18 Şubat 2016 Perşembe

Kur'an kime yeter?

"Dini ilimlerde itimad ettiğimiz kaynaklar ne kadar Asr-ı Saadet'e yakın olursa, muteber ve mutemed olma ihtimali o kadar yüksektir." Prof. Dr. Salim Öğüt, Modern Düşüncenin İslam Anlayışı kitabından...

Bu, Bediüzzaman'ın da metinlerinde dikkat çektiği birşey, ben de mürşidimin ayaz izlerini öperek altını çizeceğim: Bir sözün değeri anlamıyla ilgilidir, fakat bir sözün anlamını sadece lafızları belirlemez. Sözün kim tarafından söylendiği, kime söylendiği, ne makamda söylendiği de o sözün kıymetini tayinde önemlidir. Bir polisin, topluca insanların oturduğu bir yere girip "Ayağa kalkın!" demesiyle, küçük bir çocuğun böyle bir yere girip "Ayağa kalkın!" demesi arasında fark vardır. Cümle aynıdır, ama söyleyenden kaynaklanan bir 'anlam' farkı sözün 'değer'ine de yansır. Birincisini önemserken ikincisini önemsememeniz bundandır. Yine "Filanca seni seviyor!" cümlesinin o 'filanca' kısmında yazan isme göre cümlenin 'anlam' boyutu renkten renge girer. Sevmediğiniz bir adamın sizi sevmesi bile rahatsız ederken, çok sevdiğiniz birisinin sizi sevdiğini söylemesi ayaklarınızı yerden keser.

Tersi de mümkün. Sizin ağzınızdan çıkan bir sözün kime söylendiği de sözün 'anlam' boyutunu değiştirir. "Seni seviyorum!" dediğiniz oğlunuz/kızınızsa cümlenin değeri başkadır, âşık olduğunuz kişiye söylenmişse başkadır, rahmetli olmuş babanızın mezarı başında söylenmişse daha da başkadır. Hatta ummadığınız bir dostunuz düşmanınıza bu sözü derse, bunun anlamı sizin için daha da başkadır. 'Söyleyenler' veya 'söylenenler'den bağımsız olarak söze bir değer biçemezsiniz çoğu zaman. Zaten 'söyleyenler, söylenenler ve söylenildiği şartlar' hep beraber kelamın bağlamını belirler. Biz de kelamı sadece lafzıyla değil, bağlamıyla birlikte ele aldıkça 'daha doğru' anlarız. Peki bağlam/makam sözü nasıl etkiler?

Birinci olayımız: Diyelim ki; annemle mutfaktayız. Annem bulaşık yıkıyor ve elleri köpüklü. Ben tam o sırada sarmaların cazibesine dayanamıyor ve tencereden aşırıyorum. Tam çıkacakken mutfaktan, annem sesleniyor: "Ağzını kapa!" İkinci olayımız: Annenizle birlikte sebzelere/meyvelere bakıyorsunuz. Anneniz kalitesini anlamak için elleriyle de yokluyor. Ürünlerinin yoklanmasına, fakat alınmamasına kızgın tezgah sahibi annenize kaba bir söz söylüyor. Siz de ona kaba birşey söylüyorsunuz. Ortam geriliyor. Arkadaşları pazarcıyı sakinleştirmeye çalışıyor. Fakat siz daha öfkelisiniz. Konuşmaya devam ediyorsunuz. Anneniz yaşananlardan endişeli. Bir türlü kavgayı bırakmamanızla korku içinde. Diyor ki: "Ağzını kapa!"

Söylenen birebir aynı cümleyken ve aynı kişiler tarafından yine aynı kişilere söylemişken, bu iki sözü birbirinden tamamen farklı anlamlara getiren nedir? İşte bu da sözün söylendiği makamdır/bağlamdır. Şimdi birisi size gelse ve "Ahmed'in annesi Ahmed'e 'Ağzını kapa!' dedi!" diye nakletse, aklınıza bağlamdan bağımsız olarak ifadenin sizdeki ilk çağrışımı gelir. Ne için söylenildiğini öğrenmek ve sözü daha iyi anlamak için nakli yapan şahsa 'yaşananları' da sorarsınız. Bu nakil birinci olaya dair yapılmışsa, o sözle söylenilmek istenen; 'sarma aşırdığım tencerenin kapağını kapatmayı unutmuş olduğum'dur. Fakat ikinci olayda kastedilen 'susmam'dır. Daha bunun gibi pekçok farklı makam vardır ki, sözü söyleyen ve sözün söylendiği kişi aynı olduğu halde, o sözden muradın farklılaşmasını sağlar.

Bir sözü anlamak sadece onun lafızlarının ne dediğini anlamak değildir bu yönüyle. Onun söylendiği şartları da anlamak gerekir yorumda isabet edebilmek için. Kimi zaman bağlamın söze etkisi çok az olabilir. Bunu reddetmem. Ama çoğu zaman o kadar ciddi bir şekilde etkiler ki, sözün anlamını tersyüz bile edebilir. İlk duyduğunuzda anladığınızla, bağlamı öğrenince anladığınız tam tersi şeyler olabilir. Kur'an'ı anlamada esbab-ı nüzulün kıymeti bu yüzdendir. Hatta Kur'an dışında edinilen Kur'an'ı anlamaya yardımcı her ilim/bilgi aslında Kur'an'ın bağlamını anlamaya yardımcıdır. Onun için öğrenilir. Bu noktada, Bediüzzaman'ın Mustafa Sungur ağabeyden nakledilen şu sözleri ne kadar anlamlıdır:

"Mahfuzatım olan 80-90 kitapları ezberden tekrarlardım. Bunlar Kur'an'ın hakikatlerine çıkmaya basamaklar oldu. Sonra Kur'an'ın hakikatlerine çıktım. Baktım her bir ayetin kainatı ihata ettiğini gördüm. Artık başka şeye ihtiyacım kalmadı. Kur'an bana kafi geldi."

Kur'an'ın kafi geleceği bir noktadan bahsedeceksek, bu, ancak sair İslamî ilimlerde bir yetkinlik elde edip onların vasıtasıyla Kur'an'ın bağlamına ve şümulüne bir yakınlık kesbettiğimiz noktada mümkündür. (Müceddid de zaten bir bağlam hatırlatıcıdır.) Hele hele ayet-i kerimelerin tefsirleri/şahitleri hükmünde olan ehadis-i nebeviyeye ve o ehadisin şahitleri/müfessirleri hükmünde olan selef-i salihinin içtihad ve görüşlerine danışmazsak, ne sözün kendisine ne de bağlamına yeterince yakınlık kesbedemeyiz.

Müçtehid ve müceddid imamların aynı zamanda birçok İslamî ilimde yetkin isimler olmaları işte o bütünlüğe vukufiyetin kendilerine kazandıracağı bağlam bilgisi ile açıklanabilir. Yoksa Arapçasının A'sını, hadisin h'sini bile bilmeyen modern zaman işgüzarlarının meallerin karşısına oturup işkembelerini şaklatarak "Bize Kur'an yeter!" demelerinin hiçbir anlamı yoktur. Bu, kendi aptallıklarını ilandan başka birşey değildir. Bırakın dinî ilimleri, bırakın Kur'an'ı, tarihî bir olayı/sözü anlarken bile o dönemin şartlarına vukufiyetin lazım olduğunu bilen ehl-i ilim için bu söz bir deli saçmasıdır. Çocuğun "Ayağa kalkın!" demesi gibi birşeydir.

Bu yazıyı yazmama sebep geçenlerde bir mecliste kıymetli ağabeylerimin/kardeşlerimin arasında şahit olduğum bir ihtilaf idi. "Bir saat tefekkür bir sene ibadet-i nafile hükmündedir!" hadisinin Arapça aslında 'nafile' kaydının bulunmayışını, daha sonraları farz ibadetlerin kıymeti tenkis edilmesin diye konulmuş bir kayıt olarak niteleyen bir ağabeyim, aslında farz ibadetlerin de bu hadisin kapsamına dahil olduğunu söyledi.

Öncelikle belirtmeliyim: Ben muhaddis değilim. Bu hadisin üzerine yaşanmış tartışmalar varsa bunlara vakıf değilim. Fakat selef-i salihinin şerhlerinde düştükleri bir kaydın boşuna olmadığını ve genelde bu kayıtların sözün bağlamına dair olduğunu düşünüyorum. O an Allah Resulü aleyhissalatuvesselam 'ibadet' derken hangi ibadetleri kastetmiştir? İşte bu iş, annemin bana "Ağzını kapa!" demesi gibidir. Eğer selef-i salihinin yorumlarını bir kayıt olarak kabul etmezsek, o söz her anlama gelebilir ve söyleyenin muradı olmayan manaları da kapsayabilir.

Selefimiz, hem tarihî anlamda, hem de sözün söylendiği sosyoloji ve dil anlamında Asr-ı Saadet'e daha yakındırlar. Elbette bu onların bağlama yakınlığı anlamına gelir. Biz, Ahmed'e "Ağzını kapa!" denmesinin sebeplerini ancak nakillerle bilebiliyoruz. Halbuki sahabe-i güzin ve tabiin ve tebe-i tabiin o mübarek sözlerin söylendiği dönemin en yakın şahitleridir. Eğer maksadımız, sözü 'işimize geldiği gibi' değil 'doğru' anlamaksa, bağlama bizden daha yakın olanların sözlerini bağlayıcı kabul etmek zorundayız.

Bilmiyoruz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam belki de uzun uzun nafile ibadetlerin faydalarından bahsettiği bir konuşmadan sonra veya arasında o cümleyi söyledi. Bilmiyoruz, belki de konuşmanın öncesinde veya sonrasında meselenin 'nafile ibadetler'den ibaret olduğunu hissettirir bir kayıt vardı. Konuşmanın tamamı nafile ibadetler hakkında olduğu için, Allah Resulü, o cümle içinde tekrar 'nafile' diye belirtmemiş de olabilir... Bilemiyoruz. Ama o sohbetin şahitleri biliyorlardı. Sohbetin şahitleri ve o sohbetin şahitlerinin şahitleri veya daha sonraki nesiller bu kaydı gerekli görmüşlerse, onlara teslim olmak zorundayız. Yoksa Ahmed'e her "Ağzını kapa!" diyen çenesini kapatmasını istiyor değildir.

15 Şubat 2016 Pazartesi

Bediüzzaman Cevşen'i şia kaynaklarından mı aldı?

Daha başlarken şunun altını çizmeliyim belki: Bu yazı, mezkûr soruya net bir cevap vermek için değil, elinden gelebilirse 'soru işareti sayısını olması gereken seviyeye çıkarmak için' yazıldı. Böyle demekle neyi kastediyorum? Tarif edebilmek için Zaman İçinde Bediüzzaman kitabında değinilen bir hastalığımıza dikkat çekmem gerek. Deniliyordu ki o kitapta: Nur talebeleri, Bediüzzaman hakkındaki yapılan suçlamalara, dayanaklarını/argümanlarını yeterince sorgulamadan karşı koyuyorlar.

Örneklerden birisi şuydu: Bediüzzaman'ın Kürt Teali Cemiyeti'ne üye olup olmadığı meselesinde "Üyeydi!" iddialarına karşı "Değildi!" diyenlerin, bunu, Kürt Teali Cemiyeti'nin zararlı bir cemiyet olduğu ve Bediüzzaman'ın da asla vatana zararlı bir cemiyetin içinde bulunmayacağı üzerinden savundukları zikrediliyordu. Fakat kimse "Kürt Teali Cemiyeti hakikaten zararlı bir cemiyet miydi?" veya "Kürt Teali Cemiyeti içindeki herkes muzır kimseler miydi?" diye sorgulamıyordu. Halbuki Kürt Teali Cemiyeti'nin 'hâzâ şer' gibi sunulması bir Kemalist tarih öğretisiydi. Bediüzzaman bu cemiyete üye olsun veya olmasın, bu soruya mezkûr üslûpta cevap vermek, aslında iddianın yüzdeellisini sorgulamadan kabul etmekti.

Bu tehlikeye Ebubekir Sifil Hoca da eserlerinde sıklıkla dikkat çeker. Ona göre İslam coğrafyasında modernist akımlar, oryantalizmin sorularına 'dayandıkları argümanların doğruluğu sınanmadan' verilmeye çalışılan cevaplar sonucu oluşmuştur. Bediüzzaman da, hem Eski Said dönemine, hem de 'mütefekkirin kısmı' dediği insanlara dair bir eleştirisinde der ki:

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

İlk yapmamız gereken sorunun sıhhatinin sorgulamakken, biz, sorulara tatmin edici cevaplar yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu da sorudaki argümanların doğruluğunu bir ölçüde 'layetezelzel' kabul ettiğimiz bir etkilenişe tekabül ediyor. Dört kadınla evlenebilme ruhsatı, recm, faizin haramlığı vs... meseleleri belki günümüzde kendisini en açık gösteren örnekleri bu rahatsızlığın. Bu başlıklarla gelen sorularda o kadar ezilip büzülüyoruz ki, hani neredeyse "Allah da bunu niye böyle yapmış ki canım?" sitemine kadar uzanıyor iş, Allah korusun. Zaten Kur'an'ın tarihselliği iddiaları da bu eziklikten beslenerek serpiliyor. Her neyse... Asıl konuma dönersem:

Bediüzzaman'ın Cevşen'i şia kaynaklarından aldığı yönündeki iddialara karşı verilen cevapların da böyle bir etkilenişle üretildiği kanaatindeyim. Şüphenizi burada yanıtlayayım: Bir ehl-i sünnetçilik damarıyla (o da her neyse) yapmıyorum bunu. Cevapların da, sorunun da altını yeterince dolu bulmadığım için yapıyorum. Kanaatim şu: Mevzuu, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet kodlarına bir nakise olarak kullanmak isteyenlerin de, Bediüzzaman'ın bir meziyeti olarak savunanların da elleri yeterince dolu değil. Bir kere Bediüzzaman'ın mezkûr iddiayı doğrulayan veya yalanlayan bir beyanı yok. Her iki kesimin de oluşturmak istediği Bediüzzaman imajına yönelik yorumları var sadece. Cevşen'in ehl-i sünnet kaynaklarındaki en eski yazılmış hali (bildiğimiz kadarıyla) Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin (k.s.) Mecmuatü'l-Ahzab'ı iken, nedense kimse Bediüzzaman'ın Cevşen'i ondan aldığını evvelemirde 'zannetmek' istemiyor. Acaba neden?

Bu neden mi önemli? Çünkü Ahmed Ziyaüddin Hazretlerinin şia eleştirisi yaptığı eserleri de var. Yani eğer Cevşen bir şia etkisi ise "Ahmed Ziyaüddin Hazretleri gibi şia üzerine eleştiriler kaleme almış birisinde bu etkilenişin ne işi olabilir?" diye sormak icap ediyor. Zaten Cevşen'in kendisinde de ehl-i sünnetin istikamet dairesini zorlayacak bir içerik veya iz yok. Bu noktada Cevşen'in içeriği üzerinden bir şia etkisi iddiasında bulunmak mümkün değil. Bediüzzaman, Cevşen'i şia kaynaklarından almış olsa bile, ki buna dair ne doğrulayan ne de yalanlayan bir beyanı yok, bu onda ehl-i sünnetin ve sünnetin sahibinin (a.s.m.) vüsatini gördüğü içindir. Bu noktada ben "Bediüzzaman şia kaynaklarına elini bile sürmez!" demiyorum. Hiçbir ehl-i sünnet âlimi de böyle birşey söylemez. Mürşidimin istikametine tüm zerrelerimle kaniyim ve eğer o şia kaynaklarında rastlayıp, bu münacaatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek dilinin izini görmüşse, yemin ederim ki, o öyledir. Fakat... Bediüzzaman'ın verdiği bir 'değerli eşya' örneği var. Diyor ki orada:

"Münâzaun fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir."

Bu örneği kullanarak sormak istediğim ise şu: Bediüzzaman talebelerine birşey talim etse, bunun kaynağını önce nerede aramak gerekir? O, önce hangi dairenin âlimidir? Bu soruya verilecek cevaba göre arayışın yönü de değişiyor. Mesela; Bediüzzaman'ın Cevşen'i şia kaynaklarından görüp aldığını savunan 'dostlar'da şöyle bir cevaplandırış var ki, her duyuşumda şaşıyorum: "Bediüzzaman 'mezhepler üstü' bir insandır."

Doğrusu, ehl-i sünnet ve günümüz şiası ekseninde bu hükmün konulacak bir yeri var mıdır bilemiyorum. Hele ehl-i sünnetin üstü neresidir, hiçbir fikrim yok. (Başlangıç noktasında ise, İmam Ali'nin taraftarlığı zaten ehl-i sünnet dairesine dahildir.) Eserlerinde defalarca kendisini ehl-i sünnet ve'l-cemaat içinde tarif etmiş, ehl-i beytten olmayı dahi 'ehl-i sünnet' dairesiyle tasvir etmiş bir âlimi, sırf daha yükseklerde göstermek için 'mezhepler üstü' denilen içeriği ve delili meçhul bir yere kaldırmak ne kadar doğru? Ondört yıldır Risale-i Nur okuyorum, o kadar yıldır da maaliftihar mürşidimdir, eserlerinde böyle bir iddia ne okudum ne de yorum çıkardım. Öyle yorumlayan da delilini göstermek zorundadır. O delilini gösterene kadar benim için Bediüzzaman bir ehl-i sünnet âlimidir ve zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaat bu ümmetin istikametli cadde-i kübrasını temsil eder.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz."

Kenan Demirtaş Hoca'dan, geçtiğimiz hafta, şia kaynaklarında geçen Cevşen ile Bediüzzaman'ın naklettiği Cevşen arasında takdim-tehir ve ifade farklılıkları olduğunu duydum. Kendim böyle bir karşılaştırma yapmadığımdan bilemiyorum. Abdurreşid Şahin ağabey ise İngiltere'de ve kutsal topraklarda rastladığı şiilerin Cevşen'lerinde Bediüzzaman'ın naklettiği Cevşen'den farklı birşeye rastlamadığını söyledi. İkisi de ehl-i ilim ağabeylerim olduğundan, mesele şu an benim nazarımda, kazıyye-i makbule açısından, ortadadır. Kenan Demirtaş ağabeyin iddiası şu:

Bediüzzaman, Cevşen'i, şia kaynaklarından değil, tasavvuf/tarikat geleneğinde vird olarak nakledilen şekliyle öğrenmiş ve öğretmiştir. Ben bu iddianın mantığıma şöyle bir yakınlığını görüyorum ki: Cevşen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın bu ümmete bir mirası olarak, önce ehl-i sünnetin, yani istikamet çizgisinin hakkıdır. Ve o çizgi, sözlü anlatımın yazılı anlatımla omuz omuza devam ettiği bir tedrisi içerir. Bu açıdan bakınca: Neden en eski yazılı nüshaları şia kaynaklarında olduğu için Cevşen onların malı olsundur ki? Pekala ehl-i sünnet içinde de sözlü bir şekilde naklediliyor/öğretiliyor olabilir. Ki, yukarıda altını çizdiğim, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin ehl-i sünnet hassasiyetleri de bilinmektedir. Ona bu münacaatın metni nereden gelmiştir? Neden kendisine böylesi itirazlarda bulunulmamıştır?

İkinci olarak: Eğer şia kaynaklarındaki metinlerle Bediüzzaman'ın metinleri arasında farklılıklar varsa, bu da gösterir ki, Cevşen'in farklı bir rivayet şekli ve ravi silsilesi olabilir. Rivayet şeklindeki farklılık farklı bir nakil silsilesinin daha olduğuna işaret eder. Aksi takdirde, Bediüzzaman'ın kendi tasarrufuyla şiadan gelen metinlerde değişiklikler yaptığını söylemek zorunda kalırız ki, bu da bana hiç mantıklı gelmiyor. Ancak dediğim gibi: Nüshaların bu noktada karşılaştırılmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Bu da benim gibi cahilin değil, ehl-i ilmin ellerine bakıyor.

Üçüncüsü: Ebced/cifir meselesi gibi hususlarda, keskin hassasiyetlerle Bediüzzaman'a muhalefet eden dönemi ehl-i sünnet âlimlerinin Cevşen konusunda bir muhalefetlerine rastlamayışımız büyük bir soru işareti. Bediüzzaman'ın ve talebelerinin hatıralarına dair epey miktarda okuma yapmış bir insanım; böyle bir nakil ne işittim, ne de duydum. Hatta düşmanlarının bile o dönemde Cevşen üzerinden Bediüzzaman'a şia eğilimi suçlaması yok. Suçlaması yok ki, onun da bunlara mukabil bir cevabı yok. Konuya dair söylediği, o da saded harici bir temas olarak, yalnız şu:

"İşte bu sır içindir ki, Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.) hususan Cevşenü'l-Kebîr münâcâtını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche'den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebîr'le daima onlara mânevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım."

Şimdi bu metne bakıp Bediüzzaman'ın bu duayı şia kaynaklarından aldığını mı söylemek daha mantıklı, yoksa ehl-i sünnet âlimlerinden naklettiğini söylemek mi daha anlamlı? İmam Gazali ve İmam Zeynelabidin ehl-i sünnetin de imamları değil mi ki, Üstad, Cevşen'in dersini almakta şia kaynaklarına muhtaç olsun? Yine altını çiziyorum: Mesele, 'ehl-i sünnetçilik' gibi tarifi belirsiz bir modern zaman kavramlaştırmasıyla beni damgalamak ve ezberine inanmaya devam etmek değildir. Mesele, bir soruya cevap verirken 'önce soruyu sınamanız gerektiğini' unutmanızdır.

11 Şubat 2016 Perşembe

Kuşların özgür olduğunu kim söyledi?

Kuşlar kadar özgür olmanın bedeli kuşlar kadar ürkek olmaktır. Aslında sorun özgürlüğün nasıl tanımlandığı ile ilgilidir. Eğer özgürlük 'daha az bağlılık' olarak tarif edilirse, bedeli olarak birşeyi alır elimizden: Ünsiyet. Ünsiyet nedir? Ünsiyet tanıdıklığın sıcaklığıdır. Alışkanlığın rahatlığıdır. Hem tanıdıklıktan, hem alışkanlıktan gelen bir emniyet hissidir. İnsan bir mekana bağladığı zaman özgürlüğünden bir parça ödün veriyorsa eğer, karşılığında aldığı şey de küçük görülmemelidir: Hep aynı yerde olmanın verdiği güven. Akşam işten eve döndüğünde bulacağı çatı. Aşinalığın kolaylığı. Hayatı zorlaştıracak sürprizlerin bir nebze duvarların ardında kalması. Bunlar huzurun mümkün olabilmesi için ödediğimiz bedelin sonuçlarıdır. Tabir-i caizse, biz özgürlüğü ünsiyetin emniyet hissi için rüşvet veririz. Birşeylere bağlanırız ki, boşluğa düşmekten kurtulalım.

Evliliği de aynı kapsamda ele almak istiyorum. Bu yorumum belki çok seküler bulunacak kimileri tarafından, fakat riski göze alacağım. İnsan evlendiğinde eline geçen nedir? Yine böylesi bir ünsiyet kolaylığı değil midir? Kafasındaki ve omzundaki yüklerin büyük bir kısmını, bir hayatı beraber yaşayacağı kişinin kafasıyla ve omuzlarıyla paylaşarak sıradışılığın yükünü azaltmış olur evlenen.

İhtimal hesapları, gençliğin (mürşidimin ifadesiyle) 'akıldan ziyade hissi dinleyen' yönüne bir zenginlik gibi görünebilir. Fakat insan yaşlandıkça, hissinden ziyade aklının sözünü dinlemeye başladıkça ve bedeni "Ben bu ihtimallerin hepsine yetişemeyeceğim!" diye bağırdıkça ister istemez bir kanaatkarlık sarar benliğini. Eller küçüktür ve tutulacak çok şey vardır. Ellerin hırsı azalır. Akıl, daha az şeyi tutmanın daha rahat taşımak noktasında faydası olduğunu farkeder. "Din kolaylıktır..." buyuruyor Efendimiz aleyhissalatuvesselam. Bundan ilham ile diyebilirim ki: Evet, her çiçekten bal almaya çalışan şaşkın sefil olmaktansa, şeriatın dairesinde amel eden bir kanaatkar olmak kolaylıktır.

Günahların 'kolay'ı, takvanın ise 'zor'u temsil ettiğini düşünürüz. Bunun da hata olduğu kanaatindeyim. Evet, yıkmak elbette yapmaya göre 'eylemsel' bir kolaylık içerir. Fakat 'varlıksal/vücudî bir kolaylığa sahip olduğundan bahsedilemez. Günah, varlıksallıktan yoksun eylemlerden oluşur. Varlıksallıktan yoksun olduğundan dolayı da ona bu anlamda bir kolaylık yüklenemez. Ancak tensel/nefsi zevkler, hatta onların bile yarın büyük bedelleri olacak aceleci yanı bakımından kolaylıkları olur günahların. Ancak an'ı aştığınız anda, zaman müfessirliğini gösterir ve eylemsel olanın varlıksal olmadığını yüzünüze çarpar.

"Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere veya taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere veya mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar cevabını işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençlik saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü'l-kuburun müşahedesiyle ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetleriyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz."

Bediüzzaman, Üçüncü Söz'de, sağdan gidecek olan yolcunun saadetinin 'mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecbur' oluşuyla bir ilgisi olduğunu söylüyor. Kıssaya daha genel bakalım: Birisi göze alıyor bu yükü, diğeri ise 'zahirî bir hıffet'i tercih ediyor. Yolculuk süreçlerinde ise halleri şöyle:

"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."

Özgürlük, hiçbirşeyle bağlanmamak anlamında bir özgürlük, hayr-ı mahzı veya katıksız mutluluğu temsil eder mi? Hiçbirşeyle bağlı olmamak ve her dilediğini yapmak 'hayat kalitesinin' tek geçer akçesi olduğunu bize dayatabilir mi? Kuş örneğinden devamla konuşmak istiyorum: Olamaz gibi geliyor bana. Çünkü kuş, kuş kadar özgür olabilmek için bir hiffet/hafiflik bedeli ödemek zorundadır. Yanında kendisini korumaya yarayacak güçlü pençeler/kaslar bulunduramaz. Kalın bir kabuk da taşıyamaz sırtında. Ona bu zahirî özgürlüğü kazandıran şeyler aslında daha kolay incinir olmasına da sebep olur. Belki bu zayıflıklarındandır kuşların bazı türlerinin göçmen olması. Hafifliği ve naifliği aynı coğrafyada kalarak kışı geçirmesine müsait değildir. Fakat görece özgür olmayan(!) çok hayvan vardır ki; kışı da, yazı da aynı yuvada geçirirler.

Kuş, bir mevsim boyunca sevdiği şeyleri arkasında bırakmak zorundadır başka iklimlere uçarken... Özgürlüğü, onu ayrılıklara müptela kılmıştır. Ve tedirgindir. Konduğu her yerde ürkektir, çünkü kolay incinir ve incitilir bir haldedir. En ufak harekette yükseklere kanatlanarak hayatta kalmaya çalışır. Onun kadar özgür olmayan birçok hayvan vardır ki, böyle korkulardan azade yaşarlar. Peki, bunca tedirginlik bedeli ödendikten sonra, kuş hâlâ özgür müdür?

İman etmenin de böyle bir yükü ve o yükün ardından gelen bir kolaylığı var. Ateist, günde beş vakit namaz kılan ve yılda bir ay oruç tutan mü'mine göre, daha özgür hissedebiliyor kendisini. Hatta bunu hünermiş gibi savunabiliyor da. Fakat kazandığı bu zahirî hafifliğin kuşun halinden ne farkı var? Özgürlük yalnız 'az bağımlılıkla' değil, 'az korkuyla' da ilgili birşey. Ateist hakikaten korkusuz mudur?

"Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir..." diyor mürşidim. Neden? Çünkü imanın sağladığı bir diğer kolaylık da varlıkla kurulabilecek ülfet ilişkisidir. Kafir bu ilişkiden mahrumdur. Tevhide iman etmiş bir mü'min, varlıkla ilişkisi sırasında (ve hatta kendi içinde sâdır olabilecek her duruma karşı da) bir yoruma/anlamlandırışa sahiptir. Hepsine dair bir devayı, ta Kur'an'dan ve sünnetten başlayan bir tedris ile, ders almaktadır. Hayatta karşısına çıkacak hiçbir soru/sorun çalışmadığı yerden çıkmaz. Çünkü Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı her anıyla nümune-i imtisal olarak önünde durmaktadır. Ve yaşadıklarının mutlaka onun yaşadıklarına benzeyen/bağlanacak bir yanı vardır. İmanın içerdiği intisab bir açıdan da bu ünsiyetle (ünsiyeti sağlayan anlam dünyasıyla) kurulan bir bağdır. Anlamlandırdığı şeyden korkmaz insan.

Hasta mı oldunuz? Hz. Eyyub'dan (a.s.) başlar dersiniz. İnsanların içinde yalnız mı kaldınız? Hz. Nuh'tan (a.s.) başlar dersiniz. Güçlü bir zalime karşı hakkı söylemeniz mi gerekiyor? Hz. Musa'dan (a.s.) başlar dersiniz. Bu açıdan diyebilirim ki; hiçbir mü'min hayatını tek başına yaşamaz. O bir hayatı İslam tarihiyle ve oradan kendi dünyasın akseden misallerle ve derslerle birlikte yaşar. Hadiste buyrulurur: "Mü'min mü'minin aynasıdır." Bu mübarek miras ağırlık yapacak iki kıyyelik bir silah gibi görünebilir. Ama aslında zorluklara karşı ayakta kalmanızı sağlayacak bir güçtür. Uçup kaçmanıza gerek kalmaz. Kalır ve anlamlandırırsınız.

İman bizi herşeyin anlamlı olduğu bir dünyaya davet ediyor. İbadetler bu anlamları tekrar ederek onları kalbimizde diri tutmamızı ve ateşini harlandırmamızı sağlıyor. Bu ünsiyet dünyasından yoksun kaldıktan sonra 'her istediğini yapmanın' ne faydası olabilir ki insana? Takva işte bu açıdan bir güçlüğün değil kolaylığın namıdır. Tevekkül bu tanıdıklığa dönük teslimiyettir. Allah'ın marifetiyle ilişkili olarak yarattıklarıyla ilişkiniz de hoşlaşır. Allah'ın şuunatı ve isimleri her eserinin ardından size göz kırpar. Kendi dünyanıza bakın: Sevdiğinizin kulağınızı çekmesi bile size iltifat gibi gelir. Çünkü failin iyiliği fiile sirayet eder. Yabancınızın yanağınızı okşaması bile korkutur. Çünkü faile dair bilinmezlik korkusu fiile de işler. Hasılı: Kuşların özgür olduğunu kim söyledi? Özgür olan korkmayanlardır.

9 Şubat 2016 Salı

Örümceğin emeği...

Rahatlıkla bulunabilecek bir video var: Einstein'ın, daha küçük bir çocukken, tanrının kötülüğünü savunan bir öğretmenine verdiği cevabı içeriyor. Einstein'ın böyle bir anısı gerçekte olsun veya olmasın, o filmde başarılan şey harika! Kötülüğün varlığı üzerinden 'tanrının kötülüğünü' savunan öğretmenine, Einstein, kötülüğün hakikatte varolmadığını benzeri birkaç kavram üzerinden isbat ediyor. Mesela: "Soğuk, sıcağın yokluğudur!" diyor. Ve ekliyor: "Karanlık da ışığın yokluğudur. Işığın üzerinde çalışma yapabiliriz. Ama karanlığın üzerinde çalışma yapamayız." Devamında öğretmenine başka laflar da sokuyor, ama tabii hepsini alıntılarsam yazı uzar gider. Henüz izlememiş olup merak edenlere videonun bir linkini vermekle yetineyim: https://www.youtube.com/watch?v=VKM3Ho2UUss

Videoyu açımdan ilginç kılan bir diğer yönü: Küfrün ne kadar tutarsız demagojilere dayandığını da anlatıyor oluşu. Ne kadar kerli ferli adamlar söylüyor olurlarsa olsunlar, ne tür şatafatlı materyal kullanırlarsa kullansınlar, küfrün kendisi bizzat tutarsızlığın kaynağı. Kelimenin lügavi karşılığı olan 'örtmek' manası, aslında müntesiplerinin gayretlerini ne yönde kullandıklarını da gösteriyor bize. Onlar 'örtmeye' çalışıyorlar. Neyi? Apaçık olanı. Tutarlı olanı. Kaçınılmaz olanı. Mutlak ve mutlaka olanı. Küfrün her türlü söylem ve eylemle başarmaya çalıştığı şey bu. Fakat İslam öyle değil. İslam, zaten kainatın üzerine yaratılmış olduğu hakikat hakkında ve yine kainatın sahibi tarafından vahyedildiği için varlıkla hiçbir çelişkisi/çatışması yok. Ona dayanmakla güçleniyor insan. Bazen bir küçük Einstein altediyor böyle öğretmenini, bazen de bir büyük İbrahim aleyhisselam baltasıyla altediyor bütün kavmini. Örtmeye çalışan, örtüyü tanımayanın veya aşmaya alışık olanın feraseti karşısında apışıp kalıyor.

"Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanının emriyle, bir sinek bir Nemrut'u yere serer; bir karınca bir Firavun'un sarayını harap eder, yere atar; bir incir çekirdeği bir incir ağacını yüklenir."

Bâtılın bütün gücü 'hâkim söylem' olmakta saklı. Hâkim söylem olmak ne demek? 'Hâkim söylem olmak' farklı bir sese nefes aldırmayacak kadar gürültücü olmaktır. Genelliğinin şiddettinden dolayı sorgulanmamaktır. Küfür de bunu başardığı dönemlerde müntesiplerinin sayısını arttırıyor. İşte böylesi zamanlarda zihinler farklı düşünmeyi (daha doğrusu örtüsüz düşünmeyi) unuttuğu için Cenab-ı Hak nebiler gönderiyor topluluklara. Unuttukları fıtrî düşünme biçimini hatırlamaları için. Varoluşun küfür tarafından cevaplandırılamamış ve asla da cevaplandırılamayacak sorularını yeniden anımsamaları ve sormaları için. Nebiler, öncelikle, bize lütfedilmiş berrak zihinler ve kalplerdir. Fıtratlarının ismet derecesindeki saflığı onları örtülü düşünmekten korur. İnsanlığı fabrika ayarlarına öyle bir şiddette çağırırlar ki, yaptıkları dalgalanma bazen binlerce yıl ötesine uzanır, tıpkı Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaptığı mübarek dalgalanma gibi.

"Kral Çıplak" masalını hatırlayalım. O masalda kralın çıplak olduğunu söylemeye cesaret edebilen kimdi? Bir çocuk değil miydi? İşte çocukların sahip olduğu fıtrata/saflığa yakınlıktır ki, hakikatin hakikat olduğunu görüp tanımada onlara bir avantaj kazandırır. Çocuk, kalabalığa göre hareket etmeyi sonradan öğrenir. Benedict Anderson'un ifadesiyle 'Hayali Cemaatler' üzerine inşa edilen ulus-devlet sistemlerinin aynı zamanda 'ilköğretimin mecburi olduğu' eğitim süreçleri dayatması tesadüf değildir. Bu sistemde kavminden uzakta büyümüş İbrahimlere katlanılamaz. Her çocuk önce 'örtülü düşünmeyi' öğrenmeli ve bir daha 'acaba' demeyecek kadar örtüsüne alışmalıdır.

Hz. Musa aleyhisselamın kıssasına götürmek istiyorum biraz da sizi. Hz. Musa'nın mucizelerinden birisi de attığı asânın yılana dönüşmesiydi. Bunu sihirbazlar da başka şeylerle (ip gibi şeylerle) başarıyorlardı. Fakat Hz. Musa'nın yılanı onların ummadığı birşey yaptı. Diğer bütün yılanları yuttu. Sihirbazların bu olaydan sonra şöyle dedikleri nakledilir: "Bu kesinlikle sihir değil. Çünkü bir sihir diğerini yutmaz." Bu kıssadan hakikat-demagoji bağlamında bizim de bir hisse alabileceğimizi düşünüyorum. Hakikati tastamam ortaya koyduğunuzda sizin de karşınızda hiçbir demagoji dayanamaz. Demagojiler, ancak ehl-i cerbezenin zihin boyamakta kullanabilecekleri zayıf ayak oyunlarıdır. Fakat hakikat, ortaya koyduğu sorular ve onlara verdiği kusursuz cevaplarla demagojilerin tüm yalancı mumlarını söndürür. Bir demagoji diğerini değersiz kılmazken hakikat kendisinden başka herşeyi değersiz kılar.

Mürşidim, Ene Risalesi'nde "Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyeti nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder..." diyor. Peki, kişisel enaniyet türün/nev'in enaniyetine nasıl dayanır? Bunu da biraz örtme faaliyetinin kollektif yürütülmesiyle sağlanan baskılamaya bağlıyorum. Beyaza siyah demek bir kişinin yaptığı bir işken tersini söylemek ve hakikati açıklıkla beyan etmek kolaydır. Peki, yüz kişi aynı şeyi söylerken? Solomon Asch'in deneyini hatırlayalım: Deneklerden yüzdeotuzikisini grubun yanlış cevabını, yanlışlığı apaçık ortada olmasına rağmen, desteklemeye götüren neydi? Asch deneyi, bize, Bediüzzaman'ın nev'in enaniyeti dediği şeyi de bir nebze koklatıyor: Hep beraber kanmak ve kandırılmak istiyorsanız, kandırılmak ve kanmak sizin için artık daha kolaydır.

Markar Esayan Hoca'nın İyi Şeyler kitabında bir ifadesi vardı: "(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı." Aslında küfür baştan sona bunu yapıyor. Hakikati örtme çabasından dolayı vicdanın çıplak sancısına maruz kalan ehl-i küfür, bu sancıyı gidermenin yolunu demagojik açıklamalarda buluyor. Bu açıklamaların büyük bir kısmı da bilim kisvesi altında yapılıyor. Ve siz, o bilim denen şeye daha baştan bir hakikat muamelesi yaptığınız için, vicdan sesini kesmeye başlıyor. Bir adalet-i izafiye çağrısı gibi bu. Mesela: Tarihte yapılan bir zulmü detaylarıyla andığınızda size destek çıkan ve sizinle üzülen bir kişi, biraz karşı tarafın demagojisine maruz kaldığında şunu söyleyebiliyor: "Ama öyle yapılmasaydı da bugün bu durumda olamazdık!" Biraz yakın tarih veya Mustafa Kemal özelinde olaya eğilin. Kürtlerle veya alevilerle bireysel anlamda hiçbir sorunu olmayan insanların/arkadaşlarınızın "Dersim katliamı yapılmak zorundaydı!" dediklerine şahit olacaksınız.

Bütün bunları yazarken aklımda şu ayet vardı: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Ankebut sûresine de adını veren kırkbirinci ayeti bu. Cenab-ı Hakkın kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini çok düşünmüşümdür. Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de Allah'tan başka sığındığı dostlar zayıf. Fakat bundan ibaret gibi gelmiyordu bana bu teşbih. Geçenlerde örümceğin ağını nasıl emekle yaptığını gösteren bir videoya denk geldim. Teşbihi daha farklı görmeye başladım. Örümcek hakikaten evine büyük bir emek harcıyor. Belki saatler sürüyor ağını o güzellikte örmesi. Gayet süslü birşey de oluyor. Ancak o emek tıpkı demagoji gibi. Altı boş bir emek. Yuva yapma sistemindeki zayıflık nedeniyle evi de güçlü değil. Örümcek birşeylerin üzerini şeffaf bir örtüyle kapatarak avlanıyor. O örtüyü göremeyecek kadar zayıf gözleri ve aşamayacak kadar zayıf bedenleri avlayabiliyor. Küfrün demagojisi bundan farklı mı?

Küfür de ancak örtüsünü aşamayan nazarları avlayabilecek bir demagojiye sahip. Hz. İbrahim'in Nemrut'u, Hz. Musa'nın Firavun'u, Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, azıcık bir hakikatle kocaman tahtlarının ve bahtlarının yerinden olması mümkün. Hz. Musa'nın asâsı nasıl sahte yılanları tarumar ettiyse, Hz. İbrahim'in baltası da putları öyle paralamıştı. Allah Resulü'nün dilindeki vahiy de cahiliye şiirlerine ve söylemlerine aynı darbeyi indirmemiş miydi? Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kuvvetli bir müdahalede dağılmaya muntazırdır. Einstein'in, daha çocukken, bir öğretmeni yerin dibine sokabilmesindeki sır da buydu. Kuvvet haktadır. Hak kuvvette değildir. Örümcek ne kadar çabalarsa çabalasın yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. Fakat, tıpkı hicret sırasında olduğu gibi, aklı gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde olabilir.

7 Şubat 2016 Pazar

Teşekkür üzerine...

"Tam da en müteşekkir olanlar bunu nasıl ifade edeceklerini bilmezler..." Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsünden.

Bu yazıyı okuduktan sonra; "Diyeceğin bu muydu a akıllı! Bunu bilmeyen mi var? Neden hem kelamını hem zamanımızı israf ettin?" diyebilirsiniz. Hakkınız da olabilir. Fakat yine de yazmayı deneyeceğim. Dilime bir şeker değdi. Kendince kıymetli bir haber duymuş çocuk gibi paylaşasım geliyor. Ne dilimde tutabiliyorum ne yerimde durabiliyorum. Arılıkta muteber bir çiçek bulmuş arının yahut da karıncalıkta rağbetli bir rızka denk gelmiş karıncanın kardeşlerini istifadeye çağırması gibi çağırıyorum sizleri de. Üstelik bu çiçeğimsi bir rızk-ı manevî. Yani senin ısırığın benim lokmamı azaltmaz. Paylaşması daha ihlaslı olur bunların. Zaten yazmak bundan başka ne ki?

Hem kalbin aldığı zevk de hakikatin bir delilidir. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayeti sırrınca denilebilir ki: İnsanın tatmin oluşu da Allah'ın zikrinin burhanıdır. Doğru, zıttının asla başaramayacağı bir şekilde, kalbin damağında güzel bir tat bırakır. Yanlış bunu beceremez. Yanlış, tadına sek olarak katlanılır zehir değildir. Yanlış ancak başka bir doğru için katlanılandır. Doğru rahat ettirendir. Vicdan bu tatlı izi kendindeki nakışlara muvafık bulduğundan onunla ünsiyet eder. Yalanla hırlaşır. 'Vicdan sızısı' denilen şey buradan çıkıyor. Aslında o bir sızı değil bir hırlaşmadır. Kalpte çıkan bir anlaşmazlıktır. Hırlaşmaların olmadığı yerde ise huzuru yaşarsınız.

Mürşidim, Birinci Söz isimli eserinde diyor ki: "Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor? Elcevap: Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir." Aslında buradaki sual ve cevap fıtratımızdaki bir açlığa ve doyuma karşılık geliyor. Çünkü her insan kendisine birşey verene 'bir fiyat vermek' ister. Yani size yapılan her tesir ve oluşan her etki, ona mukabil bir dalgalanma/tepki yaratır. Göle atılan taş gibi. Sinenize düşen kendisi kadar dışarıya taşırır sizi. Size katılan herşeyle siz de 'tekrar mutmain oluncaya kadar' hareketlenirsiniz. İşte, mürşidim der ki: İnsana bir nimet (bunu en tabanda 'iyi etkiler' olarak tarif edebiliriz) ulaştığında ondan kaynaklanan etkileniş de üç dalga/tepki boyutuyla kendisini gösterir:

"Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdülillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir." İnsan, güzel bir etkilenişe uğradığında, bu etkiyi kimin yaptığını bilmek/anmak ister. Ondan bahsetmek ister. Ona teşekkür etmek ister. Ve bu güzel etkileyişten dolayı meraklandığından, diline şeker değenin tatlıya meraklanmasıdır bu, etkileyen hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak/düşünmek ister. İlki zikir. İkincisi şükür. Üçüncüsü fikirdir. Çok aşağı bir örnek olmakla birlikte meseleyi basitleştirdiğinden vermekten çekinmeyeceğim:

Karşı cinsten birisinin etkisi altına girdiğinizde de süreç bundan farklı işlemez. (Aşk da bir nimet değil midir?) Onun herhangi bir şekilde bıraktığı güzel etkinin ardından yapmak istediğiniz üç şey: 1) İsmini bilmek/anmaktır/bahsetmektir. (Ağaçlara isim kazıyanları tasvip etmiyorum elbette.) 2) Yaptığı etkiden dolayı ona teşekkür etmektir. (Yoksa neden çiçek/hediye alasınız?) 3) Onun hakkında daha fazlasını bilmektir. Başka iyiliklerde de durum değişmez. Her iyilik onu yapanın ismini bilmeye/anmaya/bahsetmeye, ona teşekkür etmeye ve onun hakkında daha fazlasını öğrenmeye iter bizi. Bunlar fıtraten ödemeye mecbur olduğumuz fiyatlardır. Hatta daha doğru bir ifadeyle: Fıtrî açlıklardır.

Sadede geleyim. Bu fıtrî açlıklardan üçü de nübüvvetin varlığına muhtaçtır. Aksi takdirde, her an sürekli ve her gün binlerce etkiye maruz kalan insanın, bu etkiler karşısında düştüğü şaşkınlığı hiçbir felsefe başından alamaz. Hadi, bir şekilde deistçe Allah'ın varlığından haberdar olsun; fakat onun ismi ne olduğunu, nasıl anılmaktan hoşlandığını ve nice teşekkür edilmesi gerektiğini nasıl bilecektir? Öyle ya, Allah'ın zatından vahiy yoluyla ve nübüvvet eliyle bir bilgi ulaştırılmadıkça, insan onu 'anmayı' nasıl keşfedebilecektir? Hangi isimle zikredilmekten memnun olduğundan nasıl emin olacaktır? Âşığın hüneri kendisini yârine sevdirmek değil midir? Daha yârinin hangi isimle anılmaktan hoşlandığını bilmeyen ondan nasıl bahsedecektir?

Hadi, zikri geçelim, daha bu işin şükrü var. 'İsim' konusunda kaçtığınız hiçbir delik sizi 'şükür' bahsinde kurtaramaz. Çünkü teşekkür bizzat 'teşekkür edilenin rızasını' hedefler. İsmini andığınız herkesin rızasını aramıyor olabilirsiniz, ama teşekkür ettiklerinizin mutlaka ararsınız. Yani teşekkür etmek bir tür karşı tarafı razı/memnun etme çabasıdır. Ve insan, mazhar olduğu iyilikler karşılığında, en çok teşekkür etmekte zorlanır. "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum..." veya "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim..." türünden cümleler hemen hemen her romanda/filmde karşımıza çıkan, sosyal hayatta da her vakit işitmemiz mümkün şeylerdir. Bunu söylemekteki amacımız 'teşekkür ederim' diyemeyişimiz değil, karşı tarafı memnun/razı edecek şeyi tayinde zorlanışımızdır. Muhatabınız acaba gül mü götürseniz memnun olur? Yoksa alacağınız küçük bir hediye mi onu mutlu eder? Yoksa küçük bir tatlı ikramı mı olayı daha güzel çözer? Bu şıklar zatın bilgisine sahip olmayışınızdan kaynaklanan sıkletlerdir. Eğer teşekkür etmek istediğiniz kişiyi daha çok tanısaydınız, edeceğiniz teşekkürün türünü de daha isabetli tayin edebilirdiniz. (Mesela beni tanıyanlar doğru şıkkın tatlı olduğunu bilir.)

İşte nübüvvet, böylesine muhtaç olduğumuz üç bilgi türünde, ancak vahiyle ulaşabileceğimiz bir marifeti bize taşır. Hak Teala onu nasıl anmamızı ister? Ona nasıl teşekkür etmemizden razı olur? Onun hakkında daha fazlasını nasıl öğrenebiliriz? Bu tür soruların cevabını bize taşıyan nübüvvettir.

Bir padişaha gittiğinizde; öncelikle 'nasıl davranmanız gerektiğini öğreten' teşrifatçılar karşılar sizi. Yol ve yordam öğretirler ki, padişahın huzurunda, onun şanına ve sizin ona muhabbetinize yaraşır şekilde davranın. Ne demek bu? Şu demek: Mehmet ağa, evladını, ensesine tokat atarak sevebilir, ama padişah öyle sevilmez. Torununun önünde takla atarak onu güldürebilir, ama padişah öyle güldürülmez. Sofrasında soğanı yumrukla kırabilir, ama padişah sofrasında soğan kırılmaz. Peki, Allah'la muhatabiyetimizde bize bunları kim öğretecektir? Mürşidim diyor ki: "Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. 'Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı' meâlinde olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor." Sünnet-i seniyye bilmeden padişah huzuruna çıkmaya yeltenen ayıların kulakları çınlasın.

4 Şubat 2016 Perşembe

Allah Resulü (a.s.m.) sabır isteyeni neden uyardı?

Rockstar filminin üzerine kurulu olduğu bir sahne vardı. Hatırımda kaldığı kadarıyla nakledeceğim: Ranbir Kapoor, müzikte kariyer yapmak isteyen, fakat yeterince yetenekli olmayan bir gençti. Arkadaşına 'unutulmaz besteler' yapabilmeyi dilediğini söylüyordu. Arkadaşı ise dualarına dikkat etmesini tavsiye etti. Çünkü her duanın bir bedeli vardı. Unutulmaz besteler yapanlar ancak unutulmaz acılar yaşamışlar olabilirdi. Nasihate aldırmadı. Film de zaten aldırmadığı nasihati yaşayarak ders almasıyla şekillendi.

Tirmizî'nin Daavat bölümünde geçen kısa bir hadis var. Bu sahne hatırıma gelince bazen o hadis-i şerif de hatırıma geliyor. Muaz b. Cebel radyallahu anhın rivayet ettiği bu hadis şöyle: "Peygamber aleyhissalatuvesselam bir adamın: 'Allahım senden sabır isterim' dediğini duydu ve 'Sen Allah’tan bela (sıkıntı) istemiş oldun. Ondan afiyet dile!' buyurdu."

Neden böyle buyurdu? Neden sırf sabır istemenin 'sıkıntı istemek' anlamına geleceğini söyledi? Bence bu sırrın anlaşılmasında yukarıdaki perspektifin faydası var. Sabır ancak bir miktar zorlu tecrübenin ardından veya karşısında gösterilebilecek birşey. Bu noktadan hareketle afiyetteyken dilenmesi elbette isabetli durmuyor. Zaten Tirmizî şerhlerinde yapılan yorumlar da bu minvalde. Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesi afiyetteyken sabır dileyenlere dair.

Yine bir keresinde "Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin!" buyuran Allah Resülünün sabır duası konusunda da bu temkini göstermesi tuhaf gelmemeli. Çünkü ‘sabrı’ dilediğiniz zaman ‘gösterilecek durumu’ da dilemiş oluyorsunuz. Adresi belirsiz bir imtihanı/sınanmayı çağrılamış oluyorsunuz. Dualarımız bazı bütünlüklere (beraber yaratılacak şeylere) tekabül ediyorlar. Allah onlara kevnî şeriatı gereği bir tür ‘mukarenet’ vermiş oluyor. Yani sebep ile müsebbep bir ‘yanyanalık’ ile yaratılıyor. Yağmur isteyen bulut da istiyor.

Evet. 'Sabır' ve 'zorluk' iktiran ederler. Yani beraber yaratılırlar. Halbuki kula yakışan aczine bakıp afiyet dilemektir. Afiyetle iktiran edecek şeyler istemektir. Allah'ın, imtihanı kolay kılmaya da, zor kılmaya da gücü yeter. Kolayı seçmek aczle yoğrulmuş insanın şanına daha çok yakışan değil midir? Yine din için 'kolaylıktır' buyuran Aleyhissalatuvesselamın duanın hikmetini yanlış anladığını düşündüğü bir talebesine, ki ümmetinin her ferdi onun aynı zamanda öğrencisidir, durup iktiran dersi vermesi tuhaf gelmiyor. Aksine hikmetli geliyor. Yani sanki buyuruyor: "Dualara iktiran dikkati göstermek gerek. Ne istediğine dikkat et. Çünkü tek başına yaratılmayacak." Allahu’l-a’lem kaydıyla söyleyelim.

Birşeyi dilerken 'hayırlısını' dilemek bu açıdan önemli. Bediüzzaman'ın hayrın külli ve vücudî, şerrinse cüzî ve ademî olduğuna dair yaptığı analiz burada da hikmetle göz kırpıyor. Öyle ya. Dilediğinin bütüne ne kadar uyumlu olduğunu sen bilemezsin. Uyumunu ancak tevhid bütünlüğünün sahibi Vahid ü Ehad bilir. Bu nedenle, lazım görüneni açıklıkla beyan ettikten sonra, kader bütünlüğünde hayır mıdır şer midir sorgulamasında, Allah'ın ilminden yardım istemek en doğrusudur. 'Hayırlısını' dilerken biz de aslında bunu yapıyoruz biraz.

Fakat, bugünlerde farkettiğim, sizinle de paylaşmak istediğim, belki bunun bir ileri aşamasıdır: Bütüne daha vakıf ve bütünün sahibine daha yakın kişilerin dualarını okumanın, hatta vird haline getirmenin faydası ve hikmetidir. Malumunuzdur: Kur'an'da öğretilenlerden ve Aleyhissalatuvesselamın dualarından başlamak üzere İslam mirası biraz da dua mirasıdır. Sahabeden, selef-i salihînden, asfiyadan, evliyadan kalan pahabiçilmez devasa bir miras var.

Bu miras neden var? Biz istemeyi bilmediğimiz için mi? Hayır. Değil. Ya? Bu dualar aynı zamanda güvenlikli dualar. Bütüne sizden daha vakıf ve sahibine sizden daha yakın insanların ettikleri dualar. Bu dualarla yalvardığınız zaman yanlış birşeyi istemiş olma ihtimaliniz yok. Çünkü her ne istenmişse, her nasıl istenmesi gerekiyorsa, o şekilde isteniyor o dualarda. Kur'an'daki dualardan başlayarak aldığımız bir ders bu: 'Bütüne uygun adım dilemeyi' öğreniyoruz.

Bir tür doğru arzulama eğitimi alıyoruz. Nasıl ki şeriat hilkatin bütünlüğüne uygun adım yürümeyi öğretiyor bize, aynen öyle de, böyle mübarek dualar da 'kader bütünlüğüne uygun şeyler dilemeyi' öğretiyor. Elhamdülillah. Yani arkadaşlar dua da bir eğitim aslında. Cevşen, Sekine, Münacaat-ı Veysel Karanî, Sahife-i Seccadiye... hepsi birer eğitim. Zulmetmeden isteme eğitimi...

İşte bu eğitimi alanlar ne/nasıl arzulanır, kimden/nasıl istenir iyi öğreniyorlar. Mürşidim de bu sadedde diyor: "Kur'ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, 'Evradlarınızı bununla okuyunuz' der." Demek duanın sadece istemekle değil terbiyemizle de bir ilişkisi var. Ne diyelim? Cenab-ı Hak kalbimizi/dualarımızı bu sır ile sırlayabilmeyi nasib eylesin. Âmin.

2 Şubat 2016 Salı

Sünnet meşruiyetini pedagojiye mi sormalı?

Hastalık insanın zayıflığını tavaf etmesi gibi. 'Onun merkezde ve devamlı olduğu, tekrar be tekrar karşına çıktığı, senin etrafında döndüğün...' bu ritüel aynı zamanda içerde bir yerde kabul etmek istemediğin birşeyi davranışsal olarak kabul ettiğini gösteriyor. "Evet, ben acizim. Kabul etmek istemesem de bu böyle!" Şuuruna bir çizik atılıyor her hasta oluşunda. Mürşidimin ifadesiyle menfi/mecbur bırakıldığın bir ibadet/tavaf bu. Hatta bir adım ilerisinde tekrarlanan her ihtiyaç (nefes almak, yemek, içmek...) bir acizlik tavafı.

Bu sıralar çok tutan bir modernist tavır da hikmetine eremediği amel-i salihlere 'hurafe' yaftasını yapıştırmak. Ancak bu sapma daha derinlerde başka bir sapmadan besleniyor. Bence insanın 'kabul'u ('yakîn' mi demeli) iki şekilde mümkün: Bir itikadî, iki ibadetî... Yahut da kabulün iki rengi var: Birisi, dinamik olan aklın içinde yer tutuyor ve oradan kalbe doğru ilerliyor. İkincisi, statik olan şuurun davranışlarla sürekli bir etki altında bırakılmasına dayanıyor. Ve yine zamanla kalpte yer tutmayı başarıyor. İkisinin de amacı kabul edilen şeye bir 'tarafgirlik' yaratmak. Aklın baştan gittiği anlarda dahi, kalpte kök tutmuş olan kabulün etkisinden çıkmamış olmak. Modern zamanlarda birincisine rağbet ikincisinden ziyade. Fakat bana sorarsanız, ikincisinin başarısı birincisinden fazla.

İbadetler neyi/ne kadar kabul ettiğimizi de ortaya koyuyor biraz. Fakat bunu yokluğuna karine olmakla değil, varlığını geliştirici/destekleyici olmakla yapıyor. Altını kalınca çizmek lazım: Amel imanın bir cüzü/parçası değildir. Amelde eksiği olanın imansızlığına hükmedilmez. Ancak amelin külliyetinden imanın sıhhatine dair bir okuma yapılabilir. Zaten amel-iman arasında bu şifa-yara ilişkisi olmasa, dinî metinlerde amel-i salihe bu denli vurgu yapılması anlamsız olurdu. Ve amel-iman arasında bir şekilde bağlantı kuran ayet ve hadislerin yorumlanması da müşkülleşirdi. Bu müşkülü, biz, ameli imanın parçası kılmayarak, ama imanı zengileştirdiğini de gözardı etmeyerek aşabiliyoruz: Amel-i salih yapmaya muhtacız. Çünkü amel-i salih manen hasta olduğumuz yerlere 'davranışsal kabulleriyle' şifa sunuyor.

Peki, nedir bu 'davranışsal kabul' demekle kastettiğim? Bunu çeşitli şekillerde örneklendirebilirim. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'kulun Rabbine en yakın olduğu anı secde anı' olarak tarif edişi, bir açıdan da, bu 'davranışsal kabul'ün yoğunluğunun zirve noktasını 'secde' temsil ettiği içindir. Yani insan, ancak Allah gibi gördüğü şeye secde eder veya secde öyle bir davranıştır ki, Allah gibi birşeyin varlığının kabulü arkasında ve ancak onun (veya onun emrettiği şeyin) karşısında gerçekleştirilir. Secde eden insan, günde beş vakit, Allah'ın varlığını davranışsal olarak içinde inşa eder. Ettiğini ve edildiğini ilk gördüğü andan itibaren...

Bu büyüklük kabulü aynı zamanda kendisi için de bir küçüklük kabulüdür. Küçük olan adımlarını büyük olanın emirlerine bakarak atmaya başlar. Bu tüm dünyanızı şuur boyutunda etkileyen birşeydir. Bediüzzaman Hazretleri'nin Ramazan Risalesi'nde orucun hikmetlerine dair yaptığı bir vurgu da, onun, Allah'ın azametine karşı azametli bir tavr-ı ubudiyetkarene sergileme imkanı vermesidir:

"İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın 'Buyurunuz' emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?"

Ramazan orucu, resme büyük bakabildiğiniz nisbette, sizin 'davranışsal kabul'ünüzde izler bırakır. Tıpkı yukarıdaki secde örneğinde olduğu gibi, 'Buyurunuz' denmezse ekmeğe el atılamayacak birisini dünyanıza katar. Bunun öyle olduğunu davranışsal bir şekilde kabul edersiniz. Bir mü'minin, çocukluğundan itibaren, ilmihal ve itikad derslerinden de evvel aldığı davranışsal ders budur. Ve bu yüzden çocukları ibadetlere özendirmek, güzellikle alıştırmak ve hatta büyüklerin ibadetlerinin şahidi kılmak kıymetlidir. Yine mürşidim yağmur duası hakkında diyor ki:

"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur."

Pedagojinin 'tam imanlı bir çocuk'la işi olur mu bilmiyorum. Hatta neyi tam olarak idealize ettiğinden de emin değilim. Ama herhalde sünnet-i seniyyeye ittiba için onun fikrini soracak değiliz. Çünkü sünnetin meşruiyetini pedagojiden değil, pedagojinin meşruiyetini sünnetten sınayanlardanız. Ben, kendi adıma, ardındaki hikmeti zihniniz kuşatsın veya kuşatamasın, her amel-i salihin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın her sünnetinin (ve hatta o sünnetteki en ince detayların) davranışsal bir kabul eğitimi verdiği kanaatindeyim. Eğer modern pedagojinin boyu o pencereye yetişmemişse yapmamız gereken pencereyi kötülemek değil, pedagojiye "Büyü de gel!" demektir. Yine Ebubekir Sifil Hoca'dan bir alıntıyla bitirelim: "Hayatından 'yağmur duası' olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesini içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir." Öyle ya; dünya etraflarında dönüyor sananların, Kabe'yi tavaf etmeyi hurafe görmeleri normaldir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...