12 Ağustos 2016 Cuma

Kadere iman imanın kemalidir 8: Kadersiz adalet 'mutlak' olabilir mi?

Mürşidim, Kur'an'daki peygamber mucizelerine dair bir dersinde, Süleyman aleyhisselama verilen 'celb-i suret ve savt' üzerinden diyor ki: "Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri, rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir." Bu bahis, sadetinden hariç olarak, Ehadiyet'e dair de ilginç birşey söyledi bana. Daha doğrusu: Ehadiyet ve ism-i Adl arasında bir ilgi kurmamı sağladı. Cenab-ı Hakkın herşeyin Rabbi olduğu gibi her bir şeyin de Rabbi oluşunu ifade eden Ehadiyet, adalet penceresinden bakıldığı zaman hakikatini pek güzel bir şekilde ortaya koyuyor. Ve bir kısım itikadı bozukların iddia ettiği şekilde 'yaratıcının cüziyata/detaylara ilgisizliğini' Allah'ın kemal-i adaleti adına reddediyor.

Buna nasıl muvaffak oluyor? Buna adalet ve ilim arasındaki ilgi sayesinde muvaffak oluyor. Birşey hakkında âdilane hüküm vermek o şey hakkında bilgi sahibi olmakla mümkündür. Mutlak seviyede yanılmaz ve şaşmaz bir adalet ise o olayın veya şeyin tüm detaylarına vakıf olmakla mümkündür. Sadece mahkemede hâkimlerin verdikleri türden değil kastettiğim, hayatta verilen bütün kararlar da bu kapsama dahildir. Her karar bir yargıdan beslenerek ortaya çıkar. Yaramazlık yapan çocuğunuza vereceğiniz cezada kıldığınız karar, yaramazlık ve çocuk hakkındaki yargınızdan doğar. Suçun detaylarına ve suçlunun içinde bulunduğu şartlara vakıf oldukça müeyyideniz de adalete yaklaşır. Yanlışlıkla mı yapmıştır? Çok mu mutsuzdur? Üzerine mi gelinmiştir? Çocuğun psikolojisine ve olaya vukufiyet bizi adalete yaklaştırır.

Bu açıdan bakıldığında kader adaletin de gereğidir. Kur'an'ın dört ana esasından birisi olan adalet aynı zamanda kadere de delil oluşturur. Detaylara vakıf olmak o detaylara ilgili olmakla olur. Allah'ın tevhid gereği detayların da yaratıcısı olması gerektiğine basmassa eğer bir kafa şöyle ikinci bir izahta bulunulabilir: Allah'ın adaletinin 'mutlak/sonsuz' veya 'kemalde/tastamam' olması ancak Allah'ın tüm detaylara vakıf olmasıyla mümkündür. Birşeyi en iyi bilen ise onu yaratandır ancak. Bu nedenle Allah cüziyata, yani bizce küçük görünen detaylara, ilgilidir. Hiçbirşey onun bilişinin ve yaratışının haricinde kalamaz. Eğer haricinde birşeyler kalırsa bundan tüm isim ve sıfatları gibi adaleti de etkilenir. Herşeyi yaratan ve bilen Allah'tır ancak mutlak adalet sahibi.

Kur'an'da Cenab-ı Hakkın bize yakınlığını ifade etmek için buyrulan "Biz ona şahdamarından daha yakınız..." gibi ifadeler, yapıp ettiklerimize Allah'ın ne derece hazır ve nazır olduğunu da hatırlatan ifadelerdir. Ve aynı zamanda Allah'ın insanın cüziyatına dair herşeye en derin şekilde vakıf olduğunu da bildiren ifadelerdir. Yine Allah'ın 'kişi ile kalbi arasına girmesi' Onun cüziyatımıza/detaylarımıza ilgisiz olmadığının delilidir.

Bütün bu deliller öylece ortada dururken tanımı gereği sınırsız olması gereken ilaha 'detaylarla bile olsun' bir sınır koymak aslında ilahı insanlaştırmaktır. Kaderin inkârı; öncelikle Allah'ın sonsuz bilişinin inkârı, sonra ancak öyle bir bilişin sonucu olabilecek yaratışının inkârı, sonra da o yaratışın ve bilişin gereği olan ilgisinin inkârıdır. İlgisizin âdil olduğunu söylemek ise hamakattir. Çünkü ilgi adaletin de gereğidir. Yani demem o ki: Mezkûr arıza insanın kendi sınırlarını Allah'ta tasavvur etmesidir. Pekçok sapkınlık buradan çıkar. Hakikatte ise hal Bediüzzaman'ın dediği gibidir: "Vâcibü'l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev', cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor."

11 Ağustos 2016 Perşembe

5. Şua'dan bir 15 Temmuz okuması...

5. Şua fitne zamanlarında kendisini bir başka okutturuyor. Ben de bu sıralar bazı bahislerine tekrar be tekrar bakıyorum. Rivayetleri sadece birer 'olay gibi' değil, mürşidimin ders verdiği şekilde 'kanun gibi' okumaya çalışıyorum. Peki, kanunun olaydan farkı nedir? Olay, kanunun ferdidir. Zaman vücudundaki parçasıdır. Şöyle bir örnekle anlatayım: Havaya attığınız her cisim yere düşer. Şu an atsanız şu an düşer. Bu olaydır. Ama yerçekimi kanundur. O size der ki: "Havaya atılan herşey yere düşer." Kanun okumasına ulaştığınız zaman olaya dair eriştiğiniz marifet bütün zamanları kuşatacak şekilde genişler. Bu bir öngörü sağlar. Nihayetinde olaylar kanunların vücuda gelmiş fertleridir. Görünür olmuş parçalarıdır. Olayların aynı şartlardaki tekerrürü sayesinde kanunları farkettiğiniz gibi, kanunlar sayesinde de olayların tekerrür edeceğini farkederiz.

'Fail ve esma' veya 'esma ve şuunat' marifeti arasında da böyle derece farkları vardır. Bir kere rızık verenin (fail) aslında her kere rızık verdiğini (esma) anlamak aslında Rezzak'ı anlamaktır. İsim sahibi, bir kerenin değil, her kerenin failidir. Esmaü'l-Hüsna'nın sahibi bir kere yapan değil, 'hep öyle yapan' veya 'hep öyle yapabilir olan'dır. Bu esma mertebesinde bir kanun okumasıdır. Nazarı bu mertebeye çıkamayan gafil, bir kerecik olsun rızık vereni olarak görünmüş herşeyi Rezzak'ı sanabilir. Kanun okuması, onu taşıyabilecek özelliklere sahip failden başkasını fiilin failliğinden azleder. Sebeplere tapmak böyle bir nazar hatasından neşet eder. Halbuki her kere rızık verebilecek olandır ancak bir kere rızık verebilen. Zira her bir rızık diğer rızıklarla veya her bir fiil benzerî diğerleriyle kanun ilgisiyle bağlıdır. Fiiller, anlık olaylar veya müstakil vücutlar değil, kanun bağıyla birbirine bağlanmış zamansal zincirlerdir.

Rezzak olanın yarattığının ihtiyacını gidermekten bir lezzet-i münezzehe ve mukaddesesi olduğunu farketmek ise şuunat mertebesinde bir kanun okumasıdır. Şuunat okumasının esma okumasından farkı, Allah'ı fiil-fail düzleminde dikey ve mekanik bir bilişle bilmeyi aşıp, 'yaratış ahlakına dönük' bir marifetle tanımaktır. "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikati ancak şuunat bilgisine dönük bir marifetle mümkün olur. Mahlukatına nasıl davranmak Allah'ın şanındandır? Hangi yaratış şekli Allah'ın şanına daha çok yakışır? Kuluna nasıl muamele etmesi şanından umulur? Bu düzeyde bir sezgiye eriştiğimizde biz de Allah'ın yaratmaktan lezzet-i münezzehe duyduğu o şekle bürünmeyi isteriz. Misalen: Allah yarattığını temiz yaratıyor ve hep temiz tutuyorsa rızasının bu fiilin arkasında olduğunu biliriz. Biz de o fiili Onun rızasını kazanmak için eyleriz.

Sadede geleyim. 5. Şua'da şöyle bir bahis var: "Rivayette var ki, 'Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.' Allahu a'lem bissavab, bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz." Daha Mustafa Kemal'in ve şapka inkılabının piyasada olmadığı bir dönemde böyle bir tefekkür geliştiren mürşidimden mülhem olarak şöyle bir tefekkür geliştirdim kendimce:

Ahirzamanın dehşetli şahıslarının ve ahirzaman ümmetinin şöyle bir tabiatı var sanki: Bir sabah uyandığınızda farkediyorsunuz herşeyi. O sabah gelinceye kadar bir tasannu ve takıyye içinde yaşanıyor herşey. 'Mış gibi' yapmalarla idare ediliyor kusurlar. Aptallığa yakın hüsnüzanlarla kör ediliyor feraset. "Yahu şu adamın alnında birşeyler yazıyor!" diyenler de körlerce körlükle itham ediliyor. Sonra bir sabah aslolan kendisini ortaya koyuyor. Bir sabahta açılıyor gözler. Bir sabahta aydınlanıyor yüzler. Alnında yazar gibi açık ve berrak... Okunuyor... Öyle ya! 17 Aralık'ta da 15 Temmuz'da da öyle olmadı mı? "5. Şua'nın verdiği dersten böyle bir kanun okuması yapabilir miyiz acaba?" diye düşünüyorum şimdi ben de. Ahirzaman fitnesinin ilginç bir özelliği: O gün gelinceye kadar gözlerimiz yazıyı farketmiyor. Çünkü yazıya dair dikkatimizi yitirdik. Mezkûr rivayet hem fitnenin karakterini hem de ümmetin yitirdiği hassasiyeti bize hatırlatıyor.

Hem yine demiyor mu: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Zaten o fetvacıları değil miydi gözlerimizi alındaki yazıya böyle kör eden? Ne diyelim? Allah tekrarını yaşatmasın.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Bediüzzaman'ın II. Abdulhamid eleştirisini anlamada bir fırsat olarak 15 Temmuz

Bediüzzaman'ın da içlerinde bulunduğu bir kısım ehl-i sünnet ulemasının yaşadıkları dönemde meşrutiyete yaptıkları vurgu ve mevcut sistem üzerinden II. Abdulhamid Han'a yaptıkları eleştiri, ancak gelişen iletişim/ulaşım imkanlarıyla ve buna bağlı olarak değişen sosyolojik şartlarla birlikte ele alınırsa anlaşılır olur. Neden? Çünkü 5. Şua gibi eserlerinde ahirzamanla ilgili rivayetlere yaptığı tefsirlere bakılınca görülür ki; 'deccalin üç günü' gibi konularda, o, ilgili metinleri 'müstebid iktidarın dönüştürücülüğünün gücü' üzerinden okumayı tercih etmiştir:

"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür." (...) (Gaybı ancak Allah bilir.) Bunun iki tevili vardır. (...) İkinci tevili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."

Yine deccale dair diğer bazı rivayetlerde de Bediüzzaman benzer bir okuma şeklini tercih eder: "Rivayette var ki, 'Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.' Allahu a'lem bissavab, bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz."

Bütün bu okumaların bize öğrettiği iki şey şudur: 1) İslam ülkelerindeki muktedirler yerli kodlarını (isterseniz 'ehl-i sünnet kodları' deyin siz buna) sonunda deccale varacak bir evrilmeyle kaybetmektedirler. 2) Ahirzamanda gelişen iletişim/ulaşım imkanları, iktidarları, tarihte eşi görülmemiş bir şekilde 'dönüştürücü' kılmıştır. Geçmişte iktidarı elde eden hiçbir müstebid ahirzaman müstebidleri kadar topluma tesir edebilir konumda değildir. Zira toplumu dönüştürebilmek için gereksinim duyduğu aygıtlara sahip değildir. Matbaanın bile bulunmadığı dönemlerden aşıp geldiğimiz internet çağı bizi hem 'kolay ulaşır' hem de 'kolay etkilenir' kılmıştır. Devletler daha merkezî ve otoriter bir hale gelmiştir. Bu nedenle bu devrin diktatörleri hadislerle ümmetin kendilerine karşı uyarılacağı kadar tehlikelidir.

Daha önceleri "Bediüzzaman Meşrutiyeti Neden Savundu?" başlıklı yazımda da dikkatinizi çekmeye çalıştığım gibi: Bediüzzaman ve benzeri ehl-i sünnet âlimleri meşrutiyete "Batı'dır, ne yapsa iyidir, biz de yapalım!" mantığıyla değil, tam da bu 'istibdat önleyici' yanından dolayı sahip çıkmışlardır. Yani 15 Temmuz'da bizim demokrasiye sahip çıkmamızın nedeni ne ise, onların da meşrutiyete sahip çıkmalarının nedeni odur. Muhataplarının II. Abdulhamid Han olması endişelerinde haksız oldukları anlamına gelmez. Zira eleştirileri kişiye değil sistemedir. Sistemin yanlış ellerde yapabileceği şeyleredir. Nitekim Bediüzzaman daha sonra yaşanılanların kendisini haklı çıkardığını da söyler:

"Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hata... İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış."

Bence Bediüzzaman ve II. Abdulhamid Han üzerinden devam edegelen tartışmalarda 15 Temmuz'da bir eşik atlandı. Çünkü 15 Temmuz'da hepimiz bir asır önce başlayan bu tartışmaya müdahil olduk. Eğer 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı iktidar meşrutiyet/meşveret ekseninden uzaklaşacaktı. Yerelliğini kaybetmiş bir Pensilvanyalının kucağına düşecekti. Bu, iktidardaki zâhiren bizden olsa da iktidarın aslında bizim olmamasıydı. 15 Temmuz'da bunun kavgasını verdik. Bugün biz buna 'demokrasi' ismini veriyor olsak da onun evvelki ismi 'meşrutiyet'ti. Bugün Bediüzzaman'ı II. Abdulhamid Han'a yaptığı eleştirilerden dolayı kınayanlar dahi 15 Temmuz günü müstebidlerin idareyi gasbına karşı çıktılar. Onlar istibdad istediler; bunlar, bin maşaallah, meşrutiyeti savundular.

Temsilin kusurlarına bakılmasın. Fethullah Gülen her ne kadar yerellikte cennet mekan II. Abdulhamid Han'ın tırnağı etmeyecek bir meczup olsa da, iktidarı isteyiş biçimi halkın onayına dayanmadığı için, başımızda bize rağmen değişiklikler yapan bir müstebid kesilecekti. Kimbilir, belki kendisini 'halife' de ilan ettirecekti. Biz bu sözde halifeye karşı tankların önüne çıkarak meşveret sistemimizi savunduk ki, yönetimimizi hür irademizle seçelim. Hür iradeyle seçtiğimiz başımızda kalsın. İktidarımız bize dayansın. Bize dayansın ki 'yerli' ve 'milli' olsun. ABD veya başka bir küresel güç, eyaletine vali atar gibi başımıza halife atayamasın. 15 Temmuz gibi bir hâdiseyi yaşadıktan sonra, Bediüzzaman ve emsali âlimlerin, II. Abdulhamid'in 'şahsına değil sisteme' dair yaptıkları eleştiriyi daha iyi/insafla anlamamız gerekmez mi? Bence yaşanılanlar bu açıdan da büyük bir fırsattır. Elbette okumasını bilene...

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bir 'Birinci Söz okuması' olarak 15 Temmuz

Az sonra diyeceklerimi okuyunca bana 'deli' demeyin. Herşeye rağmen 15 Temmuz'un bir 'kayıp' değil 'canlanış' olduğunu düşünmekteyim. Şehitlerimiz ve gazilerimiz de olmasa neredeyse Allah'a şükredeceğim. (Allah rahmeti, şifası ve keremiyle sarsın onları.) Çünkü Rabb-i Rahim bu musibetin bedeli/şifası olarak sinemize can da üfledi. Bizi hasma mağlub etmedi. Zafer lütfetti. Zafer mücahidin canıdır. Musibet gitti can hâlâ duruyor. Ve bugün yeni bir Türkiye olmak için nice zamandır olmadığımız kadar birlik, gayret ve cesaret içindeyiz.

"Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur..." der mürşidim. İşte bir yağmur da öyle sıcak bir günde yağıp geçti üzerimizden. Allah içimizden bazılarını şehit mertebesine yükselterek yanına aldı. Daha başkalarına da gazilik payesi lütfetti. Bize de o gece 'doğru taraftakiler' arasında olmayı bağışlayarak can üfledi. Hamdolsun. 15 Temmuz'u doğru tarafta yaşayanlar için dünya artık bambaşka bir yer olacak. Kendilerine bahşedilmiş bir lezzet-i ruhaniye sayesinde ne zaman o geceyi hatırlasalar hem şükür hem sevinç duyacaklar.

Hakikat bu: Nefsin lezzeti söner. Ruhun lezzeti kalır. Civciv kabuğunu kırdı o gece. Çıplak eller tankları durdurabileceğini keşfetti o gece. Bu bir Birinci Söz dersi gibiydi bizler için. Bir sırr-ı besmele idi. Şahit olduk o gün 'Bismillah' diyen yumuşacık kök, taşı ve toprağı delermiş. Farkettik o gün 'Bismillah' diyen nazenin yaprak güneşin şiddet-i hararetine karşı dayanırmış. Gördük o gün "Ya Allah! Bismillah! Allahu Ekber!" diyenlerin çıplak elleri tanklardan, mermilerden, F-16'lardan kuvvetliymiş. Nicedir oturur Birinci Söz'ü okurduk anlatılanlar uzağımızda yaşanan şeylermiş gibi. Yeni Said, onca hâdisenin/zulmün pençesinde neden 'besmele'yi anlatmış, anlamazdık. 15 Temmuz büyük bir mürşid oldu. Birinci Söz'ü okuttu. 15 Temmuz'da Birinci Söz'ü okumadık. Birinci Söz'ü yaşadık. Besmele mü'mine ne yapar, ne hale getirir, anladık.

"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır..." O gün 'ölmemek için ölmeye' yürüyenlerin neden hep bir ağızdan böyle bağırdığını soruyorlar: "Ya Allah! Bismillah! Allah Ekber!" Ben de diyorum ki: "Bunu ancak Birinci Söz'ü okursan anlarsın." Allah'ın ismi bir mü'min için nedir? "Bismillah" bir mü'min için ne ifade eder? "Allahu Ekber!" neyin haykırışıdır? Bunları bilirsen anlarsın.

O gün salt slogan atmak için söylemiyorduk onları. Kuvvetimizi oradan aldığımız için öyle söylüyorduk. Bir ömür Onun inayetiyle yaşadığımız için musibet anında da aklımıza Onun adı geliyordu. Hasımdan başkasına birşey öğretmek için değil; güç almak için, gücüne sığınmak için, gücünden gücümüzü güç katmak için... Duyduk ki; katıu't-tarikler yolları kesmişler. Tankları, uçakları, silahları da varmış bu şakilerin. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan beri tüm mürşidler bize öyle öğretmişlerdi: "İsim al." Hemen tüm kabilelerin ve hatta âlemler reisinin ismini aldık. 15 Temmuz çölünde öyle seyahat ettik. Ve Allah isminin bereketiyle tüm şakileri başımızdan defetti. Demem o ki arkadaşım: Allah'a sığındığımızda ne kadar kuvvetli olduğumuzu 15 Temmuz'da öğrendik.

4 Ağustos 2016 Perşembe

15 Temmuz'un 'gör' dediği: Ehl-i Sünnet yolu neden önemli?

Bazıları yaşananlardan sonra yaptığımız 'ehl-i sünnet' vurgusundan rahatsız oluyor. Halbuki bir hatayı daha tohumken farketmek, ancak o tohum hakkında 'değişmez kıstaslara' sahip olmakla mümkündür. Tohum yeşerip, gelişip, meyveye durduktan sonra ağacı tahlil etmek, aslında o ağaca (ve o ağaçla birlikte serpilen yanlışa) karşı geç kalmaktır. İslamî grup ve cemaatler olarak FETÖ hakkında yaşadığımız tam olarak budur. Herkes mazisini yoklasın. Biz bu adamların pekçok itikadî ve amelî sapmasını idare ettik. En masum şekliyle "Çok hizmetleri var!" diyerek görmezden geldik. Daha kötüleri de oldu. Menfaatinden ötürü, korkusundan ötürü, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" demekten ötürü görmezden gelenlerimiz de oldu. Yaptık bunu. Hepimiz olmasa da birçoğumuz bu gözyummayı yaşadı. Hatta yaşamayan başkalarına da 'hüsnüzan' diye tavsiye etti. Halbuki onlar, yani FETÖ'cüler, bu yanlışlarını yanlış olarak görmüyorlardı. Yanlışlarını yanlış olarak görmedikleri ve tevbe etmedikleri halde, biz, onların hatalarını setretmeye çalıştık kendimizce. Suçunu kabul etmeyeni idare etmek hataydı. İşin geldiği durumsa ortada. Hatasını itiraf etmeyeni görmezden gelmenin ne acı bedelleri olacağını 17 Aralık'ta ve 15 Temmuz'da tecrübe ettik. Allah tekrar yaşatmasın.

Bu kanserin dışarıdan şırınga edilen yanları mutlaka var. Fethullah Gülen gibi bir meczubun aklıyla olabilecek işler değil. Fakat bizim de muhasebesine girmemiz gereken yanlışlarımız var. Akaide dair yitirilen hassasiyetin bedellerinin ne ağır olduğunu öğretmeli bu durum bize. "O da öyle inansın canım. Ne olacak? Fazla büyütmeyelim!" dediğimiz şeylerin büyümeye yüztutan kem tohumlar olduğunu artık görelim. İnanmak eylemekten önce gelir. Kişi inandığınca eyler en nihayet. "Ameller niyetlere göredir!" hadis-i şerifi de bunu hatırlatır bize. Eylemelere dair bir uyanıklıkla bekleyip, fakat inanmakla ilgili duyularımızı kapalı tutmak, her defasında ağacı meyve verince farketmek, bu gecikmişlik iyi birşey değil. Tedavisi ise öncelikle aslolanı net bir şekilde kabul etmekten geçiyor. Bu da ister istemez yolumuzu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikametli ilkelerine çıkarıyor. Yoksa normsuz kalırız. Bir normumuz/kıstasımız olmadıktan sonra kimin yanlış kimin doğru inandığını ne ile tesbit edebileceğiz? Tohumken zakkum ile elmanın farkını ne öğretecek bize? Bu yönüyle 'ehl-i sünnetin mizanlarını yitirmek' aslında 'itikadî alanda altını kurşundan ayıran mihengini yitirmek'tir. Körleşmedir.

Amel tahlilleri ağaç hakkında yanıltıcı olabilir. Bakınız bu hususta Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam." Demek bizim beraber oturup kalktıklarımızla salt bir 'amel ediş' üzerinden değil 'itikad ediş' üzerinden de temasımız var. Hatta öyle ki; itikad edişe dair körce bir temas, ileride amel ediş tarzımızı da bozulmaya uğratabiliyor. Hayırlı amelimizi sabit tutsak da, hatta arttırsak da, arkasındaki niyet bozuluyor. FETÖ fitnesinin en azında böylesi bir uyanışa vesile olması lazım bizlerde. Artık muhatabımızın itikad ediş tarzına da eskisinden daha fazla dikkat etmeliyiz.

"Uğradığımız tüm felaketlerde etkisinden çok niyete bakarız..." der Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde. "Çatıdan düşen bir kiremit bizi daha fazla yaralayabilir, ama kötü bir el tarafından kasten fırlatılan taş kadar derinden incitemez. Taş bazen ıskalayabilir, ama niyet her zaman hedefine ulaşır." Demek niyetin taşına karşı fiilin taşından daha dikkatli olmak gerek şu dünyada. Çünkü niyet elindeki imkana göre tesirini değiştirir. Fiil değişir, ama niyet insanda bâkidir. Zalim bugün sana attığı küçük taşla yetinmez. Niyet ve o niyeti tetikleyen itikad yaşadığı müddetçe kanını kaynatmaya devam eder. Yarın eline böyle bir fırsat geçerse acı çektirme arzusunu silahla da gerçekleştirebilir. Sana bugün taş atan yarın ok da atabilir. Bizi üzen de fiilin etkisinden çok 'olabileceklerin' korkusudur. Zira biliriz ki; o niyet farklı sûretlere bürüne bürüne tekrar be tekrar karşımıza çıkabilecektir. Niyete ve o niyetin arkasında barındırdığı itikada dair endişelerimiz bu merkezde şekillenir.

Her niyetin arkasında öyle 'olabilirliğini' veya öyle 'olması gerektiğini' söyleyen bir itikad vardır. Bediüzzaman'ın medeniyet mukayeseleri sadedinde söylediği; "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. hedefi 'menfaat' bilir. (...) Halbuki, kuvvetin şe'ni tecavüzdür. menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. (...) İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. (...) Hakkın şe'ni ittifaktır. Faziletin şe'ni tesanüddür..." ifadeleri neyin doğru 'kabul edildiği' veya 'bilindiği' üzerinden ortaya çıkacak iyi veya kötü sonuçların tahlilidir. O halde itikadımızı fiillerimizden, inanışımızı eylemelerimizden, bâtınımızı zâhirimizden daha önemsiz bulamayız. İnanışında sapma olanların "Bırak onlar da öyle inansın canım. Sen ne karışıyorsun? Sana ne?" diyerek kendi haline bırakılamayacağını biliriz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat duruşu bu yüzden vazgeçilmezimizdir bizim. Bir doğruya iman etmedikten sonra her yanlışa iman etmek mümkündür. Bu Ebu Leheb'in eli kuruyacaksa tam da bu noktadan başlanacak bir inşa hamlesiyle kuruyacaktır.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

15 Temmuz'da Kemalistlerin hiç mi suçu yok?

Okuyanlar hatırlayacaktır. "Emre Dorman Nereye Koşuyor?" serisinin yedinci ve sekizinci yazılarında birşeye dikkatinizi çekmeye çalışmıştım: İtikadımızı ve İslamî hayatımızı tehdit eden fitneler iki ana kanaldan akıp geliyordu bence. Neydi bu kanallar? Sekizinci yazıdan bir pasajı kısaltıp alıntılayarak (tafsilini o yazılara havale ederek) anlatmaya çalışayım:

"Deccal ve Süfyan ile ilgili rivayetlerin neden birbiriyle alakadar/benzer şekillerde naklolduğuna dair şöyle bir tahminim var: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iki fitneyi birbirine yakın şekilde anmasıyla aslında aralarındaki ilgiye de dikkat çekiyor, Allahu'l-alem. Ebubekir Sifil Hoca'nın modernizmi analiz ettiği bir yazısında okumuştum benzer bir cümleyi: 'İslam coğrafyasında modernizm, oryantalistlerin sorularına, onları sorgulamadan cevap aranmasıyla başlamıştır...' diyordu. Yani niyet, bu toprakların insanlarını Batı'ya cevap verebilir bir konuma getirmekti. Fakat şöyle bir arızası vardı bu arzunun: Bir aşağılık kompleksinden etkileniyordu. Deccalî düzenin İslam coğrafyası üzerindeki tahakkümünden kendisini koruyamamış müslüman düşünürler elinde ortaya çıkıyordu Süfyanizm. Deccalizm'de aradığı hatadan çok İslamî mirasta hata arıyordu. Çünkü onlara cevap yetiştirirken aslında dayandıkları zemini de 'sorgulanmaz' kabul etmiş oluyordu."

Evet. Dünden bugüne fitnenin hep bu iki başlık altında karşımıza çıktığını düşünmekteyim: 1) Deccaliyet. 2) Süfyaniyet. Biraz açmak için şöyle demeliyim belki: 1) Mesajın karşısında duran. 2) Mesajı çarpıtan. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sağlığında Ebu Cehil'le vefatından sonra Müseylemetü'l-Kezzab'la verilen mücadele, Hz. Musa aleyhisselamın önce Firavun'la sonra Samiri ile verdiği kavga hep benzeri bir 'ikili problem alanına' dikkat çekiyor. Mürşidler, hem hakikatin karşısında duranlarla hem de hakikati çarpıtanlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum, bize, Bediüzzaman'ın mehdiyet, deccaliyet, süfyaniyet gibi bahislere daha geniş bakabilmek için öğrettiği 'kanun okumalarına' ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu da hatırlatıyor:

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil, belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür. Meselâ, Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdi, belki mehdiler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, büyük Mehdi'nin çok evsâfına câmi bir mehdi bulmuş. İşte, büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi'nin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş."

Bugün Gülenizm ile verdiğimiz mücadelenin de bu kanundan hariçte kalmadığını düşünmekteyim. Her ne kadar 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında Gülenistler varsa da bu durum Kemalistlerin mezkûr suçtan tenzihini gerektirmez. Çünkü Gülenizm Kemalizmin gayrimeşru çocuğudur. Onun bu topraklardaki zorbalığının bir etkisi olarak ortaya çıkmıştır. Ne demek bu?

Biraz şu demek: Gülenizmin ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadından veya amel ediş tarzından verdiği her taviz, yaşadığı her sapma/saptırma, aslında Kemalizmin zorbalığına karşı meşruluğunu/zaruriyatını savunduğu bir maslahat üzerinden gerçekleşmiştir. Kemalizmin dindarlar üzerinde çeşitli yasaklarla kurduğu baskının neticesi olarak, Gülenizm, bu toprakların bir kısım müslümanlarına yeraltı/gayrimeşru faaliyetlerini zaruriyattan göstermiştir. "Zaruretler haramı helal kılar..." kaidesinin pek sinsice işletildiği süreç, zaruretleri inşa eden Kemalizm ile o zaruretler üzerinden mü'minlere yolunun meşruluğunu dayatan (ve bazılarına maalesef kabul de ettiren) Gülenizmin ortak çalışmasıdır. Bu noktada zâhiren birbirlerine karşı sergiledikleri tavra bakılmaz. Birbirlerini sevseler de böyledir sevmeseler de...

Misalen: Kemalizmin 28 Şubat sürecindeki menfur yasakçılığı, Gülenizmin İslam'ın en temel farzlarından birisi olan tesettürü 'ötelenmesi gereken birşey' olarak takipçilerine kabul ettirmesine zemin oluşturmuştur. Yine askeri liselere öğrenci alımında Kemalizmin gösterdiği 'dindar öğrenciyi kapıdan sokmama' tavrı, Gülenizmin kendi bağlılarını 'dindarlıklarını gizleme' veya 'ikiyüzlü davranma' ahlakına ikna etmesinde büyük rol oynamıştır. Daha bunun gibi birçok meselede Gülenizm aslında tastamam Kemalizmin çocuğudur. Onun baskısının/yasakçılığının meyvesidir. Gülen, Mustafa Kemal'in fikir ve yaşayışça gayrimeşru veledidir. Bu noktada, Gülen'in, müntesiplerini yıllarca 11 Kasım 1938 doğumlu olduğunu söyleyerek kandırması ayrıca manidardır.

Modernizmin oryantalizm karşısında yaşadığı etkilenmişlik, süfyaniyetin deccaliyet karşısında yaşadığı etkilenmişlik, Irak işgalinin IŞİD'i doğuran etkileyişi veya bu topraklarda Kemalizmin Gülenizmi netice vermesi... Hepsi birbiriyle bağlantılı şeyler. Ayrı okumamalı. Biz, bizde/itikadımızda bir sorun olduğu için değil, biz olmamıza izin verilmediği için bunları yaşıyoruz. Şu lanse de haksız ve yanlış: Gülenizm (veya başka dinî gruplar) iktidarı ele geçirmeye çalıştığı için dindara düşman olmadı Kemalizm, Kemalizm dindarlara düşman olduğu için Gülenizm ortaya çıktı. Ayvayı armut diye yedirmeyin.

Bir başka yazımda altını çizmiştim: Hiçbir tefrit ifratı yokedilmeden yokedilemez. Bediüzzaman der ki: "Elhasıl, ifrat gibi tefrit de muzırdır... Fakat ifrat, tefrite sebep olduğundan, daha kabahatlidir..." Hal böyleyken Ahmet Hakan veya bir başkasının Gülenizm sopasını kaldırarak bizi Kemalizme veya laik düzene ikna etmeye çalışması trajikomiktir. Neden oğlundan kaçıp babasının kucağına atılalım? O baba bizi yeni oğullarla uğraştırsın diye mi?

1 Ağustos 2016 Pazartesi

15 Temmuz'u mehdi mi organize etti?

Dikkatinizi çekti mi? 15 Temmuz'dan beridir bir kavga harlandırılmaya çalışılıyor: 'Mehdiyet' meselesi... Aslında buna alışığız. Modernist/reformist taifenin tarihteki her yanlışı veya kendilerince yanlış olanı 'geleneğe/ehl-i sünnete' maledip, her meziyeti veya hüneri sanki haklarıymış gibi üzerlerine alışları yeni birşey değil. Şimdilerde de yapılan bu. İddia ne peki? Güya FETÖ ehl-i sünnet içerisindeki itikadî hatalardan(!) beslenerek bugünlere geldi. Özellikle 'mehdiyet' meselesi FETÖ'yü semizleştirdi. Bu tip arızaların bir daha karşımıza çıkmaması için geleneğe/ehl-i sünnete karşı topyekûn bir savaş başlatmalıyız.

Tezgahtaki oyun az-çok buna benziyor. Küçümsemeyin. 15 Temmuz'un haklı rüzgarına haksız bir şekilde bindirilerek itikadî alanda gerçekleştirilmeye çalışılan bu "Cambaza bak cambaza..." hamlesi pek fena! Tutarsa, 15 Temmuz'da kazandığımızdan daha fazlasını kaybettirecek. Neden kaybettirecek? Çünkü şu darbe dünyamıza kastetmişti. Bunlarınki ise ahiretimize kastediyor.

İslam akıl dinidir, evet, ama nakille istikamet/hidayet bulmuş bir aklın dinidir. Şunu unutmayalım: İslam'ın akaidini yalnızca akıl belirlemez. Nakil ve akıl belirler. Daha doğrusu: Nakil haber verir. Kalp iman eder. Akıl da onu anlamaya çalışır. Anlamakla tutmaya/tutunmaya çalışır. Onu semavî kılan budur. Aklın netleştiriciliği 'naklin istikametli anlaşılması için' önemlidir. Semavî olanın arzlıya inişinde akıl lazımdır. Akıl anlaşılması gerekendeki çok katmanlılığı görmemizi sağlar. Yoksa aklın anlamadığı her hususta nakil reddedilmez. Ayetle örneklendirirsek: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye mühtehziyane soran bir akıl için nakil ahiret iddiasından vazgeçmez. "İlk önce kim yaratmışsa yine o diriltecek..." diye cevap verir. Nakil akla anlaması için (böyle bir arayışı/açlığı varsa eğer) kapı açar. "Din kolaylıktır..." buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam belki bize bu dersi de verir.

İmanımızın ayrılmaz birer parçası olan öyle meseleler vardır ki; ne gözle görülür, ne kulakla işitilir, ne de kalbe hutur eder. Ancak Cenab-ı Hakkın yüce vahyinde ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetinde haber vermesiyle öyle olduğunu bilir ve iman ederiz. Aklı akaidin tek belirleyicisi olarak kabul ettiğimizde 'hangi akıl' sorusunu sormamız kaçınılmaz olur. Zira herkes kabul eder ki; akıl, kıstasları/normları açısından zamanının çocuğudur ve geçmişte 'imkansız' olan öyle şeyler vardır ki, gelecekte 'mümkün' olmuştur. Akaidi aklın tek belirleyici olduğu bir zemine terketmek onu zamanın esaretine terketmektir.

Böylesi bir terkediş, dinin, kadim olan Allah'ın değişmez emirleriyle değil, değişken insanın oynak algısına göre belirlenmesiyle neticelenir. Din, Allah için değil, insan için olmaya başlar. Hedef rıza-i İlahî olmaktan çıkar, insanın bulunduğu her hal ve şartta saadeti/menfaati ile hedeflenir. 'Razı olunmak' için değil, 'kendince/kendine göre mutlu edilmek' için yaşanır. Semavî olanın arzîleşmesi böyle vuku bulur. Bu arzîleşme dinin amacı olan 'kalplerin tevhidini' de engeller. Herkesin 'kendi göresinin efendiliğinde' yaşadığı bir İslam ve kendince tesbit ettiği rıza-i İlahî, Allah'ın mü'minlerin kalplerini doğruda birleştirmek için ihsan ettiği dinin amacı olamaz. Eğer bir 'değişmez doğrunun' ve 'bu doğrunun zaman içindeki izlerinin yekûnü olan geleneğin' belirleyiciliğinde toplanılmayacaksa, dinin nüzulünün de ehemmiyeti yoktur. İnsanlar vahiy yokken de 'kendi görelerine' göre bir şekilde yaşamaktadır.

Tam da bu noktada sorulması gereken şey şudur: FETÖ'yü yetiştiren ehl-i sünnetin/geleneğin 'değişmezleri' midir, yoksa modernizmin duruma göre 'değişkenliği' midir? Bu soruya verilecek cevap kritiktir. Zira cevaba göre suçlanması gerekenin kim olduğu da ortaya çıkacaktır. Herkes bilmektedir ki; Gülen'in tesettür de dahil pekçok konuya bakışı gelenekçi değil modernisttir. Ehl-i sünnet itikadının umdelerinden taviz verdiği veya saptığı pekçok konu bulunmaktadır. Ve Gülen'e şimdiye kadar geliştirilen en sert eleştiriler gelenekçi/ehl-i sünnet kodları sağlam olan insanlardandır.

Modernist/reformist/ehl-i bid'a taifenin Gülen'i çoğu zaman takdir ettiği; ancak 'küstürüldüğünde' veya 'güç el değiştirdiğinde' karşısında durduğu hepimizin malumdur. Mustafa İslamoğlu'nun, Yaşar Nuri Öztürk'ün, Mustafa Akyol'un veya daha nicelerinin Gülen'e ettiği iltifatlar boy boy iken; Gülen'in ehl-i sünnet kodları sağlam kesimlerce 'bedel ödemek pahasına' eleştiriler aldığını bilmeyen yoktur. Hal böyleyken ve sokaklarda 15 Temmuz direnişine can veren bu ülkenin ehl-i sünnet müslümanlarıyken modernistlerin "Cambaza bak cambaza..." yaparak geleneğe saldırmaları haksızlıktır. Hatta ahlaksızlıktır.

FETÖ'yü yetiştiren bataklık, ehl-i sünnetin 'değişmezlerle' ve 'tecrübelerle' sınanmış tertemiz mirası değil, modernizmin/ehl-i bid'anın bu asırda iyice zıvanadan çıkan oynak/konjonktürel fayda algısıdır. Bu noktada eleştirilmesi gereken mehdiye sahih hadislerle mecbur/makbul olarak ettiğimiz iman değil, mehdiyetin modernizme/bid'aya elverişli tasavvur edilmesidir.

Şunu da unutmayalım: Günümüzün ehl-i bid'ası, konjonktürün veya modern aklın kendisini mecbur ettiğini sandığı algılayışlarla dinde öyle oynamalar yapmaktadır ki, buna değil mehdi, peygamberler bile cesaret edemez. Öyleyse denmelidir ki: Modernistlerin/reformistlerin eleştirdikleri aslında 'mehdi' değildir. Mehdi, ehl-i sünnete vurmak için kullandıkları bir zemindir. Yoksa mehdinin modernist(!) konumuyla kavgaları yoktur. Hatta mehdi böyle anlaşılırsa her birisi zaten birer mehdi sayılabilir. İslam'ın gelişinden 1400 yıl sonra Hz. Âdem'e baba bulanlar veya namazı üç vakte indirenler az iş başarmış sayılmazlar. Onların mehdi eleştirileri her birisi 'hevasınca birer mehdi' olanların hakikat-i mehdiyeye yaptığı saldırıdır.

Mehdiye doğru bir tanım yapıldığında mehdiyete iman etmenin itikadî/amelî ne sakıncası olabilir? Mehdinin ehl-i sünnet ve'l-cemaat ilkelerinden taviz vermeyecek bir 'gelenekçi' olacağını bilmek, insanlardan bir insan olduğunu anımsamak ve 'değiştirmek' için değil 'hatırlatmak' için varolacağını unutmamak istikametin ta kendisidir. Bediüzzaman, konuya dair analizlerinde hadisleri sadece kişi değil kanun penceresinden de okumayı öğütler. Mehdi ahirzamanda gelecek 'yaptığı sınanmaz' bir âdem değil, şeriatla sınandığında ve sınandıkça sınavı geçen Allah dostudur.

Mehdi bir umuttur. Her zamanda 'mehdiyet kanunundan' hissedar mehdi-misal fertler vardır. Müstakim kahramanlar da tıpkı hava gibi, su gibi, ekmek gibi Allah'ın bir ihsanıdır. Mehdi, her devirde yaşanan fitnelere karşı, ümmetin istikametli kahramanlardan mahrum kalmayacağına dair Allah'ın bir vaadidir. Bu vaadden rahatsız olan dönsün kalbini yoklasın. Hele hele Erdoğan'ın liderliğinin önemi hakkında çarşaf çarşaf yazdığı halde hâlâ mehdiyetle uğraşan varsa, o da aklını yoklasın. Bakalım yerinde duruyor muymuş?

Tekrar altını çiziyorum: Mesele, mehdiye sahih hadisler gereğince ve ehl-i sünnet çizgileri çerçevesinde 1400 yıldır duyulan iman değildir. Mesele, mehdiye dinin temel esaslarını değiştirebilecek bir modernistmiş gibi iman edilmesidir. Sorunu doğru tayin etmek lazım. Çeşitli fayda mülahazalarıyla akaidden parçaları inkara giden, yarın menfaatine gelmediğinde daha büyük parçaları da inkar etmekten çekinmez. Bu zeminden beslenen bir inkârcılığın benzerî kem meyveler vermesi kaçınılmazdır. Ki FETÖ'nün kendisi de böylesi bir konjonktürel faydacılığın sonucu olarak İslam tarihinde görmediğimiz bir fitneyi netice vermiştir. Faydacılığı ortadan kaldırmadıktan sonra değil mehdiyeti, tüm ehl-i sünnet akidesini ortadan kaldırsanız, yarın Amerika'nın maymunu olmak daha hoş geldiğinde başka bir fırkanın böyle bir kalkışma yapmasına engel olamazsınız. İzzet ve dik duruş kendi/milli/yerli/İslamî tanımlarımızın ve değişmezlerimizin üzerinde yükselmemize bağlı. Onları inkâr etmemizde değil.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...