16 Nisan 2015 Perşembe

Sorusu sorgulanmamış cevap yanlıştır

Hucurât sûresinin 6. ayetinde, kısa bir mealiyle, buyruluyor ki arkadaşım: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için, o haberin doğruluğunu araştırın.” İşte ben de bu yazıda, şu muazzez ayetin anlam katmanlarından birisini, “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla anlatacağım. Tevfik yine Hüda’dandır. Hidayetimizi Ondan dileyelim.

Bir kapı lazım şimdi. Şuna ne dersin: Cevap sualden başlar. Sual de cevabın başıdır hem. Nasıl? Onun da haritası şöyle: Cevap vermek bir açıdan da ‘kabul etmek’tir. Yani muhatabının sorusunu ‘soru’ olarak benimsemek, endişesinde hakvermek ve ‘ona göre’ arayışa girmektir. Bu zeminde cevap veren ister-istemez ‘soruya katılan’ olur. Onunla kalıplanır. Onunla dualanır. Duygulanır. Mesaiye girişir. İddiasına, şüphesine veya karşılık geldiği boşluğa katılınmayan soruya cevap aranılmaz. Cevap vermek aynı zamanda bir kapılmadır/aldırmadır senin anlayacağın arkadaşım. Ancak önemsediğine cevap vermekten keyif alır insan.

Kendi yarasına da merhem çalmaktadır zira cevap verirken. Bu ‘merhem çalma’dan kasıt nedir? Cehlin yarasına tedavidir. Birşeyler öğrenmedir. Kur’an sormayı öğrettiği için de rahmettir. Ve yanıtları öğrenmek şifadır. Peki cevap veren sualden nasıl öğrenir? el-Cevap: Cevap veren de sail sayesinde soruyu öğrenir. Öyle sormayı öğrenir. Öğrenme de, bulmadan önce, aramadır zira. Peşine düşüp kurcalamadır. Üzerine tasalanmadır. Tefekkürle dualanmaktır. Ve muallim kendisine yeni bir dua öğreten her soruya teşekkür eder. Hiç sorusu olmamışlar neye cevap bulabilir? Bu sadedden, Bediüzzaman’ın da talebelerinden gelen bazı soruları ‘ehemmiyetli’ veya ‘mühim’gibi tavsifatla andıktan sonra, cevapladığına şahit oluruz. Belli ki o sorular mürşidimi de heyecanlandırmıştır. Hatta mezkûr perspektiften ‘birinci talebem’ dediği Hulusi ağabeyin yeri hikmetle pırıldar. Çünkü Mektubat’ın epey kısmı onun sorularına cevap sadedinde yazılmıştır.

O zaman, yalnızca cevaplarımıza değil, sorulara da dikkat etmemiz gerek. Niçin? Bir soruyu kabullendiğimizde/kuşandığımızda o sorunun bakış açısını da kabulleniyoruz/kuşanıyoruz zira. Evet. Soruyu sorana, dayandığı zemine ve şüphenin içeriğine dair bir onayın ardından cevap ameliyesi başlıyor. Bu nedenle yanıt arayışı, arkadaşım, sorunun sıhhatine dair bir sorgulamayla başlamalıdır önce. Sorunun makul bir telaşa işaret ettiğini anladığımız zaman cevap vermek haklı olur. Tuzaklı sorulara karşı tetikte olmak üstlerine atlamaktan erdemlidir.

Özellikle İmam-ı Malik rahimehullaha dair aktarılan kimi menkıbeler, böylesi meselelerde, nasıl sağlam bir tavır içinde olduğunu anlatırlar bize. Mesela: Uzaklardan gelen bir elçinin yirmi sualinden ancak birkaçına cevap verdiğinde, elçi mızmızlanır, “Geri döndüğümde insanlara ne derim?” diye sorar. Hazret-i İmam, tutumundan gayet emin, şöyle cevap verir: “Onlara ‘Malik bu işin altından kalkamadı’ de!”

“İki komşu düşünün. Biri ahlaksız ve namussuz. Bu sayede mal ve mülk sahibi oluyor. Rahat bir hayat yaşıyor. Şimdi fakir olan diğer komşu kendisine şu soruyu soruyor: Neden onun hayat standartları bende yok? Bu soruyu sorduğu andan itibaren modernizmin kıskacına düşmüş demektir. Çünkü o andan itibaren değerler sistemi, hedefi ve kaygısı değişmiştir. Öncelemesi gereken ‘ahlaklılık ve namusluluk’ mudur, yoksa zenginlik ve konfor mu? İslam dünyası ikinciyi öncelediği için yanlış başladı. Oysa bizim kimliğimiz onu dışlama üzerine kuruludur.”

Ebubekir Sifil Hoca, Sözü Müstakim Kılmak’ta, İslam modernizminin coğrafyamızda nasıl başladığını izah ederken şunun altını özellikle çiziyor: “Modernizm, oryantalizmin İslam’ın önüne koyduğu sorular üzerindeki zihnî mesai ile başladı.” Yani İslam’ı artniyetli bir analize tâbi tutan oryantalistlerin ortaya koydukları maksatlı, hileli, çarpıtıcı sorular hiç sorgulanmadan, eşliklerinde başlayan bir ismetsiz tefekkür, bir hak veriş; cevap verenlerin bir kısmını hidayetten etti. Mahalle değiştirtti. Cevap verelim derken maşa oldular. Çünkü, en başta da söylediğimiz gibi, cevap vermek bir yönüyle kabul etmekti. Bulanmaktı. Kalıplanmaktı. Yönlendirilmekti.

“Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.”

Ben Bediüzzaman’ın Eski Said dönemine dair yaptığı eleştirilerde de bunun kokusunu alıyorum bazen. Geride bırakmaya çalıştığının biraz da bu olduğunu seziyorum. Elbette Bediüzzaman’ın modernistlerin düştüğü hiçbir hataya düştüğüne rastlamıyoruz metinlerinde. “Muhatabım Ziya Paşa değil Avrupa meftunlarıdır...” dediği noktadan hiç kıpırdamıyor. Ama mesela kendisini eleştirmek noktasında bazen şöyle şeyler söylüyor:

“Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.”

Aslı Mesnevî-i Nuriye’de Zühre Risalesi olan, 17. Lem’a’da da Notalar sûretinde bulunan bu bahis boyunca Bediüzzaman, tıpkı yukarıda önemine dikkat çektiğimizi meseleye dokunur gibi, sürekli soruların sıhhatini masaya yatırıyor. Bid’akâr algıların zeminini yokluyor. Misal: Altıncı Nota’da kafirlerin çokluğu-ittifakları üzerinden geliştirilebilecek “Onlarda da haklılık yok mu?” tarzındaki bir suali, “Elbette bunda da bir hakikat var!” şeklinde değil, çokluklarının niteliksizliği ve ittifaklarının mahiyetinin çürüklüğü üzerinden yanıtlıyor. (Daha sonra bu duruşunu 20. Lem’a’da genişçe ifade edecektir.) Yani soruya, dayattığı algı üzerinden değil, zemininin hakikatsizliğini ifşa ederek cevap veriyor.

Buna emsal, Risale-i Nur’un daha pekçok yerinde, soruya cevap verilmeden önce ‘ne denli sıhhatli olduğu sınanarak’ cevap verildiğini görüyoruz: “Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.”

Bunun başka bir cihetini de İshak Özgel Hoca, Alternatif Bakış’a konuk olduğunda, anlatmıştı. Risale-i Nur’un bilimsel tefsirlerden farkını şöyle belirtmişti: Bediüzzaman, Kur’an’ın i’cazını ispat ederken, o gün için ulaşılmış bilimsel teorilerden/verilerden ziyade, vahyin istimal ettiği gibi, her zaman şahid olduğumuz olayları tercih ediyor. Çünkü o teoriler/veriler, bilim tedricen geliştiği için, yenileri elde edildiğinde eskimeye mahkûmdurlar. Böyle tefsirler yazanların eserleri de bu yanlışlanmadan/eskimeden ister-istemez yara alır. Bediüzzaman ise, her zaman tekrar eden ve herkesin şahid olduğu olayları kullanarak, eserinin eskimesinden büyük ölçüde korunuyor. Yanlış kalıplardan kurtuluyor.

Yani, özetlersem, üzerimize üzerimize gelen sorular karşısında iki önceliğimiz var arkadaşım: 1) Soruların dayandığını mantığı sorgulamak. 2) Soruların dayandığı verileri sorgulamak. Özellikle içimizden gibi görünen ehl-i bid’a/modernist taifenin soruları karşısında bu refleksi korumamız gerekiyor. Evet. Bediüzzaman’ın eserlerinde bize en çok öğrettiği şeylerden birisi bu bence: Modern zamanın sorularını da sorgulamalıyız. Ve bu da beni alıp yazının en başına götürüyor: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için, o haberin doğruluğunu araştırın.” Öyle ya. Fâsıkların haberleri yalnızca cevaplarla yayılmıyor ki. Sorular üzerinden de yayılan yanlışlar var. Yanlış soruya doğru cevap verilmez. İşte onlardan birisi: Müslümanlar neden geri kaldı? Bu soruya şöyle cevap vermeye başlamamız lazım: Müslümanlar sahiden geri kaldı mı?

11 Nisan 2015 Cumartesi

Cemaatsiznurcu (yeniden) 2

Mücahid Çakır'a teşekkürler. Cemaatsiznurculuk meselesinin tartışılması, böyle mütevazı bir zeminde dahi olsa, benim için mutluluk vesilesi. Çünkü bu tartışma sırasında en kötü ihtimal yanlış yolda olduğumu öğreneceğim. En iyi ihtimalse böyle birşeyin olabilirliğini tüm Nurcular ve Nurcu adayları öğrenmiş olacak. İki türlüsü de kazanç benim için. Mücahid Bey'in yazısına geçmeden önce bir endişemin altını daha kalın çizeceğim:

Bediüzzaman'ın kullandığı kelimeleri tartışırken onlara Bediüzzaman'ın verdiği anlamları vermemiz gerek. Her kitap için bu böyledir. Bu tefsir usûlünde Kur'an'ı yorumlarken de altı çizilen bir kaidedir. Kur'an'da geçen lafızların o dönemde ne anlama geldiklerini bilmezseniz, bugünkü çağrışımlarıyla yaptığınız yorumlarda hata edersiniz. Zira kelimeler de zaman içinde anlam kaymaları yaşar veya başka şeyleri karşılamak için kullanılır. Hadis ilmindeki tevatür ile bugün bizim kullandığımız tevatürün karşılığı neredeyse birbirinin zıttıdır. Yine Bediüzzaman'ın 'belki' kelimesi yüklediği anlam da bugün bizim kullandığımız belkinin neredeyse tam tersidir. "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil..." derken Bediüzzaman'ın kastettiği herhalde 'bir ihtimal' gibi birşey demek değildir.

Hal böyle olunca 'cemaat' kelimesi gibi, İslamî literatürde bir karşılığı da olan kelimeleri önce "Bediüzzaman o kelimeye ne anlam veriyor?" diyerek ele almalıyız. Bu gözle Risale-i Nur külliyatı taransa, herhalde Mücahid Bey'in de görmezden gelemeyeceği bir şekilde, Bediüzzaman'ın vurgusu hep cemaat-i İslamiyeyedir. Mahkeme savunmalarında da (hatta bırakın salt kendisinin, talebelerinin savunmalarında da) altı çizilen şey budur. Bediüzzaman, İslam cemaatinin bir ferdi olarak bir cemaate aidiyetini kabul eder. Fakat onun dışında kendisine yüklenen 'siyasi cemiyet' gibi isnadları reddeder. Bunun için alıntı yapmayı dahi beis görüyorum. O kadar zahir birşeydir ki bu.

Peki, biz bugün o kelimeye ne karşılık veriyoruz? Biz bugün o kelimeyi asıl manasından çok daha daralmış bir karşılıkla yâdediyoruz. Bu daraltılmış mana bir yönüyle asabiyet de koktuğundan (kokmak kelimesi yaşananları yumuşatıyor ancak), tamamı Nurcu olan grupların kendi içinde ettikleri kavga miktarı; dindışı veya ehl-i bid'a gruplarla ettikleri kavga miktarını bile geçiyor. Peki, ürettikleri ne? Birbirimizi yediğimiz kadar kimi dişliyoruz?

Başından konuşalım. Bugün herbiri birer cemaat namını alan Nurcu gruplardan hangisinin ismini Bediüzzaman koymuştur? Hangisinin sistemini Bediüzzaman kurmuştur? (Bu grupların kurumlarının işlevine yönelik getireceğiniz bir eleştiri, ekonomik ve sosyal hayatın ilkeleri ve gerekleriyle bastırılır, Bediüzzaman'ın bir sözüyle/onayıyla değil.) Böylesi bir onayın, delillendirmenin, kesin kanıtın olmadığı yerde bir Nurcu neden bu gruplardan birisine girmeye mecbur olur? Aradığı şey sadece Allah rızası iken neden başkalarını da razı etmeye mecbur kalır? Hem bir Nurcu gruba dahil olmak, sadece Risale-i Nur'u okumak demek değildir; o grubun geçmiş kavgalarını da omuzlamak gibi birşeydir. Hatta o grubun abilerini, resmi söylemini, hatalarını dahi savunmak bu cemaat mensubunun görevlerine dahildir. Herhalde azıcık mazimizi bilenler bu sözlerime itiraz etmezler.

Şimdi Mücahid Bey'in yazısına gelelim. Mücahid Bey, "Tabii burada Ahmet Ay’ı ille de gel bir cemaate katıl diye zorlayacak değiliz. Fakat argümanları bana pek mantıklı gelmedi" diyor. Olabilir. Fakat cemaatsiznurculuğun mümkünlüğüne dair yaptığımız tartışma bile aslında Mücahid Bey'in, Akif Arslan'ın veya diğerlerinin bunun mümkün olmadığını düşündüklerini gösteriyor değil mi?

Eğer zorlama ihtiyacı hissetmeseydiniz bu başlık altında bir tartışmamız da olmazdı bence. Bunu anlıyorum, çünkü etkiniz/gücünüz size daha sıkı bağlarla bağlı bir insan kitlesine dayanıyor. Hakikate değil. Daha yumuşak bağlar daha az kişiyi yönetmek demek. Bu da cemaatinizin üzerine kurulu olduğu yönetim şeklinde kabul edilemez birşey. O salonlar mutlaka dolmalı. Cemaatsiznurculuğun eleştiri almasının sebebi sizden daha az Risale okuması veya Kur'an'ın ve sünnetin nezih çizgisinden sapması değil. Sizden güç çalması. Veya çalabilme riski. İstişare süsü verilmiş oligarşik yönetiminizin böylesi özgürleştirici ve doğrudan Risale-i Nur'a ve onun üzerinden Kur'an ve sünnete karşı kendisinde bir sorumluluk hisseden fertler üzerinde etkili olması çok güç. Bunu onaylamasam da anlıyorum.

Tabii Mücahid Bey kaçak güreşmeyi tercih ediyor. Beni 'mimli' gruplara itekleyerek, zorlu tevillerle aramızda bağlar kurarak modernist müslüman yaftası yapıştırmaya da çalışıyor bana. “Doğrudan Risale-i Nur’la, doğrudan Kur’an’la ve sünnetle muhatap olmak istiyorum, demiş. İşin aslı bu söz bana 'Risaleyi niye okuyorsunuz, yaş ve kuru her şey Kur’an-ı Kerim’de zaten apaçık yok mu?' diyen insanların söylemlerini hatırlattı." İyi deneme ama bende tutmayacağı malum. Zira Mücahid Bey belki bilmez, fakat benim bu tarz iddia sahiplerine cevap olarak karaladığım yirminin üstünde yazım var. Hatta bunlardan bir seri şu sıralar Risalehaber'de yayınlanıyor. Bu serinin mahiyeti İslamoğlu'nun iddialarına cevaplar niteliğinde. Ama mesele hakkı aramak değil, haksız çıkarmak olunca Mücahid Bey beni her ima ile her kılığa sokabilir. Çünkü delilden ziyade suyu bulandırmaya ihtiyacı var. Bu da, ne yalan söyleyeyim, Yeniasya köşeyazarlarında çok rastladığım bir yazım tarzı. Çamur at izi kalsın stili birşey. O kadar zorlama yapıyor ki bunu Mücahid Bey, yazıda Kur'an ve sünnet dediğimi de görmüyor. Herhalde düşündüğünü yapmak istesem sadece Kur'an derdim.

"Risale-i Nur’da bir cemaate dahil olmadan, fert halinde hizmet etme metodu varsa satırdan yer göstersin. Doğrudan Risale-i Nur okumak isteyen Ahmet Ay’ın buradaki ölçüsü de Risale-i Nur olmalı, değil mi?" Evet, öyle zaten. Fakat buraya girmeden önce bir muğalatayı aydınlatmam gerek. Ben cemaatsiz ve nurcu ifadelerini beraber kullanmakla akıllı insanların farkedeceği bir ironi yapmıştım. Ehline denk gelmeyince farkedilmediğini anladığım için izah edeyim: Ben 'Nurcu' kelimesi ile bir aidiyetle iftihar ediyorum. Ve bu noktada kendisini 'Nurcu' olarak tarif eden herkesle de müslümanlar içinde ikinci bir rabıtam var. Aynı mürşidden ders alıyoruz çünkü. Bu rabıta, Mücahid Bey'inki gibi gazetesinde çalışmak, firmasından maaş almak, istişaresine katılmak veya ne bileyim, sempozyumlarını takip etmek tarzında değil. Ben Risale-i Nur'u okuduğum her anda bu rabıtayı hissediyorum. Ve Risale metinlerine baktığımda da Üstadımın metinlerini okumamın ve neşrine çalışmamın dışında başka bir rabıta şekli dayatmadığını görüyorum. Yani gazetesinin veya başka bir firmasının maaşlı elemanı olma yahut istişarelerine katılıp o istişareden çıkan kararları asla eleştirmeme tarzı bir merbutiyet Risale metinlerine hiç gözüme çarpmadı. Herhalde Mücahid Bey dost, kardeş, talebe tariflerini bilir. Bunlardan hangisi kastedilen manada cemaatle ilgilidir? Üstelik benim cemaatsizlik vurgum cemaate bugün verilen manaya dahildir ve eleştirim bunadır. Yoksa ben İslam'ın bir hakikati olan cemaat-i İslamiyeye bağlıyım ve şeref duyuyorum. Ümmetin bir parçasıyım ve bununla iftihar ederim. Bunun dışındaki rabıtaları ikincil konuma koyduğumun ve asabiyet kaynağı olarak eleştirdiğimin farkına varılsın isterim.

'Sulandırılmış Risale dersleri' yazısını doğrusu okumadım. Kime yapılıyor o eleştiri, onu da anlamadım. Galiba Nur Mektebi, Sözler Köşkü gibi gruplara yapılıyor. Onlar kendilerini savunabilecek güçteler, benim birşey söylememe gerek yok. Fakat şu var: Yahu hanginiz bir diğerinizi böyle şeylerle itham etmediniz? Derslerinde sırf Risale okuyan cemaatler, derslerinde hem okuma hem izah olan cemaatleri böyle şeylerle eleştirmiyor muydu bir vakitler? O izahçı olan cemaatler de, izahın miktarına göre birbirlerine aynı ithamı yapmıyor muydu? Bunların içinde Yeniasya ayrıca (bu misali Mücahid Bey için özel kullanıyorum) derslerini siyasetle sulandırmakla itham edilmiyor muydu?

Arkadaş, bilmeyen adam olsak bize yedirin bunları. Asıl sadede gelelim: Sizin rahatsız olduğunuz şey, bu yeni grupların gençleri kendilerine daha çok çekiyor olması değil mi? Asıl anlayamadığınız ve canınızın sıkıldığı şey bu değil mi? Yoksa bir cümle Risale'den alıntı yaptı yahut Bediüzzaman'dan bahsetti diye Aydınlar Konuşuyor yazdırdığınız vakitler sulanmayan Risale-i Nur külliyatı, böyle dersler yapılınca mı sulanmaya başladı? Kusur varsa kusurları teşhis edip birebir eleştirmek lazım. Onu da yararsız görmemekteyim. Fakat sizin genellemeciliğiniz benim ayağımın altıdır. Ve zaman en büyük müfessirdir.

Mücahid Bey'in beni en çok güldürdüğü husus 'adam çalma' meselesini sahiplenip savunmasıydı. İnkar eder diye düşünmüştüm. İnsaflıymış, yapmadı. Şöyle cevap verdi: "Adam çalma/adam çalınma korkusu gayet anlaşılabilir bir şey değil mi? Sen bir öğrenciye yatırım yapıyorsun, emek veriyorsun, eğitim veriyorsun; bu öğrencinin kendi cemaatin bünyesinde yer almasını istemenin nesi yanlış?" Ona dair Risalelerden şöyle bir alıntım var:

"Hem, müşterileri de aramaya mecbur değiliz. Müşteriler yalvarmalı." Veya şunu da alıntılayabilirim: "Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil." Bunlara düşkünlüğünüz bile aslında eleştirilmesi gereken birşey değil mi? Üstelik çalan kim? Ateistler mi alıyor öğrenciyi? Hristiyanlığa mı geçiyor bu öğrenciler? Nurcu gruplar birbiriyle kapışıyor. Neden korkuyorsunuz?

"Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer 'Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim' arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir." Gelmemiş midir yani Mücahid Bey bir zarar? Yanlış olarak böyle şeyler yetmez mi?

10 Nisan 2015 Cuma

Cemaatsiznurcu ne demek? (yeniden)

Cemaatsiznurculuğu mana olarak mülküme alamam. Çünkü selefim diyebileceğim başka isimler vardı. Ve ben biraz da onların duruşlarına bakarak buna cesaret edebildim. Fakat bir tamlama ve tanımlama olarak mülküme alabilirim. Zira 2012'in Şubat'ında bu başlık altında bir blog kurup paylaşımlarda bulunmaya başladım. Allah biliyor ya epey bir eleştiri de göğüsledim. Enteresan ithamlar okudum. Bazısına güldüm. Bazısına acıdım. Bazısına hakikaten öfkelendim. Yine de bunun bir çığır açıcılık (bir blogla nasıl bir çığır açılacaksa artık) olmadığının farkındayım. Belki isim konulmamış birşeye isim koymuş sayılabilirim. Daha evvel isim koyanlar vardıysa da, onlar da kulağıma gelmedi maalesef, böyle birşeye cüret edebildim. Bu altında konuşacağımız başlığın hikayesi. Peki, gerisi?

Akif Arslan'ın Yeniasya gazetesinde bugün yayınlanan Cemaatsiz Nurculuk başlıklı yazısını bir kenara koyarsak, bu bence içten gelen bir tazkiyatın sonucu. Sayın Arslan'ın, Yeniasya gazetesinin pek alışık olduğumuz çizgisinde, hoşlarına gitmeyen her durum hakkında kurdukları komplo teorileri pek işimize yaramıyor bu noktada. Çünkü yazının cemaatsiznurculuğa bakışı Kemalist devletin Kürt sorununa bakışından daha mantıklı değil. Gerçi henüz soyumuz Ermeniliğe dayandırılmadı, ama ajanlaşmaya da başladık sayılır. Yazıyı kenarda bırakmamızın nedeni bu.

Bu soğuk savaş dönemi kafasının sosyolojik hiçbir vakıa hakkında insanı ve insanî olanı okumaya niyeti yok. Okumaya değer bulduğu tek şey devletçikler düzeyinde gördüğü güç ağalarının insanı nasıl kullanabildikleri. İnsanı, Allah'ın fıtratına koyduğu ihtiyaçlar/aşklar ekseninde dünyayı ve toplumu değiştirebilir bulmuyorlar. Yeni yollar arayabilir görmüyorlar. Gün gelip güdülemeyeceğini düşünmüyorlar. Devletçilik eleştirilerinin topusu yalan, çünkü ona veya onun küçük nümunelerine verdikleri değer bir yönüyle kutsama. Eleştiriyorlar, ama verdikleri önemle aslında kutsuyorlar.

Yaratılmış her istenmeyen olayın/kişinin devletlerin veya örgütlerin plan/projesine dönüştüğü bu kafa aslında komplo teorileri içinde o denli determinist ki, Allah'ı koyacak yer de bulamıyorsunuz içinde. Empati yapamaz, çünkü anlaşılacak olanla değil düşman olanla muhatap her zaman. Küfür isnadında bulunacak kadar cesur değil belki, ama ajanlık isnadında bulunacak kadar da cüretkâr. Elinde delil bulunmasına da gerek yok. Şahane suizannı var. Ve suizannının onun kafasındaki lakabı, öngörü. Böylece istediğine istediği isnadı yapabiliyor, ama kesinlikle o veya cemaati günaha girmemiş oluyor. Cemaatinin menfaati günahını çıkardığı bir rahip gibi. Biraz onlardan 'aferin' alacak ve Allah da onu bağışlamış olacak.

Peki, nedir bencileyin cemaatsiznurculuk? Bu tanımlamayı ilk yaptığımda bütün taşlarını döşemiş olduğum söylenemez. Daha çok bir arayıştı veya ihtiyaçtı. Mevcut grupların kast sisteminin gerek birbirine karşı ve gerekse kendi içlerinde yaşattıkları daralmanın bendeki tezahürüydü. Herkes bir diğerini esir alıyordu ve esarete direnen herkes 'aforoz' sopasıyla korkutuluyordu. Risale-i Nur'a olan ilginin, dikkatin veya ona ayrılmış olan mesainin cemaat aklına edilmiş itaat yemini olmadan hiçbir anlam taşımadığı garip bir dünyayı soluyordunuz kimi zaman, değil, çoğu zaman. Bunun her yerde ve her zaman aynı şiddette olduğunu hiçbir zaman söylemedim ve söyleyemem. Ama çok yerlerde vardı ve 'uyum sağlayamayan' yahut da Akif Arslan'ın yazısında söylediği gibi 'istişareye uymayan' düşüncelerinizden ötürü dışlanmanız pek kolaydı.

Uyuşmazlığın zemini Risale metinleri ve Risale cemaatleri arasındaki gelişim farklılığıydı bence. Bediüzzaman'ın (Allah ondan razı olsun) sağlığında mevcut yapılanmaların hangisinin varlığından söz edilebilirdi? Kurumlarıyla, istişare heyetleriyle veya bölgesel teşkilatlanmalarıyla hangi grubun tastamam Bediüzzaman'ın önerdiği veya emrettiği şekilde oluştuğu söylenebilirdi? Cemaatlerin tamamı bir şekilde meşruiyet zemini olarak Risalelerden besleniyordu, bunda haklılardı da. Fakat bir şekilde beslenmek, yaptığın her fiilin doğrudan Risalelerin istediği ve gerektirdiği olduğunu savunmakla aynı şey miydi? Bence gruplar arasındaki münakaşaların çoğu bu ikincisine dayanıyordu. Ve mevcut durum Nurcuların enerjisinin yüzde doksanın emip sömüren bir hastalıktı. Herkes kendi yolunun daha Risalelere uygun olduğunu söylerken zımmî olarak (bazen de açıkça) öteki grubun hafifçe (bazen de düpedüz) sapmış olduğu iddiasındaydı.

Çok tuhaf, hiç duymadığınız, alışık olmadığınız şeyler söylemediğim kanaatindeyim. Farklı gruplar içinde bulundum. Birbirlerinden adam çalmaya çalışan veya adam çalınma korkusuyla gençlerini diğer Nurcu gruptan korumaya çalışan cemaatler gördüm. Sayın Akif Arslan belki hangi gruptan bahsettiğimi bilecek, seçimlerde oy vereceği partiyi cemaat tabanına mesaj atan gruplara şahit oldum. Bu insanlar, hiç katılmadıkları bir istişarenin kararına (kanaatlerinde istişareye açmadıkları halde) bağlanmaya zorlanabiliyorlardı. Uymadıklarında da 'yolundan sapmış' muamelesi görebiliyorlardı. Ve zirve noktamıza doğru giderken bazı gruplar cemaat mensuplarının evlenecekleri kıza, girecekleri işe, tutacakları ticarî yola bile karışabilme yetkisini kendilerinde görebiliyorlardı.

Bediüzzaman'ın istediği cemaat bu muydu? Risale metinlerindeki cemaat kullanımı ile bugün kastedilen cemaat kavramı ne denli uyuşuyordu? Sonra kurulanla önce söylenen tevil mi ediliyordu? Şu an mevcut olan yapılanmaların ne kadarını Bediüzzaman kurmuştu? Ne kadarını onaylardı? Kararların ne kadarı Risale-i Nur'un bütünselliğinde uyuyordu? Herkesin bir tane değil bin tane tevilcisi vardı. Birşeyin menfaatlerine olduğuna karar verdikten sonra Risale metinlerini bükmekte avatarı bile geçecek kadar mahirdiler. Fakat dönüp dolaşıp geldiğiniz noktada bütün bunların Kur'an'a ve Sünnete hangi vecihleri bakıyordu? Bu muhteremler, sahip oldukları tevil sanatıyla haramı helal, helali haram edecek kadar yüksek yetenekte miydiler?

İşte cemaatsiznurcu bu soruları sormakla yoluna başladı. Bu soruları soranların elleriyle bu yolculuk başladı. Bu yolculuk bugün onbinlerce kişinin kafasında da yaşanıyor.

Akif Arslan Bey'in yazısında olduğu gibi dış mihraklar veya ajanlar veya komita oyunları aramak yerine, artık biraz daha insana kulak versek... İnsanı anlama aracı olan cemaatleri, insan mühendisliği yapma çabalarından uzaklaştırsak... Cemaat-i İslamiye (ümmet) bayrağı altında daha sıkıca toplanıp, daha alt gruplarla olan bağımızı yumuşatsak... Beyler, biz şeriat sizden daha az sevmiyoruz. Allah'ın kulu olmakta sizden geri değiliz. Kur'an'ı sizden daha az okumuyoruz. Risale bilgimiz de sizden az değildir. Ama cemaat enaniyetlerinizi ve istibdatlarınızı da giysisi değişmiş diye başımıza tac etmeyeceğiz. Komplo teorisyenliğinden yorulduğunuzda tuttuğunuz köşelerden cadde-i kübraya bir inin. İnsanlar neyi arıyor, siz nerede kaldınız, bir sorun. Allah'ın rıza dairesi ne ara sizin istişare heyetinizin toplantı salonu kadar daraldı da, ona uymamakla/sığmamakla insanları cehenneme düşmüş gibi gösterebiliyorsunuz?

8 Nisan 2015 Çarşamba

Nurcuların Esmaü’l-Hüsna’ya böyle bir borcu yok mu?

“Rahmân çocuk edindi, dediler. O böyle şeylerden uzaktır, yücedir.”

(Enbiya sûresi, 21.)

Hep dikkatimi çekmiştir arkadaşım. Enbiya sûresinde ‘Rahman evlat edindi’ diyenlere cevap verilirken Allah’ın Subhaniyet’i hatırlatılır. Yani bir isimle/isimde şaşıranlara diğer bir isim anımsatılır. Meallendirmeye çalışanlar da zaten o ifadeyi bir nebze tefsir ederler. (Tıpkı yukarıda alıntıladığım gibi.) Allah sadece Rahman değildir. Ya? Rahman ve de Subhan’dır. Hadi, Rahman’a (haddiniz olmayarak) bu kusuru yakıştırdınız, bu acayibin acayibi ayıbı işlediniz, ama unuttunuz da, Subhaniyet’iyle bundan münezzehtir O. Çünkü çocuk edinmek, öyle birşeye ihtiyaç duymak, eksiklik emaresidir.

Biricikliğinde yetinemeyen evlat hasreti duyar. Yalnızlığa dayanamayan ikincisini arar. Allah’sa Samediyet sahibidir. Herşey Ona muhtaçken O hiçbirşeye muhtaç değildir. İlah ancak böyle olur. Böyle olmayan ilah olamaz. (İhtiyaç duyduğu şey Onun ilahı olur.) Öyleyse, eğer o ismin manasını da hatırda tutsaydınız, dengeyi bulurdunuz. Dengeyi bulmak tek isimde ifrat yorumlara girişmekle olmaz. Parçayı bütüne galip getirmekle olmaz. Bütünün manasını elden geldiğince kuşanarak, tefekkür ederek, hatırda tutarak, olur.

Evet, arkadaşım, Allahu’l-a’lem kaydıyla konuşayım. Sen de sözlerime o dikkatle kulak ver. Beğenirsen al. Beğenmezsen bırak. Okumamın özeti şudur: Hassaten Kur’an’daki fezlekeler üzerinden, mürşidimin, Esmaü’l-Hüsna hakkında şöyle bir tefekkür geliştirdiğini düşünüyorum: Cenab-ı Hakkın, güzel isimlerini yalnız yalnız zikretmektense, ikili terkipler şeklinde vahyetmesinin ‘isimlerin beraber okunması’ veya ‘biri anılırken ötekinin de unutulmaması’ anlamında bir mesaj içerdiğini farketmiş olmalı! Evet, böylesi bir hikmetin ardına düşmüş olmalı ki, uyanışının meyvesi olarak da bir yerde diyor:

“Belki herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.” Bunu Sözler’de diyor. Yani Yeni Said döneminde söylüyor. Daha önce telif ettiği Mesnevî-i Nuriye’de ise daha başka birşeyi dilegetiriyor: “Kezâlik, Esmâ-i İlâhiye’den bir hüceyreye veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ile müttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreye taallûk eden Hâlık ismi, müsemmâda müttehiddirler.”

Sair metinlerinde de bu geçişgenliğin derslerini görüyoruz. Mesela yine diyor ki: “Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san’atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır.”

Uzatmayayım. Risale-i Nur’u bu gözle şöyle bir karıştırsanız, bahsettiğim şeye birçok misal siz de bulabilir, gösterebilirsiniz. Asıl dikkat çekmek istediğim ise şu benim:

İtiraf ederim. Risale-i Nur okuyana kadar, Kur’an’daki bu ‘isim birliktelikleri’ne dikkat etmemiştim. Yani bu birliktelikte bir hikmet olabileceğini düşünmemiştim. (Esma-i Hüsna’ya dair okuduğum sair eserler de mezkûr temayülü vermemişti.) Onları tek tek düşünüyordum. Tek tek tefekkür ediyordum. Birlikteliklerinden görünen büyük resme bak(a)mıyordum. Adacıklar gibi tahayyül ediyordum. Sıradağlar gibi tasavvur etmiyordum. Geçişlere uyanamıyordum. Bir ahenk kollamıyordum. Tarifleri birbirleriyle konuşmazlardı.

‘Adacıklar’ demekle kastettiğim ise, arkadaşım, Kon-Tiki kitabında Thor Heyerdahl’ın gözümü açtığı birşey. O bunu ‘bilimin branşlaşmasındaki handikap’ hakkında kullanıyor. Uzmanlaşmaların ‘diğer alanlara körleşmeyi’ getirdiğini belirtiyor. Bu tehlikenin modern dünyanın önündeki en büyük tehlikelerden olduğuna dikkat çekiyor:

“Uzmanlara saygı duymayı ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli, genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya.”

Bence şirk de isimler/tanımlar arasındaki bu kopukluktan besleniyor. Bütünselliği/külliliği sezemeyenler tevhid mülkünü parsel parsel dağıtıyor. Allah’ın isimlerine dair tefekkürlerinize tekrar bakın. Bu tanımlar ‘aynı Zatın isimlerinden bahsettiklerini’ ne kadar hissettiriyorlar? Bir ismin tanımını/tarifini öğrendiğiniz zaman, diğer isim ondan kopuk, yabancınız bir adacık olarak mı kalıyor? Yoksa tanımdan tanıma geçiş yapabilecek kapıları açık bulabiliyor musunuz? Sahi isimleri nasıl öğreniyorsunuz?

Eğer bir ezbercilikten söz edeceksek, evet, Esma-i Hüsna’yı bu şekilde kavramaya çalışmak tam bir ezbercilikti. Başaramadım da zaten. Çünkü 99 ayrı şeyi ezberliyordum. ‘Birbirine bakan şen ve namları olan’ 99 şeyi değil. Ayrı sarayın 99 kapısını değil. Balık tutmuyordum sizin anlayacağınız. Hazır tutulmuş balıklarla beslenmeye alışmıştım. Aynı Zat’ın isimleri gibi öğrenmiyordum onları. 99 farklı şeyi, sorulunca cevap vermek için, hafızamdan kopya çekiyordum. Hiçbir isim başka bir ismin burcunda yüzüme bakmıyordu. Tefekkür koridorlarının bütün yan kapıları kilitliydi. Bir yerden ötekine geçilmiyordu. Zeka yürüyemiyordu. Bunu görüyordum. Daralmaya daralıyordum. Çölleşmenin farkındaydım. Fakat duvarların şeffafiyetini de kendi başıma görebilmem zordu. Bir irşad lazımdı.

Şimdi bu pencereden bakınca Nur talebelerinin üzerinde bir vazife daha olduğunu düşünmekteyim. Bir Esma Sözlüğü oluşturmak, ama Bediüzzaman’ın ders verdiği gibi, isimden isime baktırır bir sözlük. Birinden diğeri geçişi öğreten bir sözlük. Buna alıştıran, zihinde refleks haline getiren, yollarını kolaylaştıran bir lügatçe: “İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”

Biz böyle bir sözlüğü de çalışmalıyız. Esma’dan herbirisini birer adacık, bütünden kopuk parçacıklar olarak değil, ‘geçiş tefekkürünü de ders verecek şekilde bir sözlük’ hazırlamalıyız. Hak Teala’nın Furkan-ı Hakîm’inde bu tarz birlikteliği sık kullanması, Bediüzzaman’ın mezkûr geçişin sağlıklı tefekkür için şart olduğunu öğretmesi, birer işaret taşı olmalı. Günü gelince bir nur talebesi yapar inşaallah. Güncenilmesin. Hayalimi yazıyorum. Hayal de duadır. Dua da hayaldir. Yazımı bir dua olarak bıraktım. Duamı bir yazı olarak bıraktım. Eğer kabule kârin ise, elbette, böyle bir tedrisin de yolu açılacaktır.

4 Nisan 2015 Cumartesi

Allah bilmekle değişir mi?

Hak Teala katından çokça rahmetler bağışlasın ona. Esad Coşan Hocaefendi merhum, bir Râmuzu’l-Ehâdis dersinde, “Bir saat tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır!” hâdisini izah sadedinde diyordu ki: Bazı olur, değil yalnız bir sene yaptığımız ibadetler, bir ömür yaptığımız ibadetler dahi, bir saatlik tefekkürümüzün neticesinde gerçekleşir. Mesela: Gayrimüslimin biri, düşünüp farketse ki, İslam hak dindir. Ve yüreğinden gele gele bir kelime-i şahadet söyleyip daireye girse ardından. Ondan sonra yapacağı tüm ibadetler o bir vakitlik tefekkürün neticesidir. Yine bir mü’min, herhangi bir ibadet hakkındaki tefekkürünün neticesinde, ‘devamlı olma’ kararına varsa, daha sonra yapacağı bu türden ibadetlerin tamamı o saatin meyvesi olarak gerçekleşir. (Takva, tevbe ve istiğfar ile ilgili kararlar da elbette yine bu sadeddendir. Hepsinin kararı tefekkürlerinde alınır.)

Birşeyi bilmek, hem daha iyi bilmek, onu değiştirmek olmasa da ‘dünyandaki bilinişini değiştirmek’ manasına geldiğinden ve bu bilgi değişikliği aynı zamanda seni de değiştirdiğinden, öğrenmek ‘kendini değiştirmek’ anlamına gelebilir. (Çünkü kendini değiştirmek nihayetinde şeyler hakkındaki düşüncelerimizi değiştirmektir. Şeylerden bağımsız bir değişim yoktur. İnsan âlemiyle birlikte değişir. Değiştiği de yine âlemindeki karşılıklarından anlaşılır.) İşte bu yönüyle diyebiliriz ki: Tefekkür bir değiştiricidir. ‘Kendiliği’ değiştirmenin bir yoludur. Bir taleptir. Duadır. Evet. Bilmek ister istemez ‘etkilenmek’tir. İnsanın dışındaki/içindeki (âfâktaki/enfüsteki) dünyaya dair eriştiği her bilgi, bir şekilde ondan etkilenmesiyle, yani farketmesiyle, şahitliğiyle mümkün olur. Farketmediği şeyin bilgisinden değişmez insan. Şahit olmadığını ıskalar. Bu kadar girizgâhın üzerine artık şunu da ekleyebiliriz arkadaşım: Âdemoğlu tefekkür etmekle Subhaniyet, Ezeliyet, Ebediyet sahibi olan Allah’ı (hâşâ) değiştirmez. O eksiklerin/sınırlıların şânı olan değişmekten münezzehtir. Değişmek noksaniyetin getirisidir. Noksanlık ilahlıkla bir olmaz. Noksanlık mahlukata yakışır. Taallümle tekemmül bizim mesaimizdir. Yani ‘daha önce öyle bilmeyen’ aynasını değiştirebilir insan.

Allah’ı farklı farklı isimleriyle, sıfatlarıyla, şenleriyle, yönleriyle tanımak; o tanıyışın mübarek uyandırıcılığı daha önce bizde bulunmadığından ötürü; değil ‘Rabbü’l-Âlemîn’ olan Allah’ı, belki ‘Benim Rabbim’ diye bildiğin Allah’ı kendi dünyamda değiştirmektir. Çünkü ‘Benim Rabbim’ ancak bildiğim/ulaşabildiğim bir marifetle ‘Rabbim’dir. Bilişimin sınırları marifetimi de sınırlar. Aynanın yaraları yansıttığını da yaralar. Rabbü’l-Âlemîn kusursuzdur. ‘Benim Rabbim’se, (hâşâ) Rabbimden dolayı değil, ama cahilliğimden ötürü kusurlanabilir. Arkadaşım, izahlarımın Zât-ı Subhanî’nin ‘varlığı/yaratışı’ ekseninde değil, ‘farkedilişi/bilinişi’ mahiyetinde şekillendiğini sanırım yeterince açıkladım. Kuvvetle altını yeniden çizmek istiyorum. Hem mürşidim bu sadedde dediği birşeyi de hatırlatmak arzuluyorum. Çünkü o benden güzel söylüyor: “İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: (...) ‘Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.’ Demiyor, ‘Rabbü’l-Âlemînden haber veriyor.’ Hem der: ‘Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.’ Demiyor, ‘Rabbü’l-Âlemînin arşıdır.’ Çünkü kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.”

Tefekkür işte bu yönüyle ‘değiştirici’dir arkadaşım. Allah’ın kalpteki marifetini arttırmak, dolayısıyla o kalbi değiştirmek, dolayısıyla dünyamdaki herşeyin anlamını da zenginleştirmektir. Âlemden âleme geçmektir. Bu pencere değiştirme, mesela ‘Vahid olan Allah’ın marifetinden ‘Ehad olan Allah’ın marifetine geçme, ister istemez kişiye yeni bir pozisyon alma meyli verir. Zikredilen manzara değil nazar değişikliğidir. Gösterilenin değil görünenin değişimi. Marifet ahlakı bu çekiçle şekillendirir. Ahlak marifetle gelen dönüşüme ilelebed direnemez. (Alışkanlık sûnî bir fıtrattır. Direnen inad değil alışkanlıktır. Terkedemediği sevdası değil pişmanlığıdır. Pişmanlıksa tevbeye yakındır. Hatta hadisin ifadesiyle dahildir.) Evet, ne mutlu, hepimizin kalbi Esmaü’l-Hüsna önünde günebakanlar gibi duruyor. Şems-i Sermedimiz hidayetiyle ışıldıyor. Elhamdülillah. Bağışı ne yandan gelirse yüzümüzü o yana çeviriyoruz. Ne kadar pencere bulsak o kadar seviniyoruz. Ne kadar bilsek o kadar yeşeriyoruz. Peygamberlerin istiğfarları da ancak makamlarındaki yükselişle açıklanıyor:

“O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcât birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.”

Hz. Hızır ve Hz. Musa efendilerimin (Allah’ın selamı ikisinin de üzerine olsun) Kur’an’da geçen kıssasını hatırlayalım: Hz. Hızır, Hz. Musa’ya nasıl itiraz etmişti: “İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?” Buradaki içyüz/ilm-i ledün hatırlatması, bize, ahlakın (özelde sabır ahlakının) içyüzü bilme çabasıyla (yani tefekkürle) ne denli ilgili olduğunu da hatırlatmıyor mudur? Yani, tabir-i caizse, “Aslında ne olduğunu/hikmeti bilirsen ancak sabredebilirsin!” diyor bize Hz. Hızır âdeta.

Fakat, nefes alalım, burada bir parantez daha açmaya ihtiyacım var:

Allahu’l-a’lem, ilm-i ledün, bir ‘bütüne bakış’ refleksidir. Parçadan bütüne, tecelliden şuunata, görünenden gayba bir tevekkül ahlakıdır. Zaten Muhakemat’ta ‘Hayır küllîdir’ denilmiştir. Demek hayır daha bütüncül bakışlara kendini gösteren birşeydir. Bizim kısacık marifetimizi Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın marifetinin yanında toz zerresi kılan da budur. (O şecere-i hilkatin bütününü görmüştür.) Detaylar, her detay nazarı/dikkati bir parçalamak olduğundan, bazen hayrı şer gibi gösterebilir bize. Hayrın görülmediği her yerde kaçılması gereken yer bütündür. Bütünün sahibidir. Şer cüzîdir. Yalnız saçının ıslaklığına bakan yağmura kızabilir. İlm-i ledün belki burada zamana yayılmış bir hikmet/amaç külliyetini de kasteder. Varlığın içyüzü de zamana yayılmış bütünlüğüdür. O bütünlükte gözükendir. “Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir.”

Ki, Hz. Hızır da, yaptıklarının hikmetini ‘zamanın bütüncüllüğüne bakınca anlaşılacak’ nedenlerle açıklar. (Yine biliyoruz ki, dünyada yarım kalmış gibi görünen pekçok şeyin devamı/cevabı, ahirettedir.) Bu hususta ‘istiaze’ de yeniden tefekkür edilebilir. Yani Allah’a sığınmak da, arızası aşılamayan parçadan bütüne kaçmaktır aslında. Parçalayıcının (İblis’in) şerrinden bütünün sahibine (Allah’a) sığınmak! (Başka bütün şerlerden/şerirlerden yine öyle.) İblis’in ‘insana secde edenler bütünlüğü’nden de kopan bir parça olduğunu hatırlamak yerinde olur şimdi. Bir diğer açıdan, o, Allah’a itaatsizliğin ilk parçasıdır. Bütünden koptuğu gibi koparmayı da görev bilmiştir.

Parantezi kapatalım. Tefekkür ve ahlak arasındaki bağıntıyı bize aslında Fatiha sûresi de söylüyor. İlk üç ayette ‘Rabbü’l-Âlemin, Rahman ve Rahim, Hesap gününün sahibi’ olarak tanıdığın Allah karşısında, bu marifetin bir karşılığı olarak, yeni bir duruş sergilemeye kendini mecbur biliyorsun. İşte o zaman dördüncü ayet devreye giriyor arkadaşım. Kısa manası ile şöyle: “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.” Yani, Fatiha’da, yukarıdan aşağıya biraz şu da hissediliyor sanki: “Allah böyle, böyle, böyle ise; ben de artık şöyle, şöyle, şöyle olmalıyım. Öyle bir Allah’ın kulu böyle olmalıdır. Öyle bir manzaraya karşı benim konumum böyle değişmelidir. Evet. Onun marifetinde yeni bir aşamaya geldim, etkilendim, bu beni de değişmeye zorlar.”

Tıpkı günebakan misalinde olduğu gibi: Marifet güneşin dünyanda ifade ettiği konumu etkiliyor. Sen de o yeni marifete göre yeni bir ahlak seçiyorsun. Elhamdülillah. Hadiste vurgulanan ‘bir saatlik tefekkürün’ ifade ettiği ibadet kıymeti, yani ‘bir senelik ibadet’ kıymeti, zaten o ibadetin motor gücü tefekkür olduğundan ayrıca anlamlı. Bizde işaret ettiği sırsa pek büyük. Allah’ı ne kadar bilirsen o kadar ahlakını değiştirirsin. İbadetin de zaten ahlakının bir parçasıdır. Ve yine Kur’an, Fatır sûresinde, son sözü söylüyor bize: “Kulları arasından ancak âlimler hakkıyla Allah’tan korkar.”

2 Nisan 2015 Perşembe

Onu gösteremediğin yerde sen de görünme!

"Belki de ün tutkunuz ölüm korkusudur?"

Bertolt Brecht’ten Öyküler kitabından.

Bir ‘arada kalmışlığımız' var arkadaşım. Hiç geçmiyor. Başımızdan hiç gitmiyor. Nedir? Belki şöyledir: İnsan, içinde bir yerde ‘asıl’ olmadığını, 'başkasının varetmesiyle' ve 'işaret etmek için' varolduğunu seziyor. Bu sezgi uyandırıcılığıyla bir saklanma hissi doğuruyor. Sığınıyor. Kendiliğinden sığınıyor. Kendinden sığınıyor. Bir çeşit detaylaşma temayülüyle. Tevazuyla. İsim olmaktan soyunarak. 'Gülüm görünsün' diye sıradanlaşan diken gibi. Baharın sinemasına perdelik eden boz toprak gibi. Herhangiliğini sarınıyor. Çünkü tezahürü bu makamda bir işgal. Fontun ziyade dikkat çekmesi manaya tecavüzdür. Bütün tasarımcılar bilir bunu. Gösteren görünenden fazla görünmemelidir. Dolayısıyla gösterenin hilkatten hakkı mana-i harfîdir. Odak değil detaydır.

Kendi varlığından varedenin varlığına sığınması lazım. Hayat da böyle başlıyor zaten. Yuvası olmayanın kabuğu var. Kabuğundan çıkanın yuvası var. Aksi tehlike. Aksi düzenin reddettiği. Aksi yaratılışa muhalefet. Aksi işgal. Bu işgale hakkı olmadığını hissediyor insan. Kimi yerlerde dokunacak gibi oluyor. Evet. Fazla sevilmek rahatsız ediyor. Fazla övülmek rahatsız ediyor. Buradan besleniyor utangaçlık ayrıca. Hayâ bunun ahlakı. Hayrı gizli yapmak da öyle. Görünmenin işgalinden/şehvetinden kurtarmak göstereni. İhlas da bu değil mi? Ne biliyorsun: Asosyal dedikleri de belki bunun izinde. Fakat o da bu sezginin ifratında. Nihayetinde pekçok hissimiz fıtrî sezişlerin gölgesinde rengini buluyor arkadaşım. Herşeyin ifratı var, tefriti var, istikameti var. Ama hep var.

Bir de bazı açılardan sınırsızlığını hissederek o sınırsızlığın sonuna kadar koşmayı arzulayan diğer bir yanımız var. Yani ki, mürşidimin ifadesiyle, “İnsan gerçi cahil, zulmetli birşeydir, amma öyle bir istidadı vardır ki, âleme bir enmuzeç ve bir nümune olmaya liyâkatı vardır. Hem o insanda öyle bir emânet vedia bırakılmıştır ki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlak bırakılmıştır.” Mutlak bırakılmak ne demek? Varolmak baştan çıkarıcıdır. Bir kez varolan hep varolmak ister. Bir kez varolan daha çok varolmak ister. Hep varolmayı istemesi kuvve-i gadabiyeye bakar. Zararlardan sakınır. Varlığına tehdit istemez. Daha çok varolmayı istemesi kuvve-i şeheviyeye bakar. Menfaatlerine saldırır. Alabileceğinden alıkonulsun arzulamaz. Erenlerin de dediği gibi: Ruh bedene nefisle âşık kılınmıştır. el-Halık ismi varlık sahnesine çıkışımıza bakıyorsa el-Kayyum ismi de o varlığın devamını arzulamıza bakıyor.

Ve dahi arkadaşım, insan, Allah'ın her ismine aç yaratılmıştır. Esmaü’l-Hüsna’nın herbirisinin bizde bin rızkı vardır. Aleyhissalatuvesselamın buyurduğu gibi tıpkı: “Fakirliğimiz fahrımızdır.” Çünkü bilmemizdir. Allah’ı sezmemizdir. Hikmet aklımızı doyurur, cemal gözümüzü, rahmet gönlümüzü. Herbir yarımlığımız o yarımlığı giderecek tecellileri arzular. Devamı kadar arttırılışı da varlığa dairdir. Halbuki ‘daha çok olmak’ ruhun lügatinde nefisten başka tarif edilmiştir. Daha çok varolmak, bedensel/maddî zeminde daha çoğuna sahiplik ve daha uzun süre varolmakla karıştırılır nefis tarafından. Doğrusu aksidir: Ne kadar çoğuna sahip olursan o kadar azı senin olur. Ne kadar çok diken tutarsan o kadar çok yara sahibi olursun. Eksilirsin. Azalırsın. Çünkü “Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır.” Yahut “Zevâl-i elem lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.”

Senin sahipliğin yalan. Ancak şahitliğin hakikattir. Elinden gidiyorsa, engel olamıyorsan, senin olamaz. Arızî olan aslolandan faniliğiyle ayrılır. Şahitliğinse senden gitmez. Sahicidir. Fakat şahitler de yalnız emanetçidir. Arkadaşım, hatırlarsın, Âdem aleyhisselam ve Havva annemizin İblis tarafından "Ancak bu yasak meyveyi yerseniz cennette sonsuza dek kalırsınız!" diyerek kandırıldığı anlatılır. Demek varolma arzumuz şeytanî kancaya en kolay gelen ağzımız. Eyvah. Hem de sahi. Kabil de Habil'i elindeki 'daha güzele' sahip olmak için şehit etmemiş miydi?

Yapıtaşımız bu bizim. Öyle anlaşılıyor. ‘Ol’ denilen bu lütûftan vazgeçemiyor. Varolan hep varolmak istiyor. Varolan daha çok varolmak istiyor. İmtihansa bu varlığı nerede aradığımızda ilgili. Mana-i ismîde mi? Mana-i harfîde mi? Parça mı olacağız, bütün mü? Detay mı kalacağız, asıl mı? Demek ki, Allah'ın varettiği, o varedişin lezzetinden sarhoş olmuştur, aksini düşünemez artık. (Bizi sarhoş edene sonsuz şükürler olsun.) Aşk-ı beka dediğimiz şey de biraz bu. İşte bu varolma arzusunun ifratını biz 'görünme arzusu' veya 'tüketme arzusu' ile müşahade ediyoruz. Görünerek sanki daha çok varoluyoruz. Başkalarının gözlerinde de ‘ol’uyoruz. Anlarını çalıyoruz. Ve tüketerek de varlığı kendimize katıyoruz. Yiyoruz. Sarıyoruz. Hapsediyoruz. Hakikatteyse israf ediyoruz.

Kibir bir parçası. Şöhret diğer yanı. İsraf arka kapısı. Gevezelik bile bundan besleniyor. Arsızlık da yine bundan. Daha çok varolma isteğimizin, işgal hareketimizin, farklı kuvvelerden kaynaklı duygularla-hislerle farklı suretlerle/renklerde karşımıza çıkması hepsi. Yemekte-içmekte sanırsan varlığını obez olursun. Konuşmakta sanrılarsan geveze. Şehvetten umarsan sapık. İsraf da kibir de aynı derecede işgal hareketleridir. Kibir ‘sen’le israf ‘seninle’ yapılan bir işgaldir yani.

İmtihanın konusu sanki bu: ‘Ol’makla baştan çıkmışız-çıkmamışız. Varolma, görünme, tüketme, tanışma arzuları içinde bir denge arıyoruz. İstikametimiz, Bediüzzaman'ın Kur'an tilmizini tarif için kullandığı şu cümlede gülümsüyor: "Nihayet izzet içinde nihayet tevazuu cem ediyor." Bir cem makamı var ki yakalamak gerek. İfratını çok gördük Firavun'la, Nemrut'la, Hitler'le, Stalin'le, M.K.’yle... Veya daha çok görünmek adına girmedikleri rezillik kalmayan şöhretperestlerle. Tefritine de şahit olduk. O da bir hastalık. O da bir sapma. Yaratılışına-Yaratana güvenememe. Mesela: İntihar ile varlığından kaçmak. Mesela: Depresyonla varlığından utanmak. Mesela: İzzetsizlikle kula kulluk eder derekelere düşmek. Allah'ın varettiği, varlığını büsbütün sakladığı zaman da mutlu olamıyor, haddinden fazla göründüğünde de. 'Tahdis-i nimet' dengemiz bizim. Hem tefekkürle mükellefiz hem de tebliğle. Bahtımızda ‘bilmek’ kadar ‘ilancılık’ da var. 

"Hayâ imandandır!" buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Elbette saklanmak Şems-i Ezelî'nin varlığını ilan makamında en doğru harekettir. İnsan içindeki rububiyet iddialarına karşı ne kadar saklansa yeridir. Ama izzet, yani Şems-i Ezelî'yi görmeyen örtücü/kâfir, karartıcı/zalim gözlere "Onu görmüyorsan, beni gör, şahitliğimi işit!" demek, bu da imanın bir cüzü, imtihanın bir parçasıdır. Bitirirken, kendim için dilediğimi sana da dilerim, arkadaşım. Ne önceki ne öteki. Ne ifrat ne tefrit. Makam-ı cemde hem izzet hem tevazu lazım bize. Hayalimizi şöyle özetleyebilirim: Onu göstermek için görün. Görünebildiğin kadar görün. Onu gösteremediğin yerde sen de görünme. Ayna olurken varolmakta bir sıkıntı yok. Fakat perdeliğe başladığında ‘kâfir/örten’ sen oluyorsun.

1 Nisan 2015 Çarşamba

Hepimiz bölücüyüz!

“Kalemlerin mürekkebi kurudu. Ve sayfalar dürüldü. Sen, yakîni bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış. Şayet buna muktedir olamazsan ‘hoşuna gitmeyen şeyde sabır’da çok hayır var.” Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5836

Sirenleri Taşa Tutun’da okumuştum. Kafka yazdıklarını gösteren bir gence demiş ki: “İçlerinde çok fazla gürültü var. Çünkü daha çok gençsin.” Yaşım ilerledikçe söyleneni daha iyi anlıyorum. Çünkü cümlelerim kısalıyor. Böyle olmasını beklemezdim halbuki. Zannım aksineydi. Yani şöyle olur diyordum: İnsan olgunlaştıkça cümleleri ağırlaşır. Yükleme varmak için daha uzun yollar kullanılır. Daha bir tumtraklı olur ifadeler. Ve/veya sayısı artar. Yahut/veyahut birkaç katıyla çarpılır. O kadar güçlüdür yani. Herşeyi bir cümlede söyleyebilecek kadar güçlüdür. Daha çok manayı tutabilecek kadar güçlüdür. Bölmeyecek kadar güçlüdür. Fakat öyle değilmiş. Yorgunluk başka birşey. Yavaşlama içinde kısayolları aratan birşey. Ellerin büyürken avuçların küçülmesi.

Şahitliklerin biriken ağırlığı, tecrübenin safrası, bir bıkkınlık dünyayı değiştirememekten gelen; bunlar yazı diline ifadelerin uzunluğuyla yansımıyormuş. Evet. Yaşadıkça görüyorum. Yaşlandıkça yapıyorum. Lokmaları yutmadan önce küçültüyorum. Daha sık nefes alıyorum koştuğumda. Daha çok mola istiyor bedenim. Daha çok mola istiyor fikrim. Kelimeler zihnime yük. Ellerim küçük. Ben acizim. Nihayet farkettim.

Yalnız kalmayı özlüyorum. Sessizliği özlüyorum. Eskiden böyle değildim. Alıştım. Kabirdeki halime yaklaştım. Suskunluk sevdiriliyor bana. Yalnızlık sevdiriliyor bana. Noktalarla barışığım artık. Daha sık uğruyorlar metinlerime. Böldükçe rahatlıyorum. Aczimin bir delilidir bence bölmelerim. Bunu da, çok şükür, idrak ettim. Ve aynı zamanda, asl-ı halimi dürüstçe ifade ettiğim için böylece, rahat ettim. Kolay olan uyumlu olandır. Kolay olan fıtratına uyandır. Doğru kolaydır. Her ne ki bölmeye-bölünmeye ihtiyaçlıdır, belli ki özünde zayıf, sınırlı ve muhtaçtır. Fıtratı budur. Doğrusu budur. Uyumu mudur. Sonsuzsa bölünememesinden tanınır.

“(...) tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâl...” Mürşidim, hem Cenab-ı Hakkın sıfatlarını tarif ederken, hem de yaratışını nazara verirken ‘bölünmezlik’ vurgusunu sık yapar: “Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz.”

Arkadaşım, işte, bu bölünmezliği bugünlerde biraz daha farklı/zengin anlıyorum. Kendi bölücülüğümdeki aczin soluğu bölünmezliği bir ‘sonsuz kudret’ delili gibi okutuyor. Ve şirkin en büyük düşmanı da yine bu ‘bölünmezlik ilkesi’ oluveriyor. Neresini kesip başka bir ilaha vereceksin? Hiçbir parçası diğerinden bağımsız değil ki. Her an bir işte olan Allah, ara vermeye ihtiyacı olmayan Allah, zaten bu yüzden Allah. Yine mürşidiminden yardım alayım: “Herşey herşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyi halk eden herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir.” Allah dediğin ancak böyle olur. Böyle olmayan şeyler ‘ilah’ denmeye layık değildirler.

Varlığın cümlesi ezelden yazılmıştır. Hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi ‘mürekkebi kurumuştur.’ Bütünlüğü Allah’ın ilmindeki kuşatılmışlığının delilidir. Kıyameti bile virgülüdür Onun, noktası değil. Ebeden devam edecek, yani hiç bölünmeyecek, cümlesinin bir virgülüdür. “Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir.” Sen bölmekle kuşatıyorsun diye, Allah, öyle yapmaya mecbur kalabilir mi? Sendeki kusur, hâşâ, Ona ulaşabilir mi?

Kendine bakarken, dilediğince aczine delil bul, ama Allah’ı kayıt altına almaya çalışma. Çünkü empati yapmak, kendini Onun yerine koymaktır, Onu anlamak değil. Onun nasıllığını anlamaksa ya Ona sormak (vahyini dinleyerek) yahut eserine bakmakla (kainatı tefekkür ederek) mümkündür. Ve arkadaşım; insan bölücüdür, akıl bölücüdür, ben/bencillik bölücüdür. Beşer kendi bölücülüğünün zararlarından Allah’a kaçar. Sağlam kalabilmek için. Sınırlarından kaçar. İmzası olan kusurdan kaçar. Şeytandan kaçar. Nefsi en temiz olanımız Aleyhissalatuvesselamın, nefsiyle başbaşa kalmama duası, hem de göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, böylesi bir korkudan besleniyor. Biz kendi bölücülüğümüzden tevhidin bütünlüğüne sığınırız. Mahluk olmamızın hudutları kaçınılmaz hale getirdiğini biliriz.

İman yalnız ‘olanlara’ değil ‘olabileceklere’ de şifadır. ‘Zalim’ ve ‘cahil’ bölücülüğümüzden evreni kurtarmanın başka çaresi yok. Yaratılmışın öz zehrinden korunmak için bütünlüğün bilgisine ihtiyacı var. Bunu farkettiğinde anlayacaksın ki, o bilgiden uzaklaştıkça, dünyanın sonunu yaklaştırıyoruz. Ve parçaladıklarımız artıyor. Ve kıyamet yaklaşıyor. Evet, insan kıyametini bir yaraymışçasına yanında taşıyor, tıpkı dendiği gibi: “Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir.”

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...