Kur'an müslümanlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur'an müslümanlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Nisan 2016 Perşembe

Mealin hatmi olur mu?

İnanın fazlasına sahip olmak gerekmez. Şekerle karabiberi birbirinden ayırmaya yetecek kadar bir zeka kâfidir. Herhangi bir mealle tefsiri karşılaştırsanız tefsirlerin nitelik/içerik olarak çok daha üst düzey metinler olduğunu farkedebilirsiniz. Neden? Çünkü bir müfessir ayetleri sadece ‘çevirmeye’ çalışmaz. Ya? Ders aldığı tecrübeyle ‘izah etmeye’ çalışır. Yani metinden ziyade marifetini sizinle paylaşır. Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi merhum Hak Dini Kur'an Dili'nde bu nüansı şöyle ortaya koyar:

"Kur’an’dan bahsetmek isteyenler onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir. Mamafih, öyle kimseler görüyoruz ki, Kur’an’ı harekesiz olarak şöyle dursun, harekesiyle bile dürüst okuyamadığı halde onun ahkâm ve maânisinden içtihada kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki: Kur’an’ı anlamıyor ve tefsirlere 'müfessirlerin te’vîlleri karışmıştır' diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği tercemeleri okumakla Kur’an’ı tetkik etmiş olacağını iddiâ ediyor. Düşünmüyor ki: Okuduğu tercemeye, âlim müfessirlerin te’vîli değilse, cahil mütercimin re’yi ve te’vîli, hatası, noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki: 'Kur’ân tercemesi' demekle ifâ etmiyor da 'Türkçe Kur’ân!' demeye kadar gidiyor. Türkçe Kur'an mı var be hey şaşkın!"

Hadi, farz-ı muhal, ilmin 'i'sini bilmeyecek kadar eşeklikte şeddeli olduğumuzu farzedelim. Yahu bu eserlerin sırf kalınlığına bakmak bile gözlerimizi açar. Bir yanda kütüphaneler dolusu tefsirler vardır. Diğer yanda birkaç yüz sayfalık mealler. Gözünün tarttığı kadar aklı olanlar bile şu bariz farkı seçebilirler. Hangisinin daha derin bir emeğin ürünü olduğunu tartabilirler.

Üstelik meallerin (mealin manası da 'kısa anlam'dır) tarihi yüz sene öncesine ancak gider. Hatırlayalım: Meallerin ortaya çıkışıyla ‘Türkçe ibadet’ veya ‘Türkçe ezan’ menfur teşebbüslerinin zamanları da birbirine çok yakındır. Mürşidim bu sadedde gözlerimizi açacak şu sözleri söyler:

"Bundan on iki sene evvel işittim ki: En dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'an'a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: 'Kur'an tercüme edilsin tâ ne mal olduğu bilinsin.' Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur'un cerh edilmez hüccetleri kat'î ispat etmiş ki: Kur'an'ın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mu'cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı."

Yani demem o ki: Daha şu suyun kaynadığı yerde bir sıkıntı vardır. Niyeti sislidir. Amacı perdelidir. Üstelik geleneksizdir. Tarih boyunca bu ümmet Kur'an'ı anlama yöntemi olarak mealleri değil tefsirleri seçmiştir. Hatta Kur'an’ın vahyolduğu dil anadilleri olan Arap kardeşlerimiz dahi bu yolu tercih etmiştir.

Meselenin sergüzeşti böyle iken şimdilerde iş iyice acayip yerlere gidiyor. İnternette rastladım. 'Meal hatmi' diye birşey çıkmış. Yani Kur'an cüzlerini paylaşıp hatim yapar gibi mealleri bölüşüp hatim yapıyorlar. Üstelik herkes istediği kişinin mealinden takip ediyor. Nüsha birliği falan da aranmıyor.

Hayret! Mealinin Kur'an sayılamayacağını bilmiyor mu arkadaşlar? Yahut da sormuyorlar mı: Metinleri daha nitelikli olmasına rağmen niçin tefsir okurları gayretlerini böyle anlamlandırmıyorlar? Niçin bir tefsir bitirdiklerinde 'Hatim yaptık' demiyorlar? Endişemin kaynağını anladınız sanırım. Mesele meal okumak falan değil. Mesele okuyanların kendini Kur'an hatmetmiş gibi hissetmeye başlaması. Evet, tehlike, Prof. Dr. İshak Özgel Hoca’nın bir seminerinde altını çizdiği gibidir: İş Kur’an’ın yerine mealini geçirmeye doğru gitmektedir.

Yani bu arkadaşların zihinleri meallerin insanî yanını görmüyor gibi. Sıkıntı burada. Tehlikenin özü bu. Yani mesela: Herbiri başka mealden hatim yapan bu arkadaşlar mealcilerin bazı/birçok ayeti farklı anlamlandırdıklarını bilmiyorlar mı? O halde bu sözde hatmin farklı nüshalar/manalar üzerine yapıldığını, dolayısıyla okuduklarının ‘daha insan sözü olarak bile’ bir bütün oluşturmadığını idrak edemiyorlar mı? Mevzuun bu yanını da hiç düşünmezler mi?

Pek de havalılar! Onlara kalsa hamiyetsizler asıl sizsiniz. Çünkü araya başkalarını koyan sizsiniz. İyi de kardeşim. En azından aramızdaki şu eşitliği farketmen lazım: Biz de Kur'an'ı anlatan ‘tefsir’ dediğimiz ikinci bir metni okuyoruz, siz de ‘meal’ dediğimiz ikinci bir metni okuyorsunuz. Bizimkisi ciltler dolusu sizinkisi bir cilt. Ama nihayetinde bunların ikisi de Kur’an’ın kendisi değil. Arada insanlar var. Sen nasıl benden aşkın birşey başarmış oluyorsun? Benim ciltler dolusu okumakla aşamadığım perdeyi sen nasıl tek ciltte aşıyorsun?

Üstelik bir de tefsir okurlarını 'okuduklarını Kur'an yerine koymakla' itham edersiniz. Bu yolda elinize geçen hiçbir fırsatı kaçırmazsınız. Peki de birader, endişenize inandık diyelim, şimdi beşer sözleriyle hatme siz başlamışsınız. Acaba kim okuduğunu Kur'an yerine koymuş oluyor? Hem şu takıyyeyi de bırakın artık yahu: Siz mealleri Kur'an'la doğrudan(!) muhatap olmak için değil daha kolaycı olduğunuz için okuyorsunuz. Tembel nefsiniz gözü tefsir okumayı kesmiyor. Bu gerçeği kendisine itiraf etmekten çekindiği için de eşeği boyayıp at diye satıyor.

Yeter be kardeşim. Cidden kifayet etti. Usandık. Bu ümmete kolaycılığınızı ‘gayretkeşlik’ olarak satmayı bırakın artık. Tembelliğinizi süsleyip hamiyet yapmayın. Kur’an’a gönül vermiş insana en evvel dürüstlük gerek. Önce kendine karşı dürüstlük. İtiraf. İzzet. Yola ‘kendisine yalan söyleyerek’ başlayanın nihayetinde Kur’an’da bulacağı ‘sapkınlığını arttırmasından’ başka ne olur ki? Ki Furkan’da da kısa bir mealiyle buyrulur: “Biz, Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz, zalimlerinse ancak ziyanını artırır.”

30 Mart 2016 Çarşamba

Kur'an kime yeter? (6)

Bu da ilginç birşey: Ne zaman Kur'an'ı anlamanın bir yetkinlik gerektirdiğini, bir ihtisas alanı olduğunu ve özellikle selef-i salihin büyüklerinin yetkinliğinin/otoritesinin kabul edilmesi gerektiğini belirtseniz; Kur'an müslümanlığı(!) taifesi sizi şu gibi ayetlere aykırı hareket etmekle itham ediyorlar: "Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik." Yeter ki içinde 'apaçık' ve 'ayet' ifadeleri geçsin; artık böylesi her ifade 'ulemanın yetkinliğinine başvurmanın gerekliliğini' veya "Kur'an hakkında yorum yaparken ihtisasın şart olduğunu" söyleyenleri çürütmek için delil olarak kullanılabilir. Neden herhangi bir ilim veya en basitinden bir bilim için söylenmesi rahatlıkla mümkün birşeyi Kur'an gibi 'tüm ilimlerin kaynağı' bir kitap için söyleyemiyoruz? Çünkü Cenab-ı Hak bizzat kendisi ayetlerine 'apaçık' diyor. Apaçık olanı izah etmek için hiç ilim, eğitim, otorite veya yetkinlik aranır mı? Cık, cık, cık...

Tabii bu arkadaşlara 'apaçık' olmasıyla kendilerine yorumlamada şahane bir serbesti kazandırdığını sandıkları Kur'an'ın Arapça olduğunu ve dolayısıyla kendileri için (eğer Arapça bilmiyorlarsa) o kadar da 'apaçık' olmadığını anlatamıyorsunuz. Çünkü ona da hazır bir cevapları var: "Kur'an Arapça değil Rabcadır." Gördünüz mü aforizmayı? Tenzih ederken veya yüceltirken güya, hallediverdik farklı dil meselesini. İlme gerek yok. Mantığa da. Aforizmayla halloluyor her iş.

Sakın Kur'an'da Cenab-ı Hakkın vahyini, "Anlayasınız diye, biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik..." diye andığını hatırlatmayın, işe yaramaz, çünkü onlar 'apaçık'a kapılmış gitmişlerdir. Gayrı ne Arapça bilmediklerini, ne de Kur'an'ın Arapça oluşunu vurguladığını hatırlamazlar. Zaten umursamazlar da. Nihayetinde 'eksik kalmaya mahkum kul sözlerinden' oluşan mealler onlara yeter de artar bile. Edebiyat duayenlerinden birisinin, mesela Cemil Meriç'in, "Tercüme yeni bir teliftir..." cümlesini hatırlatsanız, mutlaka ona da bir cevapları olacaktır. Ancak iş bu kadarla da kalmaz. İlk taş yerinden oynayınca din artık yerinde durur mu? Kaynamaya/kaymaya başlar herşey. Sarf ve nahiv ilminin de önemi azalır böylece. Dili bilmeye ihtiyaç duymayanlar, o dilin kaidelerine, dolayısıyla o dilde oluşabilecek anlam karmaşalarını gidermeye yarayacak bir ilme, neden ihtiyaç duysunlar ki? TDVİA'da sarf ve nahiv hakkında şöyle bir bölüm olduğunu nakletmenizin de bir anlamı yoktur:

"Kadîm râvi ve müellifler nahiv ilminin ortaya konulmasını gerektiren bazı sebepler zikretmişlerdir. Bir kısım âyetlerin (et-Tevbe 9/3; el-Hâkka 69/37) kıraatinde görülen okuma hataları yahut ana dili Arapça olmayanlardan birinin veya Ebü’l-Esved’in kızının yaptığı bir konuşma hatası üzerine Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh’in yahut oğlu Ubeydullah’ın ya da Hz. Ömer’in emriyle, diğer bir rivayete göre ise Hz. Ali’nin bazı temel esasları zikredip yol göstermesiyle Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından nahiv ilminin kurulmuş olduğu kabul edilir (İbn Kuteybe, II, 159; İbn Cinnî, II, 8)."

'Apaçıktır' ya! Kur'an öyle buyurmuştur ya! Sahabenin, hatta sahabenin en büyüklerinin, hatta Hz. Ömer'in (r.a.) veya Hz. Ali'nin (r.a.) gerekli gördükleri bir ilmin gerekli olmasına ne gerek vardır? Düpedüz boş işlerdir bunlar(!). Mealler her işi çözer. Ve bir de çılgın yorum gücümüz. Nurcu olsanız, hatta en gözönünde Nurculardan Senai Demirci olsanız, şöyle diyebilirsiniz: '(...) sarf-nahiv’in çetrefilli konusu ola ola hayattan uzaklaşmış Kur’ân dili...' Bediüzzaman'ın 'tefsir mukaddemesi' olarak kaleme aldığı Muhakemat'ta kaç kere Arapça hakkında 'lisan-ı nahvi' dediğini hatırlamaz o da. Hatta şöyle demesi bile önemsizdir Bediüzzaman'ın artık: "Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i'câzının miftahı ve esrar-ı belâğatın keşşafı, yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa, felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir."

Ne kadar tuhaf değil mi? 1400 yıldan fazla bir zamandır, her nedense, ümmet ayet-i kerimelerdeki 'apaçık' ifadelerini anlayamamış ve Kur'an'ı anlamak için bazı ihtisas dallarına/ilimlere ihtiyaç duymuştur. Bu aynı zamanda 'apaçık' olanın, hâşâ, kendisiyle düşülen bir çelişkidir. Eğer Kur'an apaçık ise, neden muhteşem(!) zekalardan mürekkep Kur'an müslümanları(!) ilim dünyamıza teşrif edene kadar bu apaçıklık anlaşılamamıştır? Apaçık olanın '1400 yıldır yanlış anlaşıldığını' iddia etmek de yine o apaçıkla düşülen bir tezat değil midir? (Hem de dil ve sosyoloji olarak nüzulünün daha yakın olduğu dönemlerde yanlış anlaşılmıştır.) Demek ki: Kur'an müslümanlarının anladığı şekilde anlaşılmadığı sürece Kur'an 'apaçık' değildir. Yahut da bu apaçıklık yalnız bu zamanın Kur'an müslümanları(!) için geçerlidir. Eğer onların anladığı gibi anlarsanız artık apaçıktır. Bu da Kur'an müslümanlarının size fikir özgürlüğü başlığı altında yutturdukları kendi şahane diktatöryalarıdır. Yerseniz.

25 Mart 2016 Cuma

Vahiysiz peygamberlik olur mu?

Gün geçmiyor ki, kendisine Kur'an Müslümanı diyen, fakat hakikatte ‘hadis inkârcılığı’ndan başka marifeti olmayan yoz taifenin Kur'an'la bir 'ters düşme'sine daha rastlamayalım. Bunları yazmaktan ben usandım, belki siz de okumaktan usandınız, ama inanın bu arkadaşlar kötü kaleciler gibi ters köşeye yatmaktan usanmıyorlar. Evet. Bugün yine birisine dair konuşmak istiyorum sizlerle. Geçenlerde kendisini böyle tarif etmekten memnun bir arkadaşla yaşadığımız tartışmada farkettim anlatacağım sıkıntıyı. Necm sûresinin 3. ve 4. ayetlerini ‘koparmakla’ yapılan bir cerbezedir misal edeceğim.

Hızla sadede geleyim: Necm sûresinin 4. ayeti ki kısacık bir meali şudur: "O ancak kendisine vahyolunanı söyler." Bu arkadaşlar bu/benzer manadaki ayetleri ayrıca seviyorlar. Neden? Çünkü onlar böylesi ayetleri şöyle acayip bir şekilde anlamayı seçiyorlar: “Aleyhissalatuvesselamın işi sadece kendisine vahyolunanı bildirmekti. Onun ötesinde vazifesi yoktu. Dolayısıyla aslolan sadece Kur'an'dır. ‘Sünnet’ diye ona ilave edilen şey aslında bu dine kaçak kat çıkmaktır vs.” Bu iddialarını kuvvetlendirmek için "Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğdir..." gibi meallendirmeleri kullanmayı da ihmal etmiyorlar. Sanki orada kastedilen “Hidayet senin elinde değildir!” demek değil de “Kur’an’ı oku geç!” buyurmakmış gibi. Eh. Cerbezenin hüneri nedir ki zaten efendim? Aşurenin nohutunu ayıklayıp gösterirler de “İçtiğimiz nohut çorbasıdır!” dedirir bunlar.

Tabii bu tutumları sorunun hangi yanlış zemine basmaktan kaynaklandığını da gösteriyor. Ehl-i Sünnetin ‘vahiy tanımı ve kapsamı’ ile bu arkadaşların ‘vahiy tanımı ve kapsamı’nın birbirinden epey farklı olduğunu idrak ediyorsunuz böylece. Evet. Bu arkadaşlar, vahyi, sünnilerin 'vahy-i sarihî' dediği başlığa münhasır görüyorlar. ‘Vahy-i zımnî’yi kabul etmiyorlar. Yani onlara göre: “Kur'an'dan başka vahiy yok. Haricinde vahiy gelmedi. Başka birşeye vahiy demek, Kur'an'a ayet eklemek veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı bu dinin inşasında Allah'a ortak koşmak gibi birşey…” Hâşâ! İşte benim 'halaya yanlış ayakla başlamak' diye tabir ettiğim türden bir yanlışlıktır bu. Hatadır. Tabii üst düğme yanlış iliklenince alttakiler de bir türlü doğru iliklenemiyor.

Yanlışı ortaya koymak için, arkadaşların delil olarak kullanmayı pek sevdikleri, Necm sûresinin 4. ayetini 3. ayetiyle beraber ele almak lazım. Ne diyor Necm sûresi bize bu ayet-i celilelerle? Kısa bir meallerini alıntılayalım: "O hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. Ancak kendisine vahyolunanı söyler." Burada kastedilen 'o' kim? Onu da 2. ayet-i kerime haber veriyor: "Arkadaşınız (Muhammed) yanılmadı, sapmadı, aldanmadı." Yani farkediyoruz ki: Ayetler aslında Aleyhissalatuvesselama indirilen vahyin 'Kur'an'dan ibaret olduğunu' söylemek için değil, aslında onun mübarek dilinden dökülen herşeyin bir şekilde 'vahiyden' olduğunun beyanını içeriyor. Peki bu 'vahyin kapsamı' nasıl anlaşılmalı? Onu da mürşidimin metinlerinden takip edelim:

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır: Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur'ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi. İkinci kısım, vahy-i zımnîdir.

Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtüvesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder."

Peki ‘vahy-i zımnî’yi vahy-i sarihîden ayıran nedir? Yani ikisinin arasında değer açısından ne gibi farklılıklar vardır? Bunu da Bediüzzaman'ın sözlerinde takip edelim:

"İşte, her hadîste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: 'Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.' Bir saat sonra cevap geldi ki, 'Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti.' Zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi."

Görüldüğü gibi, bir mü'min, Aleyhissalatuvesselamın tasnif ettiği şekilde vahyi kategorize eder. Eğer Aleyhissalatuvesselam birşeyin Kur'an'a dahil edilmesini emretmişse bundan anlaşılır ki: O vahy-i sarihîdir. Eğer mübarek dillerinden sözü olarak ifade buyrulmuşsa o mü'min anlar ki: O vahy-i zımnîdir. Fakat her iki şekilde de konuştuğu vahiydendir. Vahiyden haberlidir. Vahiyden kopuk, hissesiz veya hevasından konuşmaz Aleyhissalatuvesselam. Kur'an-ı Hakîm bize bunu söylüyor. Yani onun mübarek ağzını övüyor. Hâşâ! Hadis inkârcılarının anladığı gibi susturmaya çalışmıyor.

Yine İşaratu'l-İ'caz isimli eserinde Bakara sûresinin 2. ayetini tefsir sadedinde diyor ki mürşidim: "İphamı ifade eden ‘ma’ iman-ı icmâlînin kâfi geldiğine ve imanın, hadîs gibi bâtınî ve Kur'ân gibi zâhirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir." Yani, ayette yeralan 'sana indirilen' ifadesindeki müphemiyet, onun Kur'an'dan/vahy-i zahiriden ibaret olduğunu söylememizi engelliyor. Böylelikle hadislerin hakikat olduğunu yine bize Kur'an söylemiş oluyor. Nerede bu heriflerin anladığı nerede Kur’an’ın dediği!

Fakat bu ayette bir güzel sır daha var ki şudur: "Onlar sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilene de..." beyan-ı icmalîsinde dikkatimiz vahyin iki türüne de çekilmiş bulunuluyor. Nasıl? Hepimiz biliyoruz ki kendisine kitap indirilmemiş peygamberler de var. Hatta ‘kitap’ veya ‘suhuf’ verilen peygamberlerin sayısı pek az. O zaman sormak gerekiyor: Peki diğerleri nübüvvet görevini nasıl yaptılar? Sayıları yüzbinlerle ifade edilen ve hatta ‘her kavme gönderildikleri’ bildirilen peygamber efendilerimizin görevlerini yaparken dayandıkları şey ne idi? Vahy-i sarihîsi, yani kitabı-suhufu, olmayanlar neyle nübüvvet dava ettiler?

İşte burası hakikatte Kur'an'ın ruhundan epeyce uzak düşmüş olan Kur’an Müslümanı arkadaşların bir çıkmazı oluyor. Diğer peygamberlerin Kur'an veya benzeri metinler olmadığına göre onlar nübüvvetlerini neyle icra ettiler? Hâşâ! Allah'tan habersiz mi nebilik ettiler? Sözlerini ‘Haktan geldi!’ diye mi yutturdular? Halbuki, elhamdülillah, Ehl-i Sünnetin vahiyde yaptığı tarif ve tasnif bu problemi de çözmüş oluyor: Onlar nübüvvetlerini vahy-i zımnî ile icra ettiler. Kitabı olmayan peygamberler vardı. Ama vahiysiz peygamber yoktu. Çünkü vahiy ‘vahy-i sarihî’ye münhasır değildi.

Uzattım. Biliyorum. Fakat birşey daha söyleyip bitireceğim: Diyelim ki, hâşâ, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Kur'an dışında aldığı vahiy yok ve konuştuğu şeyler de hevasından. Bu durum hak din adına nasıl bir korkunç senaryodur düşünebiliyor musunuz? Cenab-ı Hakkın emrettiği, ancak uygulamasını ve detaylarını Resulünün pratiğinden öğrendiğimiz namaz, oruç, zekat, hac vs... gibi ibadetler başta olmak üzere, dinin neredeyse yüzde doksanı tartışmaya açık hale gelir. Çünkü beşerîleşir. Hevaileşir. Bu arkadaşların bizi itham ettikleri 'Allah Resulünü dinin inşasında Allah’a ortak koşmak' ancak şu yukarıdaki muhalin kabulüyle olur. Yani esasında onların dedikleri bu anlama gelmektedir. Demek, Aleyhissalatuvesselam dini 'vahiysiz' inşa etmiştir, hâşâ!

Daha da ötesinde: 'İnsanları ve cinleri yalnız kendisine kulluk etmeleri için yarattığını' kelamında buyuran Cenab-ı Hakkın, bu kulluğun detayına dair herşeyi, kendisi belirlemek yerine (hâşâ) Aleyhissalatuvesselamın hevasına bıraktığını söylenmiş olur ki, bu da kişinin Allah tasavvurundaki ciddi sorunlara işaret eder. Bütün kainatı en ince detayına kadar yaratan Halık-ı Hakîm, nasıl olmuştur da, hilkatten murad ettiği kulluğun keyfiyetini insana bırakmıştır? Yahut 'bırakması' mı ondan daha beklenilir birşeydir, yoksa Aleyhissalatuvesselama vahy-i zımnî ile bildirip onun da ümmetine öğretmesi mi daha beklenilir birşeydir? Hasılı: Bu Kur'an müslümanlarının Kur'an'dan daha çok çeliştiği birşey yok, fakat taş kafalarına anlatılmıyor, vesselam.

15 Mart 2016 Salı

Kur'an nasıl 'içimizden biri' olur?

Mürşidim Minhacü's-Sünne’sine bir kısacık meali şu şekilde olan ayet-i kerimelerle başlıyor: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. (Resulüm) Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir." Evet. Peki Bediüzzaman bu ayetleri sünnetle ilgili bir bahsin başına neden almıştır? “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla cevap verirsem: Bu ayetlerde sünnet-i seniyyenin varlık sebebine dair de işaretler vardır. Onun bize sağladığı kolaylık, yollar içinde gösterdiği mübarek istikamet, yine mürşidimin mezkûr metnin devamı niteliğinde kaleme aldığı Mirkatü's-Sünne Risalesi'nde şöyle açıklanır:

"Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."

İşte, bu metnin de şahitliğiyle, ben artık nefsime diyorum ki arkadaşım: Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin en büyük delili bizzat sünnet-i seniyyesidir. Yani hayatıyla bize bıraktığı öpülesi izdir en büyük merhamet hediyesi. Yüzbin elhamdülillah. Yüzbin öpücük olsun. Fakat bu söylediğimi 'ihtimal hesaplarının çıldırtıcılığını' idrak etmemiş heva eşekleri anlayamaz. Yanlışa düşme korkusu çekmeyenin yol gösterene ehemmiyet verdiği görülmemiştir. Halbuki ilahî kelamdaki muradın hayatta neye karşılık geldiği, şüpheye ve tereddüte yer bırakmayacak en somut şekillerde, sünnet-i seniyye içinde mahfuzdur. Anlatılmıştır. Gösterilmiştir. Bu ihsan hem Allah'ın hem de Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın merhametinin lazımıdır. Şân-ı keremlerinin gereğidir. Çünkü Rabb-i Rahim, tıpkı kelamında da buyurduğu gibi, bizim için kolaylık diler, zorluk dilemez. Sünnet olmadığındaysa kullar somutlukta müşküle düşer. Kelimelerin içini eylemle doldurmakta zorlanır.

Kelamullah bütün zamanlarla/insanlarla konuşur. Onun bu yapısı aynı zamanda 'kısa söylemekle uzun kıldığı' bir anlam okyanusu oluşturur. Bütün zamanlar, zeminler ve zihinler istidatlarına göre ve de gayretleri ölçüsünde bu mukaddes okyanustan nasiplenirler. Fakat bu okyanus asla kuşatamayacakları bir zorluktur aynı zamanda. Nasıl bir zorluktur? İhtimaller zorluğudur. Murad-ı ilahiyi sırf kelamından anlamaya çalışan ve hayatına aksettirmek isteyen bir mü'mini önce ‘ihtimaller külfeti’ ve ‘somutlaştırmanın güçlüğü’ karşılar.

İşte, Aleyhissalatuvesselam, Rabbulâlemin'in izniyle ve emriyle, birçok dinî emirdeki/nehiydeki soyutluğu somutlaştırarak tahdit etmiştir. (Somutlaşan soyutluk insan için daha kavranılır bir hale gelir.) O belirsizlikten ortaya çıkabilecek tüm ifrat ve tefritleri sünnetinin duvarlarıyla alıkoymuştur. Yani Kur’an’ın, Umberto Eco’nun ifadesiyle, ‘aşırı yorum’lardan korunmasını sünnetin zaptıyla olmuştur. (O zaptta emeği geçenlere yüzbin rahmetler olsun.)

Namazdan kastedilen nedir? Oruçtan kastedilen nedir? Hac nasıl yapılırsa tastamam olur? Allah'ın zekat olarak istediği nedir? Kurban hangi şartlarla kesilir? Tüm bu soruların detaylı cevapları öncelikle sünnet içinde mevcuttur. Onun dini ‘içimizden biri’ haline getiren yapısıdır ki kolaylığın da kaynağıdır. Ve bu kolaylık, elbette önce Rabb-i Rahim’in, sonra da Aleyhissalatuvesselamın merhametindendir. İsterler ki: Müslümanlar ihtimal hesapları içinde şaşkın kalmasınlar. Murad-ı ilahiye uygun hareket etmeyi suhuletle başarsınlar.

Sünnetin bizi 'ihtimal hesaplarından' kurtardığı o kadar çok mesele vardır ki! Hatta denilebilir ki: Dinin her detayını şekillendiren, gösteren, öğreten evvela sünnet-i seniyyedir. Onun olmadığı zeminde en temel ibadetlerin dahi nasıl yapılacağı 'kestirilemez' olur. Bir din bin din olur. Bir namaz bin namaz olur. (Kimi takla atar. Kimi amuda kalkar. Kimisi kafasının üstünde döner.) Kur’an’da onlara dair bilgi azdır. Somutlukları sünnettendir. Bu eşikten diyebiliriz ki artık: Güya Kur'an adına, sünnet-i seniyye ile kavga edenler, aslında yokluğunda oluşacak boşluğu hevalarıyla doldurmak isteyenlerdir. Evet. Kainat boşluk kabul etmediği gibi din de boşluk kabul etmez. Eğer somutun bilgisi sünnet-i seniyyeden alınmayacaksa o halde bu modern zaman peygamberciklerinin(!) akılcıklarından alınacaktır. Akıl dediğimiz de haddizatında akıl değil hevadır.

Arkadaşım, aynı isimlerin, sünnet yanında hak mezheplerle de kavgalı olmalarına şaşırmamalı. Çünkü hak mezheplerin amacı da yolları arttırmak değil, bilakis, ümmetin içtihada taalluk eden meselelerde 'nereye gittiği anlaşılmayan çok yollar içinde' kaybolmalarını engellemektir. Onların Kur'an'a ve sünnete vukufiyetleri içinde yaptıkları içtihadın 'ihtilaf çıkarmak' gibi bir amacı yoktur. Aksine: Amaçları ihtilafları usûllerle azaltmaktır. Başta sahabe-i kiram olmak üzere tabiin ve tebe-i tabiinin bütün müçtehid isimleri, yolları çoğaltmaya değil, 'tevhid' etmeye çalışmışlardır. Belki biraz da bu yüzden ilk dönemlerde 12 olduğu rivayet edilen hak mezheplerin sayısı zaman içinde 4'e düşmüştür. Ve yine biraz da bundan sahabe sayısı kadar ayrı yol oluşmamıştır. Herbirisi ayrı bir yöne doğru yürümemiştir. Çünkü o salih seleflerimiz, canımız onlara kurban olsun, modern zaman hevaperestleri gibi ‘yolları çoğaltmak aşkına’ yola çıkmamışlardır. Onların gayesi Kur'an'ı ve sünneti iyi tahlil ederek ümmeti 'çok yol baskısı'ndan kurtarmaya çalışmaktır. Tekilliğe yatkın hakikati bulmaktır.

Fakat, dikkat eder misin, modern zaman sünnetsizleri Kur'an-ı Hakîm'i okumaya başladıklarında en genel-geçer dinî emirlerde dahi ortalığı bir binbir ‘göre’nin sisi sarmaktadır. Bunlardan birisi arkadaşının kolunda İstanbul'u gezerken namazını kıldığını söylemektedir. (Çünkü ona göre namaz sadece duadır.) Bir başkası namazın sadece Allah'a saygı göstermek olduğunu ifade etmektedir. (Artık eğilmeye/kalkmaya ve hatta duaya bile gerek yoktur.) Bir başkası kurbanın 'parası burs verilerek de' kesilebileceğini düşünmektedir. (Zira kurban kesmek hayvancılığın önemli olduğu eski zamanlarda kalmış vahşi bir eylemdir.) Böylece Aleyhissalatuvesselamın merhametle, vahiyle, emr-i ilahîyle, düşmememiz için azalttığı yollar, bu hevaperestlerin eliyle çoğaltılmaya çalışılır. En nihayet bu kadar bol seçenek içinde akide dahi spesifikleşir. Ortada din diye birşey kalmaz. Herşey helal, herşey sevap, herşey mübah olur.

Başta alıntıladığım iki ayetten ikincisi bu anlamda çok manidar. Bugünün sünnetsizlerine de gayb-aşina parmağıyla dokunuyor. Nasıl? Belki önce şöyle bir soruyla yüzleşmeli: Peygamber aleyhissalatuvesselama sırt dönmek sırf sağlığında müşrikler tarafından mı yapılan bir eylemdir? Yoksa bugüne bakan bir tarafı da var mıdır? Bence evet! Bugün de sünnet-i seniyyeye sırtını dönenler aslında Aleyhissalatuvesselamın merhametine sırt dönmektedirler. Onun çok yollar içinde gösterdiği istikamete razı gelmeyerek başka yollara koşmak istemektedirler. Onlara verilecek cevabı da yine Hak Teala öğretmiştir. Biz de besmeleyle sünneti tekrar edelim: "Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir."

9 Mart 2016 Çarşamba

Kur'an kime yeter? (3)

Bu sıralar 'kütüphaneden emanet aldığım kitapları vaktinde iade edememe' problemi yaşıyorum. Onlar da, sağolsunlar, belki yüzün üstünde kitap alıp hepsini sapasağlam iade etmiş olmama rağmen gözümün yaşına bakmıyorlar. Geç getirdiğim her defasında 'gecikmişliğimin' altını çiziyorlar. Son defasında artık dayanamadım. (Hep ezil, hep ezil, nereye kadar?) "Kitabı çok geciktirmişsiniz" diyen görevliye "Sadece 4 gün" diye cevap verdim. "Çok!" dedi. Ben de kendisine 'çok'un göreceli olduğunu hatırlattım. Cevabı şöyle oldu: "Beyefendi, kütüphane memuru benim ve 4 gün çok!"

Geometride, daha yolun başındayken, aldığımız bir derstir: Bir doğru çizebilmek için en azından iki nokta gerekir. Tek noktadan bir doğru oluşturamazsınız. O doğrunun nereden başlayacağını bilseniz de ne yöne doğru gideceğini bilemezsiniz. İlk nokta potansiyeldir. Bağımsız bir noktadan sonsuz tane doğru geçebilir. Herhangi bir yöne giden herhangi bir doğrunun parçası olabilir o nokta. Bu olabilecekler potansiyeli, sizi, onun hakkında yargıda bulunamaz hale getirir. Herşey izafileşir. Bu nedenle bir noktadan doğru oluşturamazsınız. Doğru çizebilmeniz için nereye doğru gittiğini/gideceğini gösteren ikinci bir noktaya ihtiyacınız olur.

Bediüzzaman, 11. Lem'a'nın 3. Nükte'sinde, sünnet-i seniyyenin 'mânevî bir fırtına içinde' gördüğü fonksiyona dair şunları söylüyor:

"Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."

Peki, sünnet-i seniyye bunu nasıl başarıyor? Bence bunu hayatın içinde verdiği 'ikinci noktalar' sayesinde başarıyor. Yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ilk müfessir, ilk muallim ve ilk uygulayıcı olarak ortaya koyduğu anlatım, aynı zamanda yaşama serpiştirilmiş ikinci noktalar... Ve biz (Kur'an ayetlerini de hakikatin metinsel noktaları olarak kabul edersek) Kur'an'dan hayata/hayatlarımıza doğruları sünnet-i seniyye sayesinde çizebiliyoruz. Yoksa, tek noktadan bir doğru çizerken yaşadığımız şaşkınlık gibi, nereye gideceğini kestiremiyoruz. "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var."

Sünnet-i seniyyenin otoritesi olmadığı zaman Kur'an ve hayat arasındaki insanî bağ kopuyor. Bu, mü'mini, gündelik yaşamında 'seçeneklerin baskısı' altında bırakırken; Kur'an'ı da lafız cambazlarının ellerinde korumasız hale getiriyor. "Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok."

Tahrif önce mana üzerinden olur. Sünnetin Kur'an'ın bir kalkanı olması tam da bu noktada. Başka ümmetler kutsal metinlerini tahriften koruyamadılar. İlginçtir, başka hiçbir ümmet de, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselam gibi peygamberinin sünnetini/dersini hıfzetmedi. Bu demektir ki, Kur'an'da beyan buyrulan korunma, sadece lafızların korunması değildir, aynı zamanda o lafızlarla kastedilenin de korunmasıdır. Ki bu koruma da sünnetin hıfzıyla olmuştur. Bugün kurban gibi, namaz gibi, hac gibi amelleri sırf Kur'an üzerinden(!) anlamaya çalışanların nasıl haltlar yediklerini görüyoruz/okuyoruz. Hak mezheplere, güya çıkardıkları ihtilaf için, laf atarken aslında her bireyi bir mezhep imamının aklından/kalbinden geçmeyecek kadar cüretkâr kılıyorlar. Bunun bedeli ise, iddia ettikleri gibi ittifak değil, neredeyse birey sayısı kadar yepyeni dinlerin inşası oluyor.

Sorun kütüphane memurunun hatırlattığı ile aynı: Kelimelerin ne anlama geldiğini kim belirleyecek? Kimin 'çok'u geçerli olacak? Otorite spesifikliği giderir. Kur'an'ı anlamada otorite kim olacak? Kelam-ı ilahî tek metin olarak aramızda duruyor, doğru. Fakat metnin ne anlama geldiği noktasında netliği kim sağlayacak? İkinci noktayı kim belirleyecek? Kardeşlerim, bu "Kur'an Müslümanlığı" hareketi aslında bir "Kur'an'ı spesifikleştirme" hareketidir. Bunlar ikinci noktayı sünnet-i seniyyenin elinden almak için hadislere saldırıyorlar. Maksat Kur'an'ı netleştirmek değil, bulandırmak. İçinden sonsuz sayıda doğru geçebilir tek nokta haline getirmek. Sonra o doğruların nereye gideceğini de kendileri belirleyecek. İkinci noktayı hevalarına göre kendileri koyacak. Şimdi %99'u aynı dört hak mezhebimiz var. Allah korusun, din bunların eline geçse, insan sayısı kadar dinimiz olacak.

30 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 14: Risale-i Nur'u Bektaşîce okumak...

İki şeyi karıştırıyoruz. Bediüzzaman'ın, Kastamonu Lahikası'nda talebelerine tavsiye ettiği, 'muarız taifenin ruesalarını çürütmeme' meselesi, ehl-i sünnet içi bir meseledir. Yani ehl-i sünnet (hasen) dairesinde hizmet eden gruplar (ahsenler) içinde olabilecek çatışmalar için Bediüzzaman onu söyler. Ve muhatap da ehl-i hak olduğundan dolayı, kanaat önderlerinin çürütülmesinin İslam'a zarar vereceğinin tesbiti ve tereddüdüdür bu tavsiye. Fakat bazı Nur talebesi kardeşlerin, hatta hocaların gönlü/meşrebi o kadar geniş ki, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnete münhasır söylediği bu hassasiyeti ehl-i bid'aya/modernistlere kadar genişletebiliyorlar. Siz ne zaman onlara eleştirel birşey söyleseniz/yazsanız size şöyle serzenişte bulunuyorlar: "Muarız taifenin ruesalarını çürütmemek lazım." Sanırım Risale metinlerinde Bektaşîlik böyle yapılıyor. Kim söylemiş, kime söylemiş bakılmadan, sadece sözden (hatta sözlerin yalnızca birinden) duruş belirleniyor.

"İstanbul'da malûm itiraz hâdisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir."

Mektubun tamamına bakmadan, mezkûr cümlenin geçtiği paragrafı bile analiz etseniz, Bediüzzaman'ın bu cümleyi söylerken kastettiği kişilerin/taifelerin ehl-i hak ve ehl-i irşad olduğunu kabul ettiğini görürsünüz. (Nur talebeleri, mektupların yazılma sebebi olan kişiyi ve medar-ı niza olmuş meseleyi de bilirler.) Yani Bediüzzaman muhatablarının da kendisi gibi hak ve hakikat uğruna çalıştıklarını ve insanları irşad faaliyeti yürüttüklerini takdir etmektedir. Onları da kendisinden, kendisini de onlardan saymaktadır. Anlaşmazlığın, itikadî sapmalardan değil, daha farklı noktalardan kaynaklandığını, bu nedenle de böylesi ehl-i irşad ve ehl-i hak insanlara karşı onların mürşidlerini çürütür beyanlarda bulunulmaması gerektiğini söylemektedir. Zira dava aynı davadır. Hizmet aynı makama edilmektedir. Bediüzzaman'ın burada gösterdiği hassasiyet aslında İhlas Risalesi'nde altını çizdiği hassasiyettir. Fakat maalesef bizde İhlas Risalesi 'Nurcular içi bir metin' gibi algılandığı için çıkarılan sonuçlar da o daireye münhasır olur. Halbuki İhlas Risalesi, ehl-i sünnet içi meslek ve meşrebler arası ilişkiler üzerine yazılmış bir metindir:

"Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak."

Peki, modernist/ehl-i bid'a taifeye karşı duruşu nasıldır Bediüzzaman'ın? Bir kere daha en baştan söylenebilir ki; külliyat içinde ehl-i bid'aya karşı takınılan tutum, kesinlikle ehl-i sünnete karşı takınılan tutumla bir değildir. Bunu, değil Risale-i Nur'un tamamını tetkikten geçirmiş bir kişi; ilgili kelimeleri şöyle bir aratmış, önüne çıkan metinlere şöyle bir bakmış insanlar dahi bilirler. Elbette ehl-i bid'aya tutumu böylesine farklı olan Bediüzzaman'ın onların ruesalarına karşı tutumu da ehl-i sünnet ruesalarına karşı tutumuyla bir olmayacaktır. Nitekim yine Lem'alar içinde yeralan bir metin bu konuda bize ilginç şeyler söyler:

"Yani sizin değil, İmam Ömer Efendinin suali ki, bedbaht bir doktor, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın pederi varmış diye, dîvânecesine bir te'vil ile bir âyetten kendine güya şâhit gösteriyor... O bîçare adam bir zaman huruf-u mukattáa ile bir hat icadına çalışıyordu. Hem pek çok hararetli çalışıyordu. O vakit anladım ki, o adam zındıkların tavrından hissetmiş ki, hurufat-ı İslâmiyenin kaldırılmasına teşebbüs edecekler. O adam gûya o sele karşı hizmet edeceğim diye çok beyhude çalışmış. Şimdi bu meselede ve hem ikinci meselesinde yine zındıkların esasât-ı İslâmiyeye karşı müthiş hücumunu hissetmiş ki böyle mânâsız te'vilat ile bir musalâha yolunu açmak istediğini zannediyorum."

Uzunluğu nedeniyle hepsini alıntılayamadığım bu metinde Bediüzzaman ne yapmaktadır? 'Bedbaht bir doktor' dediği kişiyi, hem şahsına ve hem de modernist görüşlerinin arkasındaki niyete uzanan bir neşterle tahlil etmektedir. Yani bir nevi hem kişiyi, hem söylemini çürütmektedir. Mezkûr kişi, metinden anlaşıldığı kadarıyla, bu zamanın Kur'an müslümanlarına pek benzer bir tarzda, ayetler üzerinden (ehl-i sünnetin itikadına uymayan) bazı 'divanece tevillerle' hâkim seküler kültürle barışmaya çalışmaktadır. Niyeti, güya İslam'a hizmettir. Fakat aslında yaptığı İslam'ı tahriftir. Bunu Bediüzzaman ilgili metin boyunca vurgulu bir şekilde söyler: "O bîçâre adamın ne kadar şeriatın rûhundan uzak konuştuğu anlaşılsın. Şeriat nâmına onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!" (Yine bu kişinin de kim olduğu Nurcularca malumdur.)

Alıntıladığım metinler üzerinden en nihayet sormak istediğimse şu: Yahu siz ne yapıyorsunuz? Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet reisleri/mürşidleri hakkında söylediği bir güzel temkini, ehl-i bid'aya kadar genişletip, külliyat genelinde ehl-i bid'aya karşı sergilediği duruşu ona boğdurmak mı istiyorsunuz? Yılların Risale-i Nur talebesi hocalar/abiler, benim Mustafa İslamoğlu'na, Emre Dorman'a (veya bir başkasına) yaptığım eleştiriler için bana böyle şeyler söyleyince, sitem edince, ihtar çekince, kafamı duvarlara vurasım geliyor. Aynı külliyatı okumuyor muyuz? O halde siz nasıl öyle, ben böyle anlıyorum? Nurculuğun ehl-i sünnet çizgisine uymayan hassasiyeti olur mu? Veya ehl-i bid'aya karşı hürmeti/saygısı olur mu? Onların rüeasalarını çürütmemek gibi, dolayısıyla yollarına da bir destek anlamına gelecek şeyler söyler mi Bediüzzaman? Kim böyle birşey olduğunu düşünüyorsa, çok uzağa gitmesin, kafasındaki ezberi ve kalbindeki temayülü kontrol etsin. Yanlış Risale-i Nur'da değil, oralarda bir yerdedir.

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 10: Bir Temel fıkrası olarak Kur'an müslümanlığı...

Bir önceki yazıda bıraktığımız noktadan konuşmaya devam edelim: Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da kullandığı, sosyalmedyada da sıklıkla alıntılanan bir cümlesi var: "Hırs, sebeb-i hasarettir." Fakat bu cümle, alıntılandığı çoğu yerde, eksik alıntılanıyor. Cümlenin tamamı şöyle: "Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasarettir ve sefalettir." Gördüğünüz gibi cümlenin başındaki tahsis, hırsın 'müminler için' sebeb-i hasaret ve sefalet olacağını belirtiyor özellikle. Mezkûr eserin konusunun da 'medeniyetler mukayesesi' olduğu hatırlanırsa, bu tahsisin özel bir hikmet taşıdığı sezilir. İsterseniz bahse girerken metnin tamamını okumuş olalım: "Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir."

Görüldüğü gibi, üzerinde durduğumuz ifadenin öncesi de onun 'müminler' vurgusuyla söylendiğinin delili. Peki, hırs sadece müminlere mi felaket getirir? Elbette hayır. Hırs, mümin-münafık-kafir farketmeden, her insana bir felaket getirir. Fakat bu felaketi anlayabilecek/farkedebilecek olan sadece mümindir. Uyarı hassaten onadır. Yani anlayabilecek olanadır. Felaketi 'felaket' diye bilenedir. Diğerleri için bu kaybediş (kendi körlüğü açısından) bir kazanış da sayılabilir. (Dünyayı kafirin cenneti, müminin zindanı olarak tarif eden hadisi hatırlayalım.)

Hayatı sadece dünyadan ibaret gören, ötede hesap/beka olduğuna inanmayan ehl-i küfür için, hırs kazandıran birşey olarak da tezahür edebilir. Nitekim 17. Lem'a'nın bizi daha selim bir kalp ve akılla tefekkürüne davet ettiği mim'siz medeniyet de tam bu şekilde ortaya çıkmış ve 'kazanan' gibi görünmüştür. Hem de öyle bir şiddette böyle görünmüştür ki, başka medeniyet mensupları, mesela müslümanlar dahi duruşlarından şüphe duymaya başlamışlar ve 'gerilediklerini' sanmışlardır. Geride kalmamak için hırslandıkça da daha beter batmaya(!) devam etmişlerdir. Bu açıdan Bediüzzaman'ın 'müminde hırs sebeb-i hasarettir' demesi bizim için aynı zamanda bir tarih, bir sosyoloji, hatta bir ahirzaman okuması da sayılabilir. (Deccal'in cennet sûretindeki cehennem ve cehennem sûretindeki cenneti hatırlanırsa.) Hatta Asr sûresinde üzerine yemin edilen ve insanların hasarette olacağı söylenen asrın mahiyeti de bu hırsa bakıyor olabilir. Çünkü devamındaki tavsiyeler sanki hırslı bir çağa edilmiş nasihatlerdir: "Birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna..."

Peki, hırs neden mümin için sebeb-i hasaret ve sefalettir? Bunu size anlatabilmem için 'Osmanlı Geriledi mi?' kitabında geçen bir örnekten yararlanmalıyım. (Kitap makaleler derlemesiydi. Maalesef örneğini nakledeceğim makalenin yazarını anımsayamıyorum.) Bir Temel fıkrası kurguladığımızı düşünün. Komik olmayacak. Amacı, hakikatin ucunu göstermek: Temel bir trafik polisi ve bindiği motosiklet en fazla 250 km hız yapıyor. Ve 200 km'den 400 km'ye bir anda geçebilen bir spor arabaya rastlıyor polisimiz. (Fıkra bu ya.) Temel bu aracın 200 km hızla seyrettiğini farkediyor, süratini yasal sınırların üstünde buluyor ve motoruyla ona yaklaşıyor. Aynı hızda yanyana gidiyorlar bir süre. Temel arabayı durdurmasını işaret ediyor. Fakat spor arabanın şoförü, duracak yerde, herhalde ceza ödemek istemediğinden, arabasının gazını kökleyerek bir anda 200'den 400'e çıkarıyor hızını. Ok gibi fırlayıp uzaklaşıyor... Ertesi gün gazetelerde Temel'in bir kaza geçirdiği haberini görüyoruz. İlk ifadesinde şöyle söylüyor polisimiz: "Motor istop ettu sandum. İnup bi bakayum oğa dedum."

Gerçi izah edilen fıkraların tadı kalmaz, fakat hakikatine dokunabilelim diye altyazı geçeceğim. Temel'e motorunun durduğunu düşündüren neydi? Gözünün takılı olduğu spor araba... O kadar arabaya konsantre olmuştu ki, o hızını 200'den 400'e çıkarınca Temel çevresine bakıp kendi hızının hâlâ 200 olduğunu anlamak yerine, "Galiba motor durdu!" yorumunu yapmayı seçti. Ve inip motora baktı. 200 km hızla giderken motordan inmek de kolay olmasa gerek. (Bu fıkranın hastane ile ilgili olan kısmını açıklıyor.) 17. Lem'a'nın notaları bence tastamam işte bu Temel psikolojisi içindeki ümmet-i Muhammedi ikaz niteliği taşıyor. Ve diğer bir açıdan günümüz modernist/ehl-i bid'a fırkalarının nasıl bir psikolojiden beslendiğini de ortaya koyuyor. "Ya bizim motor bozulduysa?"

Örneği veren müellif, makalesinin ilerleyen kısımlarında, Osmanlı'da 'gerileme dönemi' diye tarif ettiğimiz şeyin böylesi bir psikolojiden beslendiğini izah ediyordu. Yani Osmanlı aslında gerilemiyor, aksine gelişiyordu. Ancak bu gelişimin hızı kendi hızındaydı. Fakat birden Avrupa, fıkradaki spor araba gibi, seküler bir sıçrama yaşadı. Sanayi inkılabı, teknoloji, sömürgeleştirme, yeni ticaret yolları vs... Bir noktadan sonra da Osmanlı bu hız artışını tıpkı Temel'in yaptığı gibi motorun durduğu kanaatiyle okumaya başladı. Sürekli Avrupa üzerinden kendi durumunu değerlendirdiği için 200 km de olsa bir hıza sahip olduğunu göremedi. Durduğu yerden emin olamadı. İnip motora bakmaya karar verdi. Ve felaket...

Bugün dahi hâlâ motoruna bakmaya çalışıyor İslam ümmeti. Hatta Kur'an müslümanlığı tayfasının bile yaptığı bu. Sanıyor ki; sorun İslam'da, İslam'ın motorlarında bir bozukluk var. Öyle olmasa bu hale gelinmezdi. Fakat dünya hayatının bir imtihan olduğunu ve Allah'ın, Bedir ve Uhud örneğinde olduğu gibi, günleri çevirdiğini anlayamıyor. Belki bu günleri çevirişteki hikmet de şu: Hep kazandırırken müslüman kalmak kolay. Seküler anlamda kaybettiriyor gibi görünürken de bu safta kalmaya devam edecek misiniz? Yoksa Medine münafıkları gibi hemen duruşunuzu bozacak mısınız? Âl-i İmran'ın 140. ayetini hatırlayalım hemen: "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez."

Çok dikkatimi çeken bir tekrardır: Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım münakaşaların çoğunda mevzu, dönüp dolaşıp siyasi bir âlem-i İslam okumasına dayanıyor. Ve muhatabım genelde şuna benzer birşeyler söylüyor: "Eğer İslam şimdiye kadar doğru yaşanıyor olsaydı âlem-i İslam bu halde olur muydu? Bizim bugün ümmet-i Muhammediye olarak çektiklerimiz de bir delildir ki, İslam 'atalar dinine' döndürülmüş, tahrif edilmiştir. Kur'an'dan uzaklaşılmıştır. Eğer uzaklaşılmasaydı, müslümanlar zillet çekiyor olmazlardı." Böylesi büyük bir 'bozulma' iddiasının müşahhas bir delilden değil de nazarî bir siyaset okumasından beslenmesi tuhaflığını bir kenara koyarsak; bu insanlara "Biz doğru yoldan saptık!" diye düşündüren şey nedir? Ümmet-i Muhammedin bugün düştüğü durum ve çektiği çileler... Doğru mudur bu söyledikleri? Evet, siyasete bakarsak, öyle. Peki, sırr-ı imtihan siyasi başarıdan mı ibarettir? Veya iman, siyasi başarıyı da garanti eder mi tek başına?

Kur'an'a ve sünnete baktığımızda müminin imtihandaki başarısının hiç de böylesi bir zemine bağlı olmadığını görüyoruz. Bilakis; alıntıladığımız ayet-i kerime gibi pekçok ayet-i kerime ve hadis, sırr-ı imtihanın muvaffakiyetten ziyade takvaya, yani 'doğru yolda korunmuş bir duruşa' baktığını söylüyor. Nitekim İslam'ın karşılaştığı ilk mağlubiyet olan Uhud'da da müminler, modernistler gibi bir itikadî bir sorgulamaya veya o güne kadar yaşanmış İslam'a yönelik bir eleştiriye gitmiyorlar. Belki yerinden ayrılan okçu efendilerimiz nedeniyle bugün bir hatadan (yine imtihan sırrını unutmadan) bahsedebiliyoruz. Fakat asla şunu söylemiyoruz: "Eğer müminler yanlış yolda olmasalardı başlarına böyle bir başarısızlık gelmezdi!" Çünkü imanın bir seküler başarı/başarısızlık olayı olmadığının farkındayız.

Batı'nın tüm dünyaya çektirdikleriyle elde ettiği kanlı/lanetli medeniyetin bir mümin için arzulanır birşey olmadığının bilincindeyiz. Fakat işte seküler başarıya gözünü dikmiş olan hırs, mümin için, yani durduğu yere iman eden, oradan emin olmakla mümin ismini alan müslümanlar için, 'durduğu yeri de sorgulamaya' bir kapı açıyor. Ve nihayet bugün, Kur'an müslümanlığı gibi fitneler, müslümanların siyaseten düştüğü durumdan hareketle, şimdiye kadarki itikadımızda hatalar olduğunu söyleme cür'eti gösterebiliyorlar. Hatayı, Avrupa kafirlerinde veya Asya münafıklarında değil; hatta müminlerin eylem/söylem uyuşmazlığında da değil; bizzat bize ulaşan pir u pâk mirasın içinde aramaya başlıyorlar. Hırs, işte bu şekilde, müminde, durduğu yere olan emniyeti ve güveni zedeliyor. Duruşunu bozmamak için muhtaç olduğu sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyi yitiriyor hırslı müminler. Kafiri, tüm zulmüne rağmen, neredeyse tenzih edip; tüm suçu kendi şanlı mazilerinde aramaya başlıyorlar. Özetle: Süfyaniyet, Deccaliyetin karşısındaki bu eziklikten besleniyor. Bunlar da bizim 'motor bozuldu' sanan Temellerimizdir.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 9: Kur'an'a evrimsel bakış, sonra gelen daha iyi anlar...

Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim: Mezkûr yazıda, Süfyaniyetin Deccaliyetten etkilenmişliği üzerine konuşmuştuk. Deccal fitnesinin kuvvetle/zulümle İslam coğrafyasına tahakkümü zamanında, o tahakkümün okumasını yanlış yapan ve "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz..." vahyinin hakikatini bakışaçısı kılamayan içimizdeki birtakım insanların 'Kuvvet haktadır'dan 'Hak kuvvettedir'e doğru bir evrilme yaşadığını, 'Güçlü olanda hak da vardır' veya 'Mağlub olanda yanlışlar da vardır' kabilinden okumalarla süreci maddî bir mağlubiyetten itikadî bir sarsıntıya kadar taşıdıklarını analiz etmiştik. Süfyan ve Deccal'a dair rivayetlerin birbirine yakınlığı/karıştırılması böyle bir etkileniş, yani 'aynı fitnenin iki parçası olma' haline de işaret ediyor olabilir demiştik.

Yine Süfyaniyetin Deccaliyet gibi inkâr-ı uluhiyeti değil, inkâr-ı nübüvveti yol edineceğini söylemiş; inkârı nübüvvetin ise ('aldatıcı' oluşundaki vurgulara dikkat edersek) doğrudan bir inkâr değil, daha çok bir 'içini boşaltma' şeklinde yapılacağını ifade etmiştik. Yani Süfyaniyetin parçaları olan sapkın kişiler veya akımlar, doğrudan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetini inkâr etmeyecekler. (Zaten bunu açıkça söyleseler, müminler onları rahatlıkla tanıyıp 'kafir' kaşesini alınlarına basacaktır.) Daha çok o nübüvvetin fonksiyonlarını eksiltme, nübüvvet tanımını budama ve bu sayede sünnetin önemini ümmet gözünde azaltma, onunla gelen bir kısım uygulamayı kaldırıp yerine bid'alar uydurma/uygulama yöntemini deneyeceklerini söylemiştik.

Bu fitnenin söylemdeki tezahürünün ise; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin gibi, faziletleri hadis-i nebeviyece ve ümmetçe tasdik edilmiş nesillerin faziletlerini inkâr etme; hadis ilmi ve naklî bilgi konusundaki şüpheleri arttırma; bu ilimde emeği geçmiş ehl-i fazilet imamları ve âlimleri çeşitli demagojilerle tezyif etme; bu zamanda dahi sünnete intisabı güçlü olanları 'gelenekçi' diğerek aşağılamaya çalışma vs... şekillerinde görülebileceğini Risale-i Nur'dan alıntılarla ifade etmeye çalıştık.

Bu yazımda ise 'etkilenmişlik' dediğim şeyin farklı bir yönüne dikkatinizi çekmek istiyorum: (Etkilenmişlikle kastettiğim daha çok bir aşağılık kompleksi...) Bir kısım müslüman düşünürler, ehl-i küfür karşısındaki maddî mağlubiyetten meydana gelen üzüntüyle, sanki ahirette de onlar kazanacakmışlar gibi veyahut bu galibiyet hep onların kalacakmış gibi okudular yaşananları. Ve hâlâ da böyle okuyorlar. Bu karamsarlık ve bundan kaynaklanan öfke, kılıcını kafire çalıp 'mağlub olsa da şehit kalmak' yerine, kendi geçmişine doğrultarak 'galip gelse de imanından olmak' tehlikesini göze almış bulunuyor. (Hollywood'un ergen filmlerinde olduğu gibi 'mutsuz çocuklar' sürekli ebeveynlerini suçluyorlar. Kendi seçimlerine veya yaşamlarına asla ve asla hata tozu kondurmuyorlar.)

Böylesi modernist/ehl-i bid'a söyleme ve uygulamalara sahip düşünürlerin İslam'ın en acılı coğrafyalarından, toplumun en seküler ve daha çok hayatı siyaset üzerinden okumayı seçmiş sınıflarından çıkması tesadüf değil. Mağlubiyeti, hikmetini yine Allah'ın bildiği bir direnme/imtihan süreci olarak değil, karşı tarafın haklı/kazanılmış zaferi olarak okumayı seçenler; onlara verdikleri bu haksız 'haklılık' payesiyle kendi duruşlarını da sorgulamaya başladılar ve en nihayet bu sorgulayış itikadî daireye kadar geldi. (Bir nevi şeytana karşı şeytanın avukatı oldular.) Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi isimli eserinin başında dikkat çektiği endişe de bundan başka nedir ki:

"1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'"

Evet, ilişecekti. Çünkü durduğu yere imanını/güvenini yitirme, geçmişi suçlama/sorgulama bir hastalık gibi yayılıyordu. Bediüzzaman Mustafa Kemal ve avanesi egemenliğinde meclisin zihin kodlarında bunu farketmişti.

Düşüncemi daha net ifade edeyim: Bu yazılar vesilesiyle tartıştığımız Kur'an müslümanlığı aslında bizim Deccaliyet'e karşı itikadî sahada verdiğimiz mücadeledir. Fakat ne tuhaftır ki, bu sahada bize karşı savaşan müslümanlar da yaptıklarının İslam'a yardım olduğunu sanmaktadırlar. (İşte bu Süfyaniyet fitnesinin ta kendisidir.) Bu açıdan şunu da söyleyebiliriz: Süfyan, Deccal'in ona karşı savaştığını sanan, ama aslında onun için savaşan evladıdır. Filmin sonuna kadar, kötü adamın tuzağına düşüp maşalığını yaptığını farketmeyen iyi karakterimizdir. Othello'muzdur o bizim. Dışardan olanın tüm çabalarına rağmen itikadî alana giremeyişine bedel, bu kurt gövdenin içine girmiştir ve içeride onun adına savaşmaktadır.

Etkilenmişlik dediğimiz şeylerden birisi de; mesela, bu insanların, İslamî ilimleri de seküler/fennî ilimler gibi zamanla gelişen birşey olarak tarif etmeleridir. Kafaları bu noktada seküler algılarla donanmıştır. Kur'an'ın anlaşılmasının da tıpkı fizik/kimya gibi zamanla daha üst bir düzeye eriştiğini/erişeceğini; bu nedenle yeni gelen müslüman nesillerin daha eğitimli, daha zeki, daha üst düzeyde insanlardan oluşacağını/oluştuğunu; daha üstün olanların ise geçmişin içtihadları/uygulamaları ile amel etmesinin doğru olmadığı tezine sahiptirler. Biraz karıştırsanız, bütün şüphelerinin altından bu kibir çıkar. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini küçük veya en azından lütfen kendisinin eşiti gören bu zevatta, işaret edilen sapkınlığa kayış, seküler bilimin 'zamanla gelişme' biraz daha ötesinde 'evrimleşme' iddiasını sorgusuz-sualsiz kabul edilmesiyle mümkün olur. Herşey zamanla gelişiyorsa, o halde neden bu zamandakiler o zamandakilerden geride olsundurlar veya onların uygulamalarına tâbi olmak zorunda kalsındırlar?

Fakat gel gelelim; Kur'an ayetleri de, hadis-i şerifler de böyle söylememektedir. O zaman ne yapılacaktır? Sahabenin faziletinden bahsettiği bilinen Kur'an ayetleri farklı şekillerde tevillere tâbi tutulur; sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini öven hadisler ise daha başka şekillerde (daha çok inkar yolu tutularak) kılıçtan geçirilir. Böylece nurtopu gibi zamanla gelişen, 'evrimleşen' İslam'ınız olur. Halbuki Bediüzzaman gibi daha nice ehl-i sünnet âlimi (Allah hepsinin şefaatine bizleri nail eylesin) durumun hiç de modernistlerin sandığı gibi olmadığını söylemişlerdir:

"Evvelâ: 'Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim."

Bediüzzaman'ın Muhakemat isimli eserde altını çizdiği bu nokta çok önemlidir. Müslüman için mazi neresidir? Bu kelimenin kendi döneminde de bir geri kalmışlık çağrışımıyla kullanıldığının farkında olan Bediüzzaman, zihinlere bir ayar çeker: "Eğer önce olanın geri kalmış olduğu önkabulü/dogması üzerine kafa yürütüyorsanız, size bir uyarı geçmeliyim. Ben mazi diye şuna diyorum. Müstakbel diye buna diyorum. Şuradan şuraya kadar olanları da, geçmişte olmalarına rağmen, mazide görmüyorum." Bu tarif, yukarıda zikrettiğimiz seküler bilim anlayışına sahip kafalar için bir elektroşok etkisi yapabilir. Ama ehl-i İslam'ın zamana bakışı da elbette kendine özgü olacaktır. Onlar için Asr-ı Saadet, kronolojik olarak mazide olmasına rağmen, hep ulaşılmaya çalışılan müstakbel kalacaktır. Batı medeniyetinin felsefesi ekseninde değildir geçmişi algılayış ehl-i İslam'da. Yine İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman şöyle der:

"Selef-i salihinin müçtehidin-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arka­sında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vazıh bir harfini de zor ile görebilir."

Buradan anladığımız şudur ki; İslamî ilimlerin kemali Allah Resulünün nurundan uzaklaştıkça artmamakta, aksine azalmaktadır. Modern zamanların geri kalmışlık algısı, Batı medeniyetinin kendi kemali üzerinden dayattığı bir tanımlamadır. Tıpkı 'ortadoğu' tanımlaması gibi. Ortadoğu dediğimiz yer bugün bizim ortasında olduğumuz yer olmasına rağmen, biz de Batılılar gibi oraya ortadoğu demekteyiz. Yine Afrika'daki insanlara vahşi denmesi de Batı'nın orayı sömürgeleştirmeye başladığı tarihe tekabül eder. Ve bugün biz de Afrika'daki yerlilere vahşi gözüyle bakmaktayız. (O zamanlar vahşilere medeniyet götürmekle işgalini meşrulaştıran Batı, bugün de demokrasi getirme vaadiyle işgallerini meşrulaştırıyor.)

Bütün bunlar etkilenmişliğin emareleridir. Öfke duyduğumuz halde etkilenmişliğin. Bu noktada Kur'an müslümanlığı veya daha farklı ehl-i bid'a grupların suçladıkları 'gelenek'in yüzde biri kadar Batı'ya karşı koydukları yoktur. Çünkü zaten küfrün öğretileri tarafından beyinleri iğdiş edilmiştir. Tecavüzün acısını, tecavüzcünün haklılığıyla(!) bastırmaya çalışan bu zümreye karşı sünnetin pâk ve galip (dolayısıyla dış etkilerden uzak) mirasını ne kadar savunsak yeridir. Durduğu yerden emin olmayan ancak durduğu yeri sorgular. Bizler ise durduğumuz yerden emin olmakla, elhamdülillah, müminleriz. İslam'daki teslimiyet de bu değil mi zaten?

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 5: O sizin yumuşaklığınız

Emre Dorman'la başlayan eleştirilerimin Senai Demirci abiye kadar uzanması belki bazılarınızı rahatsız etti. Belki üslûbum da biraz sert geldi. Olabilir. Hem gencim hem Kürdüm. Bizim kavim olarak da biraz üslûp sorunumuz var. Fakat bazılarının hâlâ şunu anlamadığını farkediyorum: Hadislerin inkârı meselesi öyle küçük görülecek bir kayma değil; her açıdan dini yörüngesinden oynatacak, İslam'ı İslamlıktan çıkaracak kadar problemli bir meseledir. "Ya onlar da öyle düşünüyorlar canım. Bir yorum farkı bu. Ne yapalım? Kardeşlerimizdir. Çok büyütmeyelim. Olur öyle şeyler. Hoş görmek lazım..." denilebilecek bir mesele değil bu. Eğer bu adamlar ümmet içerisinde naklî delile olan güveni kırmayı başarırlarsa, bu iş kesinlikle orada kalmayacak. Naklî delillerle şekillenmiş her İslamî ilim (ve en sonunda Kur'an'ın bizzat kendisi) bu güvensizlikten yara alacak. İster istemez olacak bu. (Mazide sahabenin güvenilmezliği üzerinden hadis inkarına giden gruplardan birisinin, İmam Ali'nin bizzat harbedecek kadar önemsediği Haricîler olduğu belki hatırlanmalıdır.)

Belki bugün "O kadar da büyütmeyelim canım! Onlar da kardeşimiz..." diyenler bile yarın kem sonuçları mahsul alınır olgunluğa eriştiğinde pişmanlıktan parmaklarını/tırnaklarını kemirecekler. Büyük bir yıkım hamlesinin bidayetindeyiz. Çocuğunuza diyeceksiniz ki mesela; "Oğlum, kurban bayramı geliyor. Hadi bir kurban alalım da keselim. İbadetimizi yapalım." Size şöyle cevap verecek: "Ne hayvan kesmesi baba ya? Kurb aslında 'yakınlaşma' demektir. Orada ayette kastedilen aslında hayvan boğazlamak değildir. Allah'a yakınlaşacak birşeyler yapmaktır." Siz diyeceksiniz ki: "Nasıl olur? 1400 yıldır bu ümmet kurbanını keser." Size diyecek ki: "İşte 'uydurulmuş din' bu. Hiç öyle toplu hayvan katliamı yapılır mı bu zamanda? Eskiler belli ki yanlış anlamışlar..."

Vallahi önünü almazsak olacak bütün bunlar. (Ve belki daha beterleri...) Çünkü ayetlerdeki kelimelerin ne anlama geldiğini sırf lügatlere bakarak ve o lügavî mana denizinden canlarının istediğini seçerek kararlaştıracaklar. Geçmiş mirası kötülemek/yanlış yolda görmek üzerine kurgulandıkları için de onların birşeyi doğru yaptığına ve takip/taklit edilmesi gerektiğine ihtimal vermeyecekler. Mümkün olduğunca 'ötekini' seçecekler. Kafalarında modern zaman kıstasları, kalplerinde kol gibi enaniyet/kibir, önlerinde onları sınırlayan sünnet gibi, icma gibi, kıyas gibi; geçmiş sahabenin, tabiinin, tebe-i tabiinin ve diğer ulemanın hükümleri gibi hiçbir engel olmadığı için, hadis-i şerifin ifadesiyle, 'okun yaydan çıktığı gibi' dinden çıkacaklar.

Neden böyle olacak? Çünkü Kur'an lisan-ı Arabî ile nazil olmuştur. Ve Arapçanın en bariz özelliklerinden birisi de bir kelimenin çok anlama gelebilmesidir. Bu, bir açıdan bakılınca Kur'an için büyük bir zenginliktir. Hem içtihadların/yorumların kaynağıdır. Fakat diğer açıdan 'sapıtmak' isteyenler için de kurulmuş bir tuzaktır. İmtihanın parçasıdır. Kur'an bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır." Kafası/fikri modern zaman kıstaslarıyla fasık olmuş, fıtratından/saflığından uzaklaşmış bu çağın insanı için sünnetin/icmaın olmadığı bir düzlemde Kur'an üzerine böylesine körleme bir fikir yürütme çabası, İslam'a çağ atlatma gayreti değil, müslümanı dinden çıkarma mesaisidir. İmam-ı Malik (r.a.) bu sadette şöyle söyler: "Din konusunda şahsî görüşleriyle hareket edenlerden uzak durun. Onlar ehl-i sünnetin düşmanıdır." (Ebu Nuaym, Hilyetu'l-Evliya, 6/348 vd.)

Bugün bu kadar ileri giden yorumlar işitmemiş olabilirsiniz. Kayma şu an küçük küçük kendini gösteriyor olabilir. Fakat kesinlikle ve kesinlikle, hiçbir tereddüt olmasın kalbinizde, eğer bu fitneye dur demezseniz, buna vakit/emek ayırıp fikrî cihada girişmezseniz, en azılı örneklerini yaşayacaksınız. Bakınız Yaşar Nuri Öztürk, bu Kur'an müslümanlığı akımının kendini gerçekleştirmiş, pekçok detayıyla ortaya koymuş, tam bir nümunesidir. Namazın vakitlerinden tutun haccın zamanına kadar, ümmetin şimdiye kadar hep öyle yapageldiği pekçok amel konusunda ehl-i bid'a olmuştur. Son zamanlarda ise İslam'a karşı deizmi savunacak kerteye gelmiştir. Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Emre Dorman, Abdulaziz Bayındır veya daha başka isimler bugün böyle şeyler söylemiyor ve sizin hoşunuza gidecek de bilgiler veriyor olabilirler. Fakat inanın bana, ağacın gövdesini kemiren kurt aynı kurttur. Tek farkları var belki: Daha sessiz/tedbirli geliyorlar. Kendilerine karşı ümmeti uyandırmamaya çalışıyorlar.

Halbuki Kur'an'daki hükümlerin pekçoğunun izahını/uygulaması Allah Resulü aleyhissalatuvesselam yapmıştır. Bırakın namaz gibi, oruç gibi, zekat gibi amellerin şartlarını ve teferruatlarını, mesela hayâ gibi kelimelerin anlamını dahi Allah Resulü kendisi bizzat açıklamış ve yanlış anlamaları düzeltmiştir. Örneğin: Tirmizî'de geçen bir rivayette (Sıfatü'l-Kıyâme, 25) Allah Resulü hayâ kelimesini yanlış anladığını düşündüğü bir sahabiyi şöyle uyarmıştır: "Kastettiğim bu (sizin anladığınız) değil. Allah'tan hakkıyla hayâ etmek; başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse, dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk etmeli, ahiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa, Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur."

Bu ve buna benzer geniş tanımları işitmemiş veya gerçekliğini reddeden bir adam için hayâ ne anlama gelir? Kimse Kur'an'ı yorumlarken sünnetsiz kalamaz. Onun sünneti de artık TDK olmuştur büyük ihtimal. Çünkü bu Kur'an müslümanlığı müptelalarının neredeyse tamamı mealcidir. O mealde de hayâ da 'utanmak' gibi spesifik bir karşılıkla verilince artık seyreyleyin gümbürtüyü. Artık o adam neyden utanır? Ne kadar utanır? Bütün bunlar keyfine kalmıştır. Bağlı kalacağı bir fıkıh da, helal/haram listesi de kalmadığına göre... (Çünkü bu listelerin/bilgilerin büyük çoğunluğu sünnetle/hadisle bize gelir.) İstediği şeyden istediği kadar hayâ eder. Daha böyle birçok kelime vardır Allah Resulünün sahabileri için tanımladığı. Mesela yine Müslim'de geçen bir hadiste, Kur'anî ifadelerden birr'i ve ism'i kendisine soran sahabeden Nevvas b. Sem'an'a (r.a.) şöyle cevap vermiştir: "Birr, güzel ahlaktır. İsm ise; seni rahatsız eden, insanlar tarafından görülmesini arzu etmediğin şeydir." Daha kendi devrinde, kendi lisanlarıyla inen bir Kur'an'ı ona sormaya kendini muhtaç hissetmiş sahabeye karşılık bugünün Kur'an müslümanlarında o ne had bilmez özgüvendir!

Mesele mühim. Mesele feci. Mesele üzerinde durmazsak ocağımızı yıkacak, ceddimizi bize küfrettirecek, neslimizi anasından/babasından utandıracak bir mesele... Küfrün paradigma değiştirdiğini görüyoruz sanki: Kur'an'ı müslümanların elinden almayı veya inkârını deneyip başaramayınca şimdi etrafındaki surlara saldırıyor çakallar. Hadisi yıkarsa, en azından manaca Kur'an'ı tahrif edebileceğini düşünüyor bu zamanın müstemlekat nazırları. Şimdi hâlâ benim yaptığım eleştirileri sert bulan varsa, diyeceğim o ki: Beyim, o sizin yumuşaklığınız. Bediüzzaman da eğer İngiliz nazırının ifadelerini okuduğunda sizin gibi davransaydı, itikadımızla birlikte duman olmuştuk.

12 Temmuz 2015 Pazar

Emre Dorman nereye koşuyor 4: Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor?

Yani bazen kendi kendime soruyorum: Acaba benim mi psikolojim bozuldu? Acaba ben mi kafayı yedim de yazılanları/çizilenleri farklı anlıyorum? Etrafımda öyle cerbezeler görüyorum ki, şaşkınlıktan dilim tutuluyor. Ters dönmüş fincanları evirip çeviren, 'Bul karayı al parayı!' yapan insanlarla dolu her yer. Gözünün içine baka baka eşeği boyayıp at diye satmaya çalışıyorlar. Yemeyince de alınıyorlar. Ya 'hüsnüzan' ile 'aptallığı' karıştırıyorlar yahut da bu işte başka bir hesap var... Niye açtım bu bahsi? Ona geleyim: Dün yazdığım, Emre Dorman meselesi üzerinden Senai Demirci ve Haluk İmamoğlu abilerin duruşlarını da sorgulayan yazıma mukabil Senai abi eski bir yazısını takipçileriyle paylaştı. "Kur'ân Müslümanlığı mı, Peygamber Müslümanlığı mı?"[1] başlıklı bir yazı. Belki daha evvel okuyanlarınız vardır. Bilmiyorum. Ben ilk kez okudum.

Yazının içeriğini mihenge vursam bir facia, benim eleştirime mukabil bu yazıyı paylaşmakla yapılan 'kaçak güreşi' analiz etsem bir facia. Hangi faciadan size şekva etsem ben bile şaştım. Ben alenen/açıkça "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan gelen hadisleri reddeden, hadis imamlarını/ravilerini 'yalancılıkla' itham eden, hadis ilmine olan güveni saçmasapan demagojilerle sarsmaya çalışan, hem de kezzab ve ehl-i bid'a o adamların yanında ne işiniz var?" diye soruyorum; siz Senai abim, hiç alakası olmayan (hatta şimdiye kadar ümmet içinde sahici bir gündem bile oluşturmamış) bir başlık açıp, sanki derdimiz oymuş gibi meseleyi bir muğalata içinde boğmaya çalışıyorsunuz. Zaten en baştan beri sizden şekva ettiğimiz şey de bu değil midir? Şu hadis reddiyecileri/Kur'an müslümanları karşısında bir türlü dik bir söylem tutturamayışınız değil midir?

Ne zaman bu sadetten, Nurcu kardeşleriniz, sizi de kendileri gibi bildikleri için, "Senin orada ne işin var?" diye sorsalar; her defasında 'ne şiş yansın ne kebab' tarzı ortaya birkaç cümle yazıp işin içinden sıyrılıyorsunuz. Böyle hareketler şans oyunlarında makbul olabilir, ama mesele itikat olunca sırıtıyor. Yüzünüze söylenmediği için "Hallettik galiba bu işi!" sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Hepimizin aklında/kalbinde isminizin yanında bir soru işareti var. "Nerede artık Senai abi acaba?" diye soruyoruz kendi kendimize. "Hâlâ ehl-i sünnet itikadında mı? Hâlâ Bediüzzaman'ın dersine/tedrisine, Risale-i Nur'un perspektifine kanaat ediyor mu? Yoksa çoktan atı alan Üsküdar'ı geçti de üzerindeki teveccüh-i nâsı kırmamak için 'takiyye' mi yapıyor?" Herkesin arkanızdan sorduğunu yüzünüze söylemiş oldum böylece. Kusurum varsa, 'söylenmek' yerine söylemeyi seçtiğimdendir.

Bunları soruyoruz ve yaptığınız hiçbir açıklama 'yeterince inandırıcı' değil. Çünkü sayın abim, siz benden de iyi bilirsiniz, bir insanın nerede durduğu sadece "Ben şöyle düşünüyorum!" demesinden anlaşılmaz. Uygulamasından da anlaşılır. Öyle düşünmediği insana yaptığı eleştiri veya sergilediği duruşla da bir saf/duruş tayini yaparsınız. Kur'an'da geçen; "Kafirleri dost edinmeyin!" emrinin bir manası da buna bakar. Kafire, kafir olduğu hususta dost olmazsınız/olamazsınız. Elbette kafirin her sıfatı kafir olmak zorunda değildir. Kafirde mümin sıfatı da bulunabilir. Fakat siz, ne yanlışa açıkça yanlış deyip bir eleştiri üretiyorsunuz; ne de doğruya doğru deyip yanında duruyorsunuz. Hem orada, hem burada gibisiniz. Neredesiniz?

Yani Mustafa İslamoğlu hadis inkar ederken gözlerine sevgiyle ve takdirle bakabiliyorsunuz. Mealini, kitaplarını, analizlerini gittiğiniz her yerde reklam ediyorsunuz. (Bediüzzaman'a yaptığı çirkin ithamlardan sonra bile lütfen/zorlamayla 'katılmadığınızı' beyan eden açıklamalarla yetinebiliyorsunuz.) Karşılıklı oturup böyle muhabbetler ettiğiniz programlar Youtube'da aranınca rahatlıkla bulunuyor. Fakat dönüp gelip Risale-i Nur'ları takdir ediyorsunuz sonra. Tefsirlerin bile üstüne çıkarıyorsunuz. Sanki Nurcu gibi konuşuyorsunuz. Fakat Bediüzzaman'ın bu gibi meselelerde sergilediği istikametli duruşu da doğru bulmuyor gibisiniz. İmam-ı Âzâm'dan size söz nakledildiğinde; "O İmam-ı Âzâm'ın sözü. Delilin ne?" diyecek kadar teslimiyetinizi yitirdiğinizi duyuyoruz insanlardan. Oraya gidip öyle oluyor. Buraya gelip böyle oluyor. Hiçkimseyi kaybetmeden, yerini de çok belli etmeden, yaşayıp gidiyorsunuz.

Böylesi bir yazıya kaç kere niyet ettimse, Nur talebesi bazı kardeşler yazmamaya ikna ettiler: "Yapma! Hepten o tarafa itersin!" dediler. Vallahi ben artık bu taraf-ı muhalife destek manası içeren sözde bitaraf duruşunuzdan yaka silkmiş durumdayım. Bizzat ben kendim, yıllarca Mustafa İslamoğlu'nu takip ettimse hep sizin gibiler yüzünden ettim. Çünkü varlığınızla ona karşı duyduğum tereddüdü kırdınız. Metin Karabaşoğlu abi dikkatimi bazı şeylere çekmeye çalışıp uyardıkça diyordum ki kendi kendime: "Abartıyor. Öyle birşey olsa Senai abinin orada ne işi var? O da Nurcu değil mi?" Sizin orada durmanız daha kaç Nur talebesinin felaketi oldu Allah bilir. Benim gibi ayılan var, ayılmayan var. Siz bu halinizle Mustafa İslamoğlu'ndan daha tehlikelisiniz. Çünkü onlara karşı, Kur'an müslümanlığına karşı, ehl-i bid'aya karşı avamın duyacağı mübarek temkini kırıyorsunuz. Sizi orada, onlarla, o çizgide görenler; "Yok ya, o kadar kötü birşey değildir. Öyle olsa bu Bediüzzaman'ın talebesi Senai Demirci orada bulunmazdı!" diyorlar.

Şimdi de cevabî mahiyette paylaştığınız şu yazı. Vallahi kafayı yiyeceğim en sonunda. Biz sanki Kur'an'la Peygamber aleyhissalatuvesselamı ayırmayı konuşuyoruz da bize o konuda usûl öğretiyorsunuz! Unuttunuzsa hatırlatayım: Biz naklî delile/bilgiye karşı kırılmaya çalışılan güveni konuşuyoruz. Allah Resulünün peygamberliğinin inkarını veya onu kabul edip Kur'an'ın inkarını değil. (Nasıl mümkün olacaklarsa?) Farazî bir problem üretip onun üstünde kalem oynatarak entelektüel bir tatmin yaratmanız sizin bileceğiniz iş. Ama o mürekkep izinizi kaybettirmiyor. O peygamberlik tanımının 'postacılık' olarak doldurulmasını ve nübüvvetin muallimlik yönünün inkarı (veya Kur'an metniyle sınırlandırılması) asıl problemimiz. Ve bu yönde çalışanlarla yakınlığınızdır size karşı duyduğumuz endişe. Onların fikirlerine karşı yeterli tepkiyi vermediğiniz gibi, domates biber herkese gider kelamlarla iki tarafı da idare etmeye çalışmanız temel sorunumuz. Nurcu olmak mecburî değil ki. Tutmaya da çalışmıyorum. Kalbinizde varsa, kalırsınız. Fakat birşeyi açık etmelisiniz: Eğer Risale-i Nur artık sadece 'okuduğunuz kitaplardan bir kitap' olduysa, bunu bilmeye hakkımız var.



[1] http://www.sonpeygamber.info/kur-an-muslumanligi-mi-peygamber-muslumanligi-mi

6 Aralık 2014 Cumartesi

Aptallık hüsnüzan değildir

Bence bizi kandıran, hüsnüzannımızın aptallığa yaklaşmasının yanında, İslamoğlu'nun kurnazlığıdır. Kendisi dilinden çıkanların çok daha fazlasını kalbinde tutuyor kanaatimce. Sonraları iyiden iyiye boyası dökülen bir takiyyeyle, ehl-i sünneti de çok fazla ürkütmeden, adım adım kafasındaki taşları döşüyor. Öyle ki: Yakın zamanda devirdiği çamlara rağmen hâlâ onu savunanlar var. Sanıyorlar ki, hoca gafil, aydınlatılsa hemen ikna olacak.

Hep mübarekler hey! Ne iknası? Hatırlatsanız, en iyi ihtimalle, yine takiyyesini giyecek üstüne hemence. Bediüzzaman'ı yıllardır iltifatlarla anmasının ardından şimdi nasırına basılmış küheylan gibi kişnemesinin içyüzü de bu değil mi? "Hazır Gülengiller devletle kötü olmuşken, onlar da Nurcu bilinirken, belki de fırsat doğmuştur? Bırakayım takiyyeyi de bir çakayım şu Bediüzzaman'a ve Nurculara. Ya nasip!" diye düşünmesidir.

Yok bilmem 'şimdiye kadar hiç Risaleleri Kur'an'a arz etmemiş' de, yok 'bu gözle hiç okumamış' da, yok bilmem neymiş de. Yerseniz. Madrabaz numaralarıdır bunlar. Güvercin taklasıdır. Yerseniz. Üstelik "Kur'an'a arzettim" dediği kitaptan yaptığı alıntılardan da kimisi uydurma, kimisi çarpıtma, kimisi de tahrif. Yani olmayan kelimeler/metinler eklenerek uydurulmuş bir Risale-i Nur arzetmiş İslamoğlu Kur'an'a. Hatta, gerisini de bırakmış, yalnız uydurduğu kısımları arzetmiş. Başkasının makalesinden öyle bir çakma bölüm hazırlamış ki kurgu metinleri de hiç sorgulamadan kitabına katmış. Ah ben ne dedim? Hazretin ifadesini hazretin kendisi için kullandım. Alınmaz inşaallah. 'Uydurulmuş din' tabirini çok sever çünkü.

Eğer İslamoğlu, kendi kitabını başka bir İslamoğlu olarak inceleseydi, oradaki uydurma metinlerden dolayı kendisini 'güvenilmez âlim müsveddesi' sayardı. Düşünsenize, birkaç tane hadisi aklına uygun bulmamakla Buharî'yi, Müslim'i, hatta Ebu Hureyre gibi sahabe-i güzini (Allah onlardan razı olsun) bitiren(!) adam, böylesi uydurma metinleri görürse kendisine neler yapmaz? İntihar bile edebilir. Öyle ya, hayatını 'doğru din' üzerine adamış(!) Bir tane delilsiz şey söylemiyor(!) Dayanamaz böyle birşeye. Şeeeyy, tabii, yine yerseniz.

Yemezseniz size diyeceklerim var. Bence İslamoğlu ülkemizdeki 'Kur'an müslümanlığı' ekolünün en kurnaz öğreticisi. Diliyle bir kere söylese ehl-i sünnetin hemen alnına kaşeyi basabileceği meseleleri anmaktan uzak kalarak benzerlerinden içtenpazarlıkta ayrılıyor. (Bu konuda eline su dökebilecek tek isim Caner Taslaman.) Mesela: Yaşar Nuri Öztürk'ü hatırlayalım. Onun, namaz vakitlerine, haccın zamanına, deizme vs. dair açık taarruzlarından ne olduğunu anladı ümmet. İtibar etmedi sözlerine. Bayındır da yine çoğu tartışmada böyle. İhsan Eliaçık da. Açıktan diyeceklerini diyorlar bir nebze.

Ama İslamoğlu öyle değil(di). Ben çok iyi biliyorum böyle düşünmekte yalnız olmadığımı. Ehl-i tasavvuf olduğu halde onun dersine giden veya nur talebesi olduğu halde sohbetlerini takip eden birçok insan vardı. İslamoğlu benzerlerinin rağmına bu ilgiyi üzerinde tutmayı nasıl başardı? Seleflerinin hatasını tekrarlamayarak. Hemen tanınmasını sağlayacak mevzuları anmayarak. Mümkün mertebe arkaya dolanarak. Hep bu yolu izledi İslamoğlu. Yavaş yavaş kanına girdi dinleyicilerinin. Mehteran gibi yürüdü hep. İki adımda bir durarak. Ceylanı bile ürkütmeden.

Kanaatimce: Bediüzzaman'ın tüm müminlerin dikkatini çektiği bir tuzağı İslamoğlu tam uyguluyor. Peki nedir o tuzak? 'Şahısları çürütmekle eserleri çürütmek' kardeşlerim. "(...) ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." derken altını çizdiği şey bu.

İslamoğlu'nun kimi derslerine bakıyorum mesela kardeşlerim. Tıpkı müçtehidin-i izamın magazin programı gibi. Yok kimi muhaddis bin tane kadınla evlenmiş, yok kimisi bilmem ne yapmış, yok kimisi bilmem ne demiş, yok kimisi bir eserinde ne yazmış, yok kimisi kimisinin ardından nasıl suçlamış... Böyle o insanların ilmî yetkinliğiyle hiçbir alakası olmayan bin tane martavalı anlatıp duruyor derslerinde.

Ne için? Çünkü eserlerini çürütmeye malzeme lazım. Güvensizlik inşa etmesi gerekiyor. Doğrudan eserlerine vuramıyor. Eserler muhkem. Hem de ümmet uyanıyor. Ya ne yapacak? Arkalarına dolaşacak. Kimisinin karısına getirecek lafı, ötekinin söylentisine, berikinin bir tartışma sırasında sarfettiği söze, bir diğerinin kötü lanse edebileceği bir satırına. Oradan da diyecek ki size: "Bakın bakın, adam sandığınız bu insanlar aslında böyle böyle, aslında beş para etmez, sözüne de itibar edilmez kişiler bunlar. Artık onlarla naklolan hiçbir şeye güvenmeyin. Ben size dinin aslını öğreteceğim."

İşte bunun adı cerbeze kardeşlerim. Bir adamın bir ömür boyunca tükürdüğü balgamı bir anda ağzından çıkmış gibi gösterme. Yahut sinek kanadı kadar seyyiesi ile dağ gibi hasenesini örtme. Bediüzzaman bu zihniyete dair bir tesbitini de sahabeye dair yazdığı bahsin ahirinde söyler.

"Dördüncü sual: (...) Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar..."

Daha biz hüsnüzan ededuralım. Dün hafif imalarla başlayan İslamoğlu, bugün açıktan Bediüzzaman'a, Mevlana'ya (k.s.), daha kimlere kimlere 'mahviyet ayakları' diyecek bir noktaya geldi. Dün okunmasını tavsiye ettiği Risale-i Nur'u, bugün, 'insanları Kur'an yolundan saptıracak bir eser dizisi' gibi göstermeye kalkıştı. Bugün bunu yersek ve gereken ilmî cevapları vermezsek yarın kimbilir kimlere sataşacak? Kimleri gözden düşürmeye gayret edip hangi eserleri çürütmeye gayret edecek?

Bugün buna sessiz kalanlar, susanlar, bizi de susturmaya çalışanlar, yarın bizzat kendi çocukları, ebeveynlerini 'uydurulmuş din mensubu' gibi görüp 'imansızlıkla' itham ederlerse şaşırmasınlar. bu meyve o suskunluk ağacının çünkü. Allah elbette dininin sahibi ve koruyucusudur ama müminleri de gayrette görmek ister. İslam'ı bu adamın güya 'Kur'an müslümanlığına' karşı ilminizle, kalbinizle ve gayretinizle müdafaa edin. Ahirzamanda vaadolulan 'yüz şehit sevabı' bu noktada dik duranları bekliyor.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...