırmayalım. Onun kendi bulunduğu noktadan kendisini Allah’a uzak görmesi, benim bulunduğum noktadan onu Allah’a (bana kıyasla) çok yakın görmem çelişmezler, ikisi de caizdir. Çünkü kelam, bulunulan makama göre edilmiştir. (Kelama değer biçerken kimin söylediğine de bakılır.) Tıpkı Şems’in ilk tanıştıkları gün Mevlana’ya sorduğu sualde olduğu gibi. Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam ile Beyazıd-ı Bistamî kuddise sirruh arasında yaptığı kıyaslamadaki gibi... Hatırlarsınız, hiçbir yerden hatırlamasanız Elif Şafak’ın Aşk’ından hatırlarsınız. 

Nihayetinde olduğun gibi görünmek çok rahatlatıcıdır. Rol yapmaktan kurtarır ve fıtrata uygun bir yaşam sağlar. Zaten insan içindeki şirkleri öldürürse tasannu yapmaya da ihtiyacı kalmaz. Bence tasannuya/yapmacıklığa bizi en çok iten şey de Allah’tan başkasının kanaatine O’ndan daha fazla değer vermemizle ilintilidir. Bunu biraz da tebliğ aşkımız bize mantıklı gösteriyor. Öyle görünürsek, olmadığımız birşey gibi davranırsak insanlar davamıza daha çok gelir sanıyoruz. 

Halbuki dava dediğin içten dışa yürünen bir yol. Sen önce içindeki davaları karara bağlasan, farketmesen de dışarıda birşeyler olur. Zaten hep söylerim; ne zaman ki tebliğ yaşamanın önüne geçti; tasannu yol bulup içimize yerleşti. Çaresi de taptıklarımıza birer balyoz vurup suçu kırmadığımızın üstüne atmak. Böylece hepsi bizden soğumuş olacak. Role gerek kalmayacak. 

Hz. İbrahim aleyhisselam tasannudan yıldığı gün bunu yapmıştı. “Hastayım” diyerek katılmadığı kavmine karşı sergilediği tavır, belki öyle kanına dokundu ki düşündükçe; “Ne olacaksa olsun artık!” diyerek gitti putları kırdı. Balyozu da en büyüğünün üstüne astı. Bu sonuncusu yazının tamamı gibi salt kendi yorumum. Kayıtlara böyle geçsin. Ben peygamberlerin de insan olduğunu düşündüğümden haddimi aşarak bazen psikolojilerini anlamaya çalışıyorum. Kusursa, kusurumdur. İnsanlardan değil, Allah’tan affımı dilerim. Ben olduğum gibiyim.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Mümin müminin aynasıdır, ama aynısı değildir

Hepimiz milli eğitimin çarklarından sayısal zekanın tek geçer akçe olduğunu sanarak geçtik. Sarfettiğimiz emekler; bizi, rakamları daha hızlı toplayan, ezberi iyi ve fakat tarih, toplum, siyaset, coğrafya ve din algısını tamamen resmî ideolojiye göre kodlanmış bir vatandaş haline getirmeye yönelikti. Bu kodlama farklı düşünmeye ve hatta “Deftere neden kırmızı kalemle not tutulmasın?” diye sormaya dahi müsaade etmiyordu. Hasbelkader şansını deneyen varsa zayıf almakla haddini öğrenirdi. Tıpkı saç traşımız gibi, uygun adım yürüyüşümüz gibi, hazırolda duruşumuz gibi... Herşey tek şekilde olmalıydı. Toplumun dengesi ancak böyle sağlanırdı.

Sonra baktık ki, kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Arkasıralarda uyuyan birisi, farklı bir uyanış ile kariyerine hiç beklenmedik bir noktadan başlayıp bizi geçebilirmiş. Bediüzzaman gibi hiçbir okulda uzun süre kalamayan bir öğrenci, deha olabilirmiş. Sayısal zekanın dışında, ruhsal, sanatsal, sosyal, görsel başka zekalar da varmış. Ve bu zekaların insanın kemaliyle alakası sayısal zekadan bile fazlaymış.

Eğitim hayatım boyunca okul başarımı tembel arkadaşlarıma kıyasla bir kibir vesilesi olarak taşıdığımı hatırlıyorum. Çünkü o zamanlar, başarının başka türlü olabileceğine inanmazdım. Sayısal zekan iyiyse, derslerden güzel notlar alıyorsan harikaydın! Bunları başaramıyorsan, ne yaparsan yap, beş para kıymetli sayılmazdın. Aileler yine de “onu” örnek gösterirlerdi sana. “O” derlerdi, “derslerinde hep yüksek alıyor. Sen yapamıyorsun.”

Bugünlerde Metin Karabaşoğlu ağabeyin Hakikatin Dengesi isimli kitabını okurken aklımda bunlar var. Hadis Okumaları serisinin ikinci eseri olan bu kitap aslında/belki şu cümlede saklıyor kendisini: “(...) inançsızın imtihanı hakikatsizlik ise, mü’minin imtihanı hakikatin dengesidir.”

Evet, kitap bütünüyle mü’minin asıl sınavını vermekte olduğu bu denge halini ders veriyor. Allah Resulü aleyhissalatü vesselamın Asr-ı Saadet’te korumayı başardığı çok renkliliği bugün de yaşatmayı öğütlüyor. Bazıları gibi ideal İslam toplumunu ‘tektip ordu millet’ tezi üzerinden anlatmıyor. Çok renkliliği savunuyor.

Gariptir, bu kitabı okumam esma üzerine bir tefekkür anıma denk geldi. Bir haftaya yakındır şirkten kurtulmanın kelime-i tevhidle, fakat tam anlamıyla kökünü kazımanın (çok sayıda kelime sayılabilecek) esmanın kabulü ile olabileceği üzerinde durmaktaydım. Yukarıda anlattığım milli eğitim hatasından/gururumdan hareketle kulluğa değinmek istiyor, Allah’ın kelime-i tevhidin ötesinde bütün güzel isimlerin de sahibi olmasıyla ona tek arştan değil, farklı zekalar gibi bin arştan yaklaşmanın mümkün olduğunu idrak ediyordum. Bunun da şirkin küçüğü olan kibrimizi kırmak adına çok manidar olduğunu düşünüyordum.

Şöyle demeliyim belki: Kibir kalpten kopmadan şirkin kapıları kapanmaz. Eğer Allah, Taha Sûresinde; “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur” demeseydi bize ne olurdu?

Bana öyle geliyor ki, insan, “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilah yoktur” kelam-ı kutsîsini bilseydi yalnız, o vakit kibri, Allah’a ulaşmanın yollarını teke düşürmeye çalışarak o yolda büyüklük arayabilirdi. “Yalnız ben varım” diyebilirdi. Fakat Allah, en güzel isimleri de (hepsini birden) koruması altına alarak kendisine ulaşılacak yolların sayısını arttırıyor. Tekelcilere izin vermiyor... Bu tür bir esma bilgisinin marifet mesleklerinin tek renk renksizliğinde kalmasına engel olduğunu düşünmekteyim. Hatta Allah’a bir isminden tutunup yaklaşan birisinin kibre kapılmasına engel olduğunu da düşünüyorum.

Evet, eğer Allah’a mahlukatın sayısınca giden yollar olmasaydı; bazımız bazımızın yolu üzerine oturup “Benden izinsiz geçemezsin” diyebilirdik. Ama yolun sayısı o kadar çok ki, O’na (c.c.) her varan, “Yol yalnız benimkidir” deyip gurura kapılamıyor. Kimin, hangi ismin gölgesinde, ne kadar yaklaştığı belli değil. Bu yüzden kimse kendi mesafesinin yakınlığıyla veya yolundaki başarıyla ötekine hükmedemiyor, etmemeli. Allah, kibrin de kapısını kapatıyor böylece esma ile.

İşte bu yüzden şirkin kapısının kapanması için Taha Sûresindeki o ayetin iki kısmının da gerektiğini düşünüyorum. Böylece biliyoruz, isimler Allah’ın. Hem koruması altında, yani mülkü. Tabii o isimlerin gölgesinde duranlar da öyle. Hatta sırf böyle bir esma algısını kafamda tam anlamıyla oturttuğu için Hakikatin Dengesi’ne teşekkür ediyorum. “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadisinde böylesi bir sır da var. Mü’min mü’minin aynasıdır, fakat aynısı değildir. Birbirlerine bakıp renk alırlar, ama bütün renklerini yitirip tektip olmazlar. Hakikatin Dengesi, insan temel hak ve özgüklüklerini daha çok tartıştığımız böyle bir dönemde okunması gereken bir kitap.

Ancak bu kitabı okuduktan sonra zikredilen ayetin tefsiri olan Yirmidördüncü Söz’ü de tekrar bir okumadan geçirmek gerek... İnanıyorum, aralarında çok paralellikler bulacaksınız. “(...) kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri” olan o Sultan’a (c.c.) sırf bundan ötürü bir kez daha kurban olacaksınız.

19 Ekim 2012 Cuma

Euzü’nün gör dediği...

“Kulun cüzî iradesini sarfettikten sonra Allah’ın onun kalbinde yaktığı bir nurdur” diyor Taftazanî Hazretleri iman için. Bediüzzaman 23. Söz’de bunu “intisap/bağlanmak” olarak tarif ediyor. (Allah ikisinden de razı olsun.) Tabii bu bağlanma, bireyin kendisini Allah’la irtibatlandırması yanında, varlığına şahid olduğu herşeyi de Onu (c.c.) hesaba katarak ele alması, yani Onun öznesi olduğu cümlelerle anlamlandırması noktasına varıyor. Bu noktada, ilk kez Prof. Dr. Faris Kaya’dan işittiğim latif bir gaflet tarifi de zikredilmeli belki: “Gaflet, Allah’ı (c.c.) hesaba katmadan kainata bakmaktır.” Belki küfrü de bu noktada gafletin şuurla ve inatla sürdürüldüğü bir mevkiye yerleştirebiliriz. Nihayetinde küfür de ‘örtmek’ demek. Peki örtülen ne? Bence Allah...

Gerek Taftazanî’nin, gerek Bediüzzaman’ın tariflerinde insanın aktif olduğu ilk adım süreci var. Yani ilk adımı insan atmak zorunda. İnsan, iradesini sarfetmeli ve Allah’ın kalbinde yakacağı nura bir nevi fiili bir duayla yalvarmalı diyor Taftazanî imanın şartı için. Bediüzzaman da imanın meydana gelmesi için kulun bağlanmaya niyet etmesini öngörüyor. Nihayetinde her ikisi de pasifize olmuş bir iradeden bahsetmiyorlar bize. Cebriye gibi değil. Aksiyoner bir yapının Allah’a bu aksiyonun içinde yalvardığı, Onun da rahmet ve keremiyle cevap verdiği bir süreç iman. Hem nurun yanışı, hem intisap... İkisi de birer olaydan ibaret değil, devam edegelen süreçlerden bahsediyorlar.

Bu noktada imanın kalplerde eskimesini bize ihtar eden hadis-i şerifi hatırlayalım. Taberanî’de naklolunan bu hadis, kulun Allah’tan imanının yenilenmesini istemesini de öğütlüyor. Demek ki, iman tek bir andan ibaret değil. Belki Bediüzzaman’ın dediği gibi bir hurma çekirdeğinden koca bir hurma ağacına kadar mertebeleri var. Toprağa tohumun atılmasıyla yani intisabıyla başlıyor herşey, evet bu doğru. Fakat bu intisap sadece başlangıç oluyor. Şuurla okuyup okutmak da var.

İbn Arabî’nin ve Fahreddin-i Razî’nin (Allah ikisinden de razı olsun) arasında geçen ve Bediüzzaman’ın İbn Arabî yanında durduğu “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” bahsi de belki bu açıdan bakınca daha anlaşılır. Varlığını bilmek ilk adım. Tohumu toprağa atmak. Fakat adımların sonu değil.

Kulun iradesini sarfetmesi gerek... Kulun değişmeye gönlü olmalı... Belki de bu nedenle Kur’an tilavetlerimiz hep şeytandan Allah’a sığınmakla başlıyor. Sığınmak bir kaçışın ifadesi. Bir değişim gönüllüsü olmanın davası. Bir irade sarfı... İnsanı değiştirmek ve yönünü tekrar fıtratına döndürmek için inmiş olan vahyi okumaya, “Allahım ben değişmek istiyorum”un ifadesi olan şeytandan sığınma ile başlamak ne kadar manidar! Ki o Kitab-ı Hakikat de kendi kelimelerinin okunmasını bu güzel şart ile kabul ediyor. Eğer Kur’an okuyacaksan, şeytandan Allaha sığınmalısın. Yani değişime/değişmeye gönüllü olmalısın. Değişmeyi kaçar gibi, sığınır gibi arzuyla istemelisin. Sende şeytanî ne varsa, onları bırakmaya, onlardan Allaha kaçmaya gönlün olmalı. Gönlün yoksa, bu kitabın başında da işin yok. Kelam vahiy de olsa sende tesir etmeyecek. Ebu Cehil’in önünde ay ikiye bölündü de ne oldu? Gözünde sorun varsa, ışığın şiddeti körlüğünü arttırır ancak.

Aslında her kitap için bu böyle. Hangi metni elinize alsanız, eğer onla değişmeye gönlünüz yoksa öğrendiğiniz yalnız malumat olur. İlim ise malumat cinsinden değildir. Hayata aksedendir. Kur’an’ı bize mürşid kılan da değişme talebimizdir. Yusuf aleyhisselam misali “Ben nefsimi temize çıkarmam” diyenler ancak o bal kasesinden yiyebilirler. “Ben olmuşum” diyenlerin euzü’den nasibi nedir ki, besmele’den nasibi olsun? Önce iradesini, sonra aczini itiraf eder insan euzü ile. “Değişmek istiyorum ama kendim yapamıyorum” der. Sonra Allah kerem kucağını açar ona; “Gel, yine de çekinme kulum. Ben Rahman ve Rahimim” diye. İşte intisap da budur, yanan nur da. Allah azze ve cellenin önünde ‘kendi gerçeğini’ itiraf eden, Allahı da özlediği, aradığı, âşığı olunacak Allah gibi bulur. Çünkü Allah kulunun zannı üzeredir.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Kurban, ama neden?

"(Musa) dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. 'İşte şimdi gerçeği anlattın' dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi." Bakara sûresi, 71.

Biz küçükken “Kurban kesimi esnasında çocuklarınızı uzakta tutun!” tarzında uyarılar olmadığından izlerdik. Çoğunlukla meraklı gözlerle izlemişimdir. Ama bir keresinde evsahibimiz Ali amcanın (Allah gani gani rahmet eylesin) birkaç gündür beslemekte ve oynamakta olduğumuz koçu kesişine dayanamamış, tüm çocuklar ağlamıştık. O zaman Ali amca bize şöyle demişti: “Üzülmeyin evladım, şükredin. Onlar kendini feda ediyor. Eğer onlar kesilmeseydi, siz kesilecektiniz.”

Bu cümleler aklımda, büyüdüm. Camiye gittiğimiz vakitler, hocaefendiler, Ali amcanın aslında ne söylemek istediğini daha etraflıca ifade ettiler. Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.) kıssasını, Hz. İsmail tam kesilecekken bıçağın tersyüz olmasını ve Hz. Cebrail’in (a.s.) bir koçu onun yerine getirişini naklettiler. Ve eklediler: “İşte bugün kestiğimiz kurbanlar da o gün yaşananların bir nevi tekrarıdır. Evlatlarımızın yerine Allah bu kurbanları istiyor bizden. Eğer o kurbanlar olmasa, belki bugün bile çocuklarımızı kurban ediyor olacaktık.”

Şu kulaklar, yaşadığı yıllar boyunca yalnız bu izahı duydu kurban konusunda. Evet, kurbanın pekçok hikmeti vardı. İnsanlar yardımlaşıyor, fakirler hatırlanıyor, toplum kaynaşıyordu. Ama başka türlü de sağlanamaz mıydı bu?

Orada hâlâ bir boşluk hissediyordum. Kurban hadisesini yıllar boyunca Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.) ekseninde anlatanlar sanki gönlümdeki o boşluğu dolduramıyorlardı. Hatta (yaşanmış bir olaydan sinemaya aktarılan) Tarık Akan’ın başrolünü oynadığı Adak filmini izledikçe daha bir kötü oluyordum. Daralıyor, daralıyordum: “Allahım ne olur bir cevap!” diye inliyordum. Bu böyle sürüp gitti. Ta ki, Yirminci Söz’ü, Kenan Demirtaş ağabeyden ders alana kadar.

Yirminci Söz’ü okuyanlar bilirler. Kur’an’daki kıssaların ve bize garip gelebilecek benzetmelerin hikmetini anlatır o güzel söz. Onların alelade hikayecikler olmadığını, her birinin bütün zamanlara, mekanlara ve insanlara hitap eden kanunların uçları mesabesinde olduğunu söyler. Hatta Kenan ağabey o kısmı anlatırken Newton’un başına düşen elma hikayesini kullanır ve eklerdi: “Bizim için bir insanın kafasına elma düşmesi hadisesi sıradan birşeydir. Ama Newton’un başına elma düşmesi hadisesini her kime anlatsanız, azıcık fiziğe dair malumatı varsa, aklına hemen yerçekimi kanunu gelir. Yani o kıssa yerçekimi kanunun ucu olmuştur. İşte Kur’an kıssalarında böyle çok kanunlar var.”

Ve ondan sonra İkinci Nükte. Yani Hz. Musa’nın kavmine 'bir sığır kesmelerini emretmesi' hadisesinin arkaplanı. Bakara suresinin sırrı. Ucu gösterilmiş o kanun. Ve o kanunda inkişaf eden kurbanın hikmeti. Evet, benim içimde “Neden kurban kesiyoruz?” sorusunun cevabı, ancak o nükteyi okumakla berraklaştı. Ne yalan söyleyeyim, bana kurbanın hikmetini Hz. İbrahim efendim değil, Hz. Musa efendim anlattı.

Demek ki insanda rağbet ettiği veya muhtaç olduğu şeye tapma hissi vardı. Mısırlılar da o devirde ziraat için sığırlara muhtaç olduklarından, onlara duydukları muhabbet tapma seviyesine varmıştı. Aynı topraklarda yaşayan İsrailoğullarına da bu hastalık bulaşmıştı. Ve Hz. Musa (a.s.) hikmetli bir olayın neticesinde onlara bir sığır kestirerek kalplerinde o hayvanlara tapmak derecesine varan sevgiyi kesip atmıştı. Atmıştı ki, Samiri’nin yaptığı o buzağı heykelinden sonra bir daha İsrailoğulları hayvanlara tapmadılar.

Demek kurban bunun için vardı. İnsanın kalbinde ziyade sevgisiyle tapmak derecesine gelebileceği bir mahluku öldürmesiyle aslında o hayvan değil, kalbindeki put devriliyordu. Seciyesinde ortayı çıkmayı bekleyen bir hastalık ilaç buluyordu. Hem bu yönden düşününce belki zekat da mal hırsının boynunda bir bıçaktı. Namaz da bir günde hayatperestliğe/zamanperestliğe vurulmuş beş bıçaktı. Oruç da nefisperestliğimize bir ay satır çalıyordu. Hac da mekanperestliğimize kılıç vuruyordu, vesaire.

Her birisi aslında bir hikmete binaen aşırılıklarımızı törpüleyen, sınırlarından taşmaya meyyal olan fıtratımıza haddini bildiren şeylerdi. Ve ancak nükteyi okuduktan sonra kalbim böylesi bir itminana erdi. Bediüzzaman’ın ibadetlere dair şu sözünü de anlamamı sağladı bu nükte: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın.”

Evet, hakikaten de ben muhtacım o ibadetlere. Her birinin bana öğrettiği, bende sınırladığı ham yanlar var. Gariptir, ben Bediüzzaman’dan başka kurban hadisesini böyle ele alan duymadım. Vardır belki de ama okumadım. O yüzden bu nükteyi, kurbanın hikmetini anlama ve anlatma noktasında da kıymetli buluyorum. Bugün Hindistan gibi yerlerde hâlâ hayvanlara tapan, kutsal sayan insanlar varsa sanıyorum biraz da bu sırdan nasiptar olamayışlarından. Kimbilir? O bölgelerde kurban bayramlarında yaşanan tartışmalar sanıyorum biraz da bunun altını çiziyor.



27 Eylül 2012 Perşembe

Köpekle empati

Montaigne’nı seviyorum, çünkü insana yalnızca insan gözüyle bakıyor. Fazlası değil. Flaubert da öyle. Kitaplarını sevin veya sevmeyin, insanı anlamaya çalışana ancak saygı duyarım ben. Ham yanlarını inkâr edenlere, görmezden gelenlere ise kızarım. Neden derseniz? Onların hayatı bir kurgudur çünkü. İkili bir dili vardır. En azından yazdıklarıyla yaşadıkları arasında mesafe vardır. Bu yüzden çok sevdiğiniz bir kitabın veya yazının yazarıyla tanışmamanızı tavsiye ederim size. Çünkü bu tanışıklık büyük ihtimal sizi hayal kırıklığına uğratacaktır.

Herkes için söylemiyorum bunu. İstisnaları elbette var. Ama nihayetinde kitabını kaldıracak kalitede yazar az bulunur. Bazen de tam tersi olabilir tabii. Yazar kitabından daha üst birşey olur da yazdığı birşeye benzemez. Bunun da nümunelerini gördüm çok. Hayat insana çok şey öğretiyor. Gerçi hayat kim? İçinden geçilen bir koridor. Allah’ın karatahtası. Onun üzerinde yazıp çizerek bize aslında öğretmenlerin en güzeli birşeyler öğretiyor. Ki o kalemle yazı yazmasını öğretendir.

Bediüzzaman da öyle demez mi? Levh-i mahv ve ispat. Yani günümüz Türkçesine tercüme etmek gerekirse bir nevi yaz-sil, yap-boz tarzı birşey. Allah önce yaratarak birşeyi bize ispat ve izah ediyor, sonra vazifesi bitince mahvedip gözümüzün önünden yok ediyor. Âlemin düzeni böyle. Ayaklarını sürtmenin, geç kalmaya çalışmanın bir anlamı yok. (Hep bunu yapıyorum ama...) Bir çift altı plastik kundurayla âlemi gittiği yoldan çeviremezsin.

Aslında insanı kusurlarıyla birlikte kabul etmek bizim manevî terbiyemizde de var. Nefs-i emmare deyip aşağıladığımız şey, aslında kendi içimizdeki bir yer değil mi? Derviş Yunus (k.s.) da kendinden sık sık yakınmıyor mu? Ve nefs-i levvameye çıkmak, onu sorgulamakla veya kınamakla olan bir iş değil mi? O halde bizim farkımız nedir? Bizim farkımız şudur: Biz hatalarımızdan utanırız. Değiştiremesek bile utanırız. Onlarsa barışmayı seviyorlar. Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar kitabında bu süreci bir yönüyle “vücuduyla barışmak” olarak ifade ediyor. Böylesi değil elbette, ama buna benzer bir fıtratla barışmayı da ben Bediüzzaman’ın öfke gibi, inat gibi hisleri hayırlı yollarda kullanmayı öğrettiği yerlerde görüyorum.

Mesela hemen Asa-yı Musa’nın başında hapishanedeki mahkûmlara tasviye ettiği; “hapis musibetinden intikam almak” veya inadına iyi olmaya, iyi yolda ilerlemeye çalışmak nasihatleri bana manidar geliyor. Çünkü biliyorum, her ne sebeple olursa olsun içeriye girmiş bir insanın dünyaya en çok yapmak istediği şey, ondan intikam almaktır. Alma desen olmaz, atamaz. Bırakamaz, içindeki o kötü arzuyu. O halde ne yapmalı? Bu intikamı başka bir yerden almasını sağlamalı.

Bediüzzaman da bunu yapıyor. Kendisi de günahsız yere hapse düşmüş bir mahkûm olarak onlarla empati yapıyor ve onlarda hissettiği intikamı, öfkeyi ve nefreti yok etmeye değil, başka yöne kanalize etmeye çalışıyor. Yapma, etme, demiyor. Yap, et, ama şöyle şöyle et diyor. Bence bu Bediüzzaman’ın etkili öğretisinin en büyük güç kaynağı: Herkesi anlamaya çalışmak. Mahkûmla, çocukla, öğrenciyle, hatta bir hatırada anlatıldığı gibi köpekle dahi empati yapmak. (Kıyma tenekelerini deviren köpeği dövmeye niyetlenen talebesini zorladığı empatiyi hatırlarsınız.)

Ha, bu noktada Batı romancılığının da hakkını vermek lazım. Onlar da anlattıkları insan nasıl kötü bir insan olursa olsun, onu anlamaya çalışıyorlar. Mesela Flaubert, Madam Bovary gibi bir romanı yazmakla aslında kimi anlamaya çalışıyor? Kötü yola düşmüş bir kadını değil mi? Goethe, Genç Werther’i yazarken kimi anlamaya çalışıyor? Aşkı yüzünden intihar etmiş bir genci değil mi?

Bu bizim için çok imrenilesi birşey mi? Ah, hayır! Biz elimizde olsa bu kitapları kütüphanelerimize sokmayız. (Mutaassıplarımız için söylüyorum.) Fakat durun bir saniye! Acaba Hz. Peygamber (a.s.m.) zamanında İslam’la tanışan ilklerin katlana katlana çoğalmasında acaba bu anlamaya çalışmanın bir katkısı olabilir mi? Zira biliyoruz ki, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.) gibi birkaçı müstesna bütün sahabiler ehl-i şirklerdi İslam’dan önce. Bu yüzden de İslam’a çağırdıkları kafirlerin psikolojisini çok iyi anlıyorlardı. Empati yapabiliyor ve buna göre tebliğde bulunabiliyorlardı. Bizse çevremizde hiç müşrik görmeden büyümüş insanlarız. Belki de bu yüzden onlara karşı daha merhametsiziz. Çünkü anlamaya çalışmıyoruz, değiştirmeye çalışıyoruz. Ne kadar mümkün oluyorsa. Olmuyor zaten, ilklerin başarısına ulaşamayışımızdan bunu da anlıyoruz. Onlar katlıyor, biz yerimizde sayıyoruz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...