21 Nisan 2025 Pazartesi

Celal Şengör'den itikad alınır mı?

Cemal Yıldırım Hoca'nın 'Bilim Tarihi' nâm eseri bazı konularda kafa gözümü açtı arkadaşım. Şöyle ki: Bilim dediğimiz şey aslında epeyce bir 'dönemsellik' içeriyor. Evet. Zamana göre bilim olan şey de değişiyor. Sözgelimi: Aristo gökbilimi kendi zamanı için en geçerli bilgi/bilim oluyor. Ancak 'cevap veremediği sorular' çoğaldığında devrilip yerine başka bir gökbilim anlayışı yerleşiyor. Sonra bu ikinci gökbilim anlayışı da 'cevap veremediği sorularla' karşılaşınca tahttan indiriliyor. Boşluğuna 'daha fazla yanıt verebilen' bir başkası kuruluyor. Lakin, yok, bu üçüncüsü de tahtında ebediyen kalamıyor. İşte bu yönüyle 'bilim' aslında 'dönemsel' birşey. Bir zamanlar Newton fiziği vardı. Şimdi Kuantum fiziği konuşuluyor. Belki ileride de bir başkası konuşulacak... Fakat, burada, dikkat edilmesi gereken şöyle bir detay var:

Bu bilim anlayışlarının tamamı kendi dönemleri için 'işe yarar' sayılıyorlar. Meşru görülüyorlar. Hatta başka anlayışları baskılayıcı birer 'norm' olma istibdadına sahipler. Zaten bir süre başlar üstünde gezinmelerinin sebebi de 'işe yaramaları' oluyor. Dünyanın merkezde, diğer herşeyin etrafında olduğunu, yani döndüğünü, savunan evren anlayışı dahi denizciler, takvimciler vs. için işe yarar özelliklere sahip. Yani bilimselliğin 'sonsöz olma iddiası' bir yanlış anlamaya dayanıyor diyebiliriz. O da şudur: 'İşe yarıyor olmak' ile 'hakikat olmak' arasındaki nüansı gözetemeyişleridir. Evet. Bir bilgi 'işe yarıyor' olabilir ama 'hakikati ifade ediyor' olmayabilir. Zira hakikat 'bütünde geçerli olan'dır. Bilimsel bilgiyse 'parçalarda iş görür gerçekler'den ibarettir. Yani bilim, tanım olarak, 'kendi zamanında en geçerli olan bilgi'dir.

Bilim felsefecilerinin bilimcileri en çok hırpaladığı konulardan birisi de budur: Bilimin, parçalarda eriştiği 'işe yarar bilgilere' dayanarak, 'bütünün anlamında iddialaşmaya' hakkı var mıdır? Karl Popper gibi isimlerin metinlerine baktığınızda bilimcilere bu hakkı vermediklerini görürsünüz. Bilimin, ulaştığı bilgeliğin hiçbir aşamasında, "Hakikati buldum!" demeye hakkı yoktur. Ancak şunu söyleyebilir: "Bugün öncekinden daha az yanlış içindeyim." Gerçi 'Daha az yanlış içindeyim' iddiasını da geçerli bulmayanlar olmuştur. Fakat oralara kadar gidip yazıyı uzatmayalım. En temelde şunu kavrayalım arkadaşım: Parçada işe yarar olanın, muvakkaten, muamelatta 'gerçek' muamelesi görmeye hakkı olabilir. Lakin sanki bütünün bütün köşelerine ulaşmış, varlığın her sırrını çözmüş, cümle detayını fâşetmiş, hatta sorulabilecek soruları da bitirmiş/cevaplanmış gibi davranmaya hakkı yoktur. Zira tecrübe göstermektedir ki, her yeni zaman dilimi, kendi bilim anlayışını sorgulamaya gebedir. Yeni uyanışlara açtır. Ve Allah tedricen yaratışına aşina eder.

Demek istediğimi, bu defa Ömer Demir Hoca'nın 'Bilim Felsefesi' isimli eserinden, bir iktibasla açmak istiyorum:

"(...) doğru olmayan bir kuramın pratikte nasıl kullanılabilir olduğu sorusuyla karşılaşırız. Popper'ın bu soruya cevabı oldukça ilginçtir: 'Her yanlış önermenin belirsiz sayıda doğru sonuçları vardır.' Bu yüzden, bir teorinin varsayımlarından bir veya birkaçının yanlış olması, teoriden elde edilen sonuçların tümünün yanlış olması sonucunu getirmez. Örneğin: Pazar günü birisi 'Bugün günlerden cumadır' dediğinde bu önerme yanlış olur. Fakat bu yanlış önermeden yola çıkılarak elde edilen ve 'Bugün pazar değildir' hariç, 'Bugün pazartesi değildir' ya da 'Bugün salı değildir' gibi önermelerin tümü doğrudur. Yani, çoğu zaman ve durumlarda, yanlış bir önermeye dayanarak doğru önermelere ulaşmak mümkündür. Buradan şöyle bir sonuca varılabilir: Kesinliğini bilmediğimiz ama yanlışlanabilme ihtimali olan bütün önermelerin kullanılabilir doğru sonuçları vardır. Bu, aynı anda birbirleriyle çelişen sonuçları olan teorilerin birlikte nasıl kullanılabildiğini de çok yalın bir mantıkla açıklamaktadır. Popper'a göre, sonuçta, her bilimsel önermenin 'kullanılabilir sonuçlar'a sahip olması için doğru olması gerekmemektedir. Hakikate yaklaştığımızı bilmekle birlikte, elimizde nihai olarak ulaştığımızı garantileyecek hiçbir yöntem yoktur."

Cemal Yıldırım Hoca'nın Bilim Tarihi'ndeyse aynı mevzuun 'daha sahadan' bir misalini okuruz:

"(...) Antikçağın en büyük astronomi gözlemcisi Hipparkus'tu. Hipparkus'un sistemi, temel varsayımları yanlış olmakla birlikte, gözlem sonuçlarını temsil yönünden başarılıydı. Arzı merkez kabul ederek; Güneş, Ay ve gezegenlerin görünürdeki hareketlerini, herbirinin belli bir yörünge veya episiklde taşındığını, bu yörünge veya episiklin de daha büyük ve çembersel bir yörüngede taşındığını tasavvur etmekle açıklıyordu. Bu yörünge ve episikllerin konum ve boyutları doğrudan gözlemle saptanabiliyordu. Bu gözlem sonuçlarının toplandığı tablolara bakarak; Güneş, Ay, ve gezegenlerin gelecekte herhangi bir andaki konumlarını, Ay ve Güneş tutulmalarını büyük bir doğrulukla saptama olanağı sağlanmıştı."

Dünyanın evrenin merkezinde olduğunu tasavvur eden yanlış gökbilim anlayışı Kopernik'e kadar dayandı. Zira o da 'işe yarıyor'du. Denizcilerin işini görüyordu. Takvimcilerin ölçümlerine elveriyordu. Einstein hayalgücüyle ortaya çıkana kadar da Newton fiziği gayet kullanışlıydı. (Halen de kullanışlıdır.) Kuantum fiziği argümanlarıyla ortaya çıkana kadar da Einstein zirvedeydi. Bugün sahip olduğumuz 'bilimsel gerçeklikler' de böylesi bir 'ara dönem' mahsulü olabilir. Bilim, metodolojik olarak, parçadan bütüne doğru gittiği için, bu onun yapısal bir problemi olduğundan yani, 'bütünün anlamını belirlemeye' asla hakkı yoktur. Böyle birşeyin iddiasında bulunamaz. İddia ederse haddini aşmış sayılmalıdır.

Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Bediüzzaman Hazretleri, Münazarat'ında, Medresetü'z-Zehra hayalini anlatırken, maksadlarından birisinin 'Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc...' olduğunu söyler. Bu 'mezc ve derc'in hikmeti sorulunca da şöyle cevap verir: "Dört kıyas-ı fâsit ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izâle etmek..." Bu 'dört kıyas-ı fâsiti' ise, kardeşi Molla Abdülmecid abi merhum, haşiyede şöyle açıklamıştır: "İşte o kıyaslar: Mâneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır..."

Tekrar dikkat edilirse, mürşidimin altını çizdiği yaraların, yukarıdaki yanlış kıyaslarla çok ilgisi vardır. Mesela: 1) Mâneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak... Bu maraz, tam da yukarıda zikredildiği şekilde, parçadan bütüne tedricen ilerleyen bir metodolojinin 'bütünün anlamı üzerine' konuşmasını geçerli kabul etme yanlışlığıdır. Halbuki bizzat bilim felsefecileri de bilimin böyle bir hakkı olmadığını söylerler. Öyleyse itikad sahası gibi varlığı kuşatan/aşan bir alanda inkarlarının hükmü yoktur. 2) Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek... Bu da felsefik anlamda çok yanlış bir tutumdur. Zira, 'fünûn-u cedide' başka bir uzmanlık alanıdır, 'ulûm-u diniye' başka bir ihtisas sahasıdır. İnşaat mühendisinin tıptan anlamaması, onun inşaat ilmindeki uzmanlığına zarar vermemesi gibi, dinî ilimlerde mütehassıs olanların da başka alanlarda uzmanlaşmamaları kendi alanlarında eksik olduklarını göstermez. Aralarında 'zorunluluk ilişkisi' yoktur. 3) Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek... İşte yukarıda zikredilenlere benzer bir hata daha. Bir insan, velev ki bir alanda uzman olsun, konuştuğu her alanda uzman sayılmaz. Uzman muamelesi görmez. Sözüne itibar edilmez. İkisi de tıp alanında çalıştığı halde kimse gidip baytardan hastalığına ilaç sormaz. Fakat günümüzde, en basit konularda, değil uzmanlık, 'yüzeysel bilgi' ve hatta 'ukalalık' seviyesinde malumat sahibi olmakla dahi, başlıbaşına bir ihtisas alanı olan din hakkında hüküm vermeye cüret edilebilmektedir. Evet, maalesef, piyasa daha Kur'an'ı yüzünden okuyamayan müçtehidlerle doludur. 4) Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır... Bu da daha çok sosyal bilimlerde düşülen bir hatadır. Kendi sosyolojimizi/psikolojimizi 'norm' kabul ederek onun üzerinden geçmişi 'tartma' sevdası, bugün, 'tarihselciler' başta olmak üzere, pekçok kesimin içine düştüğü bir tuzaktır. Böyleleri için mazi biteviye tenkid konusudur. Zira kendi kemallerine asla ulaşamamaktır. Doğrusal tarih anlayışı kalplerinin asıl hâkimidir. Nazarları evrimcidir. O yüzden önyargılı bakarlar. Muhtaç oldukları feyzi alamazlar. 

Yazıyı çok uzattım. Seni de yordum arkadaşım. Nur talebeleri felsefeyle ilgili konuşmayı pek sevmezler. Ben de ne zaman böyle şeyler karalasam "Arkadaş yine felsefe yapıyor!" gibi eleştiriler alırım. Fakat, öyle görüyorum ki, Bediüzzaman bize Risale-i Nur külliyatı boyunca 'nuranî bir bilim felsefesi' de öğretiyor. Zamanın kendisini 'tek ölçü' gibi dayatan muğalatasını sigaya çekebilmeyi ders veriyor. Hani Ebubekir Sifil Hoca sıksık söylüyor ya: "Yanlış soruya doğru cevap verilmez." Evet. Parmak sallanarak yumurtlanan öncüllerin yanlışlığını farketmezsek yanlış cevaplarda debelenip duracağız. İnşaallah yazımla senin de gözünü bir parça açabilmişimdir. Allah'ın hidayetiyle gözünü açtığının kardeşinin gözünü de açmaya çalışması ibadettir. Allah bizleri ibadet için yaratmıştır. Bütünün anlamını ancak bütünün sahibi söyler. O yüzden burnunun ucunu daha yeni yeni görmeye başlamış bilimperestlerden itikad dilenme arkadaşım.

9 Nisan 2025 Çarşamba

Namaz instagramdan da alıkoyar

Allah cümlemizinkini bağışlasın. Benim Salih Kayra isminde bir yeğenim var. Henüz beş yaşında. Her çocuk gibi oynamayı çok seviyor. Ve yine her çocuk gibi oynamaktan bıkmıyor. Herhangi bir sebeple oyununu kesmesi gerekse sinirleniyor. Eh, evet, en azından bizimle oynarken, bunu sıksık da yapması gerekiyor. Çünkü 'namaz' diye bir 'ayraç' var. Günün beş vaktine konulmuş. Beş kere nefes almalık bırakılmış. Emir demiri de keser. Sıkıyorsa bırakma. Elbette, nasıl bir oyun oynanıyor olursa olsun, isterse de en heyecanlı yerine gelinsin, "Namaz kılmam lazım Salihçiğim..." diyerek bırakıyoruz. Başlarda bozuk atan Salih Kayra'nın zamanla bu durum kabulü haline geldi. Şimdilerde hiç tepki göstermiyor. Aksine 'oyunu dahi bölecek kadar' kıymetli birşey olduğunu derkediyor.

Düşünüyorum da, eğer namazların intizamla kılındığı bir ailede yaşıyorsanız, maşaallah, bu eğitim size ta çocukluğunuzdan itibaren veriliyor zaten. Yani, siz, çocukluğunuzdan itibaren biliyorsunuz: Nasıl bir iş yapıyor olursanız olun, o, günde beş vakit bölünmek zorunda. Cihad bile olsa bırakmak zorundasınız. Onda bile namazın bir yeri var. Ki sahabe efendilerimiz, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin rehberliğinde, misallerini göstermişlerdir.

Buradan şuraya geleceğim: Bir vakitler uzunyol şoförleri için otobüs firmalarının 'asgarî' saydığı bir mola sayısı vardı. Hatta yolculuğun uzunluğuna göre sayı arttırılırdı. "Şu kadar saatte bir..." denilirdi, "Mola vermek zorundasınız." Neden? Sadece yolcular için miydi bu uygulama? Hayır. Elbette öyle değildi. Şoförün sağlığı için de molalar gerekliydi. Ayrıca, uzun zaman aralıkları molalarla bölünmezse, şoförün de şoförlüğü tehlikeli bir hale geliyordu. Dalgınlaşıyordu. Uyukluyordu. Yani dikkati ölmeye başlıyordu. Benzeri birşeyi bir savaş hatıratında da okumuştum. Ön safta çarpışan askerlerin düzenli bir şekilde değiştirilmesi gerekiyordu. Zira, uzun süre ön safta çarpışan bir asker, mermilerden sakınmayı bırakmaya başlıyordu. Ölümle o kadar uzun süre arkadaşlık yapıyordu ki, sonunda, sakınılacak birşey olduğuna dair 'unutkanlaşıyor'du. Dikkat gösteremez hale geliyordu. Köreliyordu.

Geçenlerde, bebeklerini, sosyalmedya bağımlılıkları nedeniyle çeşitli yerlerde unutarak ölümlerine sebep olan ebeveynlerle ilgili haberlere rastladım. Allah kimsenin başına vermesin. Böyle acı yaşatmasın. Zor. Çok zor. Bir tanesi yıkamak için koyduğu küvette unutmuştu bebeğini. Bir tanesi de arabasının içinde... Subhanallah. İkisinin de arızası aynı. Telefonlarına dalmışlardı. Telefonlarına, yani sosyalmedyalarına, instagramlarına vs... Bu durum, bana, Hakîm-i Alîm olan Hüda'nın 'namazı emrediş hikmetini' yeniden düşündürdü. Evet. Kıymetini yeterince kavrayamıyoruz. Onsuz nasıl bed bir hayatımız olacağını kifayetle öngöremiyoruz. Fakat namaz bizi sahiden, hakikaten, tıpkı ayet-i kerimede ifade buyrulduğu gibi, günahlardan alıkoyuyor. İşte bu 'alıkoyuş' vechelerinden birisi de 'bağımlılık tedavisi' yapmasıyladır. Evet. Namaz bir bağımlılık tedavisidir. Çünkü namaz kılan kişi, hangi iş üzere çalışıyor olursa olsun, günde beş defa onu bölmek zorundadır. Bölünen de insana hâkim olmakta zorlanır. Köleleştiremez. Hatta, sadece namaz da değil, ibadetlerin çoğunda böylesi bir 'kesme' sırrı vardır.

Bediüzzaman Hazretleri, 20. Söz'de, kurban emrinin İsrailoğullarındaki 'bakarperestlik' yani 'sığıra tapıcılık' bağımlılığını 'kestiğini' anlatır bize. Bakara sûresine ismini veren hâdisedir. Bir cinayet işlenir. Katiller bulunamaz. Musa aleyhisselama gelinir. O da, Cenab-ı Hak'tan aldığı emirle, 'bir bakar kesmelerini' emreder. İsrailoğulları ayak sürür. İyice tarif etmesini isterler. En nihayet 'kesmekten kaçamayacakları' şekilde net bir tarife ulaşılır. Buna rağmen ayet-i kerime onlardaki 'isteksizliği' şöyle beyan buyuruyor kısa mealiyle: "Neredeyse kesmeyeceklerdi."

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder. Buna kıyasen bil ki, Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır."

Kurban 'hayvanperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Namaz 'zamanperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Zekat 'malperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Oruç 'gıdaperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Hac 'mekanperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. İbadetlerimizden hangi nurlu tanesini ele alsak, görürüz ki, durum tam da mürşidimizin söylediği gibidir: "Cenâb-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde..." Yani ibadetler, hâşâ, Subhaniyet sahibi olan Allah'a birşey kattıklarından-eklediklerinden değil, çünkü Hüda hiçbirşeye muhtaç değil, bizim ihtiyaç duymamızdan dolayı emredilmişlerdir.

Böyle düşününce, Salih Kayra bile, namazın sırrından mahrum kalmamış oluyor. Yani namazlarını düzenli kılan ferdler arasında büyüyen bir çocuk şu fikri alıyor: "Hayatta 'namaz' diye öyle önemli birşey var ki, Onu emredenin hatırı o kadar büyük ki, benim için her fedakârlığı yapan ebeveynim bile, iş namaza geldiğinde, bana 'Hayır!' diyebiliyorlar. Oyunu kesebiliyorlar. Dediğimi yapmıyorlar. Onu bana, tereddütsüz hem, tercih ediyorlar."

Bediüzzaman merhum böyle bir okumayı 'yağmur duası' hakkında da yapıyor. Malumunuz, yağmur duası çocukların da katıldığı bir ibadettir. Hatta çocuklar 'özellikle' duaya götürülür. Neden? Hemen yerinden okuyalım:

"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur." 

İslam, bizi ta derinlerden nasıl inşa ediyor, insan ediyor, pek farkında değiliz bunun. Çocukluğumuzdan itibaren şeair nevinden şahit olduğumuz güzellikler dahi bir güzel terbiyeyi içimize yeşertiyorlar. Hatta suyu üç yudumda içmek ki, belki sünnet-i seniyyenin küçüklerindendir, o bile birtür 'sabır eğitimi'dir. En susuz zamanında dahi bu hassasiyeti gösteren birimiz kendinde yerleştirir ki: Bazı şeyler var, aceleye getirmemek gerekir, şartlar ne olursa olsun. Bedenimiz küçük küçük hücrelerin teşekkülünden oluşmuş bir bütün olduğu gibi, karakterimiz de, küçük küçük temayüllerimizin teşekkülünden oluşmuştur arkadaşım. Bu temayülleri yönetebilirsek karakterimizi de yönetiriz. İşte, İslam, bize hediye ettiği ibadet dünyasıyla, eğilimlerimizi yönetmeyi öğretiyor. Rabb-i Rahimimiz daha ziyade istifade edebilmeyi, hakkını verebilmeyi, şükrünü sarınabilmeyi nasip eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

21 Mart 2025 Cuma

Yoksa Kuantum fiziği evrenin canlılığının mı delili?

"Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevâhir-i ferdiye hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah'ın böyle çok hayvanları var." Hakikat Çekirdekleri'nden...

Bediüzzaman'ın, 16. Lem'a'ya, cevaplayarak başladığı sual şudur: "Kardeşlerimizden Çaprazzade Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivayeten, bu geçen Ramazan'da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde, zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular..." Mürşidimin izahatı Ehl-i Sünnet'in 'keşfe' ve 'kadere' bakışındaki derinliği de ifade eder: 1) Evet. İbn-i Arabî Hazretlerinin de dikkatleri çektiği gibi: Velinin keşfi müçtehidin içtihadı gibidir. İsabet de edebilir, hata da... "Gördükleri kesinlikle vukû bulacaktır!" diye birşey yoktur. 2) Kaderin de katmanları vardır. 'Kesin'lerin yazıldığı katmana 'kader-i mübrem' denir. İhtimallerin yazıldığı daireye de 'kader-i muallak' tabir edilir. Keşf sahiplerinin nazarları kesinlik makamına kadar nadiren çıktığından okumaları da şartlarla bağlanır. Eğer şartları gerçekleşirse keşf de gerçekleşir. Maşaallah. Yok, şartları vukû bulmazsa, keşf de hakikat olmaz:

"'Bazan belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.' Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallâk oldukları şerâiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü, mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş..."

Bugünlerde 'Tuhafı Aşma Zamanı'nı okuyorum. Yazarı: Philip Ball. Altbaşlığı içeriğini de fısıldıyor: 'Kuantum Fiziğine Farklı Bir Bakış.' İtiraf ederim ki: Alana dair yaptığım her okuma hem hayretimi hem de sorularımı arttırıyor. Zaten Kuantum fiziğini anlamak, bizzat üstadlarının da altını çizdiği üzere, tastamam mümkün değildir. Yani "Ben Kuantum fiziğini anladım!" diyen her cüretkâr yalan söyler. O sebeple haddimi aşıp 'anladığımı' söylemem. Hatta okuduğum metinleri de tam kavrayıp kavrayamadığımdan emin olamıyorum. (Ne de olsa fizikçi değilim.) Fakat bazı soru işaretlerinin kaynağını anladığım kesin. Mesela: 'Çift Yarık Deneyi' nâmıyla meşhur tecrübenin uzmanları niye hoplattığını anlayabiliyorum. Çünkü imâsı bir tür 'fizikötesi'lik içeriyor. En azından alışılanı aşan şeyler var onda. Evet. Atomaltı âlemindeki işler pek de atomüstü âlemindekine benzemiyor gibi. Örneğin: Dalga hareketi yapan birşey, gözlendiğini anladığı an, tanecik refleksleri gösterebiliyor. Detaylarını alıntılamayacağım. Yazıyı uzatacaktır. Meraklısını Google Hoca'ya havale edeyim. Çizgifilmle yapılmış izahlar bile bulabilirsiniz.

İşte, bu türden metinleri ne zaman okusam, zihnim hemen mürşidimin yukarıdaki mektubuna gidiyor. İçimden şöyle geçiriyorum: Acaba, Kuantum fiziği denilen şey, âdemoğlu keşfinin 'daire-i kudret'ten 'daire-i irade ve ilme' geçişinde yaşadığı sancıların tezahürü müdür? Yani, maddenin bu denli inceldiği yerde, fehmimiz, kaderin varoluşla ilişkisine mi dokunmaktadır? Bir gözlemcik mesafeden dalganın tanecik haline geldiği, gözlenmediğindeyse birinin birçok gibi hareket edebildiği bu alan, Allah'ın "Kün/Ol!" emrine karşı birin/birçoğun hiçbir farkının bulunmadığını mı ihtar eder bizlere? Seçimlerimizin etkisini mi fısıldar? Burada bir sırr-ı imtihan mı saklıdır? Soruları çoğaltabilmek mümkün. Cevapları bulabilmekse ben gibileri pek aşıyor.

Lakin şu kadarı var ki: 'Kader-i muallak' tâbir edilen alanda, yani şartlarla bağlı gerçekleşeceklerde, insan amelleriyle bir varlık/yokluk vesilesine dönüşebiliyor. Nitekim Bediüzzaman'ın yukarıdaki cevabının sonunda deniliyor ki: "Evet, Ramazan-ı Şerifte, bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef, camilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref' eder; ekseriyetin hâlis duası dahi ferec-i umumîyi cezb eder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden fütuhat da verilmedi."

İhtimaller âleminde muallakta duranlar 'oluşturacağımız talep çekimiyle' kudret tarafından varlıkla lütuflandırılabilir. Anladığım kadarıyla duanın bir fonksiyonu da budur. Yani, dua, ihtimaller âlemine doğru oluşturulmuş bir cazibedir. Bir nevi çekim kuvvetidir. Hüsnüzannın da en az onun kadar kuvvetli bir cazibe olduğunu söyleyebiliriz. Aksine, yapılan suizanların da, 'kötüyü kendine celbeden' yanları bulunabilir. Nihayetinde gözlemcinin dikkati varlığın varoluşuna etkide bulunabiliyor. Hâşâ, bu etki, 'yaratmak' etkisi değil, 'çağırmak' etkisi... Şartlara bağlı olan şeyleri etkileyebiliyoruz. Elbette bu çağrımız kader-i mübreme sirayet etmiyor. Kader-i mübrem, Hak Tealanın mutlak bir şekilde bildiği, takdir ettiği, kuşattığı alanı ifade ediyor. Fakat, daire-i ilim ve irade, keşfimize yaklaştıkça ihtimaller içermeye başlıyor. Kader-i mübremi bilemediğimiz için ihtimallerle sınanıyoruz. İyi ihtimalleri çağırmakla vazifeliyiz. Kötü ihtimallere karşı istiazeyle sorumluyuz. Duasız ehemmiyetimiz yok. Çünkü, çekim gücümüzü dahil etmediğimiz bir hayatta, hayra vesile olmak da mümkün değil. İlla çağırır hallerde bulunmalıyız.

Kitapta en ilginç bulduğum teori, dalga fonksiyonunu kıran meçhulün, bir tür 'canlılık emaresi' olarak okunmasıydı. Yani, kimilerine göre, evren hayat sahibi olduğu için gözleme tepki veriyordu. Tadımlık olarak o kısmı alıntılamak istiyorum:

"Şu anda elimizde olan tek şey ipuçları ve tahminler. Bu aşamada bunları daha net odaklamaya çalışmak, (korkarım) bazı fizikçilere telaşla siper aldıracak, neredeyse şiirsel bir ifade gerektirebilecek riskli bir iş. Sözgelimi Chris Fuchs'un önerisi: 'Dünya dokunuşumuza duyarlıdır. Klasik olarak hayal edilemez biçimlerde uçup gitmesine sebep olan şey sahip olduğu bir tür canlılıktır! Kuantum mekaniğinin tüm yapısı, böyle temel (harika) bir duyarlığın ışığında akıl yürütmek ve bilgi işlemekten ibaret olabilir.' Fuchs'un kastettiği; Heisenberg'in kuantum belirsizliğini 'yüksek çözünürlüklü mikroskobun yarattığı rahatsızlık' yanlış tarifinin işaret ettiği anlamda 'insan gözlemcinin dünyayı rahatsız etmesi' değildir. Daha ziyade mikroskobik dünyanın her türden etkileşime duyarlı olmasıdır. (...) Şayet yapısı buysa bizim aktif failler olarak müdahalelerimiz önem taşır."

Evet, İslam, binbeşyüz yıldır, hatta tâ ilk insan Âdem aleyhisselamdan beri, imtihanımızın bu önemde yattığını söylüyor zaten. Müdahalelerimiz varlığı etkiliyor. Yaratmıyor, hâşâ, ama çağırıyor. Dualanıyor. Kainat bizim müdahalelerimize iyi-kötü tepki veriyor. Tıpkı bugün, çevreye verdiğimiz zararlara, kirliliğe, israfa, isyana 'küresel ısınma, iklim değişikliği, salgınlar vs.' gibi şekillerde hiddetler gösterdiği gibi. O yüzden iradelerimiz mesuldür. Sorumluluktan kaçamazlar. İlla mizana vurulurlar. Öyle ya, seçimleriyle ebediyet âleminde cennetler/cehennemler şekillendiriliyor, az şey midir yani? Tıpkı şairin dediği gibi: "Cehennem dediğin dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendi götürür." Cenab-ı Hak bizi hayır götürenlerden eylesin. Âmin. Âmin.

14 Mart 2025 Cuma

İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur

Susan Sontag'ın "Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var..." cümlesi varoluşumuzdaki rahmeti kavramakta pek mühim. Evet, biz, Cenab-ı Hakkın 'uluhiyetini' ancak payımıza düşen 'rububiyetler' miktarınca sezebiliyoruz. Çünkü fazlasını kaldıramayız. Ellerimiz küçük. Tecelliyse sonsuz. Böyle küçümen testiye okyanuslar sığmaz. Zamanın başından sonuna olup-olacak herşey bir anda olsaydı, bırakın anlamayı, dayanamazdık. Mekanlara dağıtılmış tüm olmaklar toplanıp tek bizde vuku bulsaydı, bırakın yaşamayı, taşıyamazdık. Zaten kendi başımıza gelenlere zar-zor, bin nazla, katlanabiliyoruz. İnceliklerini farkediyor-farkedemiyoruz. Hal böyleyken varoluşun küllî yükünü tekimiz asla omuzlayamazdı. O Rahman u Rahim, Furkan'ında, 'hiçkimseye taşıyamayacağından fazlasını yüklemeyeceğini' buyuruyor. İşte, biraz da bu nedenle imtihan, fertler-anlar ile değil, türler-zamanlar-mekanlar ile yaşanıyor. Türler, zamanlar, mekanlar sayısınca Ona hamdlar olsun.

Peki bu bölünmüşlük birşeyleri 'kaçırmamıza' sebep oluyor mu? 'Vahidiyet' açısından bakınca "Evet!" denilebilecek bu soruya "Hayır!" diyebilmenin ümidi 'Ehadiyet' sırrında saklıdır. Hayır, çünkü, yansıyan yansıtanlarda kendini özetleyerek yansımaktadır. Bir fert türün tamamı değildir, tamam, ama nevinin cümle sırlarını da kendisinde taşıyor gibidir. İnsan da âleme bir misal-i musağğardır. Yani âlemler insanda dürülüdür. O yüzden birimizin şahitliği, kendi hususi âlemi açısından, hiçbirşeyin kaçırılmadığı bir görüş alanıdır. An şart ki: Şahit olan şahitliğinin kıymetini bile. Gaflet etmeye. Hâdiselerden kanunlara uzana...

İsmet Özel de Sorulunca Söylenen'de diyor ki: "Günlük hayatımız bazı ebedî hâdiselerle temasımıza vesiledir." Hem yine Ve'l-Asr'da ifade ediyor ki: "İnsanlık tarihi her insanda teker teker mündemiçtir." Okuduğumdan beri üzerlerine düşünüyorum bunların. Aynalığımdaki özetleyicilikten bahsediliyor sanki. Mürşidim Hazretlerinin şu dediğiyle de bağlantılarını hissediyorum:

"Meselâ: Şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur: Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken ahkâmda ayrıdırlar. Sen, bir parmakla odanı harap edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın. İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."

İnsaniyet sırrı, hilkatinden murad olunan hakikatle tastamam, güzeller güzeli Efendimiz Aleyhissalatuvesselamın hayatıyla kendini ifade etti. Şahitliğine girenlerin hakkını en kemal şekilde verenimiz odur. Aynaların en güzeli, berrağı, kuşatanı onun hayatıdır. O yüzden mir'ât-ı mübareği insanlığın kutup yıldızıdır, güneşidir, nurudur, deniz feneridir. Herkes yönünü ona bakarak bulur. Onun ışığıyla bulur. Onda bulur. Fakat bu sırrın başka görünüşleri de var. Şahitlerdeki kusurlar nedeniyle eksik taşımaları da var. İşte o eksiklerin perdesi de biziz. Bizler gördüklerini karıştıranlarız. Nass-ı ayetle 'miraçta dahi gözü şaşmayan' gibi değiliz. Çok şaşıyor-şaşırtıyoruz. Katıyor-karıştırıyoruz. Siyahı beyaz, beyazı siyah ediyoruz. Lakin yine de 'aynamızdaki renkler nisbetinde' orijinal bir âlem görünüşü oluşuyor. Âlem bizde sırlanıyor. Arşivleniyor. Tutuluyor. Kayıtlanıyor. Ruhlanıyor.

Hayatlanıyor. Evet. Âlem bizde hayatlanıyor. Tıpkı denildiği gibi: "İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur." Cismimizin küçüklüğüne aldanma sakın. Biz kainatın idrakiyiz. Kalbiyiz. Tefekkürüyüz. Atomların atomları anlama yoluyuz. Dört boyutlu şehadet âlemi ancak şahitliğimizle âlem-i emirden olan ruha işleniyor... Tamam. Hakkını vermek anlamında kendimizi ne kadar küçük görsek hakkımız var. Ama yaratılışımız itibariyle küçük göremeyiz. Çünkü, biz, kendimizin değil, Sanî-i Hakîm'in sanatıyız. Fena bekaya üzerimizden dönüştürülüyor arkadaşım. Var mı ötesi? Taşınabilir bir hardiske kaydeder gibi izliyoruz âlemi ve izleniyoruz âlemden. Her yara iz. Her şükür iz. Her isyan iz... Sonra imtihan bitecek. Sonra arşivler açılacak. Amel defterlerimiz önümüze konacak. İnce ince tartılacak. Oradaki emeğe nisbetle beka âleminden parçalar bağışlanacak. Cennet-cehennem olacak. Bu dünyada 'Elhamdülillah' diyen orada 'Elhamdülillah' yiyecek. el-Aman, el-Aman! Rahman ayağımızı cehenneme bastırmasın. 

Hayatına giren hiçbirşeyi küçük görme bu yüzden. Aynen. O, âlemi kuşatan bir sırrın şahitliğine düşen kısmıdır, sende dürülmüş şeklidir. Bir yıldızın doğuşunu göremeyebilirsin. Fakat bir çiçeğin açışına her bahar şahitsin. Payına o kadarı düşüyor. Şükür. Yahut yeni bir evrenin yaratılışına şahit olamasan da kafanda bir yazı/öykü konusunun oluşturulduğunu hissedebiliyorsun. Sana bu kadarı bağışlanıyor. Şükür. Kur'an'ın kemalini anlamak için de büyüklerimiz öyle bakmışlar işte. Zâhirde ne kadar küçük hâdiselerden bahsediyor olursa olsun, onları, âlemleri kuşatan 'kanunların ucu' mesabesinde görmüşler. Varlığı saran düsturların idrakine yol yapmışlar. Tıpkı, 20. Söz'de, kıssa-i Kur'aniye hakkında dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır." Yahut yine orada dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..."

3 Mart 2025 Pazartesi

İmam Gazalî 'Çoklu Evren Teorisi'ne ne derdi?

Bediüzzaman Hazretlerinin, Şualar'da, İmam Gazalî rahimehullahtan iktibas ettiği bir cümle var. Kendi tercümesiyle şöyle: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Devamındaysa şunları ekliyor mürşidim: "İşte, bu muhit ve câzibedar olan hüsün ve bu umumî ve hârikulâde nezafet ve bu müstevlî ve şümullü ve gayet hassas mizan ve bu ihatalı ve her cihetle mu'cizâne intizam ve insicam, vahdete ve tevhide öyle bir hüccettir, bir alâmettir ki, gündüzün ortasındaki ziyanın güneşe işaretinden daha parlaktır."

Hafızam yanıltmıyorsa, Mürsel Gündoğdu Hoca, Akıl Kalbi Ararken isimli biyografik romanında, İmam Gazalî rahimehullaha ait bu ifadenin arkaplanından da bahsediyordu. Yunan felsefesinden kötü etkilenen bazı müslüman(!) filozoflar şöyle bir soru yöneltiyorlardı mü'minlere: "Allah bizi şu an olduğumuzdan daha ahsen yaratamaz mıydı?" veya "Allah bu âlemi şu anki halinden daha iyi yaratamaz mıydı?" veyahut "Allah şu âlemden daha sanatlı bir başkasını yaratamaz mı?" Eğer aldıkları cevap "Hayır!" olursa "Vay, demek siz Allah'ın sonsuz kudretine inanmıyorsunuz, Onu acizlikle suçluyorsunuz!" diye veryansın ediyorlardı. Fakat İmam Gazalî rahimehullah filozofların bu cerbezeli tuzaklarını şöyle boşa düşürüyordu:

Dahasından bahsedebilmek için Allah'ın şu yarattığında -hâşâ- eksiklik bulunduğuna inanmak gerekir. Bir kusur, hata, yanlış görmek gerekir. Ancak ondan sonra üstününden, iyisinden, güzelinden bahsedilebilir. 'Nihayetsiz Hikmet Sahibi'nin tasarrufatındaysa noksan bulunamaz asla. O hiçbir detayı sonradan öğrenmez ki, kusurlu beşer gibi, işlerini 'geliştire-geliştire' yapsın. Yahut deneme-yanılmayla yaratsın. Hâşâ, Subhaniyet Sultanı'nın eserinde hata olabilir mi ki 'daha iyisinden' bahsedebiliyorsunuz? Ve ardından o meşhur-mübarek cümle geliyordu işte: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Orijinaliyle anarsak da şu şekildedir: "Leyse fi’l-imkân ebda‘u mimmâ kân."

Mülk sûresinde de, mezkûr hakikati doğrular şekilde, şöyle buyrulmaktadır:

"Yedi göğü birbiriyle uyum içinde yaratan da Odur. Rahmân'ın yaratışında hiçbir düzensizlik görmezsin. Haydi çevir gözünü: Bir çatlak görüyor musun? Sonra tekrar tekrar gözünü çevirsen de bitkin düşmüş, hor ve hakir halde, o göz sana döner."

Âmenna. Ama âlemde gözümüze çarpan 'çirkinlikler'e ne diyecektik peki? Onları nasıl bir yere oturtacaktık? Nasıl güzelleştirecektik? Mürşidim bu sualin cevabını şöyle vermektedir:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tabiatları lâtif, ince ve lâtif san'atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevâri bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letâfetin, o güzelliğin derecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilâve ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letâfeti fazlaca parlasın. Çünkü (Meali: Eşyânın hakikati ancak zıtlarıyla bilinir.) Lâkin, müdakkik bir kimse, o ezdadı cem eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik, intizam, letâfet artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar."

Yani, arkadaşım, kusur zannettiğimiz, çirkinlik saydığımız, eksiklik gördüğümüz şeyler aslında güzelliğin tamamlayıcısıydı. Hepsinin manzarada yaptıkları işler vardı. Fakat çok yakınlaştığınızda, yalnız onları görür olduğunuzda, büyük resmin okuttuğu hikmetlerden mahrum kalıyordunuz. Ve belki de nurlu siyahlıklarını 'leke' sayıyordunuz. O halde İmam Gazalî rahimehullahın sözüne de bu eksende bakılmalıydı. Tek tek, detay detay, 'bize göre' çirkinliklerle değil, 'evrenin tamamına göre' yerli yerinde detaylarla örülüydü kainat. Tıpkı Ayetü'l-Kübra Risalesi'nde dikkatlerimizin çekildiği gibi. Her neyi çekseniz de kopmuyor. Ayrılmıyor. Detaylar müstakil değil. Herbirisi varoldukları evrenin herşeyiyle bağlıdır çünkü.

Bütünde anlamlı olan parça olarak da anlamlıdır. İsterse yalnızken çirkin görünsün. Güzelin yüzünde ben de güzeldir. Tamam. Pekala. Olabilir. Yalnız parçaya bakıldığında 'Daha güzeli yaratılabilir' görünen detaylar yok değildir. Ama, fakat, lakin onların böyle görünmesi bütünü ıskalayan gözlerimizin kusurudur. Algımızın yanılgısıdır. Parçalığımızın cahilliğidir. Sınırlılığımızın zulmüdür. Bütünse her zaman parçalardan fazlasıdır. Yani varlık 'tam olması gerektiği şekilde' olmuştur. Neresiyle oynasanız bütünün ahengine kastedersiniz. Kediye kanat taksanız kuşların düzeni bozulur. Kuşların düzeni bozulsa böceklerin de düzeni bozulur. Böceklerin düzeni bozulsa bitkilerin de düzeni bozulur. Ve hakeza... Bozulan düzenler kelebek etkisiyle diğerlerine de kastederler. Herşey, evrenin ta en başından sonuna, bir zincirle birbirine bağlıdır. O zincirin yalnız bir parçasına bakanlar için kusur görünen şey bütünü görenler için hâzâ hikmettir:

"Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzûzât-ı kanuniye ile, âdetinin harikalarıyla, tagayyürat-ı sûriye ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe'nde, her şeyinde Ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü'l-Esbaba çevirir. Kur'ân'ın beyanatı şu esasa bakıyor."

Harald Fritzsch'in kaleme aldığı, Metis Yayınları'ndan çıkan, 'Yanılıyorsunuz Einstein!' kitabında da yine İmam Gazalî rahimehullahın ne kadar isabet ettiğini belirtir bilgiler okudum. Mesela: Kainat varolurken tayin edilmiş öyle 'sabiteler' vardı ki, fiziğin en temel sabiteleriydi bunlar, onların azıcık ileriye-geriye kayması, gelecekte biyolojik hayatın oluşumunu imkansız kılacaktı. Eserde mizansel bir şekilde konuşturulan kimi ateist bilim adamlarının dahi kabul ettiği bir gerçekti bu. Evet. Kainat yaratılırken, herşeyin ta en başında yani, milyarlarca yıl sonra varedilecek canlı moleküllerinin 'hangi şartlarda oluşacağı hesap edilmiş gibi'ydi:

"Haller: Sabit, şimdiki halinden biraz sapma gösterse, yaşamı oluşturan makroskobik moleküllerin bazıları oluşmaz, burası da bizim bildiğimiz anlamda yaşamın süremeyeceği başka bir evren olurdu. Einstein: Yani yaşam ile ince ayar sabitinin arasında yakın bir ilişki mi var? Eğer öyleyse gerçekten de tuhaf bir ilişki bu..."

Peki, ateist bilim adamları, karşılarına çıkan bu 'daha iyisi düşünülemeyen kainat' sorununu(!) nasıl aşıyorlardı? Elbette 'Paralel Evrenler Teorisi'yle...

"Haller: "Gell-Mann, birçok başka fizikçi gibi, Büyük Patlama'nın bir kez değil, sayısız defalar oluştuğu görüşünde. Evren, aslında, sonsuz sayıda büyük patlamanın yaşandığı bir çokluevren, her evrenin de kendi ince yapı sabiti var. Bunlardan biri de tesadüfen '137' olmuş. Evrenler arasında sadece burada bizim bildiğimiz anlamda yaşam meydana gelmiş. Sadece bu evrende Wolfgang Pauli ya da Richard Feynman gibi ince yapı sabiti hakkında akıl yürüten adamlar var. Böyle bir açıklama 137 sayısıyla yaşamın bu kadar birbirine uymasını açıklayabilir. Salt tesadüf... Einstein: Buyrun, işte yine tesadüflerden bahsediyoruz, kuantum kuramı tesadüften geçilmiyor. Siz sormadan söyleyeyim: İhtiyar'ın (Einstein bu ifadeyle Allah'ı kastediyor) ince ayar sabitini de zar atarak bulduğuna katılmıyorum."

Bazı tartışmalar hiç yaşlanmıyor arkadaşlar. İşte, İmam Gazalî rahimehullahın, dönemindeki müslümanlara söylediği hakikatler, yüzyıllar sonra bizi 'kuantum tartışmaları' ekseninde tekrar buluyor. Dikkat buyurunuz: Paralel Evrenler Teorisi arkasında da aynı hinlik gözkırpıyor. Aşılanmak istenen belli yani. Demek istiyorlar ki: "Evet. İçinde yaşadığımız evrenin seçilmiş gibi görünen yanları var. Kabul ediyoruz. Fakat bu yine de onun sonsuz ilim, irade, kudret sahibi 'Birisi' tarafından yaratıldığı anlamına gelmeyebilir. Belki de 'sonsuz sayıda deneme' sonucunda tesadüfler böyle süper birşeyi başarmışlardır ha? Deneme sayısı sonsuz olursa belki yanılmayan bir tane bulunabilir? Yani, biz, Hoca Nasreddin'in göle çaldığı mayanın her nasılsa tutan versiyonunda yaşıyor olabiliriz. Gölümüzün yoğurt olması böyledir."

Toparlarsam: Bugün hassaten Marvel üzerinden çokça aşılanan bu 'Paralel Evrenler' meselesinin bir felsefe olduğuna dikkat edelim. Sadece hayale değil itikada dair de birşeyler fısıldanıyor bize onlarla. Ve bu fısıldama İmam Gazalî rahimehullahtan ders aldığımız bir hakikatle de savaşıyor. Biz diyoruz ki: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Onlar diyorlar ki: "Belki de vardır?" Peki delil gösterebiliyorlar mı? Hayır. Şimdilik ellerinde spekülasyondan başkası yok. Fakat "Baskın basanındır!" derler ya. Hem yine derler: "Yavuz hırsız evsahibini bastırır!" Bunların da elinde koskocaman bir manipülasyon dünyası var. Sinemaları var. Dizileri var. Youtubeları var. Tiktokları var. Var, var, varoğlu var. Onlarla hayalimizi 'Olur mu canım öyle şey'den 'Belki de olmuştur öyle şey'e getirmeye çalışıyorlar. Özellikle çocuklara dönük yapımlarda, evrimden sonra, en çok işlenen mevzuun paralel evrenler olması şaşırtıcı değil. Çünkü 'tesadüfçülükte' ikisi birbirinin tamamlayıcısıdır.

Ne diyelim? Cenab-ı Hak, kemal-i keremiyle, böylesi algı bozulmalarından cümlemizi korusun. Bize eşyayı olduğu gibi göstersin. Hakkı bâtılla, bâtılı hakla, karıştırtmasın. Âmin...

22 Şubat 2025 Cumartesi

TÜSİAD'ın da adaleti 'belagatinde' görünür

Hani, mübarek mürşidimiz, belagatın bir kaidesi olarak öğretiyor: "Sözde 'kim' söylemiş, 'kime' söylemiş, 'niçin' söylemiş, 'ne makamda' söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma." Ben, bu kaidede, yalnız 'yazılı metinlere' değil, 'manipülatif her hâdiseye' bakarken rehber edilecek bir usûl görüyorum. Çünkü, bizzat hayatın kendisi de, sadece 'vücudî görünen vücudîlikler' ve 'ademî görünen ademîlikler'den oluşmuyor. Bazen de karşımıza 'vücudî görünen ademîlikler' ve 'ademî görünen vücudîlikler' çıkıyor. Yani zâhirdeki sathiyatla bâtındaki hakikat uyuşmuyor.

'Varlıksallık' sunulanın ardından 'yokluksallık' çıkabiliyor. 'Yokluksal' gibi görünenin sırtında 'varlıksallık' yükselebiliyor. Hep verdiğim misallerdir. Tekrar anayım. Zekat, mesela, zâhirde malı azaltıyor gibi görünse de aslında bereketlendiriyor. Riba, zâhirde malı arttırıyor gibi görünse de, aslında bereketini kaçırıyor. Zaten şeriatın vahy-i ilahî ile emir buyrulmasındaki en büyük rahmet de budur. Bizler, vücudî görünen vücudîlikleri ve ademî görünen ademîlikleri, haydi, şu küçük aklımızla bir derece ayırsak da, varlıksal görünen yokluksallıkları ve yokluksal görünen varlıksallıkları çoklukla karıştırıyoruz. Evet. Bir değil birçok görüşe sahibiz. Yakını da görmeliyiz. Uzağı da seçmeliyiz. Bizim için faydalının birçok dalga boyu var. Kısa vâdeliye konsantre nefsimiz manzarayı bulanıklaştırıyor. Uzun vâdede kâr getirecek kısa vâdede zarar gibi görünebiliyor. Uzun vâdede zarar verecek de kısa vâdede nefsin hoşuna gidebiliyor. 'Kör nefis' denilmesi bundan sebeptir. Görmemesinden değil 'ileriyi görmemesinden'dir. Yoksa, nefis, yakını görür. Hatta yakını çok iyi görür. Yakın görüşündeki başarıdan dolayı da miyopluğunu bize unutturur.

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..."

İşte, kanaatimce, mezkûr belagat kaidesi, 'vücudî görünen ademîlikler' ile 'ademî görünen vücudîlikler' arasında ayrım yapabilmemizde kritik öneme sahip. Neden? Çünkü algımıza ulaşan hertür mesajın varlıksallığını sınama hususunda lazım bir avantajı sağlıyor. Bütün boyutlarını kuşatıp sahtesini-hasından farkedebilme yeteneği kazandırıyor. Güncel bir misalle mevzuu açmayı deneyeceğim: Efendim, geçenlerde, TÜSİAD'ın yaptığı bazı açıklamalar oldu malumunuz. Zâhirine baktığınızda sanki pek faydalı şeyler idi. İstikamete de muvafıktı. Fakaaat...

Fakat, 'Yalnız söze bakıp durmama' olgunluğuna erdiğinizde, hatta daha 'Kim söylemiş?' diye sorduğunuz anda, soru işaretleri üzerinde dolaşmaya başlıyordu. TÜSİAD'ın sicili 'adalet' konusunda pek de iyi değildi çünkü. Geçmişte siyasete müdahaleleri de 'demokrasi aşkından' kaynaklanmamıştı üstelik. Evet. Yeri gelmiş Turgut Özal'a karşı Kenan Evren'i desteklemiş, yeri gelmiş Necmeddin Erbakan'a karşı 28 Şubatçıların safını tutmuş, yeri gelmiş AK Parti'nin meşru iktidarına karşı vesayetçi kesimlerle işbirliği etmişlerdi. Yani, arkadaşım, 'yalnız söze bakıldığında' iyi niyetliymiş gibi görünen beyan, 'yalnız söze bakılmadığında' o kadar da istikametli gelmiyordu. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin öğrettiği kaidenin 'her türden algı operasyonuna' karşı sunduğu şifa da buydu. Safderunluğumuzu dağıtıyordu. Gözümüzü açıyordu. Melek sûretinde aldatmaya çalışan ahirzaman şeytanlığına karşı uyarıyordu.

Hakikatine başka hâdiselerde de şahit olmuştuk. Mesela: Cumhuriyet Mitingleri aslında hiç de 'cumhuriyet' endişeli değildi. Gezi İsyanı 'meselesinin sadece ağaçlar olmadığını' Memet Ali Alabora'nın beyanıyla açık etmişti. 15 Temmuz darbe girişiminin de 'yurtta sulh' aramadığı o gece şehid ettiği insanlarımızdan belliydi. Zaten, Kur'an-ı Hakîm, Davud aleyhisselamın kıssasında bu sırrı neredeyse 1500 yıl evvelden haber veriyordu. Evet. Sâd sûresinde aktarılan hâdisede, hasımlar, duvardan atlayarak Davud aleyhisselamın bulunduğu mekana ulaşıyorlardı. Davud aleyhisselamsa onları aniden karşısında görünce ürkmüştü. Niyetinlerinin iyi olmadığını anlamıştı. Fakat tam bu sırada suikastçiler bir yanlış yaptıklarını farkettiler. Davud aleyhisselamı yalnız yakalayamamışlardı. Çevresinde kendilerine engel olacak kadar sevenleri de vardı. O zaman ne yaptılar peki? Davalarını bir 'suikast' meselesinden 'adalet' meselesine çevirdiler. Ve geliş nedenlerini çarpıtmaya çalıştılar. Kısa bir mealiyle şöyle buyuruluyor orada:

"O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu? Onlar mâbedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına birden girince, o, onlardan ürktü. Onlar da 'Korkma!' dediler, 'biz sadece birbirimize hakkı geçen iki dâvalıyız. Senden dileğimiz; aramızda adaletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize tam doğruyu göster! Benim şu din kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum! Böyle iken 'Onu da bana bırak!' dedi ve çenesiyle beni bastırdı.' Davud: 'Doğrusu, senin tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle o sana haksızlık etmiştir. Zaten malda ortak olanların çoğu birbirlerine haksızlık ederler. Ancak gerçekten iman edip makbul ve güzel davranışlarda bulunanlar böyle yapmazlar. Onlar da o kadar azdır ki!' Davud kendisini imtihan ettiğimizi anladı, derhal Rabbinden mağfiret diledi, eğilip secdeye kapandı ve Allah'a yöneldi."

Evet. Yani, suikastçiler, muvaffak olamayacakları anlayınca niyetlerini başka türlü lanse ettiler. Dertlerinin 'adalet arayışı' olduğunu söylediler. Fakat, Davud aleyhisselam, peygamber ferasetiyle maksadlarının iyi olmadığını kavramıştı. Yine de onları cevapladı. Sonra da kendisini bu ağır imtihandan kurtardığı için Cenab-ı Hakka hamdetti. 

Toparlarsam: Ahirzamandayız. Sadece deccalin değil avanelerinin de 'cennet görünümlü cehennemleri' var. O yüzden 'Yalnız söze bakıp durmamak' zorundayız. Kimin, kime, niçin, ne makamda... vs. söylediğini de mizana almalıyız. Bunları da tartmalıyız. Duvarlarımızdan atlayıp gelenler niyetlerini iyi gibi yansıtabilirler amma bu gerçeği ifade etmiyor olabilir. Ayılmamız ise İslamî muktesebatımızın mücerreb uyanıklığını kuşanmamızla mümkün. İşte onlardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimiz belagat kaidesi. Demek, belagat bilmek, bir yönüyle 'hakikatin yolunu da bilmek'tir. Ne diyelim? O Rahman u Rahim, insî ve cinnî şeytanların oyunlarından, hidayetiyle bizi kurtarsın. Âmin...

15 Şubat 2025 Cumartesi

Mustafa Kemal neden şeriat istemedi?

"Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avam-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola..."
Divan-ı Harb-i Örfî'den.

Michael J. Sandel'ın Eksik Kitaplar'dan çıkan 'Adalet' isimli eserini 'okunması gerekenler' içinde sayarım hep. Çünkü, kitap, 'adalet' meselesinin sadece 'uygulamayla' değil 'felsefe'yle de ilişkili olduğunu öğretir. Yani, adalet, yasalardan önce itikattır. Neyin 'adalet' olduğuna dönük 'imanınız' sonrasındaki uygulamalara 'bakışınızı' da şekillendirir. Eğer 'toplumsal fayda'yı önceleyen bir adalet anlayışına sahip olursanız 'bireysel özgürlükler'i önemsemeyebilirsiniz. Eğer 'bireysel özgürlüğü' önceleyen bir adalet anlayışınız varsa 'toplumsal faydayı' değerli bulmayabilirsiniz. Veyahut, standart bir müslüman gibi, her hususta belirleyicinin 'herşeyi en hikmetli şekilde yaratan Âdil-i Mutlak' olması gerektiğine iman ederseniz, beşerî hukukların yerine, 'şeriatı' talep eder hale gelebilirsiniz. Burada farkı ortaya çıkaran illa 'itikadınız'dır. Neye itikad ediyorsanız ona göre bir 'adalet'iniz olur. Tam tersini söylemek de mümkündür belki. Hangi kanunlarla yönetilirseniz o kanunun itikadına doğru eğilirsiniz.

"(...) ahlakî çıkmazlarla mücadele etmek, özel hayatımızda ve kamusal alanda, uygulanacak ahlakî iddianın nasıl geliştirileceğini açıklar. Demokratik toplumlarda hayat doğru, yanlış, âdil ve adaletsiz üzerine anlaşmazlıklarla doludur. Bazı insanlar kürtaj hakkını savunurken diğerleri için kürtaj cinayettir. Bazıları çabalarıyla para kazanmışlardan vergi almanın âdil olmadığına inanırken, bazıları fakirlere yardım için zenginlerin vergilendirilmesinin hakkaniyet olduğuna inanır. Bazıları geçmişteki yanlışları düzeltmek adına, üniversite kabullerinde pozitif ayrımcılığı savunurken, bazıları bunu yetenekleriyle kabul edilmeyi hakeden insanlara karşı yapılmış ayrımcılığın adaletsiz bir türü olarak kabul eder. Bazıları terör şüphelilerine işkence yapılmasını özgür toplumun bir alçaklığı ve ahlakî iğrençlik olarak reddederken, bazıları terörist bir saldırıyı engellemek için gerekliyse bunu savunur. Siyasal seçimler bu anlaşmazlıklar üzerine bir kazanma ve kaybediştir. Sözde kültür savaşları bunlar üzerine yapılır. Kamusal hayatta ahlakî soruları tartışırkenki hırs ve güç dikkate alınırsa, aklın ötesinde, ahlakî düşüncelerimizin kesin olarak inançla ve yetişme tarzıyla belirlendiğini düşünmeye meyledebiliriz."

Bazı vehhabi-selefilerin dediği gibi "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kâfir olur!" demiyorum ha. Yanlış anlaşılmasın. Çünkü "Allah'ın indirdiğini tasdik etmeyen ancak kâfir olur..." diye biliyorum. Uygulayamasa da doğruluğunu kabul eden kâfir olmaz. Yahut cebrî sebeplerle doğruyu uygulaması engellenen kâfir sayılmaz. Lakin uzun süre bâtıl yasalarla yönetilen bir insanın da temayülleri değişir. 'Öyle yapmaya' dönük alışkanlıkları oluşur. Her alışkanlıksa bir 'sunî fıtrat'tır. Yani fıtrattan sanılır, sanrılanır, fakat değildir. Tıpkı 'madde bağımlılığı' gibi bir 'toplumsal tiryakilik' oluşur. Şerif Mardin Hoca, Türkiye'de Toplum ve Siyaset'te Mustafa Kemal'in stratejisindeki kurnazlığın da bu olduğunu söyler. O, halkı, seküler hukuka ikna etmeye çalışmamıştır. Gönüllerine bakmamıştır, beklememiştir. Ya? Aksine inkılaplarını dayatmıştır. Dipçik gücüyle uygulamıştır. Batılılaşmayı cebirle tatbik ederek alışkanlıkları değiştirmiştir. Yeni hukukla yetişen yeni nesiller de ekseriya seküler yaşama bağımlı hale gelmiştir. 'İtikadı' ile 'ameli' arasındaki mesafe açılmıştır. Ve bu kem makas her yeni nesilde daha da açılmaktadır.

"Atatürk'ün 'hürriyet'in Batı anlamındaki şeklini memlekette kökleştirmek için başvurduğu çare, Batı'nın 'ferdi gaye bilen' hukuk normlarının Türkiye'de yerleşmesini mümkün kılacak olan değişikliği meydana getirmek olmuştur. Birçok kimselerin göremediği bir noktayı Atatürk sezmişti: 'Hürriyetin' hakiki manasında yerleşmesi için halkçı bir politika takip etmek yeterli değildi. Hangi politika olursa olsun insan hak ve hürriyetlerine hürmeti temin için muayyen kurallara uymak zorundadır. Bu da ancak memlekette bu ana kuralların işler durumda bulunduğu belirli bir hukuk nizamını yerleştirmek suretiyle olacaktır. Zamanla, Batı hukuk sisteminin yerleştirilmesi neticesinde, Batı hukuk normları içinde düşünmeye alışan, başka türlü düşünemeyen bir nesil ortaya çıkacaktır. Bu neslin benimsediği normlar da hürriyet mefhumunun Batılı bir çerçeve ile çerçevelenmesini mümkün kılacaktı. Bu bakımdan Atatürk'ün Batı hukuki sistemlerini memleketimizde yerleştirme çabası çoğu zaman üzerinde durulmayan derin bir mana taşımaktadır. Zaman zannedersem Atatürk'ün bu düşüncelerini doğruladı."

Tam bu eşikte, arkadaşım, Bediüzzaman Hazretlerinin 2. Lem'a'daki analizlerini hatırlamak yerinde olur. Zira, o, günahın en büyük zararının 'insanın içindeki kem temayülleri besleyip güçlendirmekle' olduğunu söyler. Ona göre 'Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var'dır. Alışkanlıkları günahları vesilesiyle değişmiş bir ferdin içindeki eğilimler de küfrün kapısına doğru meyillenir. Evet. İnsan 'objektif' bir canlı değildir. Zevklenmeyi âdet haline getirdiği şekle göre imanını değiştirebilir. Zaten günahlardan da en çok bu sebepten korkulur. Bağımlılık haline dönüşüp kişinin itikadına kadar sirayet etmesi mümkün olduğu için. Bu tehlike herkes için az-çok geçerlidir:

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor. Hem meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor. Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır..."

İşte, Tek Parti Dönemi kurnazlığı da, Bediüzzaman Hazretlerinin feraseti de, aynı resimde belirginleşiyor. Birisi, an'ane-yi İslamiye'yi zorla değiştirmesinin, kendisine ileride nasıl zakkum meyveleri aldıracağını kestiriyor. Diğeri, esas hedefin neresi olduğunu farkederek, muhafazası için mesai sarfediyor. Dikkat ediniz, mürşidimiz, o şartlarda bir hukuk kavgasına girmiyor. Zira elinde buna muvaffak olabileceği bir kudret yoktur. Ancak o planın ucunun gidip nereye dayanacağını seziyor. Ve elinden geldiğince orada, yani iman dairesini tahkimde, bulunuyor. Tabir-i caizse, cepheyi daha geriye çekiyor, merkezin düşmesini engellemeye çabalıyor. Çünkü merkez düşerse geri dönüşü olmayacaktır. Fakat düşmezse ordularının birgün tekrar hücuma kalkabilmesi mümkündür. Hani eskiler derler: "Dere yatağını mutlaka alır." Hem yine denir: "Su akar çatlağını bulur." Yeter ki sılasını unutmasın. Cenab-ı Hak, bize, ümmetin çeperlerini tekrar fethe çıktığı günleri görmeyi nasip eylesin. Âmin. Allahümme âmin.

10 Şubat 2025 Pazartesi

Yoksa Zülkarneyn aleyhisselam 'Santorini patlamasını' mı gördü?

 Aylar önce bir dostum 'epey de takipçisi olduğunu söylediği' bir ateistin sorularını yolladı bana. "Bunların cevabı verilirse kanalımda yayınlayacağım!" demiş. Hey yavrum hey! Başta ürktüm açıkçası... Evet. Meydan okumayı görünce insan ciddi birşeylerle karşılaşacağını sanıyor. Fakat, hayır, hiç de öyle olmadı. Tam anlamıyla fiyasko! Omuzlarının üstünde saksı gezdirmeyen herkesin içinden kolaylıkla çıkacağı meselelerle karşılaştım. Ve bir kez daha "Ateistleri gözümüzde fazla büyütüyoruz!" hakikatine ulaştım. Cevaplarken de muhatabımla dalga geçmemek için zor tuttum kendimi. "Belki damarına dokunup mümkün-muhtemel hidayetine engel olurum..." diye düşünmesem hiç böyle yapmayacaktım. Epey de eğlenecektim.

Neyse. Uzatmayayım. Mesela: Suallerinden birisi Zülkarneyn aleyhisselamın kıssasıyla ilgiliydi. Hani Kehf sûresinin 86. ayetinde kısacık bir mealiyle buyruluyor: "Nihayet batıya vardığında güneşi balçıklı bir suda batarken gördü." İşte sualcimiz de bu ayet hakkında diyor: "Güneşin balçıklı bir suda batması nasıl mümkün olabilir? Bugün astronomi ilmine sahip olan herkes bilir ki böyle birşey vâki değildir. Güneş uzaydadır. Gün de dünyanın kendi etrafında dönüşüyle oluşmaktadır. Yoksa güneşin çamura girmesiyle değil." Oy, oy, oy... Vay, vay, vay... İnsan gerçekten hayret ediyor. Hatta bir de "Yoksa edebiyat dersleri mekteplerden kaldırıldı mı?" diye endişeleniyor.

Zira ayeti bu şekilde 'zâhirine hapsederek' anlamak ancak edebiyattan hissesi sıfır olmakla mümkündür. Yani; bir âdem 'mecaz' nedir, 'benzetme' nedir, 'tasvir' nedir, ne çeşitleri vardır... vs. bilmez; hiçbir şekilde gündelik hayatta kullanmaz, kullananana da rastlamaz veyahut rastlasa da anlamaz; ancak o zaman Furkan-ı Hakîm'e böyle bir suçlama yapar. Fakat, demek ki, biz bu arkadaşların dünyasından epey kopmuşuz. Paralel evrene geçmişiz. Veya o arkadaşlar normal dünyadan epey kopmuşlar. Google'da şöyle birkaç tıklamalık bir arama yapıp ayetin herhangi bir tefsirini dahi okumuyorlar. Evet. TDV İslam Ansiklopedisi'nin uzunca 'Zülkarneyn' maddesine bile bakmıyorlar mesela. Çünkü orada katılacağınız-katılmayacağınız birçok yorum/tefsir altalta sıralanmış veriliyor.

Oraya da geleceğiz. Lakin önce mürşidimizin metinlerine bir bakalım. Bediüzzaman Hazretleri, Lem'alar'da, bu ayet hakkında gelen suali şöyle bir cümleyle karşılıyor: "Âyât-ı Kur'âniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zâhir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor." Yani, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, böyle suallere sahip olmanın temelinde yatan şey 'edebiyatın inceliklerinden bihaber olmak'tır. Kur'an'ın anlaşılmasının da bir usûlü vardır. Belagatının farklı boyutları vardır. İhtisas isteyen yanları vardır. Maalesef, şimdi eline meal alan herkes müfessir kesildiği için, ortalık karışmıştır. Hakikate dönersek cevap şudur:

"(...) güneşin, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbînin sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurup ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yani, zâhir nazarda, Bahr-i Muhit-i Garbînin sevâhilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş, ebahhur ettiği bir zamanda, o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn'e görünen Bahr-i Muhitin bir kısmında, güneşin zâhirî gurubunu görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında, yeni açılmış ateşli gözünde, semâvâtın gözü olan güneşin gizlendiğini görmüş. Evet, Kur'ân-ı Hakîmin mucizâne belâgat-i ifadesi bu cümle ile çok mesâili ders veriyor. Evvelâ, Zülkarneyn'in mağrip tarafına seyahati, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve güneşin gurup âvânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika'nın tamam-ı istilâsı gibi çok ibretli meselelere işaret eder."

Peki Zülkarneyn aleyhisselam kimdir? TDV İslam Ansiklopedisi'nin maddesine baktığınızda kesinlik ifade etmeyen birçok tefsirin yapıldığını görürsünüz: İran'da hüküm süren hükümdarlardan bazıları olabileceğine dair tahminler vardır. Yemen hükümdarlarından birisi olabileceğine dair tahminler vardır. (Bediüzzaman da etimolojik bir çıkarımla böyle olabileceğini söyler. Mezkûr maddeden anladığımız kadarıyla bu konuda yalnız da değildir. Birunî gibi isimler de böyle düşünmektedir. Fakat daha başkaları da 'olamayacağını' söylemişlerdir.) Hatta Yunan hükümdarlarından birisi olduğunu söyleyenler olmuştur. (İskender'in Zülkarneyn aleyhisselam olabileceği tahmin edilmiştir. Bediüzzaman da, tıpkı Fahrüddin-i Râzî Hazretleri gibi, bu ihtimale katılmaz. Evet, o, Zülkarneyn aleyhisselamın İskender'den evvel yaşadığını söyler.) Hülasa: Tahminler çoktur. Hakikatini ancak Allah bilir. Bize nasslarımızın söylediği ise, doğuya ve batıya seferler düzenleyen, hikmet sahibi bir hükümdar olduğu bilgisidir.

Şimdi yazının asıl konusuna gelelim. Bugünlerde Santorini yanardağında yeni yeni kıpırdanmalar oluyor malum. Adalar denizi sıksık depremlerle sarsılıyor. Ne diyelim? Günahımız çok. Yunanlıların günahı bizden de çok. Başımıza ne gelse hakedecek kötülük mevcuttur. Hüda taksiratımızı affetsin. Bizi azabıyla değil rahmetiyle terbiye etsin. Âmin. Fakat burada şöyle ilginç birşey var: Bediüzzaman Hazretleri, Zülkarneyn aleyhisselamın batıya yaptığı seferin 'volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini' beyan ediyor. Evet. En azından ayetin tefsirlerinden-tevillerinden birisinin bu olabileceğini söylüyor. "Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında, yeni açılmış ateşli gözünde, semâvâtın gözü olan güneşin gizlendiğini görmüş..." Eğer TDV İslam Ansiklopedisi'nin mezkûr maddesine geri dönersek orada şöyle bir bilginin verildiğini de görüyoruz:

"Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre Zülkarneyn’in Büyük Koreş olduğunu gösteren bir diğer delil, Daniel’in rü’yetindeki iki uzun boynuzlu koç imgesinin Med ve Pers krallıklarını birleştiren kişi olarak yorumlanması ve tarihte bu iki krallığı birleştiren kişinin de Koreş olmasıdır. Ayrıca arkeolojik kazılarda İstahr şehrinde bulunan ve Koreş’e ait olduğu kabul edilen heykelin baş kısmında iki boynuz kabartması yer almaktadır. Öte yandan Koreş’in doğuya ve batıya seferler düzenlediği, batı seferinde Lidyalılar’ı mağlûp ederek Ege denizine kadar ilerlediği, doğu seferinde ülkesinin sınırlarını güneydoğu ve Orta Asya’ya kadar genişlettiği, kuzeyde ise İskitler/Sakalar üzerine seferler tertip ettiği bilinmektedir (Ebü’l-Kelâm Âzâd, S̱eḳāfetü’l-Hind, I/1 [1950], s. 60-62, 71; I/3, s. 26-27, 32). Bütün bunların yanında Kafkasya bölgesinde Viladikafkas’ı Tiflis’e bağlayan yol üzerindeki Daryal Geçidi eski Ermeni kitâbelerinde Koreş Geçidi adıyla anılmaktaydı (Şîrâzî, VII, 589)."

Baştan beri beyan ettiğimiz gibi: Bütün bu okumalar "Allahu a'lem!" kaydıyla kayıtlıdır. "En doğrusunu ancak Allah bilir!" bağıyla da bağlanmıştır. Tartışmasız. Fakat, bidayetteki sual sahibi arkadaş gibi başkalarının da sualleri varsa, şöyle diyebiliriz: Wikipedia'da dahi 'Minos Patlaması' diye arattığınızda, yaklaşık 3600 yıl önce gerçekleştiği tahmin edilen, bir büyük volkanik faaliyetten bahsedildiğini görebiliyorsunuz. Yeri? Yeri, işte, tam da şimdi kıpırdanmakta olan Santorini adası civarı. Bu öyle büyük bir patlama olmuş ki, kayıtlara göre, sesi Mısır'da dahi işitilmiş. Teferruatına dair bilgiler çok. Şu sıralar bültenlerde de çokça paylaşılıyor. Bir özet bırakıp geçelim:

"Minos patlaması aynı zamanda Thera Santorini (M.Ö. 1600) patlaması olarak da bilinmektedir. Tarihte bilinen en geniş patlamalardan biridir. Patlama Thera Adası ve Minion yerleşiminde meydana gelmiştir. Girit kıyısındaki ada ve tarım alanlarını da kapsamaktadır. Patlama konusunda kesin bilgiler yoktur ama Yunan mitolojisinde geçtiği söylenmektedir. Mısır'daki gürültünün de bundan kaynaklandığı düşünülmektedir. Patlamanın eski kayıtları net olmamasına rağmen Mısır'daki Tempest Stele'sinde tarif edilen büyük fırtınanın bu olabileceği düşünülüyor. Çin Bambu yıllıklarında da volkanik kış ve belirtilen soğuk dalga ile bulgular çakışmaktadır."

Şimdi, yine "Allahu a'lem!" demeyi ihmal etmeden konuşursak, eğer Zülkarneyn aleyhisselamın seferi Adalar denizine doğru olmuşsa, yani Ege sahillerine kadar erişmişse ve bu sefer tam da 3600 yıl öncesi civarında gerçekleşmişse, evet, güneşin batışını Santorini'deki bu kıyamete doğru izlemiş olabilir. Yani Bediüzzaman Hazretlerinin bu okuması gerçekleşmiş sayılabilir. En doğrusunu Allah bilir. Yani, ateist arkadaşım, güneş sahiden çamurun içine batmıyor. Bunu müslümanlar da biliyor. Hem de epeydir biliyor. Fakat Zülkarneyn aleyhisselamın gözüne öyle bir manzara görünmüş olabilir. Kur'an da onun bu celalli hâdiseye bakarak yaşadığı hayreti bize pekçok hikmetlerle aktarıyor denilebilir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak tekrarını yaşatmasın. Âmin. Allahümme âmin.

8 Şubat 2025 Cumartesi

Nurcular Bediüzzaman'ın 'hutbe davasını' unuttular mı?

Bu ayın üçünde, Diyanet İşleri Başkanlığı, bir 'Hutbe Çalıştayı' gerçekleştirmiş. Maşaallah. Ben de dün haberdar oldum. "Hazır böyle bir gündem varken..." dedim, "Ben de içimdeki kurtları dökeyim bari." Gerçi 'kurtlar' demek biraz abartı oluyor. Bir tane ancak var çünkü. 'Kurt' demek bile fazla belki. Evet. 'Kurtçuk' deyip geçmek lazım. Lakin epeydir zihnimi kurcalıyor. Kalbimi kendisiyle meşgul ediyor. Cevabını bulamıyorum. 'Sinek de ufaktır ama mide bulandırır' derler. Öyle ya. Yazı vesilesiyle 'Şöyle ortaya bir sorayım da bir cevap veren bulunur elbet...' diye ümit ediyorum. İnşaallah. Allah büyüktür. İhsanı çoktur. Pekâlâ...

Mevzua şuradan girizgâh yapacağım: Dücane Cündioğlu'nun istikametli olduğu, en azından zâhirde öyle göründüğü, zamanlarda yazdığı eserler var. Bunlar hâlen istifadeye medardır. Onlardan bir tanesini geçtiğimiz yıl okudum. Adı şöyleydi: Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e Din ve Siyaset. 'Kapı Yayınları' tarafından basılmış. Cündioğlu, hakikaten istifade edilesi bu eserinde, Osmanlı'nın son döneminden günümüze 'dini Türkçeleştirme' çabalarını irdeliyor. Üç ana öğesi var bu sürecin: 1) Türkçe hutbe. 2) Türkçe ezan. 3) Türkçe ibadet. Malumunuz: Türkçe ibadet bir-iki teşebbüs dışında hiçbir varlık gösteremiyor. Halk da teveccüh göstermiyor. Ve yürürlüğe konamıyor. Elhamdülillah. Türkçe ezansa halkın muhalefetine rağmen bir 'zulüm' olarak 1932'den 1950'ye kadar sürdürülüyor. Sonra, Adnan Menderes merhumun mübarek himmetiyle, ondan da kurtulunuyor. Yine elhamdülillah. Fakat bu şıklardan birincisi var ki, işte o tutuyor, bugüne kadar geliyor. Hatta hâlâ Türkiye'de devam ediyor.

Önce Cündioğlu'nun eserinden konuyla ilgili birkaç iktibas yapalım. İlk alıntım 15. sayfasından. Orada deniyor ki: "Türkçe Hutbe tartışmaları II. Meşrutiyet'ten itibaren gündeme gelmiş ve hatta kısmen uygulanmış olduğu halde, esasen Cumhuriyet döneminde yasallaşmış ve kısa süre içerisinde içselleştirilmiştir. Nitekim bugün hâlâ hutbeler Türkçe okunmakta ve fakat hiçbir tartışmaya konu olmamaktadır." 30. sayfada ise çeşitli mecmuaların da 'hutbelerin Türkçe okutulmasına taraftar olduğu' aktarılmaktadır: "Dikkat edilecek olursa, Sebilürreşad, hutbe meselesinde taraftar olduğu görüşü fevkalade temkinli bir sûrette dile getirmiş (...) itiyadlı davranmayı elden bırakmamıştır. Ancak İslam Dünyası, Medrese İtikadları, Hayru'l-Kelam, İslam Mecmuası, Ceride-i Sûfiye gibi dergilerin yayım hayatına atılıp hutbelerin Türkçeleştirilmesi, muhtevalarının ıslah edilmesi (siyasi ve dünyevi meselelerde irad edilmesi) lazım geldiğine dair çeşitli makaleler neşretmeleri, hatta Meşihat'a ve Şeyhülislam'a hitaben yazılmış açık mektuplara yer vermeleri, Türkçe Hutbe meselesini hep gündemde tutmuş, böylece devrin bu en iyi propaganda aracını kullanıma uygun hale getirmek teşebbüslerinden hiç vazgeçilmemiştir."

Devamında, Dücane Cündioğlu, yaptığı kimi alıntılarla 'hutbeleri Türkçeleştirme temayülünün' dinî bir maksadla değil siyasete dair emellerle ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Yani Meşrutiyet yönetimi-aydınları 'halkı kendi siyasî eğilimlerine yönlendirebilmek için' hutbeleri kullanmak istemektedirler. Zira o devirde halka hutbelerden daha kolay ulaşmanın yolu yoktur. En geniş cadde bu caddedir. (Yakın zamanda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın da "Hutbelerimiz her hafta 22 milyon insana ulaşıyor..." dediğini hatırlayalım.) İnternet yoktur. Televizyon yoktur. Bu nedenle hutbeleri Arapçadan Türkçeye çevirmek arzusu güdülmektedir. Fakat Şeyhülislamlık, Meşihat vs. bu çabalara karşı direnmektedir. Kitabın 32. sayfasından devam edelim:

"1914 yılında bazı Gümüşhaneliler tarafından 'Cuma ve Bayram namazlarında hutbelerin Türkçe okunmasının caiz olup olmadığına' dair Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ'dan bir fetva talep edilmesi ve oradan da kendilerine Türkçe hutbenin 'tahrimen mekruh' olduğunun bildirilmesi üzerine İslam Mecmuası bu hâdiseyi haber konusu yaparak eleştirmiş, birkaç sayı sonra da yine bu münasebetle Mehmed Bahauddin'e ait uzun bir makale yayımlanmıştır. Bu arada Meşihat, hiç değilse vaaz ve vaizler konusunda tedbirler almaya çalışmış; 'ulema-yı kiramın, va'z u nasihat vazife-i mühimmesini âyât-ı Kur'aniye ve ehâdis-i sahiha-i nebeviye'ye müstenid olarak telkin ve tefhim ve edille-i nakliyye'yi herkesin anlayacağı surette edille-i akliye ile tersin ve tahkim ederek' ifa etmesi için çeşitli tâmimler yayımlamış ise de Türkçe hutbe meselesinde radikal bir karar almaya yanaşmamıştır."

Şimdi gelelim mürşidimiz Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr tartışmalar hakkında kaleme aldığı metinlere... Evet. Sonda söyleyeceğimizi başta diyelim. Okuyanlar zaten bilirler. Bediüzzaman Hazretleri Türkçe hutbeye karşıdır. Arapça hutbenin korunması gerektiğini düşünmektedir. Bu konuda hiçbir 'acaba'sı yoktur. Hatta, yukarıda, hutbeleri Türkçeleştirmek için sunulan maslahat, yani siyasetten halkı haberdar etmek meselesi, Bediüzzaman'a göre bilakis hutbenin Arapça kalmasının gerekliliğine bir karinedir. Zira hutbe gibi bir şeair-i İslamiye gündelik siyasetin alanı yapılamaz. İçtihad Risalesi'deki izahatından okuyalım:

"İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.

Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar. Birincisi: 'Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.' Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin. İkinci sebep: 'Hutbe, bazı suver-i Kur'âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.' Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu.

Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor...' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?"

Evet. Mürşidimizin ifadeleri açıktır. Fakat bu mesele, her nedense, günümüzde nurcuları dahi pek 'enterese' etmemektedir. Bugünün siyasilerinden, bin maşaallah, Ayasofya Camiini, Risale-i Nur'un devlet eliyle basımını rica eden büyüklerimiz, 'hutbelerin tekrar aslına dönmesi' gibi Bediüzzaman Hazretlerinin çok ehemmiyet verdiği bir meseleyi hiç dillendirmemektedirler. İşte Ahmed kardeşinizin kafasını kurcalayan da budur. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin farklı bir beyanı daha mı vardır? Ömrünün ahirinde İçtihad Risalesi'ndeki bu duruşundan vaz mı geçmiştir? Türkçe hutbeye 'Olur!' mu vermiştir? Yoksa, Allah muhafaza, biz de mi kemalist dönemin genel geçer hale getirdiği bu uygulamayı içselleştirdik? İtiraz edemeyecek duruma geldik? Bu sükûtumuz gizli bir 'ikrar' mı saklıyor? Kardeşlerimle mevzuu bir istişare etmek istiyorum. 

Bu soruyu bugün sormanın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira cuma hutbelerinin kimi zaman ıvır-zıvır mevzulara girmesini çok iğreti buluyorum. Katlanamıyorum. Sözgelimi: Yerli malı haftasını kutlamak cuma hutbesinin mevzuu olabilir mi? MEB'in 'belirli gün ve haftalar' listesinin cuma hutbesiyle ne ilgisi var? Hutbenin âmiri MEB mi Diyanet mi? Veyahut bambaşka günübirlik bir olayı hutbeye taşımak cumanın şânına yakışır mı? Hâşâ... Bence yapılması gereken, cuma hutbelerinin mü'minlerin gözlerinden düşmelerini engellemek için, onu tekrar Arapça aslına çevirmektir. Evet. Ancak böylelikle güncelin, faninin, gelip geçicinin baskısından kurtulurlar. Şeairlik vazifesini tam yaparlar. Öyle ya: Bazen hatırlatmak anlatmaktan daha çok iş görebilir. Çağrıştırmak nasihatten daha faydalı olabilir. Bediüzzaman Hazretlerinin iktibas ettiğim beyanının son paragrafı 'hutbenin asıl sırrı'nın bu olduğunu ifade ediyor sanki. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüşdümüzü bize yeniden ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

4 Şubat 2025 Salı

Risale-i Nur'un hocası yalnız Risale-i Nur değildir

Bu mevzua 'biraz kişisel bir içerik'le başlamak istiyorum. Hidayet Allah'tan. Hamdı da yalnızca Ona. Fakat, sebepler dairesine dönersek, beni nurcu yapan Kenan Demirtaş Hoca'dır. Tek bir Haşir Risalesi dersiyle gözümü açmıştır. Yani, külliyatı, kitaplıktan 'mürşidlik' seviyesine çıkarmıştır gözümde. Ömrüm oldukça kendisine dua ederim. Fakat insanın imtihanı mürşidini bulunca da bitmiyor. Evet. Nurları içmeye başladığımın dördüncü veya beşinci senesinde zannediyorum 'tahrif tartışmalarına' rastladım. Yahut şöyle ifade edeyim: Tartışmaların içine düştüm. Böyle birşeyin tartışıldığını öğrenene kadar ihtimali dahi hatırıma gelmemişti. Sarsıldığımı anımsıyorum.

Gençken kolay vesveseye kapılınıyor. Zaten doğru düzgün bir ilmimiz de yok. Karşı koyamıyorsunuz. Bir süre ne yapacağımı bilmez halde sağa-sola bakındım. Cevap aradım. Bazı cevaplar tatmin etti. Bazıları etmedi. Bazı cevaplar bazı hususlar hakkında ikna ediciydi. Ama diğer bazılarını açıklamaya yetmiyordu. Bir zaman böyle gitti.

Sonra, yine mübarek bir hoca vesilesiyle, göğsüme genişlik veren bakış açısını kazandım. Vesveseler dağıldı. Rahatladım. Tekrar Nurlara döndüm. Bir daha hiçbir sarsıntı yaşamadım. Peki beni yaralarımdan kurtaran kimdi?

O kişi de Ebubekir Sifil Hoca'dır. Ebubekir Hoca'nın gerek derslerinde gerek kitaplarında öğrettiği 'ehl-i sünnet mizanı' eksik kalan parçamı tamamlamış gibi oldu. Kalb u aklıma şifası çoktur. Hepsini buraya sığdıramam. Lakin 'tahrif' hususunda vesveselerimi Risale-i Nur'a dair yanlış bir yönelişimi düzeltmekle iyileştirdi. O da şudur:

İnsan, bir mürşidin cazibesine kapıldığı zaman, onu bir ölçüde 'müstakilleştirmek' istiyor. Öyle görmek arzu ediyor. Bunu iki sebepten istiyor: 1) Muhabbetinin ziyadeliğinden dolayı başkalarını hatırına getirmeyi istemiyor. (Aşk ikincilere katlanamaz derler.) Seven sevdiğinde kaybolmayı arzuluyor çünkü. Garkolmayı arzuluyor. Bir tür 'vahdet-i şuhud' hali yaşamayı diliyor. 2) O halin bir tezahürü olarak da 'lazım her cevabı yalnız mürşidinde bulmak' kolaylığına koşuyor. Sağına-soluna, önüne-arkasına, yukarısına-aşağısına nazar etmiyor. Meşgul olmuyor.

Nefsimizi temize çıkarmamak lazım. Bunda tembelliğimizin de bir hissesi olabilir elbette. Eh, evet, bu türden tavırlar 'muhabbetlerinde' mazur olsalar da, Allah korusun, 'istikametlerini' yitirmeye müsaittirler. Zira bir mürşid 'müstakilleştirildikçe' korumalarından mahrum kalır. Nasıl Furkan-ı Hakîm, kendisi 'Furkan' olduğu halde, Sünnet-i Seniyye'den mahrum edildikçe tahrif edilebilir hale gelir; aynen öyle de; bir ehl-i sünnet mürşidi de; yolunu anlamaya yardımcı diğer mürşidlerin, meşayihin, ulemanın ilminden; yani ehl-i sünnet çizgisinden; mahrum bırakıldıkça tahrif edilebilir hale gelir-getirilir. Çünkü, o bir sıradağın parçasıdır, müstakil bir ada değildir.

Bir çizgi, çizginin devamlılığı, aslında o çizginin her noktası için koruyucudur. Geometride ilk öğretilen şeylerden birisidir: Müstakil bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçebilir. Ama birbirinin aynı olmayan iki noktadan yalnız tek bir doğru geçer. 'Tek bir doğru' sahibi olmak isteyen, bu yüzden, birden fazla nokta sahibi olmak zorundadır. Yanlış anlaşılmasın. 'Kıblesini tevhid etmesi' ihtiyacı değiştirmez. Mürşidini bir halkaya bağlı olarak mürşid tutmak mecburidir. Kıble edinmek budur. Yoksa, o, mürşidin sözünü doğru anlamasına medar olacak kıstaslara sahip olamaz. Yanlış anlaşılmaktan mürşidi mesul olmaz amma kendisinin mesuliyeti de elbet kalkmaz.

"İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler."

Yine, Bediüzzaman Hazretlerinin başka bir yerdeki ifadesiyle, bu ümmet istikametini 'sünnet' ve 'cemaate' dayanarak muhafaza etmiştir. Kendisinin ehl-i sünnete aidiyeti ise 'tartışılmaz'dır. Yalnız eserlerinde 'ehl-i sünnet' ifadesini taratmakla bile mürşidimin mesleğini kimlerden saydığı apaçık ortaya çıkar. O yüzden ben diyorum ki:

Risale-i Nur külliyatı yalnız Risale-i Nur külliyatından ibaret değildir. Risale-i Nur külliyatı bir anahtardır. Ehl-i sünnet mirasıyla yeniden bağ kurmamızı sağlar. Amacı budur. Kendisini sünni bilmeyen nurcular yetiştirmek değildir. Nurculuğu sünniliğin muhafazasına araç kılmaktır. Eğer ona bu niyetle değil de 'müstakilleştirerek' müracaat ederseniz, tıpkı Kur'an'da dalalet için müracaat edenlerin dalaletlerini arttırarak ayrılmaları gibi, siz de yanlışınızı çoğaltacak 'yanlış anlamalar' arttırarak dönersiniz. "Bana Kur'an yeter!" diyenlerin durumuna "Bana Risale-i Nur yeter!" diyerek düşersiniz. Halbuki Risale-i Nur ancak sünni mirasıyla bağ kurmak isteyenlere yeter:

"Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir."

Tahrif konusundaki fitne de tam buradan kaynıyor bence. Risale-i Nur'u 'müstakilleştirerek' duruş sahibi olmaya çalışanlar kelimeler üzerine boğuşuyorlar. Halbuki, o kelime 'öyle' olsun 'böyle' olsun, yorumcunun ehl-i sünnete aykırı yapacağı her yorum zaten bâtıldır. Yani, Bediüzzaman Hazretleri, Kürt demiş olsa da bu Kürtçülüğü meşrulaştırmaz, Türk demiş olsa da Türkçülüğü meşrulaştırmaz. İslam'ın kavmiyetçiliği gömdüğünü biz tâ Veda Hutbesi'nden biliyoruz. Kur'an'dan biliyoruz. Sünnetten biliyoruz. Bu konuda Risale-i Nur külliyatındaki herhangi bir kelimenin yerinden oynaması şeriatın amel edişine veya itikada sirayet etmez ki üzerine kavga etmeye değsin. Nihayetinde ben hangi kelimeyle okusam oradan yine sünniliği anlayacağım. Başta Şafiî-Eş'arî ekolü olmak üzere, zira müellifin kendisi Şafii-Eş'ârî'dir, ehl-i sünnetin manalarıyla manalandıracağım. Öyle manalandırdıktan sonra zaten metin bana bid'a öğretir olamaz. Ve bid'a öğretir olmayan metnin de kelimelerine takılmanın anlamı kalmaz.

İşte, arkadaşım, bu endişeyi aştıktan sonra, mürşidimi bir 'ada' olarak değil de ehl-i sünnet dağ silsilesinin çağımdaki parçası olarak gördüğümde yani, kelimeler üzerindeki kavgam bitti. Vesvesem geçti. Rahatladım. Neyi anlayacağımı öğrendikten sonra ne okuduğumu araçsallaştırmam mümkün oldu. Fakat "Risale-i Nur'un hocası yalnız Risale-i Nur'dur!" bakışına sahip olanlar için bu tür mevzular içinden çıkılmaz olmaya devam edecektir. Hatta bu şekilde bakıldıkça ifrat-tefrit çok acayip yaklaşımlar da ortaya çıkacaktır. 'Cemaate' ve 'sünnete' yaslanılmazsa hiçbir grup istikametini muhafaza edemez. Beni düzelten bizliğimizdir. O yüzden böyle denmiştir:

"Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."

Biz bir 'dava' değiliz. Dava ehl-i sünnet davasıdır. Biz dava içindeki burhanız. Mürşidimiz eserlerini bize böyle tanıtıyor. Ne itikadda üçüncü bir mezhebiz ne de amelde beşincisiyiz. Anlaşılacaklar yeni değil bellidir. İtikadımızın çizgisi bellidir. Yol Aleyhissalatuvesselamın yoludur. Bizim itikat umdelerini yeniden şekillendirmeye değil inanmak için burhana ihtiyacımız var. Mürşidimiz de eserleriyle bize bunu öğretiyor. Hizmetimize bakalım. Yeni davalar keşfetmek peşinde olmayalım. İnsan, kem bir niyetle aranırsa, 'arzusuna fikir sureti giydirecek' tuzakları şeytan illa kurar-buldurur. O Rahman u Rahîm'den dileyelim de sırat-ı müstakiminden ayırmasın. Âmin.

16 Ocak 2025 Perşembe

Menzil'in derdiyle eteklerin zil çalmasın!

Taaccüb ediyorum arkadaşım. Bizim bazı kardeşlere ne oluyor? Olur a. Dünya halidir. Hem de ahirzamandır. Peygamberlerden sonra ismet sahibimiz yoktur. Menzil'de mübarek sâdâtın ihvanı arasında anlaşmazlık yaşanıyor. Çok mu? Sahabe arasında dahi yaşanmış. Hemen solcularla bir kalem vaziyet alınıp "Tarikatlarda da hiç iş kalmadı canım!" beyanlarına gidiliyor. Yine, mesela, İsmailağa camiasında bir sürtüşmedir sürüyor. Hemen "Onlar zaten şöyleydi..." ifadelerinde bulunuluyor. Va esefa! Böyle, ehl-i sünnet dairesinde gıybet kılıcını sallayan düşünmeli ki, kestiği kendi bileğidir. Yediği de özbir kardeşinin etidir. O mübareklerin nesilden nesile bu memlekete, hatta âlem-i İslam'a, nice hizmetleri olmuş. Hocaları Anadolu'yu doldurmuş. Esrarkeşleri, şarapçıları, tinercileri uçurumlardan kurtarmış. Şimdi başlarında böyle bir iş var. Dost dostun hemen aleyhine mi döner? Yiğitlik böyle mi olur? Bize düşen onların sulh ile bu bâdireleri aşmalarına dua eylemektir. Hem de hepimize bereket hizmetlerine taraftar olmaktır. İnsan olana meşgul olmaya kendi günahı yeter. Neyimize güveniyoruz da üstten üstten racon kesiyoruz?

Halbuki, Bediüzzaman Hazretleri, yine bir ehl-i sünnet mürşidiyle aralarındaki gerilimde ne güzel öğretiyor:

"Ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola..." Peki burada zâhir-i şeriata muhalif birşey var mı? Yok. Haram birşeye helal demek var mı? Yok. Helal olan birşeyi haram saymak var mı? Yok. Yok. Yine de yok.

Anlaşmazlıklarının böyle şeylerle ilgisi yok. Kendi has dairelerindeki bir mesele. O halde bize ne oluyor da pek çabuk 'Cık, cık'lanıyoruz? Hem yine demiyor mu mürşidimiz: "Madem muhabbet adavete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak sûretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir..." O halde bize denmeli ki: "Sizin ehl-i imana muhabbetiniz yalanmış. Dostluğunuz tasannuymuş. Ne de çabuk aleyhlerine geçtiniz! Hiç acımak duymadınız." Evet. Bu kadar kolay aleyhlerine geçmekten husumet kokusu geliyor. Yoksa mutlaka acımak olacaktı.

"Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder." Korkarım ki, bazılarımız da, 'sinek kanadını' son zamanlarda bu mübarek dergâhlarda yaşanan tatsızlıklardan buldular. "Suizan mümkün oldukça hüsnüzan etmez!" karakterlerine layık olmaya çalışıyorlar. 'Biz'e ne kötülük ettikleriniyse sonra görecekler.

Üstelik, mezkûr mektupta Bediüzzaman Hazretleri, 'avâm-ı mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek...' görevimiz sayıyor. Başka bir yerde 'müteşeyyih'i ise şöyle tarif ediyor: "Eğer mesleği, tenkîs-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı âsâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelân-ı gıybeti intaç eden kendine muhabbeti başkasına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdır, bir zi'b-i mütegannimdir. Din ile dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya tehevvüs-ü süflî bir içtihad-ı hatâ onu aldatmış; o da kendisini iyi zannedip büyük meşâyihe ve zevât-ı mübarekeye sû-i zan yolunu açmıştır." Şimdi, eğer, o mübarek sâdâtın yaşadıkları tatsızlıkları mesleklerinin tenkisine vesile sayıyorsak, bize denmez mi, "Sen de müteşeyyih değil misin?" Zira bizim yaptığımız da çatlak kapamak değil açmaktır. Kırığı onarmak değil yarmaktır. Halimiz kardeşlik değildir.

Nurcular alelekser bu mevzulara karışmazlar. Elhamdülillah. Dillerini karıştırıp günahkâr etmezler. Çünkü muhatapları da aynı yolun mürşidleridir. Aynı mesleğin hâdimleridir. Lakin kimileri kem tiynetlerine uyup böyle meselelerde şakk-ı şefe ediyorlar. Haddimiz olmayan yorumlarda bulunuyorlar. Öylelere kardeşane diyorum ki: Nurculuk tarihinde de ağabeylerimiz arasında çok anlaşmazlıklar olmuştur. Hatıralarda nakledilir. Bazılarının izleri halen devam eder. Biz, bunlara bakarak kendi mesleğimizi kötülemiyorsak, kardeşlerimizin de mesleğine kem söz etmeyelim. Allah kebirdir. Sıfatları azizdir. Büyük konuşanı sevmez. Kınayanın kınadığı elbet başına gelecektir. Ne diyelim: Cenab-ı Hak o mübarek menzillerin nurlarını kıyamete kadar söndürmesin. Aralarındaki anlaşmazlıkları tez zamanda sulhe çevirsin. Mukaddes davamızı böyle yüce hamiyetli omuzlardan yoksun bırakmasın. Âmin. Âmin.

11 Ocak 2025 Cumartesi

Kürtler ittihad-ı İslam'a nasıl vesile olacaklar?

Bediüzzaman Hazretlerinin "Kürtler, gelecekte, tıpkı Yavuz Sultan Selim Han döneminde olduğu gibi, ittihad-ı İslam'a vesile olacaklar!" dediği, hem Muhsin Alev hem de Abdülkadir Badıllı abilerden nakledilir. (Allah, hem Üstada, hem talebelerine rahmet eylesin.) Peki bu 'vesilelik' nasıl olacaktır? "En doğrusunu Allah bilir..." kaydıyla söyleyelim:

Kanaatimce, bu vesilelik, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyalarda 'ulus devlet sistemlerine' getirdikleri tenkidle mümkün olacaktır. Evet. Kürtler; İran, Irak, Suriye, Türkiye gibi ülkelere dağılmış bir şekilde çoklukla bulunuyorlar. Toplam nüfuslarını 50 milyon da söyleyen var ama biz makuliyetten ayrılmayıp '35 milyon civarı' diyelim. (Yalnız Türkiye'de 12 milyon civarı Kürt olduğu söyleniyor.) Ve bu Kürtlerin tamamı bölgelerine dayatılmış modern rejimlerle kavgalılar. Zira o rejimler, ulusçu kökenlere sahip olmalarından dolayı, azınlık saydıkları kavimlerin 'baskılanması' üzerine kurulmuşlar. Belki içlerindeki birçok küçük kavim de az-çok bu rejimlerle barışmış. İtirazları kalmamış. Durumu kabullenmişler. Ancak Kürtler kabullenmek istemiyorlar. Kendilerine dair bir kavmiyet bilincine sahipler. Vazgeçmeye razı olmuyorlar. Erimiyorlar. İşte, mevzuun hem bir 'imtihan' hem de bir 'imkan' olan noktası burasıdır.

İmtihan, çünkü, buradan 'tefrika' da kök salabilir. Nitekim Kürt solu elinde meselenin aldığı şekil böyledir. Onlar hiçbir şekilde başka kavimlerle birlikte yaşamak istemiyorlar. Artık kendi devletlerini kurmanın zamanının geldiğini düşünüyorlar. Bu hususta epeyce sabit fikirliler. Dillerinde 'halkların kardeşliği' gezse de bu sadece bir 'zaman kazanma' bana göre. Nereden biliyorum? Ben de bir Kürdüm çünkü. Ve hasbelkader bu tarz insanlarla karşılaştım. Tecrübelerimin tarihçesinde kendimce bir kanaat sahibi de oldum. Başka hedefleri olmadığına inandım. İmtihan işte burada. Zira bu arkadaşlar savaştıkları şeyin aynadaki aksi gibiler. Kavga ettikleri kötülüğün kötü bir kopyasından ibaretler. Ulus devletin karşısına koydukları çözüm yine bir ulus devletten başkası değil. Üstelik sekülerleşmede kemalist veya baasçı rejimlerden geri kalmayacakları anlaşılıyor. Evet. Çizgileri, giderek koyulaşan bir tonda, İslam'a husumet barındırıyor.

Peki 'imkan' nerede? İmkansa dindarların duruşunda saklıdır bence. Dindar Kürtler iki şeyi birbirinden ayırma isabetini gösteriyorlar: 1) Kimliklerinin tanınması için ayrıca bir ulus devlet kurmayı şart görmüyorlar. 2) Ayrıca bir devlet kurmanın dünya-ahiret saadeti garantisi olmadığının farkındalar. Evet. Hakikaten de Kürt kimliğinin seküler rejimlerce uğradığı gadrin çözümü yine ulus devlet kurmak olamaz. Zira bu ulus devlet de 'farklılarına' aynı zulmü tekrarlayan başka bir 'problem alanı' oluşturacaktır. Anadolu, Arabistan veya Kürdistan coğrafyasında hiçbir kavim yalnız başına yaşamamaktadır. Hemen her yerleşim biriminde birçok kavmin ikameti sözkonusudur. Çözüm, yeni bir problem alanı inşa etmekte değil, problem alanlarını problem olmaktan çıkarmaktadır. Bu da ümmet tecrübesinden bize tevarüs eden ve dört mezhebin genişliğiyle şekillenen şer'î bir sisteme kavuşmakladır. Bu sistemde kavmiyetçilik asla esas edilemeyeceğinden devlet 'herkesin devleti' haline gelecektir. Ve her müslüman da aslî vatandaş muamelesi görecektir. Dindar Kürtlerin alelekser üzerine amel ettiği çözüm yolu budur. Devlet kurmaktansa mevcut devletleri Batı'dan ithal seküler kodlarından kurtarmaya çalışmaktır. İşte, evet, bu tenkidin ittihad-ı İslam'a vesile olması umulur.

İttihad-ı İslam mevcut devlet sistemlerini aynıyle muhafaza ederek sağlanamayacaktır. Bu çok açıktır. Arabı Türke, Türkü Araba, Kürdü Türke, Türkü Kürde, Kürdü Araba, Arabı Kürde... vs. düşman etmekten başka bir ideolojik angajmanı olmayan bu sistemler ingiliz-yahudi kurnazlığının bir mahsûlüdür. Türklere kendilerinden başkalarının 'iblis' gösterdiği gibi Araba, Kürde vs. de Türkü şeytan göstermiştir. Ancak, acıdır ki, ulus devlet sahibi olan kavimler bu zehirli balın tadından kolay vazgeçemiyorlar. Kendi iç eleştirilerini geliştiremiyorlar. Geliştirenlerin boğazına da çok çabuk çökülüyor. Yeterli etkiye ulaşmalarına izin verilmiyor. O yüzden Kürtlerin tenkidi kıymetli bir konum iktiza ediyor. Çünkü çok az Kürt bu kemalist rejimle tastamam barışacak kadar karaktersizlik gösterebilir. (Yani Metin Uca gibi tipler az çıkar Kürtlerden.) Genelin kimliğine cibilli taraftarlığı aksi yönde tutum sergilemelerine neden olacaktır.

Böylece, tıpkı Kürtleri yuttuğu gibi, kendilerini de yutmakta olan seküler rejimden kurtulmak isteyen dindar Türkler dindar Kürtlerle çoğunluk teşkil edebileceklerdir. Eğer bu ittihad sağlanmazsa Türkler kemalizmin ağzında lokma oldukları gibi Kürtler de apoizmin tabağında çerez kalacaklardır. İki tarafın solcuları seslerini zorla bastıracaktır.

Kürtler hem İran hem Irak hem Suriye hem Türkiye vs. coğrafyalarında yaşadıkları rejimin kodlarına bir eleştiri geliştiriyorlar. İnsaflı hükümetler de bu sese kulaklarını kapatamıyorlar. Özellikle seçim sisteminin sağlıklı işlediği ülkelerde Kürtler 'oylarına ihtiyaç duyulan' bir vatandaşa dönüşüyorlar. Karşılıklı etkileşim arttığındaysa birlikte yaşamak için "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" bazı şeylerin 'değiştirilmesi' ihtiyacı gözkırpıyor. İslam coğrafyası gibi çok renkli bir toprak parçasında yaşamak, geçmiş İslam devletleri kadar, geniş gönüllü olmak zaruretini doğuruyor.

Farklı bir durumda değiliz. Sultan Alparslan merhumun Malazgirt'teki konumu neyse, Yavuz Sultan Selim Han'ın Çaldıran'daki hali ne idiyse, bizim de halimiz bugün odur. İki taraftan kuşatılmış bir varlık-yokluk kavgası içindeyiz. Bu varlık-yokluk kavgasında sünnilerin birbirlerine sarılmaktan başka çözümü yok. Miras kendisini tekrarlıyor. İhtiyaç tekerrür ediyor. Birbirimizin hamiyetine bu kadar muhtaçsak, o halde, burnundan kıl aldırmayan bağnaz rejimleri de sigaya çekmenin zamanı geldi. 100 yıllık arızalı ara dönemin ardından Osmanlı bakiyesine tutunmaktan başka çare görünmüyor. İşte, Kürtler, çoklukla yaşadıkları bölgelerde ulus devletleri değişime mecbur kılarak ittihad-ı İslam'a dolaylı hizmet ediyorlar. Fakat, aman, imkanın imtihana dönüşmemesi de yüzümüzün birliğe bakmasına bağlıdır. Parçalanmayı düşleyenin hareketi müsbet olmaz. Tenkidi de müsbet kalamaz. Allah sırat-ı müstakime hidayet eylesin.

Celal Şengör'den itikad alınır mı?

Cemal Yıldırım Hoca'nın 'Bilim Tarihi' nâm eseri bazı konularda kafa gözümü açtı arkadaşım. Şöyle ki: Bilim dediğimiz şey aslınd...