"
Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems sûresi, 1-10)
Şöyle bir yerden başlayalım: Matrix'te, Carrie-Anne Moss'un canlandırdığı Trinity karakterinin, filmin hemen başlarında polise attığı bir tekme var. Kameranın ânın etrafında döndüğü bir sahne. İlk kez bu filmde kullanıldı sanıyorum o teknik. Her neyse... İşte ben o sahneyi görene kadar hiç öyle bir hayal kurmamıştım. Yani öyle bir hayal kurulabileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. O filmden sonra ancak böyle hayaller kurmaya başladım. Sonra düşündüm: Filmlerde kullanılan tekniklerin insanlara hayal kurma konusunda öğrettiği/dayattığı pekçok şey var. Sinema döneminin çocukları kesinlikle kendilerinden önceki insanlar gibi hayal kurmuyorlar. İyi veya kötü. Sinema onlara hayal kurmanın farklı yollarını öğretti. Belki bazılarını da unutturdu.
'Orijinallik' bence 'yoktan yaratılış'la en yakın teması sağladığımız yer. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Orijinal birşeyin malzemesi terkip gibi dursa da, yani bir yerlerden toplansa veya başka şeylerden elde edilse de, onun aldığı son hal, vardığı yeni varlık, işte bunun öncesi yoktur. Bu bir yoktan yaratılıştır.
Sizden önce farkedilmemiş bir manayı ilk kez sizin farkettiğinizi hayal edin. Daha önce edilmemiş bir tefekkürün mütefekkiri siz olun. Sizden evvel yazılmamış türden bir şiir kaleminizden çıksın. Bir roman yazılsın. Bir kurgu oluşturulsun. Söylenmemiş bir sözünüz olsun. Bunların her biri bir yanıyla yoktan yaratılışlardır. Bu dünyayı (ve dolayısıyla sizi) aşan işlerdir. Çünkü; aldıkları son halin, ondan kopyalanacak, yani birebir taklidi yapılacak öncesi yoktur. Başınızı kaldırınca şu resim genişler. Tıpkı her yeni günün/gecenin bir diğerinin hem benzeri hem de bir başkası olması gibi. Yahut da dünyaya gelen her çocuğun diğerlerinin hem benzeri hem de bir başkası olması gibi.
Mürşidim bu sadedde der ki: "
Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ', hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek, en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı 'Yoğu var edemez!' diyen adam, yok olmalı!"
Evet, yokolmalı, çünkü onun varlığı da aslında hiçten bir varlıktır. İnkarı kendisini de ıskalamaz bu yüzden. Bugün Ahmed olup karşınızda birşeyler karalayan şu adamın ondan birebir kopyalanabileceği bir öncesi var mıdır? Cümlelerinin benzerleri vardır ama birebir aynısı var mıdır? Haydi, bunları da geçelim, yaşadığı hayatın birebir aynısı ikinci bir hayat var mıdır?
Hangimiz bize katılan önceliklerden ibaret bir sonralık olduğumuzu söyleyebiliriz? Zaman tekdüze tekrarlardan/aynılıklardan ibaret değildir ki. Hiçbirimizin ebeveynimizin tekrarı değiliz. Onların hayatlarını yaşamıyoruz. Hayatlarını yaşamadığımız gibi insaniyetlerini de birebir yaşatmıyoruz. Özümüze inelim: Anlarımız bile birbirini tutmuyor. Her an başka bir âdem/havva oluyoruz. Biz orijinalliğiz. Farklı simaların, duyguların, seslerin, düşüncelerin ve hislerin orijinalliği...
Robin Sloan 24 Saat Açık Kitapçının Sırrı'nda dikkatimi çekmişti ilk kez: Yeni kavramlar dünyamızda daha önce varolmayan yeni anlamların da varolmasını sağlarlar. Örneğin: 'Özel hayat' kavramı bizden önceki nesillerin tanımadığı bir kavramlaştırmadır. 'Romantizm' yine öyledir. (Benzeri pekçok örnek verilebilir.) Bu kavramların hayatın içinde varoluşu, aynı zamanda, hayattaki karşılıklarının da varolması veya varlıklarının büyümesi anlamlarına gelir. Hatta şu 'yeni kavramlaştırmaların yeni anlamların annesi olduğu' fikri de Robin Sloan'ın farkettirmesiyle benim dünyamda açılan birşeydir.
Bu açıdan nazar edilirse denilebilir ki: Her yeni kavramlaştırma da aslında bir yanıyla yoktan yaratıştır. Zahirde, zaten varolan birşeye isim verilse de, ismin verilmesinden sonra o şeyin sahip olduğu yeni tanım, yeni sûret, soyutluktan somutluğa çıkış; onun yoktan varoluşudur. Çünkü öncesi yoktur. Öncesi olmadığından dolayı bu kavramlaştırma ancak üretilmesinden sonra doğup büyümeye başlar. Onun yavruları sayılabilecek yeni anlamların annesi olur.
Sadece bu da değil. Yeni bir edebî tür/tarz keşfedildiğinde de dünyamıza yeni bir varlık dahil olur. Kitapta söylendiği şekliyle: "
Kendi kendine konuşmayı Shakspeare icat etti diyorlar." Montaigne'nın 'deneme' türüyle ortaya çıkışı da bu sadedden sayılabilir. Bu insanlar böyle yazmaya başlayıncaya kadar kimse böyle yazılabildiğini veya düşünülebildiğini bilmemektedir. Veyahut kendinde teşhis edememektedir. Her şekilde, ancak, böyle birşeyin varlığıyla tanışmamızın ardından biz de böyle şeyler yapmaya/yazmaya başlayabiliriz. Sanki bu şekilde tanışıklıklarla bizde bir 'güncelleme' yapılmıştır. Sürümümüz yükseltilmiştir. Hayatımızı değiştiren/etkileyen kitaplarla hikayemiz de buna benzer. Bu açıdan öğrenmeyi de 'insanın kendi sürümünü güncelleme çabası' olarak tarif edebiliriz.
Sahn-ı Seman'da, elyazmalarına dair yaptığı sunumda, Iraklı âlim Mahmud Seyyidoğlu şöyle bir ifade kullanmıştı: "
Ne zaman senden önce yapılmamış güzel bir eser yapsan bu ilhamdır." İşte, kanaatimce, ilham bir açıdan da 'insanın sürümünün yükseltilmesi' anlamına geliyor. İlham sayesinde dünyanızda varolan şeyler, daha önce bu dünyada varolmadıklarından dolayı, yoktan yaratılışlardır. Daha doğrusu: Allah'ın ilminden sizin yoksunluğunuza yapılmış bağışlardır. Allah, ilham vasıtasıyla size, kişisel çabalarınızla (kurbiyet) varlığından haberdar olamayacağınız şeyler yaptırır (akrebiyet). Yaptığınız şeyler öncekilerin karışımıdan ibaret olmadığı için, eriştiğiniz o aşkınlık, gayb âleminden size yapılmış bir bağışı haber verir.
Tam da bu noktada, ben, nübüvvetle gelen bilginin de topyekün insanlığın sürümünü yükselttiğini düşünüyorum. Bediüzzaman'ın, gerek vahiyle gelen bilginin insanlığın terakkisindeki rolü sadedinde, gerek peygamber mucizelerinin teknolojik yükselişteki payı hakkında söyledikleri, bana böyle birşeyi düşündürüyor. Peki bu nasıl oluyor? Bu, farkındalıklarımızın, bize yapılan akrebî dokunuş içinde artmasıyla oluyor. Allah, bize, kendisini veya yarattıklarını Kur'an ve sünnet sayesinde öyle güzel öğretiyor ki, bu, bizim kurbiyetle binler yıllar geçse erişemeyeceğimiz bir biliş seviyesine ulaşıyor. O kadar çok kavram, anlam, terkip, söyleniş, yapılış, duygulanış, inanış, düşünüş, okuyuş, arayış, zikrediş vs.'den haberdar ediliyoruz ki vahiyle, bu, tüm insanlık adına tam bir level atlama! Mucizelerin herbiri bir 'olabileceğin' ufkumuza düşürülüş şekli. Tabir-i caizse: İnsanlığın aklına düşürülen karpuz kabukları onlar.
Çok dağıttım. Toparlayayım. '
İman bir intisabdır' diyen mürşidimin adımlarını takip ederek şöyle birşey hayal etmenizi istiyorum: Ya bizler, her an, tıpkı internetin bulunduğu her yerden ağa bağlanan bilgisayarlar gibi, Allah'a bağlıysak? Ya her yeni marifet çabamız bir sürüm güncellemesiyle ödüllendiriliyorsa? Yani inanmak istediğimiz şey doğrultusunda o inancı destekleyecek şeyin delilleriyle besleniyorsak? İlham dediğimiz şey de bu kesb/kazanma çabasının sonucu olarak haberdar edildiğimiz yeni uygulamalarsa? Yani her an her birimiz Allah'ın yoktan yaratışıyla bir temas halindeysek? Böyle birşeyi hayal ediyorum bugünlerde. En doğrusunu Allah bilir.
Bitirirken son bir not: Baştaki ayetleri de oraya öylesine koymadım ey okuyucu, kaçırırsın diye kendimi ihbar ediyorum. O ayetlerden herbiri, 'fücurun ve takvanın ilhamı' gibi, bir benzersizliği haber veriyor. Her benzersizlik bir yoktan yaratılışın haberi. Böylesi her haber her an süregiden Kayyumiyet bağının işareti. Fakat bunlara dair düşündüklerimi "Hayy ve Kayyum neden kardeştir?" serisinde okuyabilirsin. Bu uzun yazıya rağmen sabrın kaldıysa oraya da bir bak.