4 Eylül 2020 Cuma

Evrim neden mutsuzluğumuzu arttırıyor?

Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın arkadaşım. Bugünlerde 'acz' ve 'fakr' nüansı üzerine şöyle birşey kalbime geldi: 'Acz' eşiğinden bakınca taş insandan daha ileride duruyor. Neden? Çünkü nihayetinde beşerin 'e-bilmek' anlamında zâhirî bir iktidarı var. Duyuyor. Görüyor. Anlıyor. Yürüyor. Ediyor. Taş bunlardan hiçbirisini yapamıyor. Uğrayacağı zararlardan da sakınamıyor. Veya bizim gibi menfaatini kovalayamıyor. Fakat iş 'fakr' tezgâhına düştüğünde biz ondan daha ileriye geçiyoruz. Çünkü ihtiyacı yok gibi birşey. Bizimse birdolu. Neticede acz zemininde kaybetmemizi sağlayan herşey fakr dergâhında dizlerimizin kırılmasına neden oluyor. Taşı acizlikte ileri götüren her kemliği fakr kulvarında onu bizden zengin kılıyor. Bu acayibin acayibi işten benim kafama takılan bazı sorular var.

Lakin onlara gelmeden önce yine mürşidimin metinlerine uğrasak iyi olacak. Çünkü yukarıdaki durumun bazı göstergelerine o da eserlerinde işaret ediyor. Mesela nelerine? 1) Beslenme noktasında insanın pek de sandığı kadar 'ileride' olmadığına... Alıntılayalım: 

"Evet, en parlak bir mucize-i san'at-ı Samedâniye ve bir harika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de Odur. Ondan başkası olmaz. Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). Hem en âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer (çocuklar ve yavrular gibi). Evet, vasıta-i rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için, balıklarla tilkileri, yavrularla canavarları, ağaçlarla hayvanları muvazene etmek kâfidir."

Yani insan bütün iktidar/ihtiyar iddiaları içinde aslında rızık konusunda geri düşmüştür. Herhalde dünya üzerinde başka hiçbir canlı türünün bu kadar çok miktarda ferdi açlık çekmemektedir. Açlık çekmeyenlerin de bu rızkı yukarıda misal verilen canlılara göre ne güçlüklerle elde ettikleri ortadadır. Hayvanları misal vermeyi terkedip yüzümüzü bitkilere dönsek zaten hepten çuvalladığımız bir kulvara gireriz. Onların rızıkları sanki ayaklarına gelir. Aslanın belki günlerce kolladığı avının bin fazlasına ağaç kılını bile kıpırdatmadan ulaşır.

Peki Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği göstergeler sadece bu kadar mıdır? Hayır. Değil. Cık. 2) Bir de herşeyin özünü oluşturan 'mutluluk' meselesi var. Yine alıntılayalım: 

"Eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

Burada da, farkettiğiniz gibi, dikkatimiz 'hayvanlardan üstün olmamızı sağlayan bazı yeteneklerimize' çekiliyor. Mesela: Biz zamanı daha geniş olarak algılayabiliyoruz. Yarını düşünebiliyoruz. Geçmişi tefekkür edebiliyoruz. Bunlar bir açıdan bakarsanız zenginliğimiz. Ancak diğer açıdan baktığınızda bunlarla havyanlardan geri kalıyoruz. Nasıl? Mesela: Mutsuz oluyoruz. Evet. Çok mutsuz oluyoruz. Evladımızı kucağımıza aldığımız andan itibaren, hatta bazen daha da öncesinden, geleceği endişemiz oluyor. Dertleniyoruz. Pişman oluyoruz. Hayatımızın tezadı buradan başlıyor. İrademizle ancak bulunduğumuz âna, o da eğer şuurundaysak veya imkanımız varsa, müdahale edebilirken tasavvurumuzla geniş zamanı kuşatabiliyoruz. Bu çelişkiden dolayı büyük sancılar çekiyoruz. Geriliyoruz. Stresleniyoruz.

Bence, tam da bu eşikte, evrimcilere bazı sorular sormak şart oluyor. Çünkü bu arkadaşlar mevzuyu sadece tek yönden ele alıyorlar. Başlarken ifade etmeye çalıştığım gibi, 'e-bilmek' noktasından bakarak, resmin sadece bir tarafını okuyorlar. Sözde gidişatın hep daha yukarıya olduğunu 'seçici algıyla' bize aktarıyorlar. Halbuki resmin tamamı böyle değil. Bizim hayvanlardan geriye doğru gittiğimiz yönlerimiz de var. İşte yukarıda bahsettik. Bir kere bizden başka hiçbir canlı böylesine bir stresi yaşamıyor. Bu kadar yoksunluk tatmıyor. Ne bileyim: Kutuplar eriyor diye telaş etmiyor. Yiyor. İçiyor. Yatıyor. Keyfine bakıyor. Bizse eylemlerimizle hem etrafımızdaki duvarları yükseltiyoruz hem de bu yükseltiyi solukluyoruz. Sözgelimi: "Yarınki düğünde ne giysem?" diye düşünen hiçbir maymuna rastlanmazken insanda böylesine abidik-gubidik tefekkürlere sıklıkla rastlanıyor. 

İnsanlığın son bir-iki yüzyılını düşünelim. Birçok yeni şeye ulaştık öyle değil mi? Elektrik yaptık. Telefon ürettik. Televizyon seyrettik. Uçak uçurduk. Ancak bütün bu süreçler bizde sadece 'e-bilmek' yönünde artış sağlamadı. Ya? Aynı zamanda ihtiyaçlarımızı da arttırdı. Yani fakrımız da arttı. Artık daha önce olmayan birçok 'keşke'miz var. Rızkından haberdar olmakla edindiğimiz bir dolu yeni açlık var. Ve yine dikkatinizi çekerim: İnsan bu noktada ileriye gittikçe dünyasına da daha fazla zarar veriyor. Hep virüslerle insanları benzetiriz. Matrix filminin de meşhur repliğidir. Fakat virüs dahi kainata bizim kadar külliyetli bir zarar veremez. Sistemi büsbütün bozamaz. Biz buna kadar varabiliyoruz. Yıkım noktasında bu kadar ileriye gitmişken, evrimin iddiasına göre başlangıcımız olan virüsten, daha ileriye gittiğimizi kim söylüyor? Sakın bu bakış resmin sadece bir yanını 'seçtiriyor' olmasın? Yahut da daha geriden soralım: Sakın bu evrim mevzuu bir göz aldanmasından ibaret kalmasın?

3 Eylül 2020 Perşembe

Emrah Serbes'in keşke başında 't' olsaydı


Bu defa da şöyle bir yerden başlayayım arkadaşım: Mürşidim 4. Söz'ünde 't'akvayı bir 'yol kısaltıcı' olarak anıyor. Hatta, öyle ki, bin senelik mesafeyi bir günde aldırabiliyor bu kısaltıcı. Şaşırma. Şiddetine göre daha fazlasını da başarabiliyor. Işık bile yanında yavaş kalıyor yani. Tabii, altını çizmemiz lazım, evvelemirde kastedilen mahşer gününde yaşanacaklardır. O gün hakikaten insanların Cenab-ı Hak yanındaki kıymetleri yolculuklarına etkide/katkıda bulunacaktır. Zorlaştıracak veya kolaylaştıracaktır. Ancak, bu fırsatla ben, daha bu dünyada takvanın 'hızlı mesafe aldırıcılığı'na dokunmak istiyorum. Mahşerde yaşanacakların bu hayattaki izdüşümünü aramak arzuluyorum. Fakat öncesinde bidayetimiz yaptığımız metni de bir parça alıntılayalım:

"O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat' ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat' eder. Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder."

Zaten genel anlamda evrelerin birbirine bakar yönleri olduğunu düşünmekteyim. Yani bu dünyadaki hayatımızla kabirde yaşayacaklarımız veya mahşer gününde hissedeceklerimiz birbirine bakar açılar içeriyor. "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz..." gibi ihtarlardan tutunuz ta "Kabir ahiret menzillerinden ilk menzildir. Eğer kişi ondan kurtulursa artık ondan sonrası daha da kolay olur. Eğer ondan kurtulmazsa ondan sonrası daha da sıkıntılı olur..." nevinden rivayetlere kadar bize öğretilen mezkûr evrelerin birbirisiyle ilgisidir.

Hatta yine mürşidimin 'kâfirin kalbindeki küfür cehennemi'yle hakiki cehennem arasında kurduğu tohum-meyve ilişkisi bu aşamaların birbirine baktığını düşündürüyor. Belki de mevzuyu şöyle toparlamalı: İlkinde tohum olarak ne sulanmışsa, ikincisinde ağaç, üçüncüsünde meyve olarak o bulunuyor. Kabir azabını inkâr edenler yukarıda dediğimiz şeye çok dikkat etsinler. Kâfirin bu dünyasında büyüttüğü cehennem ve ahirette gerçekten buluşacağı dâr-ı azap, kabirde de onu terketmez gibi görünüyor. Eğer rivayetler konusunda şüphe ediyorlarsa bu mantığa kulak versinler. Her yaşam seviyesinin/aşamasının kendisine göre cenneti/cehennemi var.

Her neyse. Yine konuyu dağıtıyorum. Hızlı geçeyim. Efendim, takvanın sadece mahşer yolculuğunda değil, daha bu dünyadayken de bize hızlı mesafe aldırdığını düşünüyorum dedim. Peki bunu neye binaen söyledim? Öncelikle bireysel tecrübelerime. Evet. Yaşı kırka yaklaşmış bir kardeşiniz olarak gördüm ki: Eninde sonunda İslam haklı çıkıyor. Kötü dediği kötüye varıyor. İyi dediği iyiye gidiyor. Bunu illa Behzat Ç.'nin de yazarı 'sonunda t yok' Emrah Serbes gibi sertçe müşahade etmeye gerek yok. (Alkolün zararlarıyla ilgili paylaşımlara sosyalmedya üzerinden atar yaptıktan sonra alkollü araç kullanarak üç kişinin ölümüne sebep olmuştu.) Daha küçüğünün küçüğü dil yanmaları hepimizde var. Kim kendi hayatına baksa nümunelerini görür. Küçük ölçeklere bakarak göremezse büyük resimlere bakarak görür. Sözgelimi: Faizin zararını şahsî mevduat tecrübesi üzerinden okuyamıyorsa sistemin küresel boyutta kurguladığı/uyguladığı sömürüye bakabilir. Zinanın ne denli fena bir günah olduğunu kendi hikayesinden çıkaramıyorsa emniyetin suç istatistiklerine/bağlarına bakıp tahlil edebilir. Hatta, İslam'ın yenilecek-yenilmeyecek hayvan tasnifindeki istikametini, yarasadan veya bilmem hangi haram hayvanın yenmesinden bulaştığı söylenen Korona gibi bir hastalıktan da teşhis edebilir. Evet. Evet. Evet. Binler kere evet. İş akılla da bu noktaya varır. İslam illa ki haklı çıkar.


İşte bu haklılığıyla, yani beşerin ancak küllî yolculuğunun sonuna gelince, o da kapsamlı bir akılla/tefekkürle bakabilirse, alabileceği dersleri daha başta bize öğretmesiyle İslam yolumuzu kısaltmıştır. Takva da emirde-nehiyde öğütlediği dikkatle bu yolculuğu en az yorgunluğa indirmiştir. Bir müslüman eğer takva sahibiyse içkinin-uyuşturucunun vs. kötü olduğunu zaten bilir. Sakınır. Korunur. Bunu önce bağımlı olup, zararlarını tek tek görüp, binbir türlü rezalet yaşadıktan sonra "Ulan ne kötü şeylermiş bunlar!" demekle öğrenmez. Bir tür koruyucu hekimlik hizmeti sunar takva bize. Vahyin insanlığa rahmet oluşu da bu sırdandır. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin 'âlemlere rahmet' olarak zikredilmesi de bu bağlamdan anlaşılabilir. Evet. Biz bugün her ne sıhhate sahipsek, o koruyucu hekimin dersiyle, o gönül doktorunun aramıza teşrifiyledir. Yani ondan öğrenmişizdir.

Hülasa: Mürşidimin takvayı 'yol kısaltıcı' olarak anmasının ferdî hayatıma da bakan böyle bir gölgesi olduğunu düşünüyorum. Bu kısaltıcılıktan haber veren ayetlerin hayatlarımıza da işarî manalarla dokunduğunu, Allahu'l-a'lem, zannediyorum. Arkadaşım, bu hususa dikkat et, bence aynı gölge hepimizin üzerine düşüyor. Aynı parmak hepimize dokunuyor. Hepimiz, takvaya uygun hareket ettikçe, tecrübeyle çok uzun zamanda alacağımız dersleri kısacıktan alıyoruz. Kestirmeden gidiyoruz. Yolu bir hayli kısaltıyoruz. Uçuyoruz. Elhamdülillah. Ne diyelim: O Rahman u Rahîm, aczimize/fakrımıza acısın da, lutf u hidayetiyle bizi kestirme yollardan ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

31 Ağustos 2020 Pazartesi

İmanın da bir geometrisi var

"Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu." Mahrem Bir Suale Cevap'tan... 

Bugün, eğer becerebilirsem, Bediüzzaman'ın bize çaktırmadan kazandırdığı bir yetenek hakkında konuşmak istiyorum sizlerle. Ama öncesinde bir parça liseye döneceğiz. Yok, güzel anılara değil, geometri derslerine. Sevenlerini ayrı tutuyorum. Herhalde çoğunuzun geometri dersleri şen hatıralarla dolu değildir. Benimse arkadaşlığım fena sayılmazdı. Özellikle benzerlikler konusunda. Hani; Açı-Kenar-Açı, Kenar-Açı-Kenar, Kenar-Kenar-Kenar, Açı-Açı-Açı gibi şekillerde olabilen; iki şeklin arasındaki uyumu yakaladığınız anda 'Hoop!' diye birincideki verilerle ikincide de sonuca ulaşabildiğiniz o sihirli âlem; ben o konuda iyiydim işte. Övünmek gibi olmasın.

Hocalarımız bu tarz problemler hakkında şöyle söylerlerdi: "Şekli doğru açıdan görebilmek çözümün yarısıdır." Hakikaten de onların yanıtlarını ararken sıkça bakış açısı değiştirmenin epey faydasını görürdük. Bazen şeklin çizili olduğu kağıdı ters çevirirdik. Bazen de başımızı yana eğip bakardık. Bütün mevzu saklanmakta olan benzerliğin nazarımıza inkişaf etmesiydi. O inkişaf ettiği anda cevap akmaya başlardı. Gerisi sadece dört işleme kalırdı. Allah vergisi özel bir yetenek dışında bu farkındalığı arttırabilmenin tek yoluysa daha çok soru çözmekti. Çözdüğünüz soru sayısı arttıkça farkındalığınız da açılırdı. Benzerlikler daha hızlı/çok görünürdü.

Buradan şuraya geçeyim: Bazen nur talebesi olmayan arkadaşlarımdan şöyle sualler işitiyorum: "Nur talebeleri neden bu kadar işarî manalarla meşgul oluyor?" Veya sözgelimi, Mehdi ile ilgili şüpheleri cevaplarken, neden önce konuyu 'her zamanda gelen mehdi-misal mürşidlere' kadar götürüp sonra itirazlarla yüzleşiliyor? Neden böylesi dolambaçlı yollar takip ediliyor? Âlem-i Misal'i anlatırken rüyalara, Levh-i Mahfuz'u anlatırken hafızaya, kaderi anlatırken tohumlarda saklı olan kimliğe kadar gitmeye ne gerek var? Bu haberlerin sahihiyeti ortaya konduktan sonra imanları zaten lazım olmuyor mu? Ayrıca dallandırma-budaklandırma niye?

Bu sorunun doğru bir teşhis içerdiğini düşünüyorum. Evet. Bizde böyle bir temayül var. Ama bu özellikle geliştirdiğimiz bir temayül. 'Özellikle' dememe bakmayın. Kasıt bize ait olmayabilir. Belki farkında bile olmadan geliştiriyoruz bu temayülü. Risale-i Nur'u okurken yeşeriyor bu güzel huy. Ha, elbette Kur'an ve sünnet mizanlarına uymayan çıkarımlara cevaz veriyor değilim, onların ifratı kendilerini bağlar. Ancak mürşidimiz bize metinlerinde böyle bir 'görme yeteneği' kazandırmaya çalışıyor. Kesinlikle yapıyor bunu. Hatta sıkça denk geldiğimiz temsillerde bile var böylesi bir bakış açısı eğitimi. Uzun süre Nurlarla meşgul olan birisi bu nedenle işarî manalar konusunda yatkınlık da kazanıyor. Bu yatkınlığın hikmeti ne peki?

Bence birinci hikmeti kainatta varolan geometri. Nesnelerin, olayların veya duyguların birbirleri hakkında öğrettikleri 'olabilirlik' yolları. Hatırlayınız: Başlarken zikrettiğim misalde küçük şekille büyük şekil arasındaki benzerliği farkettiğinizde, o noktadan hareketle, aralarında orantısal denklemler kurabiliyordunuz. Birisinde verilen kenar veya açı değerleri üzerinden ötekinde de sonuca ulaşabiliyordunuz. İşte böylesi benzerlikler kainatın her tarafına serpiştirilmiş olarak var. Edebiyatta 'benzetme' dediğimiz şey bu farkındalıktan besleniyor. Empati de bunun insandaki karşılığı gibi. Ve yine bu yüzden Kur'an-ı Hakîm baharı haşre misal olarak öğretiyor: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O herşeye hakkıyla kadirdir." Yani gayba iman asla meçhule iman değil İslam'da. Hayır. Öyle değildir. Bizim gayba imanımız nümunelerini dünyada gördüğümüz şeylerden çıkarımlarımızdır. Bin parmağın gösterdiği güneştir.

Bediüzzaman'ın eserlerinde bu yönteme sıklıkla başvurmasının ve talebelerine de bu gözle bakma yeteneği kazandırmasının ikinci bir hikmetinin de ahirzamanın tabiatında gizli olduğunu düşünüyorum. Bu zamanın fitnesi insanların 'tek gözlü'leşmesinden çıkıyor. O kadar dünyaya hasr-ı nazar etmekteler ki gaybdan bahsettiğiniz zaman masal işitmiş gibi tepki veriyorlar. Hal böyle olunca, iman hakikatlerini anlatabilmek de, bir ölçüde soyutu somutta göstermekle mümkün olabiliyor. İşte, işarî manalara temayülümüz, enfüsten-âfaka veya dışımızdan-içimize birçok bağı görebilmemizi-kurabilmemizi, gaybî şeylere somutluk âleminde misaller gösterebilmemizi, 'olabilirlikleri' farkettirmemizi; böylece daha mukni olabilmemizi netice veriyor. Yani bu düşkünlük biraz da ihtiyaçtan doğuyor. Sırr-ı temsil dürbünü bu işe yarıyor.

Bir üçüncü hikmetin de 'huzur-u daimî' diye tabir edilen makamda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman'ın hem Vahdetü'l-Vücud hem de Vahdetü'ş-Şuhud meslekleri ile kendi mesleği arasına koyduğu nüans bu tezimi bir parça destekliyor. Yani, ilgili metinleri okuyanlar bilirler, Risale-i Nur mesleği varlığı unutmayı amaçlamıyor. Eşyanın her detayıyla Onu gösterdiği bir marifetullah zeminini hedefliyor. Bunun da ister istemez herşeyin Allah'a işaret eder hale gelmesiyle irtibatı olacaktır. İşarî manalara dönük bir refleks sahibi olmazsanız herşey Ona işaret ediyor hale gelemez. Yaş ve kuru herşeyi barındıran Furkan'ın ayetlerinin her yerde kendisini okutturması yine böyle bir göğüs genişliğine sahip olmakla ilgili gibi. Allahu'l-a'lem kaydıyla diyelim.

Metinler alıntılayarak yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum. Eğer arzedebilmişsem zaten sizler nümunelerini kendi okumalarınızda/hayatınızda bulacaksınız. Becerememişsem misaller vererek de bu düğümü çözemem. Yalnız şu kadarını alıntılayayım da, Bediüzzaman'ın, küçücük bir kalpten nasıl ta cennete-cehenneme benzerlikler kurabildiğini hayretle seyredelim: "İman mânevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi mânevî bir cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür Cehennemin bir çekirdeğidir. Öyle de, Cehennem, onun bir meyvesidir."

26 Ağustos 2020 Çarşamba

Ateistler nasıl dua ediyor?

Risale-i Nur'da öyle metinler vardır ki, hayatınızı 'Çaaat!' diye değil ama, bir incecik 'çıt' diye ikiye böler. Yani, onları okumadan önce başka birisinizdir, okuduktan sonra başka. Bunu söylerken 'hidayet romanları'ndaki gibi şiddetli bir dönüşümden bahsetmiyorum arkadaşım. Hayır. Daha sessiz oluyor herşey. Kafanızda/kalbinizde bir daha kapatamadığınız bir kapı aralanıyor. Bir yeni görüş gözünüze katılıyor. Bütün aynılıklarınız içinde başka bir tefekkür tırtılı yolunu yontmaya başlıyor. Siz sonra sonra bunun meyvelerini devşiriyorsunuz. Belki 'sırran tenevveret'in bir nüktesini kendiliğiniz üzerinden de böyle temaşa ediyorsunuz. Evet. İşte öyle metinlerden birisi de, benim açımdan, 24. Mektub'un 1. Zeyli'dir. Yani dua bahsidir.

Efendim, öncelikle ifade edeyim, elhamdülillah, müslüman bir ailede dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli de dinimin şuurundayım. Fikrindeyim. Zikrindeyim. Hatta şükründeyim. Ancak, şunca yıllık müslümanlığım içinde, yaşamanın bizzat bir dua olduğunu, hatta her varoluşun da bir tarz duaya hizmet ettiğini Risale-i Nur'u okuyunca anladım. Zaten bilenler lütfen cehaletimi bağışlasınlar. Ben hakikaten âlemi hiç böyle düşlemiyordum. Benim için bir olagelen-olagiden akış vardı dünyada bir de dua ettiklerim. Bir sebepler dairesi vardı bir de dileklerim. Çalışmanın da bir çeşit dilemek olduğunu Risale-i Nur'la farkettim. Yoksa, eski zannımca, hâşâ, sanki Allah süregiden akışa sadece kabul ettiği dualarımla arasıra dahil oluyordu. Onları kabul ettikçe karışıyordu. Değiştiriyordu. Yoksa kainatı akışına bırakıyordu.

İtikadımda işleyişin böyle olmadığını biliyordum. Ama sahada sanki başka bir eyleyişe imanım vardı. Mürşidim "Dua üç nevidir..." deyip "Esbabın içtimaı müsebbebin icadına bir duadır..." arşına kadar mevzuyu ballandırınca, Allah Allah, göğsümde bir ağaç canlandı. Dallandı. Uzamaya başladı. Neden-sonuç ilişkisinin varlığını anlamlandırmada yeni bir boyuta varıldı. Hem de ne boyut! Bu boyutun açılmasıyla kainatın tevhidle çelişik hiçbir yanı kalmadı. Çünkü kendime sorardım: "Herşeyi Allah yaratıyorsa bu sebep-netice ilişkileri neden var? Neden Allah mahlukatı arasına böyle bir işleyiş serpiştirmiş? Neden yağmuru buluta, tohumu toprağa, ışığı güneşe bağlamış?" Tamam. Sırr-ı imtihanın da bir cevabı vardı. Bu âlemde sınanıyorduk. Ve her sınanma bir 'örtme'yi bağrında saklardı. Örtüyü aşanlar ancak kazanırdı. 'Küfür' lafzının köken olarak 'örtme'yle bağlantısı da durumu açıklıyordu.

Ancak sınanmanın da üstünde birşeyler sezinliyordum. Dua bahsi bu açıdan kurtuluşum oldu. Biz, tohumu toprağa atarken, ışık için güneşe yönelirken veya her sabah işe giderken yine bir duanın parçası oluyorduk. Şuurumuz olsun-olmasın. Sebepler içindeki her hareketimiz kulu ile ilahı arasındaki isteme-verme ilişkisinin bir parçasıydı. Burada bir de şu vardı: Esbabın işleyişi Vahidiyetle tayin edilmiş kanunlar içerisinde uygun adım ilerleyişlerden oluşuyordu. Dil ile yapılan dualarsa Ehadiyet gölgesindeki özel kurtarışlara dönük çağrılardı. Bu nedenle birincisinin karşılığı daha somut görülüyordu. İkincisinin karşılığı ise usûlüyle verilirdi. Birincisi genel-geçerdi. İkincisi kendi şartlarına mahsustu.

Şu noktaya da dikkat et arkadaşım: Bize "Bak, sen dua ediyorsun gelmiyor, ben yapıyorum oluyor!" diyen cerbezeciler aslında şöyle demiş oluyorlar: "Bak, sen dille dua ediyorsun hemen gelmiyor, ben fiilen dua ediyorum oluyor!" Bizim de buna bir itirazımız yok zaten. Cidden de öyledir. Cenab-ı Hakk, tabir-i caizse, kanunları gölgesinde edilen duaları özel muamele isteyenlerden daha zâhir kabul eder. İstediklerini verir. Ötekilerin duası kabul edilmez sanma. Onlarınki de kabul edilir. Ya bu dünya ya ahiret için kaydedilir. Ancak 'özel muamele'nin usûlü 'kanunların gölgesi'yle bir değildir. Şartları daha ağırdır. Nitekim: Peygamberlerin dille ettikleri dualar da kabule karîn olur. Geriye kalan salihlerin durumu da derece derecedir. Ancak iş fiilî duaya gelince avam bazen âlimin de önüne geçer.

Tarlasını düzenli eken güçlü-kuvvetli bir reçber bahçesine bakmakta zorlanan ihtiyar âriften daha çok karşılık alabilir. Devletin şartlarına riayet ederek başvuran bir sıradan vatandaş istediğini kolaylıkla alırken kendisine özel bir muamele yapılmasını dileyen mebus buna zorlukla ulaşabilir. Bu Cenab-ı Hakkın kullarına bir merhametidir. Eğer her yaratışını kavlî duadaki usûlün hassaslığına bağlasaydı bugün kolaylıkla yediğimiz bir nar meyvesini hakettirecek duayı milyonda birimiz edebilirdik. Öyle ihlası pek azımızda bulabilirdik.

Gelgelelim, beşere merhamet ile kurulmuş bu düzen, pekçoğunun inkârını da beraberinde getiriyor. Nefes almaları bir tür "Beni hayatta tut Allahım!" duası olan ateistler onu aştıklarını sanıyor. Materyalizm dediğimiz illet buradan yeşeriyor. Kanunlar gölgesinde edilen duaların sıkça kabulü, kulun kendisini veya neden-sonuç ilişkilerini ilah olarak görmesine evriliyor. Hatta, öyle tuhaf ki, kendi duasını mü'minlerin duasının karşısına rakip çıkarmaya da cür'et ediyor. Eh, bu minvalde söylenecek çok şey var, fakat yazının ömrü bu kadarına yetti. Fiilî duanın kavlî duaya göre daha başka ne kemali var, onu da başka bir yazıda düşünelim beraberce, Allah'a emanet ol. Dualarında da bu kardeşini unutma sakın.

16 Temmuz 2020 Perşembe

Fatiha: Hepimizin hikâyesi...

Bu yazı, eğer becerebilirse, Fatiha sûresinin ilk ayeti ile son ayeti arasındaki 'bütünleyiciliğe' dair olacak. Tevfik Allah'tan. Fakat ondan önce sizi mürşidimin ufuk açıcı bir tesbitine götürmek istiyorum. Dikkatler olsun. Muhakemat'tan yapacağız bu alıntıyı: "Ukûl-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Zaten varlığın kaotik olmayışını da ancak bununla açıklayabiliriz. Anlar hiçliğe akmıyorsa varlıksallıktandır. Basit bir misal: Cüzdanımızı koyduğumuz yerde buluyoruz değil mi? Nasıl? Çünkü evren düzenli. Bulamayışımız ancak sıradışı bir müdahalenin sonucu olarak gerçekleşebiliyor. (Sözgelimi: Birisinin aşırması.) Böylesi 'yasadışı' şer müdahaleler olmadığı sürece kainat 'üzerine kurulu olduğu yasa çerçevesinde' varlığını sürdürüyor. Ta ki sahibi onu varolmak yükünden âzât edene kadar. Başka bâki bir şekle çevirene kadar.

Aynı metnin devamında Bediüzzaman der ki: "Külliyet intizama delildir. Zira birşeyde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor." Benim de yukarıda 'kaotik olmamak' ile kastettiğim aslında bu idi. Evet. Bilim dediğimiz şey, bütün dallarıyla, zaten bize bunu anlatıyor. Biz fiilerin belli şartlarda tekrar ettiğini, yani yaratılışlarının yasalara bağlı olduğunu, eylemlerinin onların kalıplarında sürdüğünü keşfediyoruz. Bu keşfimiz sayesinde aynı şartları kurgulayıp tecrübeliyoruz. Bu tecrübe asla 'yaratmak' anlamına gelmiyor. Zira yaratmanın bizim oluşturduğumuz şartlardan başka evren kadar şartı var. Yani biz ancak milyonlarca parçadan oluşmuş bir yapbozun son parçasını yerine koyuyor gibiyiz. Böylece resmi bütünlüyor gibiyiz. Ancak resmin yaratılışı son parçayı koyana düşmez. Ya? Ondan evvel milyonlarca parçayı yerleştirenin hakkıdır. Çünkü zaten o son parçayı seçen de nihayetinde resmin içindeki parçalardan birisidir.

Bu yüzden Bediüzzaman'ın inayeti "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir..." şeklinde tarif etmesi bana tuhaf gelmiyor. Zira nizam içinde hareket etmek her inayetin başı gibi. Bizim hayatta eylediğimiz her fiil evvelinde alınmış kapsamlı bir yardımın sonucu. Bir bağışın neticesi. Bir ikramın veresesi. Santraldeki düğmeyi çeviren işçinin "Bütün şehre elektriği ben veriyorum ulan!" diye böbürlenmesi ne kadar haksa bizimkisi de o kadar hak. Ne kadar haksızsa o kadar haksızız. Halbuki şehre elektrik vermek o işçi gibi daha nice nice işçinin/emeğin sonucudur. Onların adına cezalandırılsa yeridir.

Efendim, mevzular şeker, fakat dilimizi de kaydırıyor. Ben size başka birşey anlatacağımın sözünü verdim. Oraya doğru direksiyon kırmaya çalışayım. Bu 'hayrın küllî' ve 'şerrin cüzî' olması meselesi beni hep Âdem aleyhisselam ile İblis'in kıssasına götürür. Hani orada, Âdem aleyhisselama cümle melekler secde eder, yalnız İblis bedbahtı arızaya sarar. İşte mürşidim bu kıssaya dair çok ehemmiyetli birşey söyler: "(...) nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Yani, dikkat buyurunuz, bu kıssa bir açıdan da 'hayrın küllî' ve 'şerrin cüzî' oluşunun anlatıldığı kıssadır. Çünkü, kaidede söylendiği gibi, Âdem aleyhisselama küllî olan melekler dostluk göstermiş, cüzî olan İblis düşman olmuştur. İnsan da düşmanının peşine düşmedikçe kainattan hep hayır görür. Hayrından alır. Hayır üretir. Ondan gördüğü şer de artık kendi aptallığındandır. Çünkü o kadar imkân içinde tutup tek yanlış şıkka koşmak aptallıktır. Açgözlülüktür. Hırstır. Kibirdir. Yalancılıktır. Hırsızlıktır. Ama nihayetinde hep istisnanın seçimidir. Evet. İnsana ilişen şerler hep onun istisnayı seçmesi üzerine elbisesine bulaşır. Tıpkı meyvesi yasak olan tek ağacı seçmesi gibi. Yoksa diğer ağaçların meyveleri serbesttir. Sözgelimi: İçeceklerin çoğusu serbesttir de sarhoş edeni yasaktır. Zira zarardır.

İşte, tam da bu açıdan seyredince, Fatiha'nın Rabbü'l-Âlemîn'e hamdederek başlaması, fakat nihayetinde 'gazaba uğrayanların' ve 'dalalete düşenlerin' yolundan yine o Rabbü'l-Âlemîn'e sığınarak bitirmesi çok anlamlıdır. Tıpkı dilimizin zikriyle mütelezziz olduğu şu duadaki gibidir: "Elhamdülillahi alâ külli hâl sive'l-küfri ve'd-dalâl." Yani: "Küfür ve dalalet hariç her halden dolayı Allah'a hamdolsun." Allahu'l-a'lem. Burada sanki bir dairenin tamamlanması vardır. Âdemiyetimizin ilk ferdi Âdem aleyhisselamın kıssasıyla bizim hikâyemizi birbirine bağlayan bir tamamlanmadır bu. Rabbü'l-Âlemîn olan Allah'a hamdedilir, zira o âlemlerin tamamı insanın yanındadır, hayrının yardımcısıdır. Fakat seçmekte ısrarcı olduğu istisnalar hakkında da uyarılır. İstiaze edilir. Cüzî olan şerden kaçınılmalıdır. İstisnaların yeri ise bahsin sonudur. Evet. Cüzî olanın sona bırakılması ayrıca uyarıcıdır. Tıpkı sınavlarda 'kaydırma yapılmaması' noktasındaki uyarıların sayfanın nihayetinde kalması gibi. Elhamdülillah. Peki. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, mushafta ilkin sonuna yerleştirdiğini, dikkatimizde her işimizin başına yerleştirsin. Âmin. Âmin. Âmin.

12 Temmuz 2020 Pazar

Eşeğe teşekkür etmek de bilimseldir

Şimdi nerede okuduğumu maalesef hatırlayamıyorum. İdrak ve iz'an kelimeleri arasındaki nüansa dair şöyle birşey öğrenmiştim: İdrak 'aklın inanması'dır. İz'an 'kalbin inanması'dır. İmanın zirvesi ikisinin birden kavrayışıyla olur. Misalle de açmaya çalışayım: Diyelim ki ummadığınız birisinin kötülüğüne dair size delil gösterildi. Hayretle dediniz ki: "Nasıl yapar yahu?" İşte, o an yaşadığınız şey, aklınızın inanması fakat kalbinizin inanamamasıdır. Veya tam tersini düşünelim: Kalben kötülüğüne inanmışsınız. Fail-i meçhul bir kemliği de hatta ona bağlamışsınız. Sonra şıp diye suçsuzluğunu isbatlamışlar size. Bu defa da şüphenizden hemen vazgeçemiyorsunuz: "Hiç karışmamış ha?" İşte, bu da kalbinizin inandığı şeyde sebatı, ama aklınızın ona muhalefetidir. Bazen aklın kabul ettiğini kalp kabul etmekte zorlanır. Bazen de kalbin kabul ettiğini akıl onaylamakta tereddüt eder. Çünkü aklın ayakları şahitliğine bağlıdır. Çektiği yere gider. Fakat kalbin okuyuşları şahitliklerin ötesine dahi uzanabilir.

Mürşidim Emirdağ Lahikası'nın bir yerinde diyor ki: "Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir..." Bediüzzaman'ın bu dediğini, yukarısıyla ilişkilendirerek, şöyle de anlıyorum: Evet. İman sadece akılla şekillenmiyor. Onun tam teşekkülünden önce kalbimizle aldığımız marifetler de var. Yani çocukluğumuzdan itibaren bizde bir tasavvur inşa olunuyor. Akıl daha sonra bu tasavvurun üzerine basarak çalışmaya başlıyor. Eğer bu tasavvurda bir sorun olursa akıl da hataya meylediyor. Yok, hayır, tasavvurunuz anahatlarıyla istikamete denk gelmişse, bu defa akıl onun önünde bir yol açıcı işlevi görüyor. Görüşünü parlaklaştırıyor. Delilini kuvvetlendiriyor. Marifetini genelleştiriyor yahut da somutlaştırıyor.

Bugünlerde sıkça karşılaştığımız itikadî arızalarda da sapmanın gidip en nihayet böylesi bir 'tasavvur kusuruna' dayandığını görüyoruz. Sözgelimi: İsminin önünde 'prof' olan birisi, Rabbü'l-Âlemîn'i kendisinden aşkın düşleyemediği için, beşerî sınırlarıyla da sınırlandırıyor. Kendisindeki kusurlarla kusurlandırıyor. "Herşeyi bilmez!" diyor mesela. Yahut da "Olacakları önceden bilmez!" diyor. Sonra buna delil üretmeye gayret ediyor. Çırpınıyor. Neden? Çünkü tasavvuru eksik inşa edilmiş. Aklın içinde hareket edebileceği geniş alanı yok. Cehaletin dört duvarı içinde üç-beş adım atmayı yürümenin tek şekli sanıyor. Duvarların dışında nasıl bir hürriyet var bilmiyor. Allah nasıl olursa ancak 'Allah' olur? Bunun icmalî sezgisine sahip değil. "Dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa daha ziyade yabanilik verir..." cümlesinin hakikati de burada. Neden-sonuç bağının 'iktiran' değil de 'yaratıcılık' ilişkisi olduğunu sanrılayarak büyüyen çocuk Allah'ı artık koyabilecek bir yer bulamıyor. Öyle ya. Elmayı ağaç yaratıyorsa Allah'a ne gerek var?

Allah'a tam da 'elmayı ağaç yaratamayacağı için' ihtiyaç var. Bunun uyanışı "Sıfırdan bir elmayı ben yapsam bana neler gerekir?" diye sorma hidayetine bağlı. Bu sorgulamaya sahip olamayanların işi zor. Çocukluktan alınan Allah marifeti ise tam bu noktada aydınlatıcı bir işlev görüyor. Yine sözgelimi: Bir mülhid "Tek Allah tüm evreni nasıl yaratsın canım?" diye soracak olsa çocukluğunda ideal bir Allah tasavvuru kalbine yerleşmiş kişi diyor: "Allahu ekber!" Ne demek bu? Yani Allah'ın 'Allah'lığı ancak 'en büyüklüğü' ile mümkün olur. Elbette bu büyüklük Onun güç yetiremeyeceği ikinci bir büyüklüğü ihtimal dışı bırakır. Eğer O Allah'sa kainatı yaratmak kudretinden küçüktür. Hikmetinden küçüktür. İlminden küçüktür. Çünkü ilahlık ancak sonsuzlukla olur. Sonsuzdan herşey küçüktür. Sonsuzun başedemeyeceği büyüklükten bahsedilemez.

Elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Çünkü elma ancak bir evrenle varolabilir. Düzeninde yeşerebilir. Bu da ağaçla arasındaki bağı inceltir. Görülen sadece iktirandır. Nasıl ki, baharda yaprakla çiçek birlikte dünyaya gelirler, fakat birbirlerini dünyaya getirmezler. Aynen öyle de, ağaçla meyvesi de birlikte dünyaya gönderilirler, fakat birbirlerini dünyaya göndermezler. Üzerlerinde ustalık anlamında birbirlerini aşan bir sanat vardır. Sorumluluk vardır. Ağaç nasıl zâhirde hem ağacın hem çiçeğin annesidir. Öyle de, kainat da zâhirde hem ağacın, hem elmanın, hem güneşin, hem Samanyolu'nun annesidir. Burada uçlarına takıldıkları tezgâh elma ağacıdır. Orada uçlarına takıldıkları hilkat şeceresidir. Biraz gerileyip baktığınızda şeylerin arasındaki bağ 'neden-sonuç'luktan ziyade yanyanalıktır. En arkaya kadar akıl gözünüz yetişse sırr-ı Kayyumiyetin dalından başka dal kalmaz. Hepsi o ağacın dalına takılmış meyvelerdirler.

"Sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur'ân'ın nuruyla görünür."

Yani, bilim sana en fazla 'atomun nasıl parçalanacağını' öğretiyor, fakat dinin sana 'varoluş ile ötesini birbirinden ayırabilmenin yolunu' gösteriyor. Bir çocuk iman dersini alarak büyüdüğünde seküler bilimlerin onun bakış açısında meydana getireceği daralmayı da aşmış oluyor. Kainat neden-sonuç ilişikleri içinde yaşansa da sırf onunla açıklanabilecek gibi değil. Baldaki kimyevi deha arının işi değil. İpekteki terzilik böceğinin sanatı değil. Cahil nedenlerin ilim ilim dokunmuş sonuçları doğurası yok. Seküler bilimlerse hep aynı bakış açısı daralmasıyla yola çıkıyor: "Eğer benimle yürüyeceksen şeyleri ancak yanlarındaki/öncekilerindeki şeylerle açıklayacaksın. Öteye gitmek yok ha. Şuurlu fail aramak yok. Maddeyi aşmaya çalışmak yok."

Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini bu açıdan düşününce aslında tastamam bir özgürlük olarak tanımlıyorum. Çünkü ümmilik sadece 'okur-yazar olmaması' anlamına gelmiyor bence. Bizim gibi kalıplarla köreltilmemiş olması anlamına da geliyor. Varlığa karşı önyargısı yok. Teorisi yok. Tortusu yok. Göğsündeki iman bu berraklık içinde yeşeriyor. Güneş en temiz aynada yansıyor. Hatta Miraç mucizesini anlatırken kısa bir mealiyle "Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı!" buyuran Necm sûresi de böylesi bir sırrın habercisi. Kalbindeki tasavvur öyle berraktı ki. Öyle genişti ki. Öyle yüceydi ki. Aklımızın alamayacağı nelere şahit oldu da göğsü bunu kaldıramazlık etmedi. İnanmazdan gelmedi. Kabullenmezlik yapmadı. Çünkü Allah'ı tam da o göğüste inandığı gibi buldu. İmanı öyle vüsatliydi. Öyle kudretliydi. Öyle emindi. Fakat bize gelince görüyoruz ki, bir hidayet erişmese, ağacı aşabilecek kudrette değiliz. Kapımıza bir eşek yükü altın bırakılsa, sahibini bırakıp, eşeğe teşekkür edecek gibiyiz. Rahman u Rahim o Hatemü'l-Enbiya'nın berrak aynasını üzerimizden çekmesin. Âmin.

4 Temmuz 2020 Cumartesi

Mehmed Görmez Hoca 'yapıyor' mu 'yıkıyor' mu?

Yaver-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Buharî'de geçen bir ferman-ı mübarekinde eliyle göğsünü işaret ederek buyuruyorlar ki: "Takva buradadır!" En doğrusunu Allah bilir. Ben kendi payıma bu hadis-i şerifi iki şekilde anlıyorum: 1) Takva içten dışa başlayan bir iştir. Yani evveliyatla ihlasını göğüste bulur. Orada sahicilik yoksa dışarıdaki kurgu hakiki takvadan haber vermez. Ancak yapmacıklıktan haber verir. 2) Takva öncelikle ferdin yüküdür. İrade sahiplerinin tek tek, birey birey, birebir sorumluluğudur. Yalnız ötesini/ötekileri sınanma konusu sayarak takvalı olunmaz. Yani "Dedem de hocaydı!" veya "Cemaatim var ya!" demekle takvalı olunduğu görülmemiştir. Aksine, zaman, böyle okumalar sahiplerinin kitlesel olarak pek kolay günaha hücum ettiklerini göstermiştir. Nitekim, ben, FETÖ'deki arızalardan birisini de böyle teşhis ediyordum: Aidiyetlerini o kadar yüceleştiriyorlardı ki birey birey Allah'a olan mesuliyetlerini düşünemez oldular. Göğüslerini unuttular. Bir emirle herşeyi arkalarına attılar.

Bu sadece FETÖ'de değil bütün aidiyetlerde bir problem. İster bir partiye ister bir cemaate ister başka türden bir yapıya bu şekilde bağlanırsanız, yani takvanın göğsünüzde olduğunu unutursanız, onun/onların yaptığı herşeyi doğru bulmaya başlarsınız. Halbuki Müsned'de geçen bir başka hadis-i şerifte de, Aleyhissalatuvesselam, Vâbısa radyallahu anh'a şöyle buyurmuştur: "Vâbısa sen kendine sor. İyilik kalbinin rahat ettiği şeydir. Kötülük de kalbini ezen ve bir türlü yer bulamayan şeydir. İnsanlar sana ne kadar 'olur' derse desinler sen kalbine danış..."

Bu aslında takvanın, olgunlaşmış bir bireyin, daha doğrusu ferdiyetinde kemale ermiş bir ferdin, halet-i ruhiyesi olduğuna delildir. Çünkü o Rabbiyle ilişkisinde kendisini birebir sorumlu olarak görmektedir. Defterini ayrıca tutmaktadır. Kalbinden de fetva almayı gözetmektedir. Böyle birşeyde muvaffak olmak bireyliğini tamamlamakla mümkündür. Varlığını aidiyetlerinden ayrı bir şekilde tanımlayamayan, tek başına 'abdullah' olduğunu unutan, böylesi sıkıntıları yaşar.

Evet. Ahirzamanın en büyük problerinden birisi de ferdiyetinde kemale ulaşmamışların oluşturdukları cemaatlerdir. Bunlar küllî değil küll olurlar. Parçaları da cüzî değil cüz olurlar. Bireyselleşemezler. Fakat bir saniye: Biz burada 'cemaat' kelimesini sık kullanıyoruz diye kimse mevzuu sırf dinî sanmasın. Sadece dinî aidiyetlerin böyle sorunlar oluşturduğunu düşünmesin. Hâşâ. Belki bu sorun en az onlarda yaşanıyor. Diğer türden aidiyetlerde bu körelmenin neticeleri daha acıdır. Daha dehşetlidir. Daha yıkıcıdır. Sözgelimi: Emperyalizm, siyonizm, komünizm, kapitalizm vs. böylesi seküler cemaatlerin dünyaya yaşattığı cehennemlerin isimleridir.

Aslında Mehmed Görmez Hoca'nın Habertürk'te yaptığı tesbitlere muhalefetim de en çok buradan kaynaklanıyor. O gün yazdığım twitlerde konuyu şöyle özetlemeye çalışmıştım: "Küresel siyasetin günahları cinsel bütün günahlardan büyüktür, cümlesini iyi bir sigaya çekmek lazım. Beni rahatsız etti. Neden? Öncelikle şunun altını çizmem gerekiyor: Bizde günahları birbiriyle kıyaslayarak küçültmek âdeti pek yoktur. Görmez gibi 'cinsel günahlar' diyelim hadi. İslam'da yedi büyük günahtan birisi sayılmıştır. Küresel siyaset gibi bir 'fail-i meçhul'e hesap keserken bu yediden birisinin dehşetini azaltmak neden gereksin? Kaldı ki cinsel suçun faili bellidir. Diğerinin günahını kim omzuna alır? Dediğimi şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim: Birisini cüzdan çalarken yakaladık diyelim. Bu sırada bir başkası diyor ki: 'Ohoo, o ne ki, hergün İstanbul'da bu cüzdandaki paranın kaç misli fazlası değerde ekmek çöpe atılıyor!' Aklımıza şu gelir: 'Ne alaka?' Bir parça suizan edeyim. Ben eğer bu olayın şahidi olsam 'Şu ikinci adam hırsızı kurtarmak istiyor galiba!' derim. Çünkü ikincisinin mübalağasında hiçbir failin suçlaması yoktur. Havayı dövmek vardır. Ancak birincinin faili bellidir. Ondan vazgeçilmekle ehvene ulaşılmaz."

Evet. Muhalefetim bu sadedde devam ediyor. Görmez 'küresel siyaset' gibi cisimsiz failleri odak noktası kıldığında Aleyhissalatuvesselamın göğsümüzü gösterdiği parmak, hâşâ, bir parça boşa düşürülüyor. Çünkü İslam'ın gerek küçük gerek büyük günah tanımları hep ferdi kendi bireyselliğine uyandırmak işlevini görüyor. Yani gıybetten tutun başkasının ağacından meyve çalmaya, zinadan tutun hayvanlara eziyet etmeye kadar İslam fıkhında tanımlanmış bütün günahlar 'abdullah'ı işaret ediyor. Onun gerek 'hukukullah' gerekse 'hukuk-i ibad' karşısındaki sorumluluklarına uyanmasını sağlıyor. Siz şimdi bu göğsü gösteren yüzbin parmağa "Bir güncellemek lazım!" derseniz, sonra da suçu "Ordaaa bir köy var uzaktaaa!" şarkısındaki gibi 'gidilmeyen-görülmeyen' bir yere şutlarsanız, ferdin kendisini inşa etmesini zorlaştırırsınız. Hatta muhtemelen bu tutum müslüman toplumdaki fısk u fücuru da arttırır. Zira ayarları bozulur.

Nasıl bozulur? Tıpkı Bediüzzaman'ın dediği gibi bozulur: "Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar. (...) Hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vâiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır."

Bence Mehmed Görmez Hoca da bilerek-bilmeyerek bazı muvazeneleri bozuyor. Dikkat çekmek istediği kötülüklere birşey demiyorum. Doğrudur. Büyük cürümler işlenmektedir. Ancak şeriat cürümleri 'bir seferde kaç insan öldüğüne' bakarak değil 'bireyin o şeydeki sorumluluğuna/zararına' bakarak tayin etmektedir. Evet. Büyük günahlara dikkat ediniz. İçlerinde 'dünya savaşı çıkarmak' yoktur. Amma 'cinayet işlemek' vardır. Çünkü bir insan cinayet işlerken dünya savaşı çıkaracağını bilmeyebilir. Ancak cinayet işlemenin ne olduğunu herkes bilir. Bu nedenle Kur'an-ı Hakîm buyurur: "Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur."

Görmez Hoca'nın niyeti ne kadar iyi de olsa mü'minleri ittiği yön belirsizlikleri ziyadeleştireceğinden tehlikelidir. Zaten, azıcık derinine inersek, küresel günahlar dediğimiz şeylerin de kökü/kökeni insanın bireysel olarak içinde yaşadığı kaymalardır. Parçanın ifratı olmasa bütünün zulmü olmaz. Elbette tedavi de yine içinden, parçadan, bireyden başlamalıdır.

Her neyse. Söylenecek çok şey var ama yazıyı epeyce uzattım. Şuna da dokunup bitireyim: "Tabiatla yeniden bir merhamet sözleşmesine ihtiyaç var!" derken de hocanın yapmak istediğini anlayamıyoruz. Neden? Mevzu sözleşmesizlikten çıkmıyor da ondan. Sözleşmeyi sallamamaktan çıkıyor. İslam bütün zamanlara kâfi-vâfi bir sözleşme değil mi? İnsanlık ona uysa dünya yeni bir saadet dönemi yaşamaz mı? Böyle dolandırıcılar arasında gezdikten sonra kırk tane yeni sözleşme yapılsa ne olur? Sözleşme sırf yazıldı diye düzenbazları kendine cebredebilir mi? Hülasa: Görmez Hoca'nın açıklamalarını ağız suları akarak manşetlerine taşıyan sol medyadan bile biraz gözünün açılması lazım. Hidayet ise Allah'tandır. Biz de Ona tevekkül ederiz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...