Alelekser Kürtler sünnidir. Az bir kısmı da alevidir. Bizim ilçenin Kürtleri de alevidir. Sivas'ın diğer bazı ilçelerinde Türk alevileri var. Ama bizim ilçede yok. Bizim ilçede birisi Kürtse kesinlikle alevidir. Ve Türkse kesinlikle sünnidir. O yüzden bizim aileyi akrabalar şöyle kınarlardı: "Siz Türk olmuşsunuz!" Bununla söylemek istedikleri aslında 'bizim onlardan başka-farklı olarak ehl-i sünnete mensubiyeti seçmemiz'di. Elhamdülillah. Dedem de dahil, biz, cemevinden cenaze kaldırmadık.
Bunu şu hikmetten anlattım: Coğrafyalar, sosyolojiler, dönemler vs. 'kimin, neyi, ne olarak' isimlendirdiğini de etkiliyor. Sözgelimi: Eğer ailemiz, Türk alevilerinin çoklukla bulunduğu başka bir ilçede yaşıyor olsalardı, sünnileşlemeleri üzerinden "Türk olmuşsunuz!" tenkidini işitmeyeceklerdi. Veyahut, eğer bizim yaşadığımız coğrafyada Kürtler sünni, Türkler alevi olsalardı, bu defa da "Kürt olmuşsunuz!" denebilecekti. Yaşanan şeyin isimlendirilmesi tamamen bölgenin sosyolojisiyle alakalıydı. Şimdilerde ilçede birkaç Şafiî Kürt ailesi de var. Maşaallah. Belki sayıları ileride artar. Fakat biz çocukluğumuzda Şafiî Kürt denildiğinde ne denmek istendiğini anlayamazdık. Sanki bilinmez bir hayatiyetten bahsedilirdi. İleride Zara'nın sosyolojisi bu yönüyle değişirse, belki, bizden sonra sünnileşen hiçbir aileye benzeri cümle kurulmayacak.
Tarihte de durum bundan başka şekilde yaşanmamış. Evet. Emevîler-Abbasîler döneminde kaleme alınmış Avrupa menşeili metinlere baktığınızda müslümanlardan 'Araplar' diye bahsedildiğini görürsünüz. Fakat Selçukîler-Osmanîler çağı geldiğinde metinlerin dilleri değişmeye başlar. Bu defa müslümanlardan 'Türkler' diye bahsedilir. Hatırlayalım: Hollywood filmlerinde 'müslüman terörist' tiplemeleri hep Araplara benzer. Çünkü Amerika'nın fiilen istilası altında tuttuğu coğrafya Arap coğrafyasıdır. Fakat Rus sinemasının aynı tarz yapımlarına dikkat ettiğinizde tiplemelerin değiştiğini farkedersiniz.
Bu defa eşgal Araptan uzaklaşıp Afgana, Çeçene, Tatara, Türke yaklaşır. Benzeri Bollywood için de sözkonusudur. Onların teröristleri Amerikalılarınkinden daha esmerdir. Neden? Zira Hindistan'ın düşmanı olarak tanımladığı müslüman Pakistanlıdır. Hindistan filmlerinde teröristlerden Arap veya Türk diye bahsetmezler. 'Pakistanlı' derler. Zira müslümanlar onlarla aynı kavmiyettendendir. Ve halen vatandaşları olan müslümanlar da epeyce çoktur. Belki gücendirmek istemezler. (Hindistan sinemasının yıldız kadrosunda birçok müslüman kökenli ismin yeralması da terörist tariflerini etkiliyor olabilir.)
Her neyse. Yukarıdaki izahattan bir miktar anlaşılacağı üzere, aslında, müslümanlığı tastamam taşıyan bir ırk ismi yoktur. Zaman zaman İslamlığı belirtmek için kullanılan ırk isimleri ise tamamen dönemsel tarif etmelerdir. Mesela: İmam Zeynelâbidîn rahimehullanın Sahife-i Seccadiye duası içinde Türklere beddua etmesi 'Türkler o dönemde daha müslüman olmadıkları için'dir. Mü'minler İran'ı fethetmiş. Hazar kıyılarına varmış. Artık sert bir hasım olarak Türklerle mücadele etmektedirler o yıllarda. Ve ehl-i beytin, dolayısıyla ümmetin, bir imamı olan İmam Zeynelâbidîn de düşmanların helakini dilemektedir o yüzden. Fakat Türklerin İslamlaşması sürecinden sonra yazılan metinlerde de onlara hamiyet-i İslamiyeleri için dua edildiğine rastlarsınız. (Hatta Arap bir hocadan babasının kendisine şöyle dediğini dinlemiştim: "Türkleri sevmek imandandır!" Bunu söylemesinin sebebi, o dönemde, Baasçıların Arap gençlerine Türk düşmanlığı aşılamaya çalışmasıydı.)
Yine günümüz kemalistleri için dindar bir Türk 'Arap olmuş' bir Türktür. Dindarlık 'Araplaşmak'tır. Dindar insanlara 'Araplık yapmayın!' der onlar. Öyle söylemeleri kemalizmin Türklük tanımının İslam'ı kapsamamasındandır. Yani onlara göre bir Türk; şaman, hristiyan, pagan, deist, ateist vs. herşey olabilir de müslüman olamaz. Müslümansa Araplaşmıştır. Tıpkı bizim ailenin alevi Kürtlerin gözünde 'Türkleşmiş' olması gibi. Cumhuriyetin beyazları için Türk 'müslümansız' vardır.
Benim 'İsmet Özelciliğe' yaptığım eleştiriler de tam bu merkezde şekilleniyor. Onlar, Batılı metinlerde Türklüğün müslümanlıkla 'eşdeğer' kullanılmasını, Türkiye'de yaşayan sair kavimlerden müslümanlar için bir 'manevî baskı öğesi' olarak istimal ediyorlar. Yani "Bakınız, Batılılar Türk dediklerinde müslümanlığı kastediyor, eğer siz kendinize Türküm diyemiyorsanız, o zaman gavursunuz demektir!" gibi bir yere çekiyorlar mevzuu. Halbuki bu mantık değil cerbezedir. Zira silsile içinde zaruret ilişkisi yoktur. Mantık ile cerbeze birbirinden burada ayrılır. Parçalar, önermeler, hükümler arasında "Bu buysa şu da şudur!" tarzı bir zorunluluk ilişkisi yoksa söylenilen şeye 'mantıklı' denilemez. Ancak başarısına göre cerbezedir. İmam Gazzâlî rahimehullah, el-Kıstâsu'l-Müstakîm (Düşünmenin Doğru Ölçüsü ismiyle çevirmiştir Muhammed Yazıcı Hoca) eserinde, bu cerbezeyi ilk yapanın İblis olduğunu söyler. 'Neden secde etmediği' sorulduğunda 'Beni ateşten, onu topraktan yarattın...' diye iddialaşması, üstünlüğünü ona bina etmesi, arasında zaruret ilişkisi olmayan iki şeyi birbirine bağlamak türündendir. Ateşin topraktan üstünlüğü ne ile sabittir? Peki üstünlüğün 'hammaddeyle' olduğu ne ile sabittir?
Türklüğün müslümanlıkla aynı anlama getirilişinde de, tıpkı böyle, bir kesinlik ilişkisi yoktur. Evet. Bir dönem bu anlamda kullananlar olmuştur. Fakat bir dönem kullanılmış olmak zaruret ifade etmez. Başka bir dönem de Araplık aynı manada kullanılmıştır. Eğer nasslarımız içinde "Avrupalılar İslam'ı kimin üzerinden tarif ediyorlarsa müslümanlar artık o kavmiyettendir!" diye bir hüküm olsaydı, bu hükmün bağlayıcılığına binaen, o ırk ile tesmiye edilebilirdik. Fakat herkes kabul eder ki: Nasslarımızda böyle bir beyan kesinlikle yoktur. Müslümanlar müslüman-mü'min olmak dışında bir ırk ismine bağlanmamışlardır. Ve bu sayede de her ırktan müslüman kendisini 'müslüman' olarak anabilmektedir. Ancak İsmet Özel daha 'ulus devlet boyutlu' bir İslamcılık modellediği için herşeyin dengesini 'yöresel çıkarlara göre' yeniden kurguluyor. Türklüğü İslamlık üzerinden tarif ederek güzel şeyler söylüyor gerçi. Fakat milel-i saireyi Türklüğe dövdürmekle iyi etmiyor.
Tam burada bana şöyle itirazlar geldiği de oluyor arkadaşım: "Bediüzzaman Hazretleri de 'Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır!' gibi şeyler söylemiyor mu? İsmet Özel'in söylediklerinin bundan ne farkı var?" Farkı şöyle ifade edebiliriz: Bediüzzaman Hazretleri 'Türkleri İslamiyette tutmak için' bu cümleleri kuruyor. Metni de alıntılarsak daha iyi olacak galiba:
"Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme."
Evet. Hazret-i Üstad, bu tarz hakikatleri, 'Süfyanizm tarafından üzerlerine büyük oyunlar oynanan Türkleri' İslam'da tutabilmek için söylüyor. Yani onlara kavmiyetleri ile dinlerinin sağlam bağını hatırlatıyor. Ve, evet, bu manada Bediüzzaman'ın Türklüğe bakışı ile İsmet Özel'in bakışı yakınlaşıyor. İsmet Özel de, maşaallah, İslamsız Türklüğün mümkün olmadığı konusunda kesin ifadeler kullanıyor. Hatta, Şiir Okuma Kılavuzu'nda, verdiği misalle de Bediüzzaman'a yaklaşıyor: "Hazarların Türk olduklarından, Gagavuzların Türk olduklarından bahsediyorlar. Bu yuttuğumuz en zehirli dolmadır. Böyle birşey yok. Müslüman değilse Türk değildir." Madem iktibasa başladık o zaman Ve'l-Asr'dan da alalım: "(...) Bu topraklarla irtibatımız din sebebiyle kuruldu. Müslümanlık nasıl burada göçebe, göçer, göçmen nüfusun çoğunlukta olduğu bir toplum vakıasını ortaya çıkarmışsa, bu topraklarda bir milletin mevcut olduğu hükmünü de müslümanlığa müracaat etmeksizin doğrulayamayız. Bu topraklarda bir millet yaşıyor ve onların aynı milletten oluşunu İslamiyet'ten başka birşey açıklamıyor."
Ancak, İsmet Özel, 2000'lerde ürettiği metinlerde eski metinlerinde söylediklerini unutuyor. Mevzuu tamamen Türklüğe yaslıyor. Ve daha ilerisi: Türklüğün İslamlıkla eşdeğer olması üzerinden başka kavme mensubiyetini ifade eden herkesi hainlikle yaftalayacak cinnete geliyor. İşte, Bediüzzaman Hazretleriyle İsmet Özel'in Türklüğe bakışı, tam burada ayrılıyor. Bediüzzaman Hazretleri Türkleri İslam'da tutabilmek için Türklüğün İslam'la 'kabil-i tefrik' olmadığını belirtiyor.
Fakat, İsmet Özel, aynı fayda tahsilini amaçlamanın yanında, bir de başka kavme mensubiyetini hatırlayanları dövmek için Türklük sopasını sallıyor. Manevî baskı altına alıyor. Bediüzzaman başka kavme mensub olduğunu anmayı, her İslam âlimi gibi, garip bulmuyor. İsmet Özel'se kitap ismi yapacak kadar bayraklaştırıyor: "Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı." Ona göre Türkiye sınırları içinde yaşayıp "Türküm!" diyemiyorsan gavursun, hainsin, safsın, s...olup gidebilirsin. Özelciliğin İslamcılığa yaptığı en büyük kötülük de bu oldu gibi. Bütün ümmet coğrafyasını kuşatan tanımlara sahip bir fikriyatı Türk ulusalcılığı boyutuna indirgedi. Hatta neredeyse kemalist ulusalcılığa abdest aldırıp genç Türklere yutturdu. Bu illetin tedavisi kemalizmin tedavisinden bile daha güç geliyor bana. Çünkü bunun kurdu gövdenin içine daha çok girdi.
Bitirirken, İsmet Özel'in, belki artık İsmet Özel'in dahi hatırlamadığı satırlarından birkaçını paylaşmak istiyorum. Kimbilir? Türk-Türkiyeli tartışmalarına mâziden zayıf bir ışık tutabilir. Şöyle diyor İsmet Özel: "(...) Türk insanı (dikkatle ve titizlikle belirtmeli ki bu tamlama biyolojik değil kültürel bir mevcudiyeti vurgulamak için kullanılmaktadır) dünyada doğan yeni şartlar karşısında aslî yerini koruma ve temayüz ettirme kaygısını taşımıştır. Belki bu insan tipine 'Türkiyeli Müslüman' demek daha uygundur. Ancak yapacağımız her adlandırma yaraştığı yere denk düşmekten uzak kalacaktır. Çünkü sözünü etmeye çalıştığımız insan tipi kendini tanımlamadığı kadar etkinliğini sürdürmektedir ve metafizik alandaki yerini bir çırpıda bulabilme çabasıyla kendisine Yaratıcısı tarafından verilen ismi bütün kapsamıyla benimsemekte, 'Müslüman' kalmaktadır."
25 Ağustos 2025 Pazartesi
10 Ağustos 2025 Pazar
Allah'a 'baba' denir mi?
“Rahmân evlat edindi, dediler. Tenzih ederiz O Subhan'ı. Doğrusu onlar ikram olunmuş kullardır.”
(Enbiya sûresi, 26)
Geçtiğimiz gün sosyalmedyada bir tartışma döndü. Ebrar Akbulut Hanım'ın Diyanet TV'de katıldığı bir programda Kâmuran Şipal'in Dua Çiçeği kitabından yaptığı alıntı kamuyu ikiye böldü. Bir kısmı 'Allah baba' ifadesindeki kastın kötü olmadığını söyledi. Diğer bir kısım da ifadeyi tehlikeli buldu. Müfritlerin ifratı kendine... Fakat bu vesileyle ben de mevzua dair tefekkürlerimi dilegetirmek istedim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah...
Şöyle bir yerden başlayalım arkadaşım: Enbiya sûresinde, "Rahman evlat edindi" diyenlere cevap verilirken, Cenab-ı Hakkın Subhaniyet’i hatırlatılır. Tekrar tekrar dikkat kesinilesi bir hikmettir bu. Evet. Bir isimle/isimde şaşıranlara diğer bir isim anımsatılır. Bir sıfatla/sıfatta şaşıranlara başka bir sıfat çağrıştırılır. Meallendirmeye çalışanlar da ifadeyi bir nebze tefsir ederler bazen. Subhaniyetin içeriğini açıklarlar. Allah razı olsun. Bu 'beraberlik' neden gereklidir peki? Çünkü Allah sadece Rahman değildir. Ya? 'Rahman' ve de 'Subhan’dır. Rahmanlığı düşünülürken Subhaniyeti de mutlaka akılda tutulmalıdır.
Yani 'sanki buyrulmaktadır ki' arkadaşım: Haydi, Allah'a, Rahmaniyeti itibariyle, galat olarak bu kusuru yakıştırdınız, tamam, ama unuttuğunuz birşey var: Rahmaniyetiyle, o sonsuz şefkatiyle, evlat edinmeye müsait gördüğünüz Hüda sadece Rahman değildir. Aynı zamanda Subhaniyeti de vardır. Ve Subhaniyeti iktiza eder ki onda böyle nakiseler bulunmasın. Böyle ihtiyaçlardan müberra olsun. Çünkü, çocuk edinmek, evlada ihtiyaç duymak, eksiklik emaresidir.
Biricikliğinde istiğnası olmayan, yetinemeyen, eksik kalan evlat hasreti duyar. Yalnızlığa dayanamayan ikincisini arar. Allah’sa Samediyet sahibidir. Herşey Ona muhtaçken O hiçbirşeye muhtaç değildir. İlah ancak böyle olur. Böyle olmayan ilah da olamaz. Yarattığına ihtiyaç duymak tezattır. Öyleyse, eğer o ismin manasını da hatırda tutsaydınız, dengeyi bulurdunuz. Dengeyi bulmak tek isimde ifrat yorumlara girişmekle olmaz. Parçayı bütüne galip getirmekle olmaz. Bütünün manasını elden geldiğince kuşanarak, tefekkür ederek, hatırda tutarak, olur. İstikamet külliyete hâkimiyetle tebellür eder.
Zaten Bediüzzaman Hazretlerinin de, hassaten Kur’an’daki fezlekeler üzerinden, Esmaü’l-Hüsna hakkında şöyle bir tefekkür geliştirdiğini zannediyorum: Cenab-ı Hakkın, güzel isimlerini yalnız yalnız, tek tek, ayrık ayrık zikretmektense, ikili terkipler şeklinde vahyetmesinin ‘isimlerin beraber okunması’ veya ‘biri anılırken ötekinin de unutulmaması’ anlamında bir mesaj içerdiğini düşünüyor. Evet, böylesi bir hikmetin ardına düşmüş olmalı ki, uyanışının meyvesi olarak da bir yerde diyor:
“Belki herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.” Bunu Sözler’de diyor. Daha önce telif ettiği Mesnevî-i Nuriye’de ise daha başka birşeyi dilegetiriyor: “Kezâlik, Esmâ-i İlâhiye’den bir hüceyreye veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ile müttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreye taallûk eden Hâlık ismi, müsemmâda müttehiddirler.”
Sair metinlerinde de mezkûr geçişgenliğin derslerini görüyoruz:
“Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san’atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır.”
Uzatmayayım, Risale-i Nur’u bu gözle şöyle bir karıştırsanız, bahsettiğim şeye birçok misal siz de gösterebilirsiniz. Hatta Sanî-i Hakîm, Halık-ı Kerîm, Kadîr-i Rahîm vs. gibi terkipleri sıkça kullanması da buna delil sayabilirsiniz. Elhamdülillah. Doğrusu, itiraf ederim, Risale-i Nur'u okuyana kadar, Kur’an’daki bu ‘isim birliktelikleri’ne gereğince dikkat etmemiştim. Yani bu birliktelikte bir hikmet olabileceğini düşünmemiştim. Onları tek tek düşünüyordum. Kopuk kopuk tefekkür ediyordum. Birlikteliklerinden görünen büyük resme bak(a)mıyordum. Adacıklar gibi tahayyül ediyordum. Sıradağlar gibi tasavvur etmiyordum. Geçişlere uyanamıyordum. Bir ahenk kollamıyordum. Tarifleri birbirleriyle konuşmazlardı.
‘Adacıklar’ demekle kastettiğim ise, arkadaşım, Kon-Tiki kitabında Thor Heyerdahl’ın gözümü açtığı birşey. O bunu ‘bilimin branşlaşmasındaki handikap’ hakkında kullanıyor. Uzmanlaşmaların ‘diğer alanlara körleşmeyi’ getirdiğini belirtiyor. Bu tehlikenin modern dünyanın önündeki en büyük tehlikelerden birisi olduğuna dikkat çekiyor:
“Uzmanlara saygı duymayı ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli, genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya.”
Bence şirkin teolojisi de isimler/tanımlar arasındaki bu kopukluktan besleniyor. Bütünselliği/külliliği sezemeyenler tevhid mülkünü parsel parsel dağıtıyorlar. Lütfen Esmaü'l-Hüsna'ya dair tefekkürlerinize tekrar bakın. Bu tanımlar ‘aynı zatın isimlerinden bahsettiklerini’ ne kadar hissettiriyorlar? Bir ismin tanımını/tarifini öğrendiğiniz zaman, diğer isim ondan kopuk, yabancınız bir adacık olarak mı kalıyor? Yoksa tanımdan tanıma geçiş yapabilecek kapıları açık bulabiliyor musunuz? Zihniniz oraları nasıl adımlıyor? Geçişler yapabiliyor mu? Başka isimler bulabiliyor mu? Sahi isimleri nasıl öğreniyorsunuz?
Esmaü'l-Hüsna’yı bu şekilde, yani ada ada, kavramaya çalışmak tam bir ezbercilikti. Başaramadım da zaten. Çünkü 99 ayrı şeyi ezberliyordum. ‘Birbirine bakan şen ve namları olan’ 99 şeyi değil. Ayrı sarayın 99 kapısını değil. Balık tutmuyordum sizin anlayacağınız. Hazır tutulmuş balıklarla beslenmeye alışmıştım. Aynı Zat’ın isimleri gibi öğrenmiyordum onları. 99 farklı şeyi, sorulunca cevap vermek için, hafızamdan kopya çekiyordum. Hiçbir isim başka bir ismin burcunda yüzüme bakmıyordu. Tefekkür koridorlarının bütün yan kapıları kilitliydi. Bir yerden ötekine geçilmiyordu. Zeka yürüyemiyordu. Bunu görüyordum. Fakat şeffafiyeti kendi başıma görebilmem zordu. Bir irşad lazımdı.
Şimdi bu pencereden bakınca nur talebelerinin üzerinde bir vazife daha olduğunu düşünmekteyim. Bir Esma Sözlüğü oluşturmak, ama Bediüzzaman’ın ders verdiği gibi, isimden isime baktırır bir sözlük. Birinden diğeri geçişi öğreten bir sözlük. Buna alıştıran, zihinde refleks haline getiren, yollarını kolaylaştıran bir lügatçe: “İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”
Biz böyle bir sözlüğü de çalışmalıyız. Esma’dan herbirisini birer adacık, bütünden kopuk parçacıklar olarak değil, ‘geçiş tefekkürünü de ders verecek şekilde bir sözlük’ hazırlamalıyız. Hak Teala’nın Furkan-ı Hakîm’inde bu tarz birlikteliği sık kullanması, Bediüzzaman’ın mezkûr geçişin sağlıklı tefekkür için şart olduğunu öğretmesi, birer işaret taşı olmalı. Günü gelince bir nur talebesi yapar inşaallah. Güncenilmesin. Hayalimi yazıyorum. Hayal de duadır. Dua da hayaldir. Yazımı bir dua olarak bıraktım. Duamı bir yazı olarak bıraktım. Eğer kabule kârin ise, elbette, böyle bir tedrisin de yolu açılacaktır.
(Enbiya sûresi, 26)
Geçtiğimiz gün sosyalmedyada bir tartışma döndü. Ebrar Akbulut Hanım'ın Diyanet TV'de katıldığı bir programda Kâmuran Şipal'in Dua Çiçeği kitabından yaptığı alıntı kamuyu ikiye böldü. Bir kısmı 'Allah baba' ifadesindeki kastın kötü olmadığını söyledi. Diğer bir kısım da ifadeyi tehlikeli buldu. Müfritlerin ifratı kendine... Fakat bu vesileyle ben de mevzua dair tefekkürlerimi dilegetirmek istedim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah...
Şöyle bir yerden başlayalım arkadaşım: Enbiya sûresinde, "Rahman evlat edindi" diyenlere cevap verilirken, Cenab-ı Hakkın Subhaniyet’i hatırlatılır. Tekrar tekrar dikkat kesinilesi bir hikmettir bu. Evet. Bir isimle/isimde şaşıranlara diğer bir isim anımsatılır. Bir sıfatla/sıfatta şaşıranlara başka bir sıfat çağrıştırılır. Meallendirmeye çalışanlar da ifadeyi bir nebze tefsir ederler bazen. Subhaniyetin içeriğini açıklarlar. Allah razı olsun. Bu 'beraberlik' neden gereklidir peki? Çünkü Allah sadece Rahman değildir. Ya? 'Rahman' ve de 'Subhan’dır. Rahmanlığı düşünülürken Subhaniyeti de mutlaka akılda tutulmalıdır.
Yani 'sanki buyrulmaktadır ki' arkadaşım: Haydi, Allah'a, Rahmaniyeti itibariyle, galat olarak bu kusuru yakıştırdınız, tamam, ama unuttuğunuz birşey var: Rahmaniyetiyle, o sonsuz şefkatiyle, evlat edinmeye müsait gördüğünüz Hüda sadece Rahman değildir. Aynı zamanda Subhaniyeti de vardır. Ve Subhaniyeti iktiza eder ki onda böyle nakiseler bulunmasın. Böyle ihtiyaçlardan müberra olsun. Çünkü, çocuk edinmek, evlada ihtiyaç duymak, eksiklik emaresidir.
Biricikliğinde istiğnası olmayan, yetinemeyen, eksik kalan evlat hasreti duyar. Yalnızlığa dayanamayan ikincisini arar. Allah’sa Samediyet sahibidir. Herşey Ona muhtaçken O hiçbirşeye muhtaç değildir. İlah ancak böyle olur. Böyle olmayan ilah da olamaz. Yarattığına ihtiyaç duymak tezattır. Öyleyse, eğer o ismin manasını da hatırda tutsaydınız, dengeyi bulurdunuz. Dengeyi bulmak tek isimde ifrat yorumlara girişmekle olmaz. Parçayı bütüne galip getirmekle olmaz. Bütünün manasını elden geldiğince kuşanarak, tefekkür ederek, hatırda tutarak, olur. İstikamet külliyete hâkimiyetle tebellür eder.
Zaten Bediüzzaman Hazretlerinin de, hassaten Kur’an’daki fezlekeler üzerinden, Esmaü’l-Hüsna hakkında şöyle bir tefekkür geliştirdiğini zannediyorum: Cenab-ı Hakkın, güzel isimlerini yalnız yalnız, tek tek, ayrık ayrık zikretmektense, ikili terkipler şeklinde vahyetmesinin ‘isimlerin beraber okunması’ veya ‘biri anılırken ötekinin de unutulmaması’ anlamında bir mesaj içerdiğini düşünüyor. Evet, böylesi bir hikmetin ardına düşmüş olmalı ki, uyanışının meyvesi olarak da bir yerde diyor:
“Belki herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.” Bunu Sözler’de diyor. Daha önce telif ettiği Mesnevî-i Nuriye’de ise daha başka birşeyi dilegetiriyor: “Kezâlik, Esmâ-i İlâhiye’den bir hüceyreye veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ile müttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreye taallûk eden Hâlık ismi, müsemmâda müttehiddirler.”
Sair metinlerinde de mezkûr geçişgenliğin derslerini görüyoruz:
“Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san’atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır.”
Uzatmayayım, Risale-i Nur’u bu gözle şöyle bir karıştırsanız, bahsettiğim şeye birçok misal siz de gösterebilirsiniz. Hatta Sanî-i Hakîm, Halık-ı Kerîm, Kadîr-i Rahîm vs. gibi terkipleri sıkça kullanması da buna delil sayabilirsiniz. Elhamdülillah. Doğrusu, itiraf ederim, Risale-i Nur'u okuyana kadar, Kur’an’daki bu ‘isim birliktelikleri’ne gereğince dikkat etmemiştim. Yani bu birliktelikte bir hikmet olabileceğini düşünmemiştim. Onları tek tek düşünüyordum. Kopuk kopuk tefekkür ediyordum. Birlikteliklerinden görünen büyük resme bak(a)mıyordum. Adacıklar gibi tahayyül ediyordum. Sıradağlar gibi tasavvur etmiyordum. Geçişlere uyanamıyordum. Bir ahenk kollamıyordum. Tarifleri birbirleriyle konuşmazlardı.
‘Adacıklar’ demekle kastettiğim ise, arkadaşım, Kon-Tiki kitabında Thor Heyerdahl’ın gözümü açtığı birşey. O bunu ‘bilimin branşlaşmasındaki handikap’ hakkında kullanıyor. Uzmanlaşmaların ‘diğer alanlara körleşmeyi’ getirdiğini belirtiyor. Bu tehlikenin modern dünyanın önündeki en büyük tehlikelerden birisi olduğuna dikkat çekiyor:
“Uzmanlara saygı duymayı ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli, genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya.”
Bence şirkin teolojisi de isimler/tanımlar arasındaki bu kopukluktan besleniyor. Bütünselliği/külliliği sezemeyenler tevhid mülkünü parsel parsel dağıtıyorlar. Lütfen Esmaü'l-Hüsna'ya dair tefekkürlerinize tekrar bakın. Bu tanımlar ‘aynı zatın isimlerinden bahsettiklerini’ ne kadar hissettiriyorlar? Bir ismin tanımını/tarifini öğrendiğiniz zaman, diğer isim ondan kopuk, yabancınız bir adacık olarak mı kalıyor? Yoksa tanımdan tanıma geçiş yapabilecek kapıları açık bulabiliyor musunuz? Zihniniz oraları nasıl adımlıyor? Geçişler yapabiliyor mu? Başka isimler bulabiliyor mu? Sahi isimleri nasıl öğreniyorsunuz?
Esmaü'l-Hüsna’yı bu şekilde, yani ada ada, kavramaya çalışmak tam bir ezbercilikti. Başaramadım da zaten. Çünkü 99 ayrı şeyi ezberliyordum. ‘Birbirine bakan şen ve namları olan’ 99 şeyi değil. Ayrı sarayın 99 kapısını değil. Balık tutmuyordum sizin anlayacağınız. Hazır tutulmuş balıklarla beslenmeye alışmıştım. Aynı Zat’ın isimleri gibi öğrenmiyordum onları. 99 farklı şeyi, sorulunca cevap vermek için, hafızamdan kopya çekiyordum. Hiçbir isim başka bir ismin burcunda yüzüme bakmıyordu. Tefekkür koridorlarının bütün yan kapıları kilitliydi. Bir yerden ötekine geçilmiyordu. Zeka yürüyemiyordu. Bunu görüyordum. Fakat şeffafiyeti kendi başıma görebilmem zordu. Bir irşad lazımdı.
Şimdi bu pencereden bakınca nur talebelerinin üzerinde bir vazife daha olduğunu düşünmekteyim. Bir Esma Sözlüğü oluşturmak, ama Bediüzzaman’ın ders verdiği gibi, isimden isime baktırır bir sözlük. Birinden diğeri geçişi öğreten bir sözlük. Buna alıştıran, zihinde refleks haline getiren, yollarını kolaylaştıran bir lügatçe: “İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”
Biz böyle bir sözlüğü de çalışmalıyız. Esma’dan herbirisini birer adacık, bütünden kopuk parçacıklar olarak değil, ‘geçiş tefekkürünü de ders verecek şekilde bir sözlük’ hazırlamalıyız. Hak Teala’nın Furkan-ı Hakîm’inde bu tarz birlikteliği sık kullanması, Bediüzzaman’ın mezkûr geçişin sağlıklı tefekkür için şart olduğunu öğretmesi, birer işaret taşı olmalı. Günü gelince bir nur talebesi yapar inşaallah. Güncenilmesin. Hayalimi yazıyorum. Hayal de duadır. Dua da hayaldir. Yazımı bir dua olarak bıraktım. Duamı bir yazı olarak bıraktım. Eğer kabule kârin ise, elbette, böyle bir tedrisin de yolu açılacaktır.
Bitirirken başlangıç noktamıza da bir atıf yapalım: Çocuklara Allah'ı sevdirmek amacıyla yapılan çalışmaların da bu Esmaü'l-Hüsna dengesine dikkat etmesi gerekir. Evet. "Ne de olsa sonuçta fayda hâsıl olacak!" diye düşünüp 'Allah baba' gibi terkiplere girilmemesi lazım gelir. Zira bu terkipler aynı zamanda tefekkür kapılarıdır. Yanlış kapılardan giren yanlışını büyütür. Tenzihe dikkat etmeyen teşbihe düşer. Teşbihe düşen şirke kapı aralar. Durulması gereken yerlerde mü'min taş kesilmelidir. Müslümanlar Allah'ın rahmetini anlatırken böyle sınırları geçmemeye dikkat ederler. Akaid âlimlerimiz bizi bu konularda çok uyarırlar. Zira bizzat Kur'an-ı Hakîm 'böylesi eşiklerin aşılmamasını' emretmiştir. Yani, arkadaşım, Allah adına reddetmiştir. O yüzden 'fayda cerbezesine' kanmamalı, Hüda'yı kendisini târif ettiği gibi tarifle yetinmeli, ifratlardan sakınılmalıdır. Cenab-ı Hak rüşdümüzü bize ilham eylesin. Ayaklarımızı hidayetinin yolundan ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.
5 Ağustos 2025 Salı
Allah'ın kudretinin sonsuz olduğunu nereden biliyoruz?
Vaktiyle sorulmuştu bana: "Kainat ne kadar geniş olursa olsun nihayetinde mahluktur. Yani sınırlıdır. Başlangıcı-sonu vardır. Biz ölçemesek de 'ölçülebilir bir büyüklüğü' vardır. Sonsuz değildir. 'Sonsuz olmayanı açıklamak için gerekecek kuvvet de sonsuz olmamalı...' diye düşünüyorum. O halde biz Allah'ın kudretinin sonsuzluğu fikrine nereden varıyoruz?" Doğrusu sorusunu duyana kadar üzerine düşündüğüm bir konu değildi. Ben de sual sahibinden iletişim bilgileriyle birlikte zaman istedim. "Üstüne biraz düşüneyim!" dedim. Sağolsun, insaflı birisiydi, müsaade etti. Düşündüm. Hüda Furkan'ında 'uğruna cihad edenlere hidayetiyle yardım edeceğini' vaadediyor. Elhamdülillah. Ben de bir cevaba hidayet edildim. Şimdi o cevabı sizlerle de paylaşmak istiyorum. Belki başkalarına da bir faydası dokunur.
Öncelikle şu inceliğe dikkatinizi çekmek isterim: Yaratılanın sınırlı olması yaratışa gereken kudretin de sınırlı olması gerektiğini söylemez bize. Çünkü yaratılış ölçülebilir birşey değildir. Evet. Mahlukattan olan bizler için dünyada yapageldiğimiz şeylere sarfolunan kuvvetin bir ölçüsü vardır. Fakat bu sarfedişlerden hiçbirisi yaratış değildir. Sadece vesileliktir. Ona verdiğimiz emek ancak duası hükmüne geçer. Yaratılışının asıl sebebi olmaz. Zaten, hâşâ, yaratılışın asıl sebebi emeğimiz olsa o şeyin Rabbi biz olurduk. Öyle değiliz. Hiç öyle değiliz. Zira yaratılış için gerekli olan levazımı karşılıyor değiliz. Biz sadece irademize bırakılmış kısımda küçük bir kisbcikte bulunuyoruz.
Tarlayı ekiyoruz-suluyoruz. Tamam. Fakat mahsûlün yaratılışı bizim tarlaya verdiğimiz emekten çok daha komplike bir iş. Biz bir bitki yaratmıyoruz. Yaratılış sürecinde irademize bırakılmış kısma müsbet manada dahil oluyoruz. Eğer dahil olmasaydık, bu bir menfilik olurdu, yaratılış gerçekleşmeyince sorumluluğu bize aitti. Fakat yaratıldığında yaratılmanın her köşesini/detayını biz karşılamadığımız için onu sahiplenemeyiz. O yüzden varoluşta 'halk/hayır' Allah'a aittir. Eğer o şeyden bir şer vûkû buluyorsa sorunun adresi eksik kisbimizdir.
Yaratmak, hem vücuda gelişin, hem de vücudda kalışın bütün şartlarını karşılamakla mümkün olur. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu galeriden satın alan olamaz. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu üreten fabrika da olamaz. Çünkü bir arabanın varda kalışı kainatın varoluşundan sonuna kadar devam eden bütün yasaların işlemeye devam etmesiyle ilgilidir. İnternette alışveriş yapmakla aldığınız ürünün yaratanı olamazsınız. İnsanın bu âlemdeki eyleyişleri de 'internet tıklaması' mesabesindedir. Fizik, kimya, biyoloji vs. sahalarda kurulmuş, hep de işleyen, bir sistemin devamlılığıyla oluşlar gerçekleşmektedir. O nedenle kendi 'ölçebilirliğimiz' ile 'vücuda gelişi' karıştırmamak gerekir. Biz gerçek manada bir yaratış için ne kadar kuvvet/kudret gerekir bilmiyoruz. Sadece kisbler için gereken kuvveti kendimizce ölçüyoruz.
'Kisb Matematiği' ile yaratılışı ölçmek bu manada doğru sonucu vermeyecektir. Bunu şöyle bir misalle de açmak istiyorum: Beş kiloluk un paketini kaldırmam için gereken kuvveti hesapladığımızı düşünelim. Bu kuvveti ölçebildiğim anda 'daha azlarını' veya 'çoklarını' ölçebilmek için bana bir yol açılır. Yahut da bir arabanın kilometrede tükettiği yakıtı hesaplayabildiğimde bin, onbin, yüzbin vs. kilometreyi hesaplamak artık benim için güç değildir. Fakat, dikkat ederseniz, ben burada hep 'var ile var' arasında kıyaslama yapıyorum. Yani elimde bir 'vücud' var. O vücuda dair hesaplamama yaslanarak ikinci bir vücudun 'Kisb Matematiği'nde gerektirdiği şeyi ölçüyorum. Lakin aynı hesabı 'hiç' ile 'var' arasında yapabiliyor değilim. Yani 'Beş kilo için şu kadarsa on kilo için de bu kadar...' demem mümkün olabiliyor. Fakat "Hiçten vara çıkmak için ne kadar gerekiyor?" sorusuna cevap bulamıyorum. Çünkü hiç ile var arasındaki mesafeyi ölçmem mümkün değil. O mesafe benim için sonsuzluk. Yok ile var arasındaki bu mesafe, yani yaratılış, bir sonsuzluk olduğu için gereken kudret de sonsuz olmalı.
Hatta, bu makamda el-Halık ismi tefekküründen el-Kayyum ismi tefekkürüne bir geçiş yaparsak, şu uyanışı da yaşarız: Belki de hiçin varda kalabilmesi için hep varda tutulması lazımdır? 'Belki de...' dedim, ziyade ettim, öyle olmalıdır. Yani, Allah'ın 'Ol!' dediği şey Onun kudretinden bağımsız bir müstakillik kazanmamaktadır. Biz bir masa yaptığımızda, biz yanında olmasak da, ilgilenmesek de, hatta ölsek de o masa varolmaya devam eder. Ancak Allah herşeyi heran varlıkta tutmasa hiçbirşey varlıkta kalamaz. Yani hiçbirşey Allah'a karşı müstağni değildir. O hepsine karşı müstağnidir. Herşey Onun yaratmasıyla varlığa çıkar ve yaratmaya devam etmesiyle varlıkta kalır. Çünkü hiçbirşey kendisini yokluktan varlığa çıkaracak kuvvete sahip değildir. Temsilde hata olmasın: Varlığın varlığa çıkışı bir projektörden perdeye yansıyan görüntünün varlığı gibidir. Projektör yansıtmayı kestiği anda varlığı hiçliğe gider. el-Kâdir'in kudretiyle bizim ilişkimiz de bunun gibidir. Bizden esmasının, sıfatlarının, şuunatının ilgisini bir kesse anında hiçliğe gideriz. Çünkü zaten o alakayla ancak varlıktayız.
İnşaallah ifade edebilmişimdir. Madde varlığı itibariyle sınırlıdır. Ancak hiçlikten gelişi itibariyle sınırsızdır. Yani hiçlikten varlığa gelişi için gereken kudret matematiğe sığdırılamaz. Hiç ile var arasındaki mesafe hesaplanamaz. Bizi Allah'ın kudretinin, ilminin, iradesinin vs. sonsuzluğu imanına götüren şeylerden birisi de budur. Tabii nasslarımızda da çokça delili vardır. Ben onlara gitmedim. O zamanki muhatabım nasslarla ikna olabilecek birisi değildi. Bana "Aklen bunun izahı var mı?" gibisinden sormuştu. Ben de aşağı-yukarı yukarıda size söylediğim şeyleri kendisine mail olarak yazıp attım. 'Cevabın kendi içinde tutarlı olduğunu' kabul ettiğini söyledi. Sonra irtibatımız olmadı. Bilmiyorum Hüda hidayet lütfetti mi? Doğrusu cevaplar da hidayetin garantisi olamıyor. Allah o nuru ancak seçtiği kalpte yakıyor. Dua edelim de, arkadaşım, el-Hâdi olan Rabbimiz hidayet nurunun tecellisini kalbimizden hiç çekmesin. O parıltılar hiç geçmesin. Âmin.
Öncelikle şu inceliğe dikkatinizi çekmek isterim: Yaratılanın sınırlı olması yaratışa gereken kudretin de sınırlı olması gerektiğini söylemez bize. Çünkü yaratılış ölçülebilir birşey değildir. Evet. Mahlukattan olan bizler için dünyada yapageldiğimiz şeylere sarfolunan kuvvetin bir ölçüsü vardır. Fakat bu sarfedişlerden hiçbirisi yaratış değildir. Sadece vesileliktir. Ona verdiğimiz emek ancak duası hükmüne geçer. Yaratılışının asıl sebebi olmaz. Zaten, hâşâ, yaratılışın asıl sebebi emeğimiz olsa o şeyin Rabbi biz olurduk. Öyle değiliz. Hiç öyle değiliz. Zira yaratılış için gerekli olan levazımı karşılıyor değiliz. Biz sadece irademize bırakılmış kısımda küçük bir kisbcikte bulunuyoruz.
Tarlayı ekiyoruz-suluyoruz. Tamam. Fakat mahsûlün yaratılışı bizim tarlaya verdiğimiz emekten çok daha komplike bir iş. Biz bir bitki yaratmıyoruz. Yaratılış sürecinde irademize bırakılmış kısma müsbet manada dahil oluyoruz. Eğer dahil olmasaydık, bu bir menfilik olurdu, yaratılış gerçekleşmeyince sorumluluğu bize aitti. Fakat yaratıldığında yaratılmanın her köşesini/detayını biz karşılamadığımız için onu sahiplenemeyiz. O yüzden varoluşta 'halk/hayır' Allah'a aittir. Eğer o şeyden bir şer vûkû buluyorsa sorunun adresi eksik kisbimizdir.
Yaratmak, hem vücuda gelişin, hem de vücudda kalışın bütün şartlarını karşılamakla mümkün olur. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu galeriden satın alan olamaz. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu üreten fabrika da olamaz. Çünkü bir arabanın varda kalışı kainatın varoluşundan sonuna kadar devam eden bütün yasaların işlemeye devam etmesiyle ilgilidir. İnternette alışveriş yapmakla aldığınız ürünün yaratanı olamazsınız. İnsanın bu âlemdeki eyleyişleri de 'internet tıklaması' mesabesindedir. Fizik, kimya, biyoloji vs. sahalarda kurulmuş, hep de işleyen, bir sistemin devamlılığıyla oluşlar gerçekleşmektedir. O nedenle kendi 'ölçebilirliğimiz' ile 'vücuda gelişi' karıştırmamak gerekir. Biz gerçek manada bir yaratış için ne kadar kuvvet/kudret gerekir bilmiyoruz. Sadece kisbler için gereken kuvveti kendimizce ölçüyoruz.
'Kisb Matematiği' ile yaratılışı ölçmek bu manada doğru sonucu vermeyecektir. Bunu şöyle bir misalle de açmak istiyorum: Beş kiloluk un paketini kaldırmam için gereken kuvveti hesapladığımızı düşünelim. Bu kuvveti ölçebildiğim anda 'daha azlarını' veya 'çoklarını' ölçebilmek için bana bir yol açılır. Yahut da bir arabanın kilometrede tükettiği yakıtı hesaplayabildiğimde bin, onbin, yüzbin vs. kilometreyi hesaplamak artık benim için güç değildir. Fakat, dikkat ederseniz, ben burada hep 'var ile var' arasında kıyaslama yapıyorum. Yani elimde bir 'vücud' var. O vücuda dair hesaplamama yaslanarak ikinci bir vücudun 'Kisb Matematiği'nde gerektirdiği şeyi ölçüyorum. Lakin aynı hesabı 'hiç' ile 'var' arasında yapabiliyor değilim. Yani 'Beş kilo için şu kadarsa on kilo için de bu kadar...' demem mümkün olabiliyor. Fakat "Hiçten vara çıkmak için ne kadar gerekiyor?" sorusuna cevap bulamıyorum. Çünkü hiç ile var arasındaki mesafeyi ölçmem mümkün değil. O mesafe benim için sonsuzluk. Yok ile var arasındaki bu mesafe, yani yaratılış, bir sonsuzluk olduğu için gereken kudret de sonsuz olmalı.
Hatta, bu makamda el-Halık ismi tefekküründen el-Kayyum ismi tefekkürüne bir geçiş yaparsak, şu uyanışı da yaşarız: Belki de hiçin varda kalabilmesi için hep varda tutulması lazımdır? 'Belki de...' dedim, ziyade ettim, öyle olmalıdır. Yani, Allah'ın 'Ol!' dediği şey Onun kudretinden bağımsız bir müstakillik kazanmamaktadır. Biz bir masa yaptığımızda, biz yanında olmasak da, ilgilenmesek de, hatta ölsek de o masa varolmaya devam eder. Ancak Allah herşeyi heran varlıkta tutmasa hiçbirşey varlıkta kalamaz. Yani hiçbirşey Allah'a karşı müstağni değildir. O hepsine karşı müstağnidir. Herşey Onun yaratmasıyla varlığa çıkar ve yaratmaya devam etmesiyle varlıkta kalır. Çünkü hiçbirşey kendisini yokluktan varlığa çıkaracak kuvvete sahip değildir. Temsilde hata olmasın: Varlığın varlığa çıkışı bir projektörden perdeye yansıyan görüntünün varlığı gibidir. Projektör yansıtmayı kestiği anda varlığı hiçliğe gider. el-Kâdir'in kudretiyle bizim ilişkimiz de bunun gibidir. Bizden esmasının, sıfatlarının, şuunatının ilgisini bir kesse anında hiçliğe gideriz. Çünkü zaten o alakayla ancak varlıktayız.
İnşaallah ifade edebilmişimdir. Madde varlığı itibariyle sınırlıdır. Ancak hiçlikten gelişi itibariyle sınırsızdır. Yani hiçlikten varlığa gelişi için gereken kudret matematiğe sığdırılamaz. Hiç ile var arasındaki mesafe hesaplanamaz. Bizi Allah'ın kudretinin, ilminin, iradesinin vs. sonsuzluğu imanına götüren şeylerden birisi de budur. Tabii nasslarımızda da çokça delili vardır. Ben onlara gitmedim. O zamanki muhatabım nasslarla ikna olabilecek birisi değildi. Bana "Aklen bunun izahı var mı?" gibisinden sormuştu. Ben de aşağı-yukarı yukarıda size söylediğim şeyleri kendisine mail olarak yazıp attım. 'Cevabın kendi içinde tutarlı olduğunu' kabul ettiğini söyledi. Sonra irtibatımız olmadı. Bilmiyorum Hüda hidayet lütfetti mi? Doğrusu cevaplar da hidayetin garantisi olamıyor. Allah o nuru ancak seçtiği kalpte yakıyor. Dua edelim de, arkadaşım, el-Hâdi olan Rabbimiz hidayet nurunun tecellisini kalbimizden hiç çekmesin. O parıltılar hiç geçmesin. Âmin.
31 Temmuz 2025 Perşembe
Ancak anahtarı kilidi için nimettir
Mürşidim diyor ki: "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir." Ben kendimce bu sözü şöyle tefekkür ediyorum: 'Nimetlenme' denilen hâdise asla parçalardan birisiyle açıklanamaz. Eğer ben birşeyden fayda aldıysam, bu, ikimiz arasında gözetilmiş bir alakadan kaynaklanabilir ancak. Sözgelimi: Anahtar-kilit ilişkisini düşünelim. 'Açılma-kilitlenme' denilen faydaları elde ediyorum anahtar-kilit ilişkisinden. Fakat bu faydayı elde edebilmemiz için 'anahtar' ile 'kilit'in birbirine uyumlu olması lazım. Yani, mesela, bir çorba kaşığını anahtar olarak kullanamam. Bir kürdanla da kilidi açmam mümkün değil. Haydi, 'Elimde anahtar var' diyelim, fakat anahtar o kilidin anahtarı olmazsa da 'açılma-kilitlenme' faydalarını elde edebilmem mümkün değil. Yani 'açılma-kilitlenme' nimetleri ancak anahtar-kilit düzeneğinin birbirine göre takdir edilmesiyle mümkün olabilir. Eğer anahtar kilide göreyse açılır. Eğer kilit anahtara göreyse kilitlenir. Kapımı güvenlikli bir şekilde kullanabilmem bu kapsama bağlı.
Yine, misal; anahtarı üreten başka bir firma, kilidi üreten başka bir firma olsaydı; ve bu iki firma 'ne üretecekleri' üzerine bir tevhide sahip olmasalardı; sonuçta ortaya çıkacak anahtar-kilit bana lazım gelen hizmeti vermeyecekti. Çünkü birbirleriyle uyumlu olmayacaklardı. O yüzden, eğer üzerine anlaşılmış bir standartlar dizisi yoksa, her ürünün birlikte çalıştırılacağı sair cihazlar aynı firmadan alınmaya çalışılır. Başka firmadan alırsanız uyumsuzluk yaşayabilirsiniz. Hatta bazen bu hassasiyet o kadar artar ki, vida bile vidaya benzemez, firmasının cihazından başkasına uymaz. İşte bütün bunlar, arkadaşım, bizi 'tevhide' imana doğru götürüyor. Uyum tevhidin delilidir. Ve şu kainatta herbirşey yine herbirşeyle birlikte çalışır-çalışabilir. Bu derece uyumlu olmaları da nimettir.
Yazıyı yazarken soluduğum hava kimbilir kaç yerde daha çalıştı benden önce? Yazmadan önce içtiğim su kimbilir daha nerelerde hizmet gördü? Birbirlerini yadırgamadan çalıştılar milyarlarca yıl boyunca. Bu muvaffakiyetli hizmetin bizi götüreceği yer tevhidden başkası olamaz. Zira tevhid ile ancak böylesi bir uyum sağlanabilir. Hepsini yaratan aynı Allah olduğu için parçalar birbirleriyle bu denli uyum içinde aynı fizik, kimya, biyoloji vs. dairelerinde çalışabilmektedirler. "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir..." cümlesi bu nokta-i nazarda da manidardır. Bütünü görür bir rahmet sahibinin iltifatı sayesinde şeyler arasında uyum gözetilmiş, bu uyumun bir tezahürü olarak da 'nimet' ortaya çıkmıştır. 'Nimet' bir yalnızlık sonucu oluşamaz. Yani, nimet varsa, yalnızlık yoktur. Yalnız olunmadığı için nimetlenilebilmiştir. Mutlak yalnızlık nimetin hitâmıdır.
Hatta 'anlamak' bile. Anlamak hem 'anlayacağı' hem 'anlaşılacağı' ister. Bunlar arasında uyum olmasını gerekli kılar. İnsan anlamak noktasında öyle bir merkeziyete sahiptir ki tüm kainatın idraki sanki onun üzerinden olmaktadır. Hatta, âdemoğlu, kainatın kendisini anlamasının da yoludur. Çünkü o da yaratıldığı âlemin parçasıdır. Her neyse arkadaşım. Mevzuu dallandırmayayım. Tefekkürümün icmali bu tür manalardan ibaretti. Hem dualar eder hem dualar beklerim. Cenab-ı Hak hidayetini kalbimizden ayırmasın. Onla uyumumuzu bozdurmasın. Âmin.
Yine, misal; anahtarı üreten başka bir firma, kilidi üreten başka bir firma olsaydı; ve bu iki firma 'ne üretecekleri' üzerine bir tevhide sahip olmasalardı; sonuçta ortaya çıkacak anahtar-kilit bana lazım gelen hizmeti vermeyecekti. Çünkü birbirleriyle uyumlu olmayacaklardı. O yüzden, eğer üzerine anlaşılmış bir standartlar dizisi yoksa, her ürünün birlikte çalıştırılacağı sair cihazlar aynı firmadan alınmaya çalışılır. Başka firmadan alırsanız uyumsuzluk yaşayabilirsiniz. Hatta bazen bu hassasiyet o kadar artar ki, vida bile vidaya benzemez, firmasının cihazından başkasına uymaz. İşte bütün bunlar, arkadaşım, bizi 'tevhide' imana doğru götürüyor. Uyum tevhidin delilidir. Ve şu kainatta herbirşey yine herbirşeyle birlikte çalışır-çalışabilir. Bu derece uyumlu olmaları da nimettir.
Yazıyı yazarken soluduğum hava kimbilir kaç yerde daha çalıştı benden önce? Yazmadan önce içtiğim su kimbilir daha nerelerde hizmet gördü? Birbirlerini yadırgamadan çalıştılar milyarlarca yıl boyunca. Bu muvaffakiyetli hizmetin bizi götüreceği yer tevhidden başkası olamaz. Zira tevhid ile ancak böylesi bir uyum sağlanabilir. Hepsini yaratan aynı Allah olduğu için parçalar birbirleriyle bu denli uyum içinde aynı fizik, kimya, biyoloji vs. dairelerinde çalışabilmektedirler. "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir..." cümlesi bu nokta-i nazarda da manidardır. Bütünü görür bir rahmet sahibinin iltifatı sayesinde şeyler arasında uyum gözetilmiş, bu uyumun bir tezahürü olarak da 'nimet' ortaya çıkmıştır. 'Nimet' bir yalnızlık sonucu oluşamaz. Yani, nimet varsa, yalnızlık yoktur. Yalnız olunmadığı için nimetlenilebilmiştir. Mutlak yalnızlık nimetin hitâmıdır.
Hatta 'anlamak' bile. Anlamak hem 'anlayacağı' hem 'anlaşılacağı' ister. Bunlar arasında uyum olmasını gerekli kılar. İnsan anlamak noktasında öyle bir merkeziyete sahiptir ki tüm kainatın idraki sanki onun üzerinden olmaktadır. Hatta, âdemoğlu, kainatın kendisini anlamasının da yoludur. Çünkü o da yaratıldığı âlemin parçasıdır. Her neyse arkadaşım. Mevzuu dallandırmayayım. Tefekkürümün icmali bu tür manalardan ibaretti. Hem dualar eder hem dualar beklerim. Cenab-ı Hak hidayetini kalbimizden ayırmasın. Onla uyumumuzu bozdurmasın. Âmin.
23 Temmuz 2025 Çarşamba
Kaç kutu kola bir F-16 eder?
Bilmiyorum daha ne kadar rezil olabiliriz? Ne kadar hiçe dönüşebiliriz? Ne kadar aşağılanabiliriz? Ne kadar kendi gözlerimizden düşebiliriz? İsrail bize ölümün her türlüsünü gösterdi. Üstüne bina yıktı. Gösterdi. Diri diri yaktı. Gösterdi. Esir alıp tecavüz etti. Gösterdi. Türlü işkence etti. Gösterdi. Hastane vurdu. Gösterdi. Okul vurdu. Gösterdi. Çadırları vurdu. Gösterdi. Yardım almaya gelenleri kurşunladı. Gösterdi. Sakat bıraktı. Sonra onu da öldürdü. Gösterdi. Çocuk öldürdü. Gösterdi. Kadın öldürdü. Gösterdi. İhtiyar öldürdü. Gösterdi. Bebek öldürdü. Gösterdi. Gösterdi. Gösterdi. Gösterdi. Gös...
Şimdi hepsinin üzerine Gazze'de 'açlıktan toplu ölümlerin de olacağı' söyleniyor. Yani bize bunu da gösterecek. Ve diyecek: "Ulan siz ne geniş adamlarmışsınız ki, kardeş dediklerinize bütün bunları geze geze, sindire sindire, yavaş yavaş, salına salına ettim de, bana bir kurşun atanınız çıkmadı, yuh adamlığınıza!" Böyle demesini-denmesini haklı buluyorum. Ağzımı açıp "Ama..." diyecek gücü dahi bulamıyorum. Hakettik. Hatta fazlasını da. Yine de Hüda'nın rahmetine sığınıyoruz. Mahşerde bu iş bizden nasıl sorulacak? Doğrusu korkuyoruz. Hiçbirşey yapmadan, gözüne fener tutulmuş tavşan gibi, amelsizce korkuyoruz. Korkulması gerekenden korkuyoruz. Gerçi korkmamamız gerekenlerde korkuyoruz ya... Neyse...
Ahirzamanda 'sayımızın çokluğuna rağmen' bizi 'suyun üstündeki çöp tanelerine' çeviren 'ölüm korkusu' ve 'dünya sevgisi' olacaktı. Biliyoruz. Fakat bilmek değiştirmeye yetmiyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin 'vehn hadisi' ile haber verdiği hal, işte, başımıza geldi. Gayrı bahanenin de sonu gelmiyor. "Ekonomi kötü!" deniliyor. "Türkiye'ye saldıracaklar!" söyleniyor. "Asıl planın zaten üzerimize kurulu olduğu..." fısıldanıyor. Lâfa para sayan mı var? Hepsini duyuyoruz. Lakin insan başını yastığa koyunca hep aynı soru geliyor aklına: "Mahşer gününde Allah'a ne diyeceğiz?" Evet. Ne diyeceğiz? Bu bahaneleri söylediğimizde "Böyle olabileceği halde yine de yardım etmenizi bekliyordum!" derse ya? Ne cevap vereceğiz? Zaten cihad amelinin amacının 'böyle bedellere rağmen fedakârlıkta bulunmak olduğunu' söylerse? Nereye kaçacağız? Buradan interneti kapatınca Gazzelilerin çığlıkları duyulmaz oluyor. Tamam. Lakin mahşerde Allah'ı, hâşâ, kim kapatabilir? Herşeye gücü yetene kim güç yetirebilir? Orada buranın siyaseti söker mi? Bahaneleri tutar mı? Var mı bize garanti veren?
Kendi kendimizi korkutmaktan artık başkasının korkutmasına da gerek kalmadı. Daha Amerika bize bir tane kurşun atmadan "Gazze'ye karışırsak Amerika bizi bombalayacak!" moduna girdik. Gerçi hakikaten karışanlardan bombaladığı oldu. Ama kimse yıkılmadı. Ne Yemen yıkıldı. Ne İran yıkıldı. Ne Lübnan yıkıldı. Evet. Yara aldılar. Ama Gazzelilerin dualarını kazandılar. Füzeleri havadayken sevinç çığlıkları attıklarını gördük çocukların. Keşke o ağızları biz güldürseydik. Keşke o gözleri biz sevindirseydik. Hiçbirşey yapamadık. "Ama ticareti kestik!" diye birşeyler söyleniyor. Kestik mi sahiden onu da? Sokakta dolaşırken nefes alamıyorum. 'Boykot' diye birşey var fakir avuntusu gibi. Kola almayınca İsrail yıkılacak beklentisi. Eve gelip "Şu boykottaymış, şu değilmiş, şu şöyleymiş..." deyip duruyoruz. Sonra haberlerde başlık geçiyor. Türkiye ABD'den şu kadar F-16 alacak. Kaç kutu kola bir F-16 eder? Böyle yenilecek mi sahiden Amerika? İsrail siner mi bizden böyle?
Eğer Gazze'de açlıktan toplu ölümler de olursa artık beklediğim 'Büyük Türkiye' diye birşey değil. Evet. Ne yazık ki. Bundan sonra beklentim: Allah'ın belamızı vermesi. Kıyametin kopması. Tarihte görülmemiş bir katliamı böyle çekirdek çıtlatarak izlediğimize göre olacak ancak odur. Erdoğan üzerine kurduğumuz düşler sona ermiştir. Bu katliama seyirci kalmış hiçbir psikoloji bir daha kendini düzeltemez. Kendi içindeki hakikate inanamaz. "Ben adamım/kadınım!" diyemez. Diyemez. Çünkü ruhu ölmüştür. İzzeti ölmüştür. Kendine güveni ölmüştür. "Ben var ya ben!" deyişi ölmüştür. Yani içine çökmüştür. Karadeliğe dönüşmüştür. Bitmiştir. Daha dışına ışık saçamaz. Aydınlatamaz. Ancak saçılan ışığı yutar. Tüketir. Sonuna kadar şu katliamı izledikten sonra bizim nesil tekrar ayağa kaldırılamaz. Kendi değerine inanamaz. Bu nesil artık hayattar değildir. İçinden çürümüştür. İnsan posasıdır. Çöpüdür. Artığıdır. Evet. Biz Gazze'yi izlerken insan posası haline geldik. Gayrı AK Parti bizden ne yaparsa yapsın. Kurutsun da kışa saklasın. Islatsın da çorbaya koysun. O kadar kaldık biz.
Hani Bediüzzaman Hazretleri diyor: "Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!" Bunu hem İngilizler İstanbul'u işgal ettiğinde onlara karşı söylüyor hem de Tek Parti döneminde edilen eziyetlere karşı söylüyor. Bir de üzerine ekliyor ki:
"Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. 'De ki: Kaçıp durduğunuz ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır.' (Cuma sûresi, 8) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar..." Bizim de bu kaçışımız herhalde başka şeyleri bize yaklaştırıyor. En doğrusunu Allah bilir.
Yanlış anlaşılmasın. İslam'dan umudumu asla kesmedim. Allah bu dini, çünkü Onun dinidir, illa aziz edecektir. Fakat ellerinde aziz edilecekler demek ki biz değiliz. O devlet bu devlet olacaksa da herhalde o nesil bu nesil değildir. O hükümet bu hükümet değildir. O lider Erdoğan değildir. Eğer o olsaydı, iş böyle olmazdı, sözden ilerisine gidilirdi. En mantıklısı yüksek beklentileri gömmektir. Bitirirken, ciğerimizi avuçlarımıza alıp, herşeyi gücü yeter Mevlamıza bir de dua ediverelim: Ya Rabbi, kavm-i necib-i Arabı, Halid b. Velid radyallahu anhın arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i mücahid-i Türkü, Sultan Alparslan Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i aziz-i Kürdü, Sultan Selahaddin Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Bizi kendi halimize bırakma. Dağınıklığımızı düzelt. İzzetimizi iade et. Dininin ordusu biziz. Bize her tepesinden Kudüs'e tekrar girebilmeyi nasip eyle. Öyle ki, ya silahlarımız yanlarımızda olarak namaz kılalım, yahut da toprağının altında yatalım. O topraklar tekrar İslam'a iade olunurken şehid olalım. Cennet bahçelerinden yüzü gülen Gazzeli çocuklar görelim. Görelim ya Rabbi. Âmin. Âmin. Ya Rahmanu ya Rahim.
Şimdi hepsinin üzerine Gazze'de 'açlıktan toplu ölümlerin de olacağı' söyleniyor. Yani bize bunu da gösterecek. Ve diyecek: "Ulan siz ne geniş adamlarmışsınız ki, kardeş dediklerinize bütün bunları geze geze, sindire sindire, yavaş yavaş, salına salına ettim de, bana bir kurşun atanınız çıkmadı, yuh adamlığınıza!" Böyle demesini-denmesini haklı buluyorum. Ağzımı açıp "Ama..." diyecek gücü dahi bulamıyorum. Hakettik. Hatta fazlasını da. Yine de Hüda'nın rahmetine sığınıyoruz. Mahşerde bu iş bizden nasıl sorulacak? Doğrusu korkuyoruz. Hiçbirşey yapmadan, gözüne fener tutulmuş tavşan gibi, amelsizce korkuyoruz. Korkulması gerekenden korkuyoruz. Gerçi korkmamamız gerekenlerde korkuyoruz ya... Neyse...
Ahirzamanda 'sayımızın çokluğuna rağmen' bizi 'suyun üstündeki çöp tanelerine' çeviren 'ölüm korkusu' ve 'dünya sevgisi' olacaktı. Biliyoruz. Fakat bilmek değiştirmeye yetmiyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin 'vehn hadisi' ile haber verdiği hal, işte, başımıza geldi. Gayrı bahanenin de sonu gelmiyor. "Ekonomi kötü!" deniliyor. "Türkiye'ye saldıracaklar!" söyleniyor. "Asıl planın zaten üzerimize kurulu olduğu..." fısıldanıyor. Lâfa para sayan mı var? Hepsini duyuyoruz. Lakin insan başını yastığa koyunca hep aynı soru geliyor aklına: "Mahşer gününde Allah'a ne diyeceğiz?" Evet. Ne diyeceğiz? Bu bahaneleri söylediğimizde "Böyle olabileceği halde yine de yardım etmenizi bekliyordum!" derse ya? Ne cevap vereceğiz? Zaten cihad amelinin amacının 'böyle bedellere rağmen fedakârlıkta bulunmak olduğunu' söylerse? Nereye kaçacağız? Buradan interneti kapatınca Gazzelilerin çığlıkları duyulmaz oluyor. Tamam. Lakin mahşerde Allah'ı, hâşâ, kim kapatabilir? Herşeye gücü yetene kim güç yetirebilir? Orada buranın siyaseti söker mi? Bahaneleri tutar mı? Var mı bize garanti veren?
Kendi kendimizi korkutmaktan artık başkasının korkutmasına da gerek kalmadı. Daha Amerika bize bir tane kurşun atmadan "Gazze'ye karışırsak Amerika bizi bombalayacak!" moduna girdik. Gerçi hakikaten karışanlardan bombaladığı oldu. Ama kimse yıkılmadı. Ne Yemen yıkıldı. Ne İran yıkıldı. Ne Lübnan yıkıldı. Evet. Yara aldılar. Ama Gazzelilerin dualarını kazandılar. Füzeleri havadayken sevinç çığlıkları attıklarını gördük çocukların. Keşke o ağızları biz güldürseydik. Keşke o gözleri biz sevindirseydik. Hiçbirşey yapamadık. "Ama ticareti kestik!" diye birşeyler söyleniyor. Kestik mi sahiden onu da? Sokakta dolaşırken nefes alamıyorum. 'Boykot' diye birşey var fakir avuntusu gibi. Kola almayınca İsrail yıkılacak beklentisi. Eve gelip "Şu boykottaymış, şu değilmiş, şu şöyleymiş..." deyip duruyoruz. Sonra haberlerde başlık geçiyor. Türkiye ABD'den şu kadar F-16 alacak. Kaç kutu kola bir F-16 eder? Böyle yenilecek mi sahiden Amerika? İsrail siner mi bizden böyle?
Eğer Gazze'de açlıktan toplu ölümler de olursa artık beklediğim 'Büyük Türkiye' diye birşey değil. Evet. Ne yazık ki. Bundan sonra beklentim: Allah'ın belamızı vermesi. Kıyametin kopması. Tarihte görülmemiş bir katliamı böyle çekirdek çıtlatarak izlediğimize göre olacak ancak odur. Erdoğan üzerine kurduğumuz düşler sona ermiştir. Bu katliama seyirci kalmış hiçbir psikoloji bir daha kendini düzeltemez. Kendi içindeki hakikate inanamaz. "Ben adamım/kadınım!" diyemez. Diyemez. Çünkü ruhu ölmüştür. İzzeti ölmüştür. Kendine güveni ölmüştür. "Ben var ya ben!" deyişi ölmüştür. Yani içine çökmüştür. Karadeliğe dönüşmüştür. Bitmiştir. Daha dışına ışık saçamaz. Aydınlatamaz. Ancak saçılan ışığı yutar. Tüketir. Sonuna kadar şu katliamı izledikten sonra bizim nesil tekrar ayağa kaldırılamaz. Kendi değerine inanamaz. Bu nesil artık hayattar değildir. İçinden çürümüştür. İnsan posasıdır. Çöpüdür. Artığıdır. Evet. Biz Gazze'yi izlerken insan posası haline geldik. Gayrı AK Parti bizden ne yaparsa yapsın. Kurutsun da kışa saklasın. Islatsın da çorbaya koysun. O kadar kaldık biz.
Hani Bediüzzaman Hazretleri diyor: "Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!" Bunu hem İngilizler İstanbul'u işgal ettiğinde onlara karşı söylüyor hem de Tek Parti döneminde edilen eziyetlere karşı söylüyor. Bir de üzerine ekliyor ki:
"Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. 'De ki: Kaçıp durduğunuz ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır.' (Cuma sûresi, 8) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar..." Bizim de bu kaçışımız herhalde başka şeyleri bize yaklaştırıyor. En doğrusunu Allah bilir.
Yanlış anlaşılmasın. İslam'dan umudumu asla kesmedim. Allah bu dini, çünkü Onun dinidir, illa aziz edecektir. Fakat ellerinde aziz edilecekler demek ki biz değiliz. O devlet bu devlet olacaksa da herhalde o nesil bu nesil değildir. O hükümet bu hükümet değildir. O lider Erdoğan değildir. Eğer o olsaydı, iş böyle olmazdı, sözden ilerisine gidilirdi. En mantıklısı yüksek beklentileri gömmektir. Bitirirken, ciğerimizi avuçlarımıza alıp, herşeyi gücü yeter Mevlamıza bir de dua ediverelim: Ya Rabbi, kavm-i necib-i Arabı, Halid b. Velid radyallahu anhın arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i mücahid-i Türkü, Sultan Alparslan Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i aziz-i Kürdü, Sultan Selahaddin Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Bizi kendi halimize bırakma. Dağınıklığımızı düzelt. İzzetimizi iade et. Dininin ordusu biziz. Bize her tepesinden Kudüs'e tekrar girebilmeyi nasip eyle. Öyle ki, ya silahlarımız yanlarımızda olarak namaz kılalım, yahut da toprağının altında yatalım. O topraklar tekrar İslam'a iade olunurken şehid olalım. Cennet bahçelerinden yüzü gülen Gazzeli çocuklar görelim. Görelim ya Rabbi. Âmin. Âmin. Ya Rahmanu ya Rahim.
22 Temmuz 2025 Salı
Allah'ı neden göremiyoruz?
Allah'ı neden göremiyoruz? Çünkü biz herşeyi göremeyiz. Görebileceklerimizin sınırı var. Sadece gözlerimiz sınırlı değil üstelik. Âlemin de bir sınırı var. Evet. Bizim algılayabildiğimiz 'dört boyutlu âlem' yani 'âlem-i şehadet' de varlık yönüyle sınırlı. Bunu 'karanlık madde' gibi şeyler üzerinden bilimadamları da kabul ediyorlar artık. Sicim teorisyenleri, boyut sayısının, o da şimdilik, 20'den aşkın olduğunu öngörüyorlar. Yani varın da sadece 'çok küçük bir kısmını' görmekteyiz. 'En, boy, derinlik, zaman' kapsamına giren şeyler bizim için 'görünüyor' oluyor. Peki ya ötesi? Ötesi bizim için bilinmezlik. Üstümüzde varoluşlar. Melekleri göremeyişimiz de bununla ilgili... Biz uzaya baktığımızda kendimiz gibi şeyler arıyoruz. Fakat hayat buna sınırlanmak zorunda mı? Fiziği kavrayışımız yükseldikçe uzaylı yaklaşımımız da yükseliyor. Evet. E.T.'leri terkederek meleklere yaklaşıyoruz.
Bediüzzaman Hazretlerinin, Cenab-ı Hak hakkında, 'şiddet-i zuhurundan gizlenmiş' veya 'azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş' gibi ifadeler kullanması böyle de anlaşılabilir. Nasıl duyma seviyemizden üst sesler kulaklarımız için yok hükmündedir. Gizlidir. Aynen öyle de gözümüzün görme seviyesinden üst görünüşler de gözlerimiz için yok hükmündedir. Onlarla temas kuramazlar. Fakat, mesela, köpekler insan kulağının duyamadığı kimi seslerle de ilişki kurabilirler. Çünkü duyma yetileri Allah'ın bir lütfu olarak daha geniştir. Yarasalar onlardan da yüksek frekansları duyabilirler. Hatta yarasalar 'seslerle görürler.'
Daha da ilerisini tefekkür ettiğimizde, Cenab-ı Hakkın, dört boyutlu âlemin kaldıramayacağı bir 'şiddette' zuhur ettiği için, yani varolduğu-göründüğü için, âlem-i şehadetin de ona ister-istemez 'körleştiğini' söyleyebiliriz. (Buna İslam ıstılahında vücud mertebelerinin en yükseği olan 'Vacib Vücud' deniliyor.) Daha yalın bir ifadeyle: Hak Teala o kadar şiddetli bir şekilde vardır ki, dört boyutlu algımız gibi, dört boyutlu âlemimiz de bu varlığı kavrayabilmekten yoksundur. Taşıyamaz. Sığdıramaz. Tıpkı geçenlerde bir ateiste söylediğim gibi: İki boyutlu çizgifilm dünyasında varolan bir karakter, dört boyutlu dünyada varolan çizerini göremez, ancak kendi boyutuna giren tasarrufundan varlığını anlar. Çizer bir merdiven çizdiğinde, mesela, merdivenin varoluşunu görür. Fakat kalemini asla göremez. İki boyuttaki tasarrufun üzerinden tefekkürle ancak çizerin varlığına ulaşabilir.
Yahut da tek boyutlu yazılım dünyasına inelim. Bilgisayar oyunundaki karakter yazılımcısını göremez. Çünkü yazılımcı dört boyutludur. Fakat, eğer şuuru varsa, âlemindeki tasarrufatı üzerinden varlığına dair fikir yürütebilir. O yüzden Efendimiz Aleyhissalatuvesselam, bizi, Rabbü'l-Âlemîn'in Zât-ı Subhanîsi hakkında düşünmekten menetmiştir. Biz ancak Onun dairemize giren eserleri, isimleri, sıfatları üzerine tefekkürde bulunabiliriz. Zira bunlar 'bilgi alanımıza kısmen girmiş' şeylerdir. Kuantum fizikçilerinin insanlara teoriyi anlatmakta çektiği sıkıntıların başında da bu gelir Philip Ball'e göre. Zira kuantum fiziği bizim dört boyutlu âlemde algılayageldiğimiz gerçekliğin 'her yerde geçerli olmadığını' gösterir. Tuhafı Aşma Zamanı'ndan alıntılayalım:
"Kuantum mekaniği bu yaklaşımın sınırlarını, yani bizim konvansiyonel, sezgisel mantığımızın nihai olarak çöktüğü yeri gösterir. Bunun mikroskobik bir sınır olması bile gerekmez. Kuantum kurallarının klasik bir kestirim yapamayacağı herhangi bir yer de olabilir. Böyle bir sistemde, der Omnes, artık bir 'gerçeklik'ten söz edemeyiz. Ona göre gerçeklik olguların emsalsiz olduğu bir uzam olmalıdır. Yani olayların olduğu bir uzam. Geri kalanı bizim akıl gücümüzü aşar. Bu uçurumu kapatamayız ya da en azından sadece kuantum kuramı bunun için kâfi gelmez. (...) Bizim gerçeklik bilgimizin sınırına ulaşmamız ağıt yakmayı değil de kutlamayı haketmiyor mu? Belki de. (...) John Bell'in bu konuda söyleyeceği kendine has muzip birşeyi vardı: 'Bir işe yaramasa bile neyin ardından ne geldiğini bilmek iyi olmaz mı?' diye soruyordu. 'Sözgelimi, diyelim ki, kuantum mekaniğinin net bir biçimde formülleştirilmeye direndiği keşfedildi?'" Formülleşmeye direnen bir fizik elbette kavrayış dünyamızı hayli aşar.
"İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî..." diyor Bediüzzaman Hazretleri yine. Evet. Fiziğin sınırlarına doğru yolculuğumuz bizi materyalizmin "Ben görmüyorsam yoktur. Ben deneyleyemiyorsam yoktur. Ben bilmiyorsam yoktur..." bağnazlıklarından kurtarıyor. Tecrübenin kendisinin bir sınır olduğunu, fiziğin bu sınıra takılmak zorunda olmadığını, "Biz hep öyle göregeldik!" ile hiçbir inkârın geçerlilik kazanmadığını belirtiyor. İşte, Kur'an'da, 'rumuzu tavazzuh eden' bir ayet daha: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" Materyalist bilim de bir 'atalar yolu'dur arkadaşım. Deneyi aşan şeylere aynen ayetteki tepkiyi verir.
Bediüzzaman Hazretlerinin, Cenab-ı Hak hakkında, 'şiddet-i zuhurundan gizlenmiş' veya 'azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş' gibi ifadeler kullanması böyle de anlaşılabilir. Nasıl duyma seviyemizden üst sesler kulaklarımız için yok hükmündedir. Gizlidir. Aynen öyle de gözümüzün görme seviyesinden üst görünüşler de gözlerimiz için yok hükmündedir. Onlarla temas kuramazlar. Fakat, mesela, köpekler insan kulağının duyamadığı kimi seslerle de ilişki kurabilirler. Çünkü duyma yetileri Allah'ın bir lütfu olarak daha geniştir. Yarasalar onlardan da yüksek frekansları duyabilirler. Hatta yarasalar 'seslerle görürler.'
Daha da ilerisini tefekkür ettiğimizde, Cenab-ı Hakkın, dört boyutlu âlemin kaldıramayacağı bir 'şiddette' zuhur ettiği için, yani varolduğu-göründüğü için, âlem-i şehadetin de ona ister-istemez 'körleştiğini' söyleyebiliriz. (Buna İslam ıstılahında vücud mertebelerinin en yükseği olan 'Vacib Vücud' deniliyor.) Daha yalın bir ifadeyle: Hak Teala o kadar şiddetli bir şekilde vardır ki, dört boyutlu algımız gibi, dört boyutlu âlemimiz de bu varlığı kavrayabilmekten yoksundur. Taşıyamaz. Sığdıramaz. Tıpkı geçenlerde bir ateiste söylediğim gibi: İki boyutlu çizgifilm dünyasında varolan bir karakter, dört boyutlu dünyada varolan çizerini göremez, ancak kendi boyutuna giren tasarrufundan varlığını anlar. Çizer bir merdiven çizdiğinde, mesela, merdivenin varoluşunu görür. Fakat kalemini asla göremez. İki boyuttaki tasarrufun üzerinden tefekkürle ancak çizerin varlığına ulaşabilir.
Yahut da tek boyutlu yazılım dünyasına inelim. Bilgisayar oyunundaki karakter yazılımcısını göremez. Çünkü yazılımcı dört boyutludur. Fakat, eğer şuuru varsa, âlemindeki tasarrufatı üzerinden varlığına dair fikir yürütebilir. O yüzden Efendimiz Aleyhissalatuvesselam, bizi, Rabbü'l-Âlemîn'in Zât-ı Subhanîsi hakkında düşünmekten menetmiştir. Biz ancak Onun dairemize giren eserleri, isimleri, sıfatları üzerine tefekkürde bulunabiliriz. Zira bunlar 'bilgi alanımıza kısmen girmiş' şeylerdir. Kuantum fizikçilerinin insanlara teoriyi anlatmakta çektiği sıkıntıların başında da bu gelir Philip Ball'e göre. Zira kuantum fiziği bizim dört boyutlu âlemde algılayageldiğimiz gerçekliğin 'her yerde geçerli olmadığını' gösterir. Tuhafı Aşma Zamanı'ndan alıntılayalım:
"Kuantum mekaniği bu yaklaşımın sınırlarını, yani bizim konvansiyonel, sezgisel mantığımızın nihai olarak çöktüğü yeri gösterir. Bunun mikroskobik bir sınır olması bile gerekmez. Kuantum kurallarının klasik bir kestirim yapamayacağı herhangi bir yer de olabilir. Böyle bir sistemde, der Omnes, artık bir 'gerçeklik'ten söz edemeyiz. Ona göre gerçeklik olguların emsalsiz olduğu bir uzam olmalıdır. Yani olayların olduğu bir uzam. Geri kalanı bizim akıl gücümüzü aşar. Bu uçurumu kapatamayız ya da en azından sadece kuantum kuramı bunun için kâfi gelmez. (...) Bizim gerçeklik bilgimizin sınırına ulaşmamız ağıt yakmayı değil de kutlamayı haketmiyor mu? Belki de. (...) John Bell'in bu konuda söyleyeceği kendine has muzip birşeyi vardı: 'Bir işe yaramasa bile neyin ardından ne geldiğini bilmek iyi olmaz mı?' diye soruyordu. 'Sözgelimi, diyelim ki, kuantum mekaniğinin net bir biçimde formülleştirilmeye direndiği keşfedildi?'" Formülleşmeye direnen bir fizik elbette kavrayış dünyamızı hayli aşar.
"İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî..." diyor Bediüzzaman Hazretleri yine. Evet. Fiziğin sınırlarına doğru yolculuğumuz bizi materyalizmin "Ben görmüyorsam yoktur. Ben deneyleyemiyorsam yoktur. Ben bilmiyorsam yoktur..." bağnazlıklarından kurtarıyor. Tecrübenin kendisinin bir sınır olduğunu, fiziğin bu sınıra takılmak zorunda olmadığını, "Biz hep öyle göregeldik!" ile hiçbir inkârın geçerlilik kazanmadığını belirtiyor. İşte, Kur'an'da, 'rumuzu tavazzuh eden' bir ayet daha: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" Materyalist bilim de bir 'atalar yolu'dur arkadaşım. Deneyi aşan şeylere aynen ayetteki tepkiyi verir.
17 Temmuz 2025 Perşembe
AK Parti Türkiye'de dinsizliği mi arttırıyor?
Mürşidim Münazarat'ta "Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir..." dedikten sonra ekliyor: "Meselâ, bir aşiretin her bir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-ı mekân ederek, birden bir şahısta o muhassalı temsil edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa... Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-ı zaman ederek, bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hazırda sudurunu tasavvur etse, acaba evvelki adam ne derece mustakzer, ikinci adam ne derece müteaffin... Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, akıl onları tevbih etmeye hakkı olmayacaktır. İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakikaten, cerbeze, envaiyle garaibin makinesidir..."
Bugünlerde, tevafuk, AK Parti'nin 'sahadaki dünyevîleşmenin yegane sorumlusu olduğu' üzerine epeyce beyanata rastladım. Doğrusu ben de büsbütün tenzih etmem. Fakat ifrat etmekten de çekinirim. Çünkü ifrat eden adaletten sapar. Kur'an bize 'hasmımıza dahi adaletli davranmayı' emretmiştir. Kaldı ki AK Parti hasmımız falan da değil. Son genel seçimde YRP'ye verdiğimi saymazsak reyim hep onlaraydı. Bundan bir pişmanlığım da yok. Evet, hayalini kurduğumuz İslamcılığı AK Parti'de göremiyoruz, lakin CHP kazansa o mübarek hayalleri gerçekleştirebilecek miydik sanki? Sualime 'Evet!' diye cevap verenler varsa metnimi okumayı şimdi bırakabilirler. Zira, tıpkı şeriat gibi, okurluk da mesuliyet için 'akıl bâliğ olma'yı şart görür.
'Sol'da ümmet-i Muhammed'in ikbalini arıyacak kadar aklımı peynir-ekmekle yemedim çok şükür. Neyse... Uzatmayayım. Asıl mevzua geleyim. Bence AK Parti hükümetini yaşadığımız cümle sosyolojik sorunların tek sorumlusu olarak görmek 'cerbeze'nin alanına giriyor. O da şöyle oluyor: "Müteferrik büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir." Evet. AK Parti hükümetinden de kusurlar sâdır olmuyor değil. Lakin, buna dikkat, hükümet 'tastamam kusur' değil. Ve dahi 'kusurların tastamam sorumlusu' değil. Aslında Osmanlı'nın son döneminden günümüze tevarüs eden bir dizi problemin inkişafını yaşıyoruz biz bu yıllarda.
Ki yine kendisi bir yerde diyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz." Yani halihazırda görülen yıkımların elli sene öncesinin hatalarından kaynaklandığı da olabilir. Başka bir yerde de Üstad Hazretleri ayetlerden istihraçta bulunurken şöyle söylüyor: "(...) Eğer beraber olsa, Milâdi bindokuzyüzyetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak..." Bilenler bilir. 1971 yılı Türkiye için cidden tehlikeli bir dönemeç olmuştur.
Öyleyse biz de, eğer gerçekten 'gerçek sorumlu'yu arıyorsak, yalnız bugüne bakıp durmayacağız. Düne-önceye uzanacağız. Evvele de illa bir nazar edeceğiz. Ha, şunu da ihmal etmek zorunda değiliz bunu söylerken, diyebiliriz: "AK Parti, Osmanlı'nın ahirinde başlamış, Cumhuriyet'in bidayetinde hepten ipini koparmış, şimdi bünyeyi sarmış bu dünyevîleşme hastalığa lazım şifaları sunamıyor." Bunu söylemekte beis yok. Hakikaten de öyledir. Hükümet böyle bir misyonla hareket ediyor görünmemektedir. (Dilinde zaman zaman böyle parlamalar olsa da sahada doludizgin gayret yoktur.) Fakat şunu da kabul etmek zorundayız: AK Parti, en azından sol hükümetler gibi, dindarların ensesine çökmüyor. Hatta, aksine, seçmeni onlar olduğu için bir derece kollama yeteneğine de sahip. Aman dikkat. Sezar'a bu kadarcık hakkını vermezseniz siz de Brütüs olursunuz. Ben Brütüs gibi nâdân olmak istemediğimden Sezar'a hakkını vermeye çalışıyorum.
"İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder..." 'Müslüman oğlu/kızı müslüman' Osmanlı sosyolojisinin bugünkü dünyevîleşmesi, deistleşmesi-ateistleşmesi veya açık-saçıklığın bu derece artması, bunlar tastamam AK Parti'nin suçu olan şeyler değil. İnsaflı olalım. Mâkulden uzaklaşmayalım. Mevcud durum esasında 'küresel güçlerin' Türkiye üzerine asırlardır yürüttükleri planın sonucu. Zamanımız, ne yazık, bu yaraların patlayışına şahitlik ediyor.
Osmanlı bakiyesini yiyerek bu noktaya kadar dayandık. Kolay değildi. Döküle döküle direnildi. Ancak nesilden nesile bozulmanın miktarı da artıyor. Delik genişliyor. Çürüme yayılıyor. Sahici bir 'iman hamlesi' başlatmadığımız sürece kaybetmekten kurtulamayacağız gibi. Cep telefonu, sosyal medya, internet vs. kaybedişimizi daha da hızlandırdı. Ciddi bir savaş vermeden bu gidişatı çevirmek mümkün görünmüyor. Bundan da en çok AK Parti'nin rahatsız olması lazım aslında. Evet. Zira seçmeni eriyor. Dünyevîleştikçe sağcılar solculaşacaktır. O da sandığa AK Parti reyi olarak yansımayacaktır elbette. İşte, tam bu zeminde, hükümete kızmaya hakkımız var. Zira mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde de diyor ki: "Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz."
Bugünlerde, tevafuk, AK Parti'nin 'sahadaki dünyevîleşmenin yegane sorumlusu olduğu' üzerine epeyce beyanata rastladım. Doğrusu ben de büsbütün tenzih etmem. Fakat ifrat etmekten de çekinirim. Çünkü ifrat eden adaletten sapar. Kur'an bize 'hasmımıza dahi adaletli davranmayı' emretmiştir. Kaldı ki AK Parti hasmımız falan da değil. Son genel seçimde YRP'ye verdiğimi saymazsak reyim hep onlaraydı. Bundan bir pişmanlığım da yok. Evet, hayalini kurduğumuz İslamcılığı AK Parti'de göremiyoruz, lakin CHP kazansa o mübarek hayalleri gerçekleştirebilecek miydik sanki? Sualime 'Evet!' diye cevap verenler varsa metnimi okumayı şimdi bırakabilirler. Zira, tıpkı şeriat gibi, okurluk da mesuliyet için 'akıl bâliğ olma'yı şart görür.
'Sol'da ümmet-i Muhammed'in ikbalini arıyacak kadar aklımı peynir-ekmekle yemedim çok şükür. Neyse... Uzatmayayım. Asıl mevzua geleyim. Bence AK Parti hükümetini yaşadığımız cümle sosyolojik sorunların tek sorumlusu olarak görmek 'cerbeze'nin alanına giriyor. O da şöyle oluyor: "Müteferrik büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir." Evet. AK Parti hükümetinden de kusurlar sâdır olmuyor değil. Lakin, buna dikkat, hükümet 'tastamam kusur' değil. Ve dahi 'kusurların tastamam sorumlusu' değil. Aslında Osmanlı'nın son döneminden günümüze tevarüs eden bir dizi problemin inkişafını yaşıyoruz biz bu yıllarda.
Ki yine kendisi bir yerde diyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz." Yani halihazırda görülen yıkımların elli sene öncesinin hatalarından kaynaklandığı da olabilir. Başka bir yerde de Üstad Hazretleri ayetlerden istihraçta bulunurken şöyle söylüyor: "(...) Eğer beraber olsa, Milâdi bindokuzyüzyetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak..." Bilenler bilir. 1971 yılı Türkiye için cidden tehlikeli bir dönemeç olmuştur.
Öyleyse biz de, eğer gerçekten 'gerçek sorumlu'yu arıyorsak, yalnız bugüne bakıp durmayacağız. Düne-önceye uzanacağız. Evvele de illa bir nazar edeceğiz. Ha, şunu da ihmal etmek zorunda değiliz bunu söylerken, diyebiliriz: "AK Parti, Osmanlı'nın ahirinde başlamış, Cumhuriyet'in bidayetinde hepten ipini koparmış, şimdi bünyeyi sarmış bu dünyevîleşme hastalığa lazım şifaları sunamıyor." Bunu söylemekte beis yok. Hakikaten de öyledir. Hükümet böyle bir misyonla hareket ediyor görünmemektedir. (Dilinde zaman zaman böyle parlamalar olsa da sahada doludizgin gayret yoktur.) Fakat şunu da kabul etmek zorundayız: AK Parti, en azından sol hükümetler gibi, dindarların ensesine çökmüyor. Hatta, aksine, seçmeni onlar olduğu için bir derece kollama yeteneğine de sahip. Aman dikkat. Sezar'a bu kadarcık hakkını vermezseniz siz de Brütüs olursunuz. Ben Brütüs gibi nâdân olmak istemediğimden Sezar'a hakkını vermeye çalışıyorum.
"İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder..." 'Müslüman oğlu/kızı müslüman' Osmanlı sosyolojisinin bugünkü dünyevîleşmesi, deistleşmesi-ateistleşmesi veya açık-saçıklığın bu derece artması, bunlar tastamam AK Parti'nin suçu olan şeyler değil. İnsaflı olalım. Mâkulden uzaklaşmayalım. Mevcud durum esasında 'küresel güçlerin' Türkiye üzerine asırlardır yürüttükleri planın sonucu. Zamanımız, ne yazık, bu yaraların patlayışına şahitlik ediyor.
Osmanlı bakiyesini yiyerek bu noktaya kadar dayandık. Kolay değildi. Döküle döküle direnildi. Ancak nesilden nesile bozulmanın miktarı da artıyor. Delik genişliyor. Çürüme yayılıyor. Sahici bir 'iman hamlesi' başlatmadığımız sürece kaybetmekten kurtulamayacağız gibi. Cep telefonu, sosyal medya, internet vs. kaybedişimizi daha da hızlandırdı. Ciddi bir savaş vermeden bu gidişatı çevirmek mümkün görünmüyor. Bundan da en çok AK Parti'nin rahatsız olması lazım aslında. Evet. Zira seçmeni eriyor. Dünyevîleştikçe sağcılar solculaşacaktır. O da sandığa AK Parti reyi olarak yansımayacaktır elbette. İşte, tam bu zeminde, hükümete kızmaya hakkımız var. Zira mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde de diyor ki: "Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz."
Eğer AK Parti'ye hâkim olan irade "Dindarlara özgürlük veriyorum ya, başlarının çaresine baksınlar, gerisi onların işi..." diyorsa geleceğimiz pek yaştır. Zira sadece 'desatir-i hikmet' ile ahirzaman fitnesine galip gelmek zordur. 'Nevamis-i hükümet' yardımı gerekir. 'Kavânin-i hak' ile ikna olacakların sayısı azdır. 'Revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse' toplumsal alışkanlıkların değişmesi na-mümkündür. Hükümetin elinde bu bağımlılıkları değiştirebilme gücü var. Nasıl 'kapalı alanlarda sigara yasağı' ile tüm Türkiye'nin bu alışkanlığını değiştirdi. Önce hık-mık diyenler de zamanla kabullendiler, alıştılar. Başka hususlarda da aynısı olabilir. AK Parti'ye 2002 Kasım'ından itibaren Tâlibân gibi davranması gerektiğini söylemiyoruz. Ama bu işlerde de haybeden yere nötr olmayın be kardeşim. İttirmeye devam edin. Gücünüze illa ki ihtiyacımız var.
8 Temmuz 2025 Salı
Hüseyin Yılmaz beni asla yıldıramaz :)
Efendim, elhamdülillah, Hüseyin Yılmaz abinin "Bediüzzaman erkek değil miydi?" başlıklı yazısını okumak lütfûna eriştim. Haddim olmayarak yazıya mehaz olduğumdan, elbette, bir cevap vermek zarureti doğdu. Başlarken belirteyim: Yazıya manşet seçilen mevzudan şüphem yoktur. Yani, evet, Bediüzzaman Hazretleri kesinlikle erkektir. Hüseyin abinin bu konuda kimleri şüphe içinde gördüğünü bilmiyorum. Fakat o kesinlikle ben değilim. Tenkide cevabım devam ederken başka konularda da yazarın imâ ettiği yerlerde olmadığımı göreceksiniz. Ancak, daha oralara gelmeden, genel bir çerçeve çizerek girizgâh yapmayı uygun görüyorum. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız." Bismillah...
Roman türü, bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat eleştirdiği bir tür. Lemeat'ta bununla ilgili kifayetli bir beyanı mevcut. Fakat, elbette, vakit ahirzaman olduğundan, biz de kendimizi tutamıyoruz. O türün eserlerini okuyoruz. (Ben kendim de, itiraf ederim, yüzlerce roman okumuşumdur.) Daha da fazlası 'o türde eserler veriyoruz.' (Yayınlanmış-yayınlanmış romanlar/öyküler müellifiyim ben de.) Zararlarından mümkün mertebe kaçmaya gayret ediyoruz. Roman türüne İslamî bir nitelik kazandırmaya gayret ediyoruz. Lakin türün kendi içinde bazı üretim sıkıntıları var. Yazarını 'kurgulamaya' mecbur ediyor mesela. Kurgunun özü gerçekse bile eklemeler yapmaya cüretkâr kılıyor. Hatta tasvirlerde 'sanki oradaymış gibi' davranmaya zorluyor. Böylesi hususlarda yazar ipini serbest bıraktıkça romanın da hakikatten uzaklaşması artıyor. Tasvir ettiği kişiyi/olayı olandan/yaşanandan apayrı birşey kılıyor.
Tarihî romanlarda, hele ki İslam tarihiyle ilgili olanlarda, bu yaranın kanayışı daha ziyade. Editörlük yaptığım dönemde de böyle romanlara tereddütle bakmaktan kurtulamadım. Sahabenin Aleyhissalatuvesselam Efendimizin "Kim bilerek benden yalan bir haber verirse cehennemdeki yerine hazırlansın!" nehyine riayette gösterdiği hassaslık, İslam büyükleri hakkında da elimi-dilimi korkuttu, böylesi dosya tekliflerine hiçbir zaman sıcak bakamadım. 'Biyografik roman' tarzını müstakim bir şekilde devam ettirenler yok değil. Ancak, onlarda gördüğüm ortak hassasiyet, naklî bir delile dayanmayan hiçbir olayı tasvire girişmeme. Belki bu yüzden eserleri roman yönüyle zayıf oluyor. Ama ahiretleri itibariyle huzur duyuyorlar.
Bediüzzaman Hazretleri de bir İslam büyüğü. Hayatı, nurcular için, hakikatler menbaı. Elbette necip dinimiz İslam'ı ilk kez Bediüzzaman'dan öğrenmiyoruz. Fakat, tüm nurcular kabul eder ki, "Bediüzzaman ne yapmış, nasıl yapmış, niçin yapmış?" gibi soruların cevabı hareketlerimizde belirleyici bir rol oynuyor. Sahabenin Aleyhissalatuvesselamdan hadis naklederken gösterdiği hassasiyet, hadis-fıkıh ehlinin bu husustaki dikkati, Onun hayatının dinin mehazı olmasından kaynaklanıyordu. Ona birşey eklerseniz dine de eklemiş olurdunuz. Bediüzzaman'ın hayatına da birşey eklediğinizde bu doğal olarak 'yoluna eklenmiş olma' riski taşıyor. Her neyse... Bu genel çerçevenin sonuna gelip tenkid metnine dönüş yaparsak:
1) Hüseyin abi eserini tenkid ettiğim noktayı tavzih ederken şöyle söylüyor: "Ahmed kardeşim nerelidir, bölgeyi bilir mi, Kürt irfân ve örfüne ne kadar muttalidir, Eremenilerle Kürtlerin asırlarca iç içe yaşadıklarını ne kadar bilir, bilir mi? Bilmiyorum..."
Roman türü, bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat eleştirdiği bir tür. Lemeat'ta bununla ilgili kifayetli bir beyanı mevcut. Fakat, elbette, vakit ahirzaman olduğundan, biz de kendimizi tutamıyoruz. O türün eserlerini okuyoruz. (Ben kendim de, itiraf ederim, yüzlerce roman okumuşumdur.) Daha da fazlası 'o türde eserler veriyoruz.' (Yayınlanmış-yayınlanmış romanlar/öyküler müellifiyim ben de.) Zararlarından mümkün mertebe kaçmaya gayret ediyoruz. Roman türüne İslamî bir nitelik kazandırmaya gayret ediyoruz. Lakin türün kendi içinde bazı üretim sıkıntıları var. Yazarını 'kurgulamaya' mecbur ediyor mesela. Kurgunun özü gerçekse bile eklemeler yapmaya cüretkâr kılıyor. Hatta tasvirlerde 'sanki oradaymış gibi' davranmaya zorluyor. Böylesi hususlarda yazar ipini serbest bıraktıkça romanın da hakikatten uzaklaşması artıyor. Tasvir ettiği kişiyi/olayı olandan/yaşanandan apayrı birşey kılıyor.
Tarihî romanlarda, hele ki İslam tarihiyle ilgili olanlarda, bu yaranın kanayışı daha ziyade. Editörlük yaptığım dönemde de böyle romanlara tereddütle bakmaktan kurtulamadım. Sahabenin Aleyhissalatuvesselam Efendimizin "Kim bilerek benden yalan bir haber verirse cehennemdeki yerine hazırlansın!" nehyine riayette gösterdiği hassaslık, İslam büyükleri hakkında da elimi-dilimi korkuttu, böylesi dosya tekliflerine hiçbir zaman sıcak bakamadım. 'Biyografik roman' tarzını müstakim bir şekilde devam ettirenler yok değil. Ancak, onlarda gördüğüm ortak hassasiyet, naklî bir delile dayanmayan hiçbir olayı tasvire girişmeme. Belki bu yüzden eserleri roman yönüyle zayıf oluyor. Ama ahiretleri itibariyle huzur duyuyorlar.
Bediüzzaman Hazretleri de bir İslam büyüğü. Hayatı, nurcular için, hakikatler menbaı. Elbette necip dinimiz İslam'ı ilk kez Bediüzzaman'dan öğrenmiyoruz. Fakat, tüm nurcular kabul eder ki, "Bediüzzaman ne yapmış, nasıl yapmış, niçin yapmış?" gibi soruların cevabı hareketlerimizde belirleyici bir rol oynuyor. Sahabenin Aleyhissalatuvesselamdan hadis naklederken gösterdiği hassasiyet, hadis-fıkıh ehlinin bu husustaki dikkati, Onun hayatının dinin mehazı olmasından kaynaklanıyordu. Ona birşey eklerseniz dine de eklemiş olurdunuz. Bediüzzaman'ın hayatına da birşey eklediğinizde bu doğal olarak 'yoluna eklenmiş olma' riski taşıyor. Her neyse... Bu genel çerçevenin sonuna gelip tenkid metnine dönüş yaparsak:
1) Hüseyin abi eserini tenkid ettiğim noktayı tavzih ederken şöyle söylüyor: "Ahmed kardeşim nerelidir, bölgeyi bilir mi, Kürt irfân ve örfüne ne kadar muttalidir, Eremenilerle Kürtlerin asırlarca iç içe yaşadıklarını ne kadar bilir, bilir mi? Bilmiyorum..."
Tabii Hüseyin abiyle birbirimizi pek tanımıyoruz. Yoksa, elhamdülillah, benim de Kürt olduğumu bilirdi. Fakat şöyle garip bir durum var: Eğer yumurtada büyümemişseniz bu ülkede bir zamanlar ermenilerin çoklukla bulunduğunu zaten bilirsiniz. Yani bunun çok hayret edilecek bir yanı yok. Sözgelimi, ben, Sivas'ta okurken ermeni kökenliler hâlâ varlardı. Meslek erbabının bir önceki kuşağı çoğunlukla ermeniydi. Ermeni ustaların çırakları olarak yetişmişlerdi. (Bir Türk olan eniştem Korhan'ın babası Şükrü amca Artin Usta'nın çırağıydı mesela.) Konakları da, pencerelerindeki-duvarlarındaki haç işaretleriyle birlikte, hâlâ ayaktalardı.
Hüseyin abi herhalde benim itirazımı anlamadı. Ben "Hiç Türkiye'de ermeni var mıydı canım?" diye itiraz etmiyorum. Hatta Bediüzzaman'ın bir ermeni kızını görüp bakmasına da içlenmiyorum. İtiraz ettiğim şu: Bu detay, gerçek olsa bile, romanda ne işi var? Bediüzzaman'ın gençliğinde bir ermeni kızından etkilendiğini bilmek bize ne kazandırır? Benim itirazım bunaydı. Yoksa, biz, Allah dostlarının ismetine iman etmiyoruz. İsmet sahipleri ancak peygamberlerdir. Fakat bu tarz anekdotları anmayı sevmiyoruz. Onların da seveceğini sanmıyoruz. Mesela: Hüseyin abi bu satırları bizzat Bediüzzaman'ın yüzüne okuyabilir miydi? Okusa, o mübarekin ruh-i muazzezi, bundan müteessir olmaz mıydı?
2) "Bediüzzaman, erkek değil, onun için evlenmiyor iftirası kendisine çok dokunduğu bir vakitte 'Herbirimiz on kadını idare ederiz!' demeye mecbur kalan Üstad'ın çocukluğundan beri insan ve 'erkek' olduğunu ifadeye çalıştım. Karşımızdaki melek değil, bütün uzviyetleri ile kâmil bir vücud, bir beden-i insanî. İki yüzü aşkın evlilik yapan Hz. Hasan'ın varlığını unutup bu meseleyi Üstad için nakise görmek doğru olmaz..."
Burada da yine aynı durum var. Hüseyin abi, her defasında benim itirazımın mehazını anlamazlıktan gelip, mevzuu başka yerlere çekiyor. Şimdi, mesela, Bediüzzaman'ın erkekliği meselesinde iftira sahibi olanlar, Hüseyin abi, ermeni kızını görünce 'hormonları uyanıp öne çıktı' (kitapta geçen ifade bu şekilde) dedi diye "Vay be, helal, ne erkekmiş!" mi diyecekler? Dikkat edelim: Hadis tarihinde 'uydurma hadislerin' ortaya çıkışının bir sebebi de 'maslahat mülahazası'dır. Bediüzzaman Hazretlerinin 'muvazenesiz vaiz' eleştirisinde de aynı nokta calib-i dikkattir. Siz, iyiliğine bir yalan söylersiniz, ama söylediğiniz uzunvadede zarar doğurabilir. Bediüzzaman'ın erkekliğini hiç gereksiz yere isbat için tutup bir ermeni kızına nazar ettirmek de bu kabilden sayılabilir.
3) "Devamında bir bakıma mevzuun tedaisiyle Akdamar Adasına dair bugün bile anlatılan hikâyeyi kayıkta naklettim. Ahmed kardeşim, Said'in bu aşk hikâyesini dinlememek için kendisini Van Gölünün soğuk sularına atmasını beklemiş olabilir ama 14 yaşındaki bir çocuğa ben kıyamadım..."
Ne kadar saçma bir cevap öyle değil mi? Hoppala meşan Malkara-Keşan. Bediüzzaman Hazretlerine Molla Muhammed merhum ile birlikte uyduruktan bir hikâye dinletiyorsun. Çobanla keşişin kızını her gece tenhalarda buluşturuyorsun. (Artık gerisini kuvve-i hayaliyemize havale ediyor.) 'Ah Tamara' mıymış neymiş? Peh. Şehir efsanesi. Sonra da "Böyle birşey olmamıştır!" deyince Ahmed kabahatli oluyor. Keşke kıyıp Bediüzzaman Hazretlerini 14 yaşında Van gölünün soğuk sularına atsaydın. En azından derdik ki: "Mübareğin çocukluğundan beri sahip olduğu takva bu yalanı dinlemeye tahammül edemedi."
4) "Yazmakta olduğum, genç nesillere Üstad ve Külliyatı sevdirecek olan bir nehir roman külliyatı, kuru bir biyografî değil. Öyle olsa hiç yazmazdım. Üslüp ve ifâde farkı hariç, aşılması çok zor olan Mufassal Tarihçe dururken yeni bir şey yazmaya ihtiyaç duymam. Zaten Mufassal Tarihçe'yi de çok az insan okuyor. Bu vesile ile Badıllı Abiye nihayetsiz rahmet diliyorum."
Badıllı abiye ben de rahmet dilerim. Ancak Üstad'ı sevdirmenin yolunun biyografik roman olduğu konusunda şüphelerim var. Hem bu iş yapılmamış birşey de değil. Yavuz Bahadıroğlu Hoca merhumun da böyle bir serisi vardı. Üç kitaptı yanlış hatırlamıyorsam. Sonra İslam Yaşar abinin de bir Bediüzzaman beşlemesi olduğunu anımsıyorum. Bu iki çalışma da romandı. Yani Hüseyin Yılmaz abi hiç yapılmamış birşeyi yapmıyor. Allah sa'yini meşkûr etsin. Ancak romanının göreceği ilgiden belki anlayacağız, gençler hakikaten Bediüzzaman'ı sevdiler mi, külliyata meylediyorlar mı? Dereyi görmeden paçaları sıvamamak lazım. Bu arada biyografi türünün 'kuru' tabiriyle tahkire uğramasına karşıyım. Bence biyografiler kişiler hakkındaki bilgileri 'eğmeye-bükmeye uğramadan' almanın daha selametli bir yoludur. Şükran Vahide ablanın Bediüzzaman'ın Entelektüel Biyografisi eserini ayrıca beğendiğimi belirtirim.
5) Devamında Hüseyin abi anlattığı hâdiseye mehaz olabilecek bazı kayıtlardan bahsediyor. (Doğrudan o olayı değil ama olabilirliğini anlatan şeyler.) Yine altını çizeyim: 'Bediüzzaman Hazretleri ömrü boyunca nâmahreme nazar etmemiştir...' diye bir iddiaya girmiyorum ben. Olabilir. Hepimiz insanız. O da insan. Fakat bana bu satırları söyletmek bile o mübareğin hatırasına ne kötü bir iştir. Yani, Üstad Hazretleri, o 14 cilt külliyatı, biz onun gençliğinde kızlara bakıp bakmadığını tartışmamız için mi yazmış? Ben bu hâdiseyi kesin bir delille bulsam, hatta levh-i mahfuzda okusam, yine de dillendirmem yahu. Ne gereği var? Ben itirazımı bu 'dillendirişe' iliştiriyorum. Bediüzzaman'ın erkekliğini hiçkimseye isbata mecbur değiliz. Harama nazarla da erkeklik isbatı olmaz.
6) "Hulâsa-i kelâm: Çok büyük ve çok çetin bir dâvâ için yola çıktım. Hiç yardımınızı görmedim. Her zamanki gibi bir dershanenin mutfak tezgâhına verdiğiniz destek kadarını bile bu büyük dâvâdan, bu bâkî hizmetten esirgediniz. Bari, bir bakıma mevcud Nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil bir hizmeti kıyamet ânına kadar yapacak bir esere gölge düşürüp, şevkimi kırmayınız. Kırmaya çalışsanız ne olur? Bilenmiş olarak, daha müteyakkız, daha büyük bir gayretle devam ederim. Bediüzzaman, dâvâsı ve hakikat, benim için bunu âmirdir. Yer yüzünde Bediüzzaman ve dâvâsına sahib çıkan tek kişi kalmış denilse, hiç şübheniz olmasın ki, o kişi Hüseyin Yılmaz'dır."
Arkadaşlar, abilerim, ablalarım... Yani ne söylesem bilemiyorum. En kolayı en açık şekilde söylemek: Hüseyin Yılmaz abi iç dünyasında resmen uçuşa geçmiş. "(...) bir bakıma mevcud Nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil bir hizmeti kıyamet ânına kadar yapacak bir esere..." Ya, mübarek, hele bir ikinci baskısını gör de ondan sonra konuş. Ben editörlüğüm, yayıncılığım, yazarlığım üzerinden öngörüde bulunayım: Bu kitap ikinci baskısını ya görür ya göremez. Ha, mübarek işadamları satın alır, bedava dağıtılır, belki o zaman görür. Daha böyle okunurluğu tartışmalı bir eseri 'mevcud nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil' tutmak, bir de boyunu kıyamete kadar uzatmak, yahu Allah'tan kork. Biraz mütevazı ol. Atomu ortadan ikiye mi böldün? Altı-üstü bir roman. Türün ilk örneği de değil üstelik. Editörlüğümde çok yazar kaprisi görmüştüm ama böylesini hiç görmedim. Yıllarca kitapları yüzbinler satan isimlerle çalıştım. Hiçbirinde böyle iddialar olmamıştı.
7) "Siz, zaten hiçbir kavgada olmadınız. Üstad ve Talebeleri için girdiğim hiçbir kavgada yanımda olmadınız, müdafaada bulunmadınız. Ne Zübeyir, Sungur ve diğerlerine NATO-GLADYO dediklerinde oralı oldunuz, ne Üstad'ın boş sayfaları imzalayarak vekâlet verdiği Bekir Berk'e 'hain' dediklerinde bir şehamet gösterdiniz. Bütün o kavga ve müdafaaları yalnız başıma verdim ve bir gün dönüp acaba neredesiniz, diye bakma tenezzülünde bulunmadım. Bugün de bulunmam..."
Hüseyin abi kendi kendine kuruyor, yazıyor, oynuyor... Hiçkimseye ihtiyacı yok. Herkes bir o tek. Madem fantastik bir dünyada dolaşıyoruz. Herşeyi Hüseyin Yılmaz başarıyor. O halde biraz da biz ekleme yapalım: 15 Temmuz'da darbecilerin F-16'larını sapanla taş atmak suretiyle düşüren de Hüseyin Yılmaz'dı. Kurtuluş Savaşı'nda Yunan ordusunu önüne katıp kovalayan da Hüseyin Yılmaz'dı. İstanbul'un fethi sırasında Ulubatlı Hasan bayrağı elinden düşürür gibi olunca "Kardeş bu da benim sana bir kıyağım olsun!" deyip, bayrağı alıp, surlara diken de yine Hüseyin Yılmaz'dı.
Yahu Hüseyin abi, üç-beş sene önce Risalehaber'de köşeni görünceye kadar, hayatta olduğunu dahi bilmiyordum. Hüseyin Yılmaz diye birisinin varlığından bile habersizdim. Sen nasıl böyle herşeyin merkezindeydin de kimsenin senden haberi yoktu? Mübarekler, en doğrusu, uçmayalım-kaçmayalım. Mütevazi olalım ya. Allah ganidir. Bizim amellerimize ihtiyacı yoktur. Biz sadece bir detaydan ibaretiz. Bizimle olmazsa başkasıyla olur. Ne yiğitler, âlimler, mücahidler gelmiş geçmiş. Biraz ayarımız olsun.
Her neyse... Ben bu mevzu ile uzun uzadıya meşgul olmak niyetinde değildim. Ama Hüseyin abi uyuyan devi uyandırdı. "Ahmed Kardeşim hiç roman yazdı mı, bilmiyorum. Romanı bilir mi, onu da bilmiyorum. Bildiğinden hareket ediyorum..." demiş ya. Ben de uzaydan geçtiğimiz pazartesi gelmediğimi romanı üzerine yazılarımla kendisine göstereceğim. Halep oradaysa arşın burada. Nesil Yayınları'nda bir altı-yedi sene editörlük mazimiz var. O işi ne kadar öğrendiğimizi kendisine sergileyelim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. İnayetini Ondan dilemekteyiz. Rabbim istikametten ayırmasın.
Hüseyin abi herhalde benim itirazımı anlamadı. Ben "Hiç Türkiye'de ermeni var mıydı canım?" diye itiraz etmiyorum. Hatta Bediüzzaman'ın bir ermeni kızını görüp bakmasına da içlenmiyorum. İtiraz ettiğim şu: Bu detay, gerçek olsa bile, romanda ne işi var? Bediüzzaman'ın gençliğinde bir ermeni kızından etkilendiğini bilmek bize ne kazandırır? Benim itirazım bunaydı. Yoksa, biz, Allah dostlarının ismetine iman etmiyoruz. İsmet sahipleri ancak peygamberlerdir. Fakat bu tarz anekdotları anmayı sevmiyoruz. Onların da seveceğini sanmıyoruz. Mesela: Hüseyin abi bu satırları bizzat Bediüzzaman'ın yüzüne okuyabilir miydi? Okusa, o mübarekin ruh-i muazzezi, bundan müteessir olmaz mıydı?
2) "Bediüzzaman, erkek değil, onun için evlenmiyor iftirası kendisine çok dokunduğu bir vakitte 'Herbirimiz on kadını idare ederiz!' demeye mecbur kalan Üstad'ın çocukluğundan beri insan ve 'erkek' olduğunu ifadeye çalıştım. Karşımızdaki melek değil, bütün uzviyetleri ile kâmil bir vücud, bir beden-i insanî. İki yüzü aşkın evlilik yapan Hz. Hasan'ın varlığını unutup bu meseleyi Üstad için nakise görmek doğru olmaz..."
Burada da yine aynı durum var. Hüseyin abi, her defasında benim itirazımın mehazını anlamazlıktan gelip, mevzuu başka yerlere çekiyor. Şimdi, mesela, Bediüzzaman'ın erkekliği meselesinde iftira sahibi olanlar, Hüseyin abi, ermeni kızını görünce 'hormonları uyanıp öne çıktı' (kitapta geçen ifade bu şekilde) dedi diye "Vay be, helal, ne erkekmiş!" mi diyecekler? Dikkat edelim: Hadis tarihinde 'uydurma hadislerin' ortaya çıkışının bir sebebi de 'maslahat mülahazası'dır. Bediüzzaman Hazretlerinin 'muvazenesiz vaiz' eleştirisinde de aynı nokta calib-i dikkattir. Siz, iyiliğine bir yalan söylersiniz, ama söylediğiniz uzunvadede zarar doğurabilir. Bediüzzaman'ın erkekliğini hiç gereksiz yere isbat için tutup bir ermeni kızına nazar ettirmek de bu kabilden sayılabilir.
3) "Devamında bir bakıma mevzuun tedaisiyle Akdamar Adasına dair bugün bile anlatılan hikâyeyi kayıkta naklettim. Ahmed kardeşim, Said'in bu aşk hikâyesini dinlememek için kendisini Van Gölünün soğuk sularına atmasını beklemiş olabilir ama 14 yaşındaki bir çocuğa ben kıyamadım..."
Ne kadar saçma bir cevap öyle değil mi? Hoppala meşan Malkara-Keşan. Bediüzzaman Hazretlerine Molla Muhammed merhum ile birlikte uyduruktan bir hikâye dinletiyorsun. Çobanla keşişin kızını her gece tenhalarda buluşturuyorsun. (Artık gerisini kuvve-i hayaliyemize havale ediyor.) 'Ah Tamara' mıymış neymiş? Peh. Şehir efsanesi. Sonra da "Böyle birşey olmamıştır!" deyince Ahmed kabahatli oluyor. Keşke kıyıp Bediüzzaman Hazretlerini 14 yaşında Van gölünün soğuk sularına atsaydın. En azından derdik ki: "Mübareğin çocukluğundan beri sahip olduğu takva bu yalanı dinlemeye tahammül edemedi."
4) "Yazmakta olduğum, genç nesillere Üstad ve Külliyatı sevdirecek olan bir nehir roman külliyatı, kuru bir biyografî değil. Öyle olsa hiç yazmazdım. Üslüp ve ifâde farkı hariç, aşılması çok zor olan Mufassal Tarihçe dururken yeni bir şey yazmaya ihtiyaç duymam. Zaten Mufassal Tarihçe'yi de çok az insan okuyor. Bu vesile ile Badıllı Abiye nihayetsiz rahmet diliyorum."
Badıllı abiye ben de rahmet dilerim. Ancak Üstad'ı sevdirmenin yolunun biyografik roman olduğu konusunda şüphelerim var. Hem bu iş yapılmamış birşey de değil. Yavuz Bahadıroğlu Hoca merhumun da böyle bir serisi vardı. Üç kitaptı yanlış hatırlamıyorsam. Sonra İslam Yaşar abinin de bir Bediüzzaman beşlemesi olduğunu anımsıyorum. Bu iki çalışma da romandı. Yani Hüseyin Yılmaz abi hiç yapılmamış birşeyi yapmıyor. Allah sa'yini meşkûr etsin. Ancak romanının göreceği ilgiden belki anlayacağız, gençler hakikaten Bediüzzaman'ı sevdiler mi, külliyata meylediyorlar mı? Dereyi görmeden paçaları sıvamamak lazım. Bu arada biyografi türünün 'kuru' tabiriyle tahkire uğramasına karşıyım. Bence biyografiler kişiler hakkındaki bilgileri 'eğmeye-bükmeye uğramadan' almanın daha selametli bir yoludur. Şükran Vahide ablanın Bediüzzaman'ın Entelektüel Biyografisi eserini ayrıca beğendiğimi belirtirim.
5) Devamında Hüseyin abi anlattığı hâdiseye mehaz olabilecek bazı kayıtlardan bahsediyor. (Doğrudan o olayı değil ama olabilirliğini anlatan şeyler.) Yine altını çizeyim: 'Bediüzzaman Hazretleri ömrü boyunca nâmahreme nazar etmemiştir...' diye bir iddiaya girmiyorum ben. Olabilir. Hepimiz insanız. O da insan. Fakat bana bu satırları söyletmek bile o mübareğin hatırasına ne kötü bir iştir. Yani, Üstad Hazretleri, o 14 cilt külliyatı, biz onun gençliğinde kızlara bakıp bakmadığını tartışmamız için mi yazmış? Ben bu hâdiseyi kesin bir delille bulsam, hatta levh-i mahfuzda okusam, yine de dillendirmem yahu. Ne gereği var? Ben itirazımı bu 'dillendirişe' iliştiriyorum. Bediüzzaman'ın erkekliğini hiçkimseye isbata mecbur değiliz. Harama nazarla da erkeklik isbatı olmaz.
6) "Hulâsa-i kelâm: Çok büyük ve çok çetin bir dâvâ için yola çıktım. Hiç yardımınızı görmedim. Her zamanki gibi bir dershanenin mutfak tezgâhına verdiğiniz destek kadarını bile bu büyük dâvâdan, bu bâkî hizmetten esirgediniz. Bari, bir bakıma mevcud Nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil bir hizmeti kıyamet ânına kadar yapacak bir esere gölge düşürüp, şevkimi kırmayınız. Kırmaya çalışsanız ne olur? Bilenmiş olarak, daha müteyakkız, daha büyük bir gayretle devam ederim. Bediüzzaman, dâvâsı ve hakikat, benim için bunu âmirdir. Yer yüzünde Bediüzzaman ve dâvâsına sahib çıkan tek kişi kalmış denilse, hiç şübheniz olmasın ki, o kişi Hüseyin Yılmaz'dır."
Arkadaşlar, abilerim, ablalarım... Yani ne söylesem bilemiyorum. En kolayı en açık şekilde söylemek: Hüseyin Yılmaz abi iç dünyasında resmen uçuşa geçmiş. "(...) bir bakıma mevcud Nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil bir hizmeti kıyamet ânına kadar yapacak bir esere..." Ya, mübarek, hele bir ikinci baskısını gör de ondan sonra konuş. Ben editörlüğüm, yayıncılığım, yazarlığım üzerinden öngörüde bulunayım: Bu kitap ikinci baskısını ya görür ya göremez. Ha, mübarek işadamları satın alır, bedava dağıtılır, belki o zaman görür. Daha böyle okunurluğu tartışmalı bir eseri 'mevcud nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil' tutmak, bir de boyunu kıyamete kadar uzatmak, yahu Allah'tan kork. Biraz mütevazı ol. Atomu ortadan ikiye mi böldün? Altı-üstü bir roman. Türün ilk örneği de değil üstelik. Editörlüğümde çok yazar kaprisi görmüştüm ama böylesini hiç görmedim. Yıllarca kitapları yüzbinler satan isimlerle çalıştım. Hiçbirinde böyle iddialar olmamıştı.
7) "Siz, zaten hiçbir kavgada olmadınız. Üstad ve Talebeleri için girdiğim hiçbir kavgada yanımda olmadınız, müdafaada bulunmadınız. Ne Zübeyir, Sungur ve diğerlerine NATO-GLADYO dediklerinde oralı oldunuz, ne Üstad'ın boş sayfaları imzalayarak vekâlet verdiği Bekir Berk'e 'hain' dediklerinde bir şehamet gösterdiniz. Bütün o kavga ve müdafaaları yalnız başıma verdim ve bir gün dönüp acaba neredesiniz, diye bakma tenezzülünde bulunmadım. Bugün de bulunmam..."
Hüseyin abi kendi kendine kuruyor, yazıyor, oynuyor... Hiçkimseye ihtiyacı yok. Herkes bir o tek. Madem fantastik bir dünyada dolaşıyoruz. Herşeyi Hüseyin Yılmaz başarıyor. O halde biraz da biz ekleme yapalım: 15 Temmuz'da darbecilerin F-16'larını sapanla taş atmak suretiyle düşüren de Hüseyin Yılmaz'dı. Kurtuluş Savaşı'nda Yunan ordusunu önüne katıp kovalayan da Hüseyin Yılmaz'dı. İstanbul'un fethi sırasında Ulubatlı Hasan bayrağı elinden düşürür gibi olunca "Kardeş bu da benim sana bir kıyağım olsun!" deyip, bayrağı alıp, surlara diken de yine Hüseyin Yılmaz'dı.
Yahu Hüseyin abi, üç-beş sene önce Risalehaber'de köşeni görünceye kadar, hayatta olduğunu dahi bilmiyordum. Hüseyin Yılmaz diye birisinin varlığından bile habersizdim. Sen nasıl böyle herşeyin merkezindeydin de kimsenin senden haberi yoktu? Mübarekler, en doğrusu, uçmayalım-kaçmayalım. Mütevazi olalım ya. Allah ganidir. Bizim amellerimize ihtiyacı yoktur. Biz sadece bir detaydan ibaretiz. Bizimle olmazsa başkasıyla olur. Ne yiğitler, âlimler, mücahidler gelmiş geçmiş. Biraz ayarımız olsun.
Her neyse... Ben bu mevzu ile uzun uzadıya meşgul olmak niyetinde değildim. Ama Hüseyin abi uyuyan devi uyandırdı. "Ahmed Kardeşim hiç roman yazdı mı, bilmiyorum. Romanı bilir mi, onu da bilmiyorum. Bildiğinden hareket ediyorum..." demiş ya. Ben de uzaydan geçtiğimiz pazartesi gelmediğimi romanı üzerine yazılarımla kendisine göstereceğim. Halep oradaysa arşın burada. Nesil Yayınları'nda bir altı-yedi sene editörlük mazimiz var. O işi ne kadar öğrendiğimizi kendisine sergileyelim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. İnayetini Ondan dilemekteyiz. Rabbim istikametten ayırmasın.
7 Temmuz 2025 Pazartesi
Allah'ı nereden sınırlarsan oradan hastalanırsın
Geçtiğimiz cumartesi Avcılar'da Sezer Harman abi Katre Risalesi'ndeki 'dört hastalık' bahsini ders yaptı. Dinlerken aklıma Bediüzzaman Hazretlerinin 'neden bu dördünü seçtiği' sorusu takıldı. Öyle ya. Hastalıklarımız dörde münhasır değildi. Daha nice nice rahatsızlıklarımız vardı. Sonra X'te, eski adıyla Twitter'da, Fikret Çetin Hoca'nın şu paylaşımını gördüm:
"Damdam bin Cevs el-Yemamî'den rivayet edildiğine göre, Ebû Hureyre (r.a.) kendisine şöyle dedi: "Ey Yemamî! Sakın bir adama 'Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz' deme!" Ben de şöyle dedim: 'Ey Ebû Hureyre! Bu, öfkelendiğimiz zaman kardeşimize ve arkadaşımıza söylediğimiz bir sözdür.' Bunun üzerine Ebû Hureyre (r.a.) şöyle dedi: 'Sakın bunu söyleme! Çünkü ben Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu işittim: İsrâiloğulları arasında iki adam vardı. Birisi ibadette çok gayretli, diğeri ise nefsine karşı müsrif idi. Bu ikisi birbirine kardeş gibiydiler. İbadet eden kimse, diğerini her günah işlerken görür ve ona 'Ey filan! Vazgeç artık!' derdi. Diğeri ise 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' derdi. Nihayet bir gün onu büyük bir günah işlerken gördü ve ona 'Vay haline! Vazgeç artık!' dedi. Diğeri yine 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' dedi. Bunun üzerine o (ibadet eden adam) şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun ki, Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Allah o ikisine bir melek gönderdi ve ruhlarını aldı. İkisi de Allah'ın huzurunda toplandılar. Allah Teâlâ günahkâra şöyle buyurdu: 'Git, rahmetimle cennete gir.' Diğerine ise şöyle buyurdu: 'Sen beni biliyor muydun? Benim elimdekine gücün yeter miydi? Onu ateşe götürün!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: 'Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o bir kelime söyledi ki, dünyasını ve ahiretini mahvetti.' Ebû Dâvûd (4901) Sahih-i İbn Hibban (5712)."
Ebubekir Sifil Hoca'nın yıllar önce okuduğum bir makalesinde de, Allah dostlarından birisine atfen, şu manada bir hikmet nakledilmişti: "Allah'ın kudretini sınırlayıcı konuşmaktan sakın." Sonra bu 'dört hastalık' ile 'kudrete sınır çizmek' arasında bir ilgi bulunduğunu düşünmeye başladım.
Mesela: Yeis, yani ümitsizlik hastalığı, şöyle tarif ediliyordu orada: "Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye'se düşer. Böyle bir me'yusun gözüne, dinî meselelere münafi ednâ ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder."
Devamında ise "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar..." ayeti hatırlatılarak şifanın orada aranması salık veriliyordu. Elhamdülillah. Fakat biraz dikkat kesilince ayetin bize söylediği şöyle hikmetler de vardı sanki: "İsimleri Allah'ın kudretleridir. Her isim Allah'ın kudretinin bir tezahür şeklini bize öğretir. Günahları bağışlamak hususunda Allah'ı kimse aciz bırakamaz. Kimse bu noktada Onun kudretine sınır çizemez. 'Yaratış kudretinde' sınır olmadığı gibi 'bağışlama kudretinde' de sınır yoktur. el-Kadîr oluşunda sınırı olmadığı gibi el-Gafûr ve er-Rahîm oluşlarında da sınırı yoktur. Dilediğini bağışlama gücü vardır."
Ümitsizlik hastalığına müptela olansa, Allah'ı bu yönünden sınırlama cür'etinde bulunuyordu. "Benim gibisini de affetmez artık!" diyordu. Böyle demesinin altında "Benim gibisini de affedemez!" demek vardı. Halbuki Allah dilediğini bağışlayabilirdi. Biz ancak 'şirk' gibi 'bağışlamayacağını kendisinin vaadettiği' seyyieler hakkında "Cenab-ı Hak bunu bağışlamaz!" diyebilirdik. Yoksa iman sahiplerinden herhangi birisinin hangi günahının bağışlanıp-bağışlanmayacağı konusunda bilgi sahibi değildik. Sınırlayıcı konuşmaya da hiçbir hakkımız yoktu. Yeis hastalığına müptela olan insan bir açıdan Allah'ın kudretini sınırlama hadsizliğinde bulunduğu için ters yola giriyordu. Girdiği bu yol da onu, hafazanallah, Allah'ı bütünüyle inkâr etme vartasına kadar götürebiliyordu. Demek ki kudretini sınırlayıcı konuşmanın/düşünmenin sonu, eyvah, en nihayet o kudretin bütünüyle inkârıydı.
İkinci hastalık olan 'Ucb' da bundan farklı değildi. Yerinden tarifini alalım: "Arkadaş! Ye'se düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemâlâtı var. Hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: 'Bu kemâlât beni kurtarır, yeter' diye bir derece rahat eder. Halbuki, a'mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez..."
Dikkat edilirse ucb hastalığında 'ümitsizlik' yoktu. Evet. Fakat ümidin yanlış yere bağlanması vardı. Akıbetinin garantisi olarak âmâlini görmek, yine Allah'ı "Ben bu kadar hayır işledikten sonra artık atamaz cehenneme!" diye birşeylere mecbur görmek, hâşâ, Onu 'azaplandırışında sınırlamak' manasına geliyordu. Celalî isimlerine sınır çizmeyi çağrıştırıyordu. Halbuki, Hak Teala, dilediğine rahmet edebileceği gibi, dilediğine de azap edebilirdi. Onu bu yönden de sınırlandırmanın imkânı yoktu. Şânı nasıl dilerse öyle yapardı. Kemali nasıl iktiza ederse öyle davranırdı. Kimse de Onun kudretini tasarruftan alıkoyamazdı.
Yani ucbun arkasında da bir tür 'sınırlama' bize gök kırpmaktaydı. Ve bu kırpma da 'ümidi rahmetten kesip kendine bağlama' arızasına sahipti. Rahmetle irtibatı kopardığından ayetin nehyine dahil oluyordu. Çünkü ayet "Ümit kesme!" değil "Allah'ın rahmetinden ümidizini kesmeyin!" buyuruyordu. Ümidi rahmetten kestikten sonra başka şeyler üzerinden yaşatma da sahih bir tavır değildi. İnsana, hâşâ, 'Rabbü'l-Âlemîni istemediklerini yapmaya mecbur edebilme' sanrısı veriyordu. Halbuki gökleri ve yeri yaratan Zülcelal'i kimse hiçbirşeye mecbur edemezdi.
Üçüncü hastalık 'gurur'du. Mürşidim onu da şöyle izah ediyordu: "Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar."
Ben bu hastalığın da 'kudreti sınırlama' vartasına sahip olduğunu düşünüyorum. Ne anlamda? Allah'ın rızasına mâtuf bilgiyi senden-benden daha iyi bilir, daha fâzıl, daha kâmil, daha dakik vs. kullar yaratamayacağı suizannıyla bir sınırlamadır bu. Halbuki Allah bizden daha iyi bilenini, daha fâzılını, daha kâmilini, daha dakikini vs. yaratmaktan aciz değildir. Modern insanın kibri geçmiş asırların sosyolojilerinin kendisinden üstün olabileceği fikrine kat'iyyen yaklaşmaz. Evrimciliğin kem mürekkebini yalayan bütün seküler ilimlerde gelecek geçmişten üstündür. Daha iyisi geçmişte olamaz. O yüzden ahirzaman mütekebbirleri Allah dostlarının kemaline inanmazlar. Onları kendilerinden daha üst görmeyi sevmezler, kabullenmezler, beğenmezler. Bu da derslerinden mahrum kalmayı netice verir. Oysa bu da bir sınırlayıcılıktır. Allah'ın herşeye kudreti yeter. Dilerse insanların en hayırlılarını 1400 yıl önce getirir dünyaya. Onlar deveye binerler. Toprağa oturup elle yemek yerler. Fakat bize üstün sayılırlar. Gurur hastalığına tutulansa herkesi ya 'eşiti' veya sıklıkla 'gerisinde' gördüğünden nasip yolu ona kapanmış olur.
Dördüncü hastalık olan 'suizan'da ise daha temel birşey var. Suizan tastamam zaten 'kudrete sınır çizme' mahiyeti taşıyor: "Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler..."
Allah'ın hayır yaratması mümkün olan olaylardan, sözlerden, kişilerden sürekli 'şerre kapı aralayan' beklentiler içine girmek; sanki Allah'ı hasım gibi hayal etmek; yine Onu 'neyi yaratacağına mecbur etmek' gibi imâ taşır. Hüda'nın daha yaratışının tamamını sana göstermediği yerde "Bu kesin şöyle bed birşey olacak..." diye konuşursan "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyuran Rabbe bir dua yollamış olursun. Halbuki Allah'ın kudreti en beklemediğin yerlerden dahi hayır yaratmaya kâdirdir. Üstelik, suizanda, yine 'mümkünü kendine indirgemek-hapsetmek' vartası vardır. "Ben böyle berbatsam herkes de benim gibi berbattır!" yanlış empatisi bulunmaktadır.
Evet. Gururun dibi kazındığında da suizan çıkar. Ucbun altına kazma iliştirilince de suizan fışkırır. Yeisin toprağında da suizan lağımı saklanır. Ve bu suizan, maalesef, Allah'ın kudretine dair sınırlamaların tezahürüdür. Eksik Allah tasavvuru yaşantıda da 'hastalıklı tavır' şeklinde görünür. Şu ölçü kesinlikle unutulmamalıdır arkadaşım: İnsan, Allah'ı bilmenin bir yoludur, fakat Allah'ı sınırlamanın bir yolu değildir.
Bu yazıyı da İmam Şafiî rahimehullaha atfen nakledilen bir hikmetle bitirelim: "İmam Şafii’ye 'Allaha karşı suizan nasıl olur?' diye soruldu. Şöyle cevap verdi: Vesveseli olmak, her an musibet gelecek gibi bir korku içine girmek ve elinde bulunan nimetin yok olacağını beklemek, Rahman ve Rahim olan Allah’a karşı kötü zandandır."
"Damdam bin Cevs el-Yemamî'den rivayet edildiğine göre, Ebû Hureyre (r.a.) kendisine şöyle dedi: "Ey Yemamî! Sakın bir adama 'Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz' deme!" Ben de şöyle dedim: 'Ey Ebû Hureyre! Bu, öfkelendiğimiz zaman kardeşimize ve arkadaşımıza söylediğimiz bir sözdür.' Bunun üzerine Ebû Hureyre (r.a.) şöyle dedi: 'Sakın bunu söyleme! Çünkü ben Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu işittim: İsrâiloğulları arasında iki adam vardı. Birisi ibadette çok gayretli, diğeri ise nefsine karşı müsrif idi. Bu ikisi birbirine kardeş gibiydiler. İbadet eden kimse, diğerini her günah işlerken görür ve ona 'Ey filan! Vazgeç artık!' derdi. Diğeri ise 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' derdi. Nihayet bir gün onu büyük bir günah işlerken gördü ve ona 'Vay haline! Vazgeç artık!' dedi. Diğeri yine 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' dedi. Bunun üzerine o (ibadet eden adam) şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun ki, Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Allah o ikisine bir melek gönderdi ve ruhlarını aldı. İkisi de Allah'ın huzurunda toplandılar. Allah Teâlâ günahkâra şöyle buyurdu: 'Git, rahmetimle cennete gir.' Diğerine ise şöyle buyurdu: 'Sen beni biliyor muydun? Benim elimdekine gücün yeter miydi? Onu ateşe götürün!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: 'Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o bir kelime söyledi ki, dünyasını ve ahiretini mahvetti.' Ebû Dâvûd (4901) Sahih-i İbn Hibban (5712)."
Ebubekir Sifil Hoca'nın yıllar önce okuduğum bir makalesinde de, Allah dostlarından birisine atfen, şu manada bir hikmet nakledilmişti: "Allah'ın kudretini sınırlayıcı konuşmaktan sakın." Sonra bu 'dört hastalık' ile 'kudrete sınır çizmek' arasında bir ilgi bulunduğunu düşünmeye başladım.
Mesela: Yeis, yani ümitsizlik hastalığı, şöyle tarif ediliyordu orada: "Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye'se düşer. Böyle bir me'yusun gözüne, dinî meselelere münafi ednâ ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder."
Devamında ise "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar..." ayeti hatırlatılarak şifanın orada aranması salık veriliyordu. Elhamdülillah. Fakat biraz dikkat kesilince ayetin bize söylediği şöyle hikmetler de vardı sanki: "İsimleri Allah'ın kudretleridir. Her isim Allah'ın kudretinin bir tezahür şeklini bize öğretir. Günahları bağışlamak hususunda Allah'ı kimse aciz bırakamaz. Kimse bu noktada Onun kudretine sınır çizemez. 'Yaratış kudretinde' sınır olmadığı gibi 'bağışlama kudretinde' de sınır yoktur. el-Kadîr oluşunda sınırı olmadığı gibi el-Gafûr ve er-Rahîm oluşlarında da sınırı yoktur. Dilediğini bağışlama gücü vardır."
Ümitsizlik hastalığına müptela olansa, Allah'ı bu yönünden sınırlama cür'etinde bulunuyordu. "Benim gibisini de affetmez artık!" diyordu. Böyle demesinin altında "Benim gibisini de affedemez!" demek vardı. Halbuki Allah dilediğini bağışlayabilirdi. Biz ancak 'şirk' gibi 'bağışlamayacağını kendisinin vaadettiği' seyyieler hakkında "Cenab-ı Hak bunu bağışlamaz!" diyebilirdik. Yoksa iman sahiplerinden herhangi birisinin hangi günahının bağışlanıp-bağışlanmayacağı konusunda bilgi sahibi değildik. Sınırlayıcı konuşmaya da hiçbir hakkımız yoktu. Yeis hastalığına müptela olan insan bir açıdan Allah'ın kudretini sınırlama hadsizliğinde bulunduğu için ters yola giriyordu. Girdiği bu yol da onu, hafazanallah, Allah'ı bütünüyle inkâr etme vartasına kadar götürebiliyordu. Demek ki kudretini sınırlayıcı konuşmanın/düşünmenin sonu, eyvah, en nihayet o kudretin bütünüyle inkârıydı.
İkinci hastalık olan 'Ucb' da bundan farklı değildi. Yerinden tarifini alalım: "Arkadaş! Ye'se düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemâlâtı var. Hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: 'Bu kemâlât beni kurtarır, yeter' diye bir derece rahat eder. Halbuki, a'mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez..."
Dikkat edilirse ucb hastalığında 'ümitsizlik' yoktu. Evet. Fakat ümidin yanlış yere bağlanması vardı. Akıbetinin garantisi olarak âmâlini görmek, yine Allah'ı "Ben bu kadar hayır işledikten sonra artık atamaz cehenneme!" diye birşeylere mecbur görmek, hâşâ, Onu 'azaplandırışında sınırlamak' manasına geliyordu. Celalî isimlerine sınır çizmeyi çağrıştırıyordu. Halbuki, Hak Teala, dilediğine rahmet edebileceği gibi, dilediğine de azap edebilirdi. Onu bu yönden de sınırlandırmanın imkânı yoktu. Şânı nasıl dilerse öyle yapardı. Kemali nasıl iktiza ederse öyle davranırdı. Kimse de Onun kudretini tasarruftan alıkoyamazdı.
Yani ucbun arkasında da bir tür 'sınırlama' bize gök kırpmaktaydı. Ve bu kırpma da 'ümidi rahmetten kesip kendine bağlama' arızasına sahipti. Rahmetle irtibatı kopardığından ayetin nehyine dahil oluyordu. Çünkü ayet "Ümit kesme!" değil "Allah'ın rahmetinden ümidizini kesmeyin!" buyuruyordu. Ümidi rahmetten kestikten sonra başka şeyler üzerinden yaşatma da sahih bir tavır değildi. İnsana, hâşâ, 'Rabbü'l-Âlemîni istemediklerini yapmaya mecbur edebilme' sanrısı veriyordu. Halbuki gökleri ve yeri yaratan Zülcelal'i kimse hiçbirşeye mecbur edemezdi.
Üçüncü hastalık 'gurur'du. Mürşidim onu da şöyle izah ediyordu: "Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar."
Ben bu hastalığın da 'kudreti sınırlama' vartasına sahip olduğunu düşünüyorum. Ne anlamda? Allah'ın rızasına mâtuf bilgiyi senden-benden daha iyi bilir, daha fâzıl, daha kâmil, daha dakik vs. kullar yaratamayacağı suizannıyla bir sınırlamadır bu. Halbuki Allah bizden daha iyi bilenini, daha fâzılını, daha kâmilini, daha dakikini vs. yaratmaktan aciz değildir. Modern insanın kibri geçmiş asırların sosyolojilerinin kendisinden üstün olabileceği fikrine kat'iyyen yaklaşmaz. Evrimciliğin kem mürekkebini yalayan bütün seküler ilimlerde gelecek geçmişten üstündür. Daha iyisi geçmişte olamaz. O yüzden ahirzaman mütekebbirleri Allah dostlarının kemaline inanmazlar. Onları kendilerinden daha üst görmeyi sevmezler, kabullenmezler, beğenmezler. Bu da derslerinden mahrum kalmayı netice verir. Oysa bu da bir sınırlayıcılıktır. Allah'ın herşeye kudreti yeter. Dilerse insanların en hayırlılarını 1400 yıl önce getirir dünyaya. Onlar deveye binerler. Toprağa oturup elle yemek yerler. Fakat bize üstün sayılırlar. Gurur hastalığına tutulansa herkesi ya 'eşiti' veya sıklıkla 'gerisinde' gördüğünden nasip yolu ona kapanmış olur.
Dördüncü hastalık olan 'suizan'da ise daha temel birşey var. Suizan tastamam zaten 'kudrete sınır çizme' mahiyeti taşıyor: "Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler..."
Allah'ın hayır yaratması mümkün olan olaylardan, sözlerden, kişilerden sürekli 'şerre kapı aralayan' beklentiler içine girmek; sanki Allah'ı hasım gibi hayal etmek; yine Onu 'neyi yaratacağına mecbur etmek' gibi imâ taşır. Hüda'nın daha yaratışının tamamını sana göstermediği yerde "Bu kesin şöyle bed birşey olacak..." diye konuşursan "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyuran Rabbe bir dua yollamış olursun. Halbuki Allah'ın kudreti en beklemediğin yerlerden dahi hayır yaratmaya kâdirdir. Üstelik, suizanda, yine 'mümkünü kendine indirgemek-hapsetmek' vartası vardır. "Ben böyle berbatsam herkes de benim gibi berbattır!" yanlış empatisi bulunmaktadır.
Evet. Gururun dibi kazındığında da suizan çıkar. Ucbun altına kazma iliştirilince de suizan fışkırır. Yeisin toprağında da suizan lağımı saklanır. Ve bu suizan, maalesef, Allah'ın kudretine dair sınırlamaların tezahürüdür. Eksik Allah tasavvuru yaşantıda da 'hastalıklı tavır' şeklinde görünür. Şu ölçü kesinlikle unutulmamalıdır arkadaşım: İnsan, Allah'ı bilmenin bir yoludur, fakat Allah'ı sınırlamanın bir yolu değildir.
Bu yazıyı da İmam Şafiî rahimehullaha atfen nakledilen bir hikmetle bitirelim: "İmam Şafii’ye 'Allaha karşı suizan nasıl olur?' diye soruldu. Şöyle cevap verdi: Vesveseli olmak, her an musibet gelecek gibi bir korku içine girmek ve elinde bulunan nimetin yok olacağını beklemek, Rahman ve Rahim olan Allah’a karşı kötü zandandır."
27 Haziran 2025 Cuma
Nihal Candan 'ölmekten' değil 'yaşamaktan' korkuyordu
Gabor Mate, Vücudunuz Hayır Diyorsa'da, ölümcül hastalıklarla mutsuzluk arasında bir ilgi bulunduğunu iddia ediyor. Yani, insanlar, "Bu şartlarda yaşanmaz!" diye içten içe şikâyetlendiklerinde, şükürsüzlüklerinde, bedenlerine de bir mesaj yolluyorlar: "Ayrılmanın bir yolunu bul!" Ve beden bu emri dinliyor bazen. Hatta sahibi karşı koysa bile dinliyor. Kitapta, Mate, incelediği bazı vakıalar üzerinden delillerini de aktarıyor:
"Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı. (...) Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir. (...) Yani ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize. (...) Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."
Nihal Candan da, hastalığı sürecinde yapılan bir söyleşide, şunları söylemiyor muydu: "Dramatik sayılabilecek şekilde vazgeçtim. En az enerji harcayarak. Sadece ismi 'intihar' olmasın hani. Orada olmaktan o kadar memnun değildim ki. Sadece durdum. Geçmesini bekledim. Çok anlayamadım. Hâşâ, Allah zaten çok yardımcı, hepimizin yâr ve yardımcısı. Ama yaşam fonksiyonlarımı en aza indirip geçmesini beklemek benim o anki tek planım olabildi."
Kafka'nın Bir Açlık Sanatçısı öyküsünü okuyanlar da hatırlayacaktır. Orada da Açlık Sanatçısı, kendisini akışın dışında bulduğu için, layık olmadığı bir konumda gördüğü için, açlığını uzatarak gitmeyi seçiyordu. Kaza değildi. Hayır. Sessizliğiyle uzattığı bir sürecin sonucuydu ölümü. Kafka da, hikâye boyunca, Açlık Sanatçısı'nın içdünyasını resmederek intihara gidişini hissettiriyordu.
Hissetmek deyince aklıma, İtalo Svevo'nun Hayat İşte'sinde, intiharından hemen önce Alfonso hakkında söyledikleri geldi: "Oysa Alfonso kendini yaşamaya yeteneksiz hissediyordu. Kaç kez boş yere anlamaya çalıştığı birşey vardı ki, hayatını zehirliyor; dayanılmaz hale getiriyordu. Sevmeyi de bilmiyordu, zevk almayı da; en iyi koşullar içindeyken başkalarının en acılı koşullarda duyduğundan fazla ıstırap çekmişti. Hiç hayıflanmadan terk ediyordu yaşamı. Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmanın yolu oydu. Düşlediği feragat oydu işte. Huzur nedir bilmeyen o vücudu yok etmek gerekiyordu; hayatta kaldıkça savaşmaya sürükleyecekti; çünkü oydu varlığının nedeni."
'Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmak...' bu biraz da hisseder olmaktan şikayet işte. Kolay kırılabilir, dokunulabilir, incitilebilir olmaktan şikayet ediyor aslında Alfonso. Tıpkı Mehmet Pişkin gibi. O da demiyor muydu videosunun bir köşesinde:
"Hayatın tatsız taraflarıyla çok başaçıkamadım herhalde. Çünkü nazik, neşeli, eğlenceli, akıl ve ruh olarak böyle bir incelik ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi. Bu konuda takatimin tükendiğini ve işin o karanlık tarafının daha ağır geldiğini; taşıyamadığımı, bunun için gerekli donanımları da zamanı içinde çok geliştiremediğimi farkettim. Sarsıntılarda çok dağılıp, kendimi toplamakta gün geçtiktçe daha da zorlanıyorum. Bu da çok sıkıcı bir kısırdöngü açıkçası..."
Dokunulabilir olmanın sancıları bunlar. Duymanın ve duygulanmanın sağladığı derinliğin imanla birleşmezse sahibini yutan bir karadeliğe dönüşmesi. Gorki'nin Yararsız Bir Adam'ına, Yevsey'e dönelim tekrar. Onu nasıl tarif ediyordu, Gorki, intiharına varan yolculuğunun başlarında:
"İnsanlardan korkuyor, bu yüzden de hep onlara birşeyler borçluymuş gibi davranıyordu. Tetikteydi hep. Beklerliydi. İnsanlar ona saldırdı saldıracak gibi görünüyordu. Kafasında kurduğu bu saldırıları önlemek için de kimsenin bir dediğini iki etmiyor; hiçbir işi, hiçbir buyruğu geri çevirmiyordu. Her an bir tehlike başgösterebilirdi. Bekliyordu Yevsey. Her an bekliyordu. Ve bu duygusu, dikkatini biledi, insanlara karşı inançsızlığını arttırdı."
Ve nihayetinde, intihar bir güç veya cesaret eseri değil, acizlik eylemidir. İçlerindeki boşlukla savaşacak gücü kalmayanların "Böyle de yaşanmaz ki ama!" deyişidir. Genç Werther'den Yevsey'e, Yevsey'den Alfonso'ya kadar hep zayıflık izidir intihar, acz delilidir. Mehmet Pişkin inanmıyordu. Fakat Allah'a inanan bir insan da intihar edebilir. Eğer 'tutunamadığını' düşünmeye başlamışsa... Rahmete nasıl uzanacağını unutmuşsa... Direnememişse... Tıpkı merhume Nur Sena Düzgün gibi... (Düşünün ki, bizzat Kur'an'da öğretildiği şekliyle, Hz. Meryem annemiz dahi, iffetine gelebilecek söz nedeniyle ölmeyi dilemiştir.)
Salt isyan fikriyle yaptıklarını düşünmüyorum kesinlikle. Sadece güçleri yetmiyor artık. Ve hayatta kalmanın illa savaşmak anlamına gelmediğini bilmiyorlar. Aşamıyorlar. Bilseler de bilmiyorlar. İdrak etseler de iz'an edemiyorlar. Teoriyi pratiğe dökemiyorlar. Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda (özellikle ilk mektuplarında) çok sık tekrar ettiği bir final cümlesi var: "Bana inan." İntiharı yaklaştıkça bu cümleyi kullanmayı da bırakıyor. Yerini şöylesi ifadeler alıyor:
"(...) tembellikten, karakter zayıflığından ve ruhsal boşluktan dolayı işe yaramaz insanlar vardır. Beni öyle biri olarak görmezsen sevinirim. Başka nedenlerle, bir işe yaramayan insanlar da olabilir. Faydalı olabilmeyi gerçekten isteyen ama tutuk oldukları, yaratıcı olmak için gerekenlere sahip olmadıkları, belki kötü kaderleri öyle istediği ve bir şey yapmak tümüyle imkansız olduğu için hiçbir şey yapamayan insanlar da vardır; böyle bir insan, ne yapabileceğini kendisi de bilemez, içgüdüsel olarak şunu hisseder: Durumumu değerlendirebiliyorum, iyi sayılırım. Bambaşka bir insan olabileceğimi biliyorum. Neyle uğraşmalıyım, neye hizmet etmeliyim? İçimde bir şey var ama nedir? Bu farklı bir işe yaramazdır. İstersen beni onlardan biri kabul edebilirsin."
Boşlukla savaşmayı öğretmenin yolu, yeni yükler yüklenmede değil, "Allah hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez!" ayetini ders etmede. Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da Francesco'ya doktorun dediği gibi: "Sen, ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Yaşarken karşılaşacağın zorluklara karşı dik durabilmenin yolları yok sende. Allah'a tutunmayı bilmiyorsun. Esma'sından destek alamıyorsun. Bundandır uçurumların. Ve yanlış anlama! Yalnız kötülerin değil zayıfların, acizlerin, yaşamaktan korkanların da eylemidir intihar.
Bediüzzaman Hazretleri de mezkûr makamda bize şöyle söylüyor:
"Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar."
Ya kaçacak yer bulamazsa? O zaman da kendini kapatmayı dener. Çünkü böyle yaşamaya dayanamıyordur. Zeval-i lezzetleri elem olmuştur. Hatta ne kadar çok lezzet tatmışsa-tanımışsa elem katsayısı da o kadar yükselmiştir. Daha fazla yaşamak daha çok elem duymaktır onun için artık. Sonsuzlukla bağı kopmuştur. İmansızlığından değil. Hayır. Hâşâ. Sadece bu değil. İmanının yeterli pratiğine sahip olamamaktan. Yeterince tefekkürde bulunamamaktan. Yeterince zikrullahla meşgul olmamaktan. Ramazan'da oruç tutmamaktan. Beş vakit namazını kılmamaktan. Haramlardan kaçmamaktan, vesaire...
Bunlardan herbirisi kendisine kattığı dirençlerdir. Dayanma güçleridir. Salabet pratikleridir. Fakat, dinden uzak, rahat bir hayata gömüldükçe insan sertliğini yitirir. Hele bir de fıtraten kırılgansa çilesi daha da büyür. "Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir!" dememiş midir Geothe? Halbuki bu derece hassaslık Allah'a sığınmak için imkandır. Sığındıkça kurtarır Hüda kullarını. Lakin yardımcılığı beklenen sabrın bir de evveli var. O yüzden, Kur'an, Hızır aleyhisselamın diliyle öğretiyor ki: "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" İçyüzünü bilmekse tefekküre lazım mesaiyi sarfedebilmekte. Evet. Allah marifetine müştak âriflerin sürûrudur. Sevincidir. Cevşen'de de, işte tam da bu nedenle, Rabb-i Rahim'e öyle nidâ edilir: "Ya sürûra'l-ârifîn!" Yani 'Ey âriflerin sevinci olan Hüda!'
"Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı. (...) Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir. (...) Yani ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize. (...) Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."
Nihal Candan da, hastalığı sürecinde yapılan bir söyleşide, şunları söylemiyor muydu: "Dramatik sayılabilecek şekilde vazgeçtim. En az enerji harcayarak. Sadece ismi 'intihar' olmasın hani. Orada olmaktan o kadar memnun değildim ki. Sadece durdum. Geçmesini bekledim. Çok anlayamadım. Hâşâ, Allah zaten çok yardımcı, hepimizin yâr ve yardımcısı. Ama yaşam fonksiyonlarımı en aza indirip geçmesini beklemek benim o anki tek planım olabildi."
Kafka'nın Bir Açlık Sanatçısı öyküsünü okuyanlar da hatırlayacaktır. Orada da Açlık Sanatçısı, kendisini akışın dışında bulduğu için, layık olmadığı bir konumda gördüğü için, açlığını uzatarak gitmeyi seçiyordu. Kaza değildi. Hayır. Sessizliğiyle uzattığı bir sürecin sonucuydu ölümü. Kafka da, hikâye boyunca, Açlık Sanatçısı'nın içdünyasını resmederek intihara gidişini hissettiriyordu.
Hissetmek deyince aklıma, İtalo Svevo'nun Hayat İşte'sinde, intiharından hemen önce Alfonso hakkında söyledikleri geldi: "Oysa Alfonso kendini yaşamaya yeteneksiz hissediyordu. Kaç kez boş yere anlamaya çalıştığı birşey vardı ki, hayatını zehirliyor; dayanılmaz hale getiriyordu. Sevmeyi de bilmiyordu, zevk almayı da; en iyi koşullar içindeyken başkalarının en acılı koşullarda duyduğundan fazla ıstırap çekmişti. Hiç hayıflanmadan terk ediyordu yaşamı. Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmanın yolu oydu. Düşlediği feragat oydu işte. Huzur nedir bilmeyen o vücudu yok etmek gerekiyordu; hayatta kaldıkça savaşmaya sürükleyecekti; çünkü oydu varlığının nedeni."
'Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmak...' bu biraz da hisseder olmaktan şikayet işte. Kolay kırılabilir, dokunulabilir, incitilebilir olmaktan şikayet ediyor aslında Alfonso. Tıpkı Mehmet Pişkin gibi. O da demiyor muydu videosunun bir köşesinde:
"Hayatın tatsız taraflarıyla çok başaçıkamadım herhalde. Çünkü nazik, neşeli, eğlenceli, akıl ve ruh olarak böyle bir incelik ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi. Bu konuda takatimin tükendiğini ve işin o karanlık tarafının daha ağır geldiğini; taşıyamadığımı, bunun için gerekli donanımları da zamanı içinde çok geliştiremediğimi farkettim. Sarsıntılarda çok dağılıp, kendimi toplamakta gün geçtiktçe daha da zorlanıyorum. Bu da çok sıkıcı bir kısırdöngü açıkçası..."
Dokunulabilir olmanın sancıları bunlar. Duymanın ve duygulanmanın sağladığı derinliğin imanla birleşmezse sahibini yutan bir karadeliğe dönüşmesi. Gorki'nin Yararsız Bir Adam'ına, Yevsey'e dönelim tekrar. Onu nasıl tarif ediyordu, Gorki, intiharına varan yolculuğunun başlarında:
"İnsanlardan korkuyor, bu yüzden de hep onlara birşeyler borçluymuş gibi davranıyordu. Tetikteydi hep. Beklerliydi. İnsanlar ona saldırdı saldıracak gibi görünüyordu. Kafasında kurduğu bu saldırıları önlemek için de kimsenin bir dediğini iki etmiyor; hiçbir işi, hiçbir buyruğu geri çevirmiyordu. Her an bir tehlike başgösterebilirdi. Bekliyordu Yevsey. Her an bekliyordu. Ve bu duygusu, dikkatini biledi, insanlara karşı inançsızlığını arttırdı."
Ve nihayetinde, intihar bir güç veya cesaret eseri değil, acizlik eylemidir. İçlerindeki boşlukla savaşacak gücü kalmayanların "Böyle de yaşanmaz ki ama!" deyişidir. Genç Werther'den Yevsey'e, Yevsey'den Alfonso'ya kadar hep zayıflık izidir intihar, acz delilidir. Mehmet Pişkin inanmıyordu. Fakat Allah'a inanan bir insan da intihar edebilir. Eğer 'tutunamadığını' düşünmeye başlamışsa... Rahmete nasıl uzanacağını unutmuşsa... Direnememişse... Tıpkı merhume Nur Sena Düzgün gibi... (Düşünün ki, bizzat Kur'an'da öğretildiği şekliyle, Hz. Meryem annemiz dahi, iffetine gelebilecek söz nedeniyle ölmeyi dilemiştir.)
Salt isyan fikriyle yaptıklarını düşünmüyorum kesinlikle. Sadece güçleri yetmiyor artık. Ve hayatta kalmanın illa savaşmak anlamına gelmediğini bilmiyorlar. Aşamıyorlar. Bilseler de bilmiyorlar. İdrak etseler de iz'an edemiyorlar. Teoriyi pratiğe dökemiyorlar. Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda (özellikle ilk mektuplarında) çok sık tekrar ettiği bir final cümlesi var: "Bana inan." İntiharı yaklaştıkça bu cümleyi kullanmayı da bırakıyor. Yerini şöylesi ifadeler alıyor:
"(...) tembellikten, karakter zayıflığından ve ruhsal boşluktan dolayı işe yaramaz insanlar vardır. Beni öyle biri olarak görmezsen sevinirim. Başka nedenlerle, bir işe yaramayan insanlar da olabilir. Faydalı olabilmeyi gerçekten isteyen ama tutuk oldukları, yaratıcı olmak için gerekenlere sahip olmadıkları, belki kötü kaderleri öyle istediği ve bir şey yapmak tümüyle imkansız olduğu için hiçbir şey yapamayan insanlar da vardır; böyle bir insan, ne yapabileceğini kendisi de bilemez, içgüdüsel olarak şunu hisseder: Durumumu değerlendirebiliyorum, iyi sayılırım. Bambaşka bir insan olabileceğimi biliyorum. Neyle uğraşmalıyım, neye hizmet etmeliyim? İçimde bir şey var ama nedir? Bu farklı bir işe yaramazdır. İstersen beni onlardan biri kabul edebilirsin."
Boşlukla savaşmayı öğretmenin yolu, yeni yükler yüklenmede değil, "Allah hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez!" ayetini ders etmede. Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da Francesco'ya doktorun dediği gibi: "Sen, ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Yaşarken karşılaşacağın zorluklara karşı dik durabilmenin yolları yok sende. Allah'a tutunmayı bilmiyorsun. Esma'sından destek alamıyorsun. Bundandır uçurumların. Ve yanlış anlama! Yalnız kötülerin değil zayıfların, acizlerin, yaşamaktan korkanların da eylemidir intihar.
Bediüzzaman Hazretleri de mezkûr makamda bize şöyle söylüyor:
"Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar."
Ya kaçacak yer bulamazsa? O zaman da kendini kapatmayı dener. Çünkü böyle yaşamaya dayanamıyordur. Zeval-i lezzetleri elem olmuştur. Hatta ne kadar çok lezzet tatmışsa-tanımışsa elem katsayısı da o kadar yükselmiştir. Daha fazla yaşamak daha çok elem duymaktır onun için artık. Sonsuzlukla bağı kopmuştur. İmansızlığından değil. Hayır. Hâşâ. Sadece bu değil. İmanının yeterli pratiğine sahip olamamaktan. Yeterince tefekkürde bulunamamaktan. Yeterince zikrullahla meşgul olmamaktan. Ramazan'da oruç tutmamaktan. Beş vakit namazını kılmamaktan. Haramlardan kaçmamaktan, vesaire...
Bunlardan herbirisi kendisine kattığı dirençlerdir. Dayanma güçleridir. Salabet pratikleridir. Fakat, dinden uzak, rahat bir hayata gömüldükçe insan sertliğini yitirir. Hele bir de fıtraten kırılgansa çilesi daha da büyür. "Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir!" dememiş midir Geothe? Halbuki bu derece hassaslık Allah'a sığınmak için imkandır. Sığındıkça kurtarır Hüda kullarını. Lakin yardımcılığı beklenen sabrın bir de evveli var. O yüzden, Kur'an, Hızır aleyhisselamın diliyle öğretiyor ki: "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" İçyüzünü bilmekse tefekküre lazım mesaiyi sarfedebilmekte. Evet. Allah marifetine müştak âriflerin sürûrudur. Sevincidir. Cevşen'de de, işte tam da bu nedenle, Rabb-i Rahim'e öyle nidâ edilir: "Ya sürûra'l-ârifîn!" Yani 'Ey âriflerin sevinci olan Hüda!'
18 Haziran 2025 Çarşamba
'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor
"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan.
Hakikat aşkı için söylemek lazım: İsmet Özel şiirselliği hakikatin mihengini bozdu. Bazı şeyleri öyle güzel dilegetirdi ki aslında öyle olmadıkları unutuldu. İdeologların şairlerden olması bu nedenle tehlikelidir. Şairler şeyleri olmadıkları şekillerde dilegetirirler. Ama öyle güzel dilegetirirler ki gerçekle uyumsuzlukları gözardı edilir. Kur'an'ın şiirden teberrisi bu makamdadır. Şimdi, mesela, @allaturrca hesabının sahibi olan arkadaş, herhalde Cemile Bayraktar'ın attığı tivite gücenip, şöyle bir paylaşım yaptı: "Kürtçe şiir yazabilirsiniz ama Kürtçe fatura kesemezsiniz. Bu ülkeyi Selçuğun torunları fethetti. Kürdü, Arabı, Çerkezi Boşnağı... hepiniz buraya müslüman olduğunuz için girip yerleştiniz, kimse size kafa kağıdı sormadı. Selçuğun dilini öğrenmek istemeyen geldiği yere dönsün." Tabii, insan kırılmadan önce acıyor, üzülüyor. Üzülüyor, çünkü, tarihi böyle "Höt ettik, böt oldu!" şeklinde değerlendirmek hamlık göstergesi. Sığlık belirtisi... Halbuki tarihî hiçbir hâdiseyi açıklamak böyle kolay olmaz.
Yıllar önce, Nesil Yayınları'nda, Müfid Yüksel Hoca'nın 'İslamsız Kürdistan Hayali' başlıklı bir seminerini dinlemiştim. Hoca, orada, Selçukluların Anadolu'ya gelişini de anlatmıştı. Ve Kürtlerle Türkler arasındaki ittifak ilişkilerini bildiğimizden de öncesine götürmüştü. Meğer, ilk 'birlikte hareket etme' hâdisesi, daha Selçuklular tastamam İran'a inmeden önce yaşanmış. Dönemin Abbasî halifesinin şiilerce kuşatılmasıyla yardım istemesi, bu yardıma da Mervanîler'in Kürtler adına, Selçukîlerin Türkler adına olumlu cevap vermesi, o dönemde hem Abbasîlerin hem Mervanîlerin hem de Selçukîlerin Şafiî mezhebine bağlı bulunmaları, bu güzel ittihadı netice vermiş. Maşaallah. İki taraf birliklerini Bağdat'a göndererek halifenin üzerindeki baskıyı kırmışlar. Seminerin tamamını merak edenler için bir link de bırakayım: (https://www.youtube.com/watch?v=g1YgvbapazY)
Bu mübarek ittifak daha sonraki dönemde de devam ediyor. Malazgirt'te yaşananlar malum. Orada hem Türkler hem Kürtler hem de Araplar, Sultan Alparslan Han merhumun komutasında, cihad ediyorlar. Yani Anadolu'nun kapısını hep beraber açıyorlar. Zaten mücahid Türkler gelmeden önce de Kürdistan'da müslümanlar yaşamaktalar. (Kürdistan bölgesi Hz. Ömer radyallahu anh zamanında fethedildi. Kürtlerin İslamlaşması da ilk asır içinde tamamlandı.) Araplar da vaktiyle gelmişler. Hatta Emeviler döneminde İstanbul'u dahi kuşatmışlar. Fakat, takdir-i Hüda, muvaffak olamamışlar. Yani tarihi bütüncül görmek gerekiyor. Müslümanlar adına ilk cihad edenler Türkler değil. Araplar da Kürtler de zaten bölgede kâfirlerle cihad ediyorlardı. Ancak, övünelim, Türklerin İslamiyete girişiyle müslümanlar muhteşem bir cihad arkadaşı kazanıyorlar. Öyle ki, o arkadaş, bin sene cihadın bayraktarlığını yapıyor. Cepheyi Viyana önlerine kadar taşıyor. Rahman o yiğitlerin cümlesine rahmet etsin. Âmin.
Yani @allaturrca rumuzlu arkadaşta şahit olduğumuz şey aslında cehalet. Ben bu cehaletin 'kemalist anakronizmi' versiyonunu çok gördüm. Hani onlar da Türkiye'de nefes alan her canlının canını Mustafa Kemal'e borçlu olduğunu düşünürler. Nazarlarında Mustafa Kemal adeta bir Superman'dir. Yunan ordusunu Sakarya önlerinde gözünden çıkan lazer ışınlarıyla durdurmuştur. Sonra da süper nefesiyle üfleyip püfleyip denize atmıştır. Herşeyi o başarmıştır. Hatta o olmasa Türklerin hiçbir numarası yoktur. Bütün numaralar ondadır. O bir dehadır. O bir peygamberdir. O bir ilahtır. Yüzbin kere hâşâ... Ama kemalist anakronizm zamanı/tarihi sanrıları eşliğinde silbaştan yazdığı için hepsini illa yerinden oynatır. Kemalist ideolojiyle büyüyen bir genç, Türkiye'de yaşadığı için, ne Selçuklulara ne de Osmanlılara teşekkür ihtiyacı hissetmez. Yalnız ATA'yı bilir. Onu över.
'Kemalist anakronizmi' bu yönüyle anlamak mümkün. Ve George Orwell'ın 1984'te Big Brother'a biçtiği role de uyuyor. Ancak 'İsmet Özel anakronizmi' daha yeni birşey. Ve daha garip. Çünkü, Özel, İslam'a itikad-amel sahasında değer veriyor. Fakat tarihe, siyasete, sosyolojiye dair konuşmaya başladığında hepsi zihninden uçup gidiyor. Yeni bir tahayyül ile bakıyor her yöne. Türklerin 'sebeplerden bir sebep' olduğu yok bu düzlemde asla. Tıpkı @allaturrca rumuzlu arkadaşın raconu gibi racon. Nefes alan kim varsa içinizde nefesini Türklere borçlu. Herkes Türkler sayesinde varlığını devam ettiriyor. Kendinizi Allah'tan başkasına borçlu hissetmediğiniz günler geçmişte kaldı. Çünkü şimdi Türkler var. Hepiniz illa Türkçe konuşacaksınız. Türkler...
Allah müslüman Türklere selamet versin. Birşey dediğimiz yok. Emekleri de büyüktür. İnkârımız yok. Fakat hakemi şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam tutacaksak, ey şair, senin hükmün âdil görünmüyor. Nitekim, Selçukluların da gözüne âdil görünmemiş ki, bakınız, Zencanî'nin Siyasetnamesi'nde ne deniliyor: "13. yüzyıl Anadolusunda genellikle dinî ilimler Arapça; edebiyat, tarih, vb. ilimler Farsça yazılıyordu. Hatta Alaaddin Keykubat döneminde birara Arapça resmi dil ilan edilmişti." Yani Selçuklular da 'illa Türkçe' diye birşey savunmuyorlardı. Aslında @allaturrca rumuzlu kardeş bir 'İsmet Özel anakronizmi' yaşıyor. Kendisinin sahip olduğu Türkçülüğü Selçuklularda, Osmanlılarda, belki Hunlarda bile hayal ediyor. Bu hakikat değil. Selçuklular böyle bir davayla gelmediler Anadolu'ya. Onlar İslam'ın bayrağını ileriye taşımak aşkıyla yaşıyorlardı. Hüda hepsine rahmet etsin. Nizamülmülk'ün dehasında 'Özel' şairiyeti yoktu. Melikşah'ın bakışında 'Özelcilik' mevcut değildi.
Böylesi mevzularla halen uğraşıyor olmak gönül incitiyor. Eh, fakat, yapacak da birşey yok gibi. Kemalizmin 'ulusalcılık' boyutu bir kısım dindarları da rengine buladı. Nasıl bir kısım Kürtlerde apoizm hastalığı şifa bulmuyor; aynen öyle de; bir kısım Türklerde de kemalizmin yaraları kolay iyileşmiyor. Hoş, Cemile Bayraktar bazen benim de sinirlerimi hoplatır, evet, tivittırda kendisiyle tartıştığım da olmuştur. Lakin, yine de, Anadolu sanki Allah'ın mülkü değilmiş gibi hepimizi kapının önüne koymayı düşleyen bu tiplere sinirlememek olmuyor. Cenab-ı Hak cümle ırkçıların şerrinden ümmeti muhafaza buyursun. Âmin. Âmin.
Hakikat aşkı için söylemek lazım: İsmet Özel şiirselliği hakikatin mihengini bozdu. Bazı şeyleri öyle güzel dilegetirdi ki aslında öyle olmadıkları unutuldu. İdeologların şairlerden olması bu nedenle tehlikelidir. Şairler şeyleri olmadıkları şekillerde dilegetirirler. Ama öyle güzel dilegetirirler ki gerçekle uyumsuzlukları gözardı edilir. Kur'an'ın şiirden teberrisi bu makamdadır. Şimdi, mesela, @allaturrca hesabının sahibi olan arkadaş, herhalde Cemile Bayraktar'ın attığı tivite gücenip, şöyle bir paylaşım yaptı: "Kürtçe şiir yazabilirsiniz ama Kürtçe fatura kesemezsiniz. Bu ülkeyi Selçuğun torunları fethetti. Kürdü, Arabı, Çerkezi Boşnağı... hepiniz buraya müslüman olduğunuz için girip yerleştiniz, kimse size kafa kağıdı sormadı. Selçuğun dilini öğrenmek istemeyen geldiği yere dönsün." Tabii, insan kırılmadan önce acıyor, üzülüyor. Üzülüyor, çünkü, tarihi böyle "Höt ettik, böt oldu!" şeklinde değerlendirmek hamlık göstergesi. Sığlık belirtisi... Halbuki tarihî hiçbir hâdiseyi açıklamak böyle kolay olmaz.
Yıllar önce, Nesil Yayınları'nda, Müfid Yüksel Hoca'nın 'İslamsız Kürdistan Hayali' başlıklı bir seminerini dinlemiştim. Hoca, orada, Selçukluların Anadolu'ya gelişini de anlatmıştı. Ve Kürtlerle Türkler arasındaki ittifak ilişkilerini bildiğimizden de öncesine götürmüştü. Meğer, ilk 'birlikte hareket etme' hâdisesi, daha Selçuklular tastamam İran'a inmeden önce yaşanmış. Dönemin Abbasî halifesinin şiilerce kuşatılmasıyla yardım istemesi, bu yardıma da Mervanîler'in Kürtler adına, Selçukîlerin Türkler adına olumlu cevap vermesi, o dönemde hem Abbasîlerin hem Mervanîlerin hem de Selçukîlerin Şafiî mezhebine bağlı bulunmaları, bu güzel ittihadı netice vermiş. Maşaallah. İki taraf birliklerini Bağdat'a göndererek halifenin üzerindeki baskıyı kırmışlar. Seminerin tamamını merak edenler için bir link de bırakayım: (https://www.youtube.com/watch?v=g1YgvbapazY)
Bu mübarek ittifak daha sonraki dönemde de devam ediyor. Malazgirt'te yaşananlar malum. Orada hem Türkler hem Kürtler hem de Araplar, Sultan Alparslan Han merhumun komutasında, cihad ediyorlar. Yani Anadolu'nun kapısını hep beraber açıyorlar. Zaten mücahid Türkler gelmeden önce de Kürdistan'da müslümanlar yaşamaktalar. (Kürdistan bölgesi Hz. Ömer radyallahu anh zamanında fethedildi. Kürtlerin İslamlaşması da ilk asır içinde tamamlandı.) Araplar da vaktiyle gelmişler. Hatta Emeviler döneminde İstanbul'u dahi kuşatmışlar. Fakat, takdir-i Hüda, muvaffak olamamışlar. Yani tarihi bütüncül görmek gerekiyor. Müslümanlar adına ilk cihad edenler Türkler değil. Araplar da Kürtler de zaten bölgede kâfirlerle cihad ediyorlardı. Ancak, övünelim, Türklerin İslamiyete girişiyle müslümanlar muhteşem bir cihad arkadaşı kazanıyorlar. Öyle ki, o arkadaş, bin sene cihadın bayraktarlığını yapıyor. Cepheyi Viyana önlerine kadar taşıyor. Rahman o yiğitlerin cümlesine rahmet etsin. Âmin.
Yani @allaturrca rumuzlu arkadaşta şahit olduğumuz şey aslında cehalet. Ben bu cehaletin 'kemalist anakronizmi' versiyonunu çok gördüm. Hani onlar da Türkiye'de nefes alan her canlının canını Mustafa Kemal'e borçlu olduğunu düşünürler. Nazarlarında Mustafa Kemal adeta bir Superman'dir. Yunan ordusunu Sakarya önlerinde gözünden çıkan lazer ışınlarıyla durdurmuştur. Sonra da süper nefesiyle üfleyip püfleyip denize atmıştır. Herşeyi o başarmıştır. Hatta o olmasa Türklerin hiçbir numarası yoktur. Bütün numaralar ondadır. O bir dehadır. O bir peygamberdir. O bir ilahtır. Yüzbin kere hâşâ... Ama kemalist anakronizm zamanı/tarihi sanrıları eşliğinde silbaştan yazdığı için hepsini illa yerinden oynatır. Kemalist ideolojiyle büyüyen bir genç, Türkiye'de yaşadığı için, ne Selçuklulara ne de Osmanlılara teşekkür ihtiyacı hissetmez. Yalnız ATA'yı bilir. Onu över.
'Kemalist anakronizmi' bu yönüyle anlamak mümkün. Ve George Orwell'ın 1984'te Big Brother'a biçtiği role de uyuyor. Ancak 'İsmet Özel anakronizmi' daha yeni birşey. Ve daha garip. Çünkü, Özel, İslam'a itikad-amel sahasında değer veriyor. Fakat tarihe, siyasete, sosyolojiye dair konuşmaya başladığında hepsi zihninden uçup gidiyor. Yeni bir tahayyül ile bakıyor her yöne. Türklerin 'sebeplerden bir sebep' olduğu yok bu düzlemde asla. Tıpkı @allaturrca rumuzlu arkadaşın raconu gibi racon. Nefes alan kim varsa içinizde nefesini Türklere borçlu. Herkes Türkler sayesinde varlığını devam ettiriyor. Kendinizi Allah'tan başkasına borçlu hissetmediğiniz günler geçmişte kaldı. Çünkü şimdi Türkler var. Hepiniz illa Türkçe konuşacaksınız. Türkler...
Allah müslüman Türklere selamet versin. Birşey dediğimiz yok. Emekleri de büyüktür. İnkârımız yok. Fakat hakemi şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam tutacaksak, ey şair, senin hükmün âdil görünmüyor. Nitekim, Selçukluların da gözüne âdil görünmemiş ki, bakınız, Zencanî'nin Siyasetnamesi'nde ne deniliyor: "13. yüzyıl Anadolusunda genellikle dinî ilimler Arapça; edebiyat, tarih, vb. ilimler Farsça yazılıyordu. Hatta Alaaddin Keykubat döneminde birara Arapça resmi dil ilan edilmişti." Yani Selçuklular da 'illa Türkçe' diye birşey savunmuyorlardı. Aslında @allaturrca rumuzlu kardeş bir 'İsmet Özel anakronizmi' yaşıyor. Kendisinin sahip olduğu Türkçülüğü Selçuklularda, Osmanlılarda, belki Hunlarda bile hayal ediyor. Bu hakikat değil. Selçuklular böyle bir davayla gelmediler Anadolu'ya. Onlar İslam'ın bayrağını ileriye taşımak aşkıyla yaşıyorlardı. Hüda hepsine rahmet etsin. Nizamülmülk'ün dehasında 'Özel' şairiyeti yoktu. Melikşah'ın bakışında 'Özelcilik' mevcut değildi.
Böylesi mevzularla halen uğraşıyor olmak gönül incitiyor. Eh, fakat, yapacak da birşey yok gibi. Kemalizmin 'ulusalcılık' boyutu bir kısım dindarları da rengine buladı. Nasıl bir kısım Kürtlerde apoizm hastalığı şifa bulmuyor; aynen öyle de; bir kısım Türklerde de kemalizmin yaraları kolay iyileşmiyor. Hoş, Cemile Bayraktar bazen benim de sinirlerimi hoplatır, evet, tivittırda kendisiyle tartıştığım da olmuştur. Lakin, yine de, Anadolu sanki Allah'ın mülkü değilmiş gibi hepimizi kapının önüne koymayı düşleyen bu tiplere sinirlememek olmuyor. Cenab-ı Hak cümle ırkçıların şerrinden ümmeti muhafaza buyursun. Âmin. Âmin.
12 Haziran 2025 Perşembe
Ebu Hanzala mı Ebu'l-Hıyal mi?
Dün önüme bir video düştü. 'Ebu Hanzala' nâm ile meşhur 'Halis Bayancuk'un "Risale-i Nur'a nasıl bakıyorsunuz?" sorusuna verdiği cevap. Uzatmayayım. Halis Bayancuk, soruyu soran Şeyhmus abimize, 'tuzaklı' bir yol tavsiye ediyor. Öncelikle Kur'an'ın Arapçasını (yani aslını) bir kenara bırakıp meal okumasını salık veriyor. (Daha sonra meali de kendisinin vereceğini söylüyor.) İkinci olarak da Risale-i Nur'u tenkid eden herhangi bir eseri mütalaa etmesini öneriyor. (Sonraki 'Baskısı var-yok' muhabbetinden onu da kendisinin vereceğini anlıyorsunuz.) Hülasa: Halis Bayancuk'un, muhatabının Risale-i Nur'u tartacak Kur'an ve sünnet bilgisine sahip olmaması(!) nedeniyle, Şeyhmus abiyi yeterli bir Kur'an ve sünnet bilgisiyle donatmaya çalıştığını sanıyorsunuz. Nihayetinde de, kendisi tarafsızmış gibi, bir dua tavsiyesinde bulunuyor. Yerseniz. Yemezseniz, ki tavsiye edilen de odur, Halis Bayancuk'un çevirdiği numaralara dair diyeceğim birşeyler var:
1) Bayancuk, taktiksel ilk adım olarak, muhatabının özgüvenini kırmaya yöneliyor. Onu bir şekilde 'kendi dininin cahili' durumuna düşürüyor. Halbuki, diyaloğun öncesinden anladığımız kadarıyla, Şeyhmus abi Diyarbakırlı. Yani belki 1400 yıldır müslüman olan bir coğrafyada yetişmiş. Ve yine neredeyse 1400 yıldır müslüman olan bir milletin mensubu...
Düşünün: Eş'arî-Şafiî gelenekle, ve yine bin yıla yakındır devam etmekte olan medrese sistemiyle, mezcolmuş bir yer. Son iki yüzyılıysa bu şerefe Nakşibendî-Halidî sistemiyle cila çekmiş, sürme sürmüş, tezyin etmiş. Maşaallah. Bu kalem bu göze çok yakışmış. Evet. Kabul. Araya bir karanlık dönem de girmiş. Fakat damar o damar. Kan o kan. Terbiye o terbiye.
Şeyhmus abi de o damarın devamı olan bir medresede derslere gidiyormuş. Yine maşaallah. Yani, bence, an'ane-yi İslamiye itibariyle, Şeyhmus abi zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinin kabullerine sahiptir, imanlıdır, tamamdır. Hatta, mizana vursak, Halis Bayancuk'un selefîlik üzerinden zihnen yaşadığı bulanıklığa bedel Şeyhmus abinin sinesi daha billur çıkar. (Sözgelimi: Halis Bayancuk'a sorsan 'Allah göktedir' der, Şeyhmus abiye sorsan 'Allah mekandan münezzehtir' der.) Bu nedenle Bayancuk, âvâm-ı mü'min olarak gördüğü Şeyhmus abiyi, sahip olduğu kabullerde tereddüte düşürmek istiyor. 'Risale-i Nur'da bir yanlış olsa da farkedemeyecek kadar cahil...' gibi hissettiriyor. Halbuki, eğer Bediüzzaman Hazretleri, içinden çıktığı Eş'arî-Şafiî geleneğe aykırı birşey söylese, akılbaliğ çocuktan tut seksenindeki pir-i fânisine kadar, bütün müslümanlar beyanındaki hatayı anlardı. Öncelikle uleması anlardı. İlla medrese hocaları anlardı. Onlar da Bediüzzaman'ı hemen tenkid ederlerdi. Halbuki devrinde yaşayanlar, bırakın tenkidi, kemalini takdir ediyorlar. Halis Bayancuk bu takdiri unutturuyor-anmıyor. Muhatabına bu 'takdir mazisini' aştırıp 'kolayca tenkide koyulacağı' bir kapıyı açtırmayı düşünüyor.
2) Bayancuk'un ikinci adımı muhatabına meal okutmak. Onu da kendi vereceği mealden yaptırmak. Arkadaşlar, hepimiz biliyoruz ki, "Doğrudan Kur'an'a gidelim!" söylemi, hangi fırka onu kendine bayrak kılarsa kılsın, tek amaçla savunulmuştur: "Doğrudan Kur'an'a gidelim ki İslam geleneği/mirası aradan çıksın!" Yani, Nebi aleyhissalatuvesselam aradan çıksın, sahabe aradan çıksın, tabiîn aradan çıksın, tebeü't-tabiîn aradan çıksın, bütün bir İslamî miras aradan çıksın. Geriye ne kalsın peki? Geriye Kur'an'ın metni kalsın. Ve böylece onun 'çok anlama gelebilir' yapısını 'ehl-i sünnet zırhından' kurtaralım. İstediğimiz anlama getirebilelim. Bize, ne peygamber, ne sahabe, ne tabiin, ne tebeü't-tabiin, ne de sonraki salih miras vahyi nasıl anlayacağımızı söylesin. Söyleyemesin. Ki serbestliğimizi kıramasın. Kıramasın ki, tıpkı hariciler gibi, gerekirse ayete dayanıp (doğrusu: yanlış mana verip) sahabeyi bile tekfir edebilelim. Hevamızla dinde at oynatabilelim.
Bayancuk da aynı zakkum kökünün mirasçısı sayılabileceğinden benzer bir yöntemi deniyor. Risale-i Nur gibi bir tefsiri tartmak için muhatabını meale davet ediyor. Halbuki ehl-i sünnet mirası nice nice tefsirlerle doludur. Haydi, Maturidî-Hanefî çizginin mübarek ilmi coğrafya itibariyle kenarda kalsın, tamam. Fakat Eş'arî-Şafiî medresesi de nice muazzez müfessir yetiştirmiştir. Risale-i Nur'u neden onlar tartmıyor? Neden 'tefsir tartmak' için muhatap, hacim olarak onda biri bile etmeyecek, meallerle muhatap kılınıyor? Bunda bir suikast aramak yanlış mıdır? Bence, Halis Bayancuk, muhatabına başka bir tefsir okuyup Risale-i Nur'la karşılaştırmasını tavsiye etmiyor, çünkü ehl-i sünnet diğer tefsirlere de güvenmiyor.
Eş'arîlik-Şafiîlik zaten selefiler için problemli... O yüzden 'halis gelenekle' muhatap edeceğine Halis Bayancuk'un vereceği mealle muhatap olmasını istiyor. Şaşırmayalım. Bunu Mustafa İslamoğlu da istiyor. Caner Taslaman da istiyor. Yani, ters yöndeymiş gibi görünseler de, ehl-i bid'a genelde kafamızı istedikleri kolaylıkta tutabilmek için bizi meallere sevkediyorlar. Yoksa, ya tavsiye ettikleri eserden sakladıkları kimlikleri ortaya çıkacak, yahut da muhatab kıstası yanlış edinmeyeceğinden stratejileri istedikleri sonuçları vermeyecek. Yani Kur'ancılık deyince illa damağını kaldıracaksın.
Bir de mevzuun şöyle bir yanı var: Bayancuk'un vereceği mealin ehl-i sünnet sıhhatine sahipliği ne malum? Meal zaten tür olarak da Kur'an'daki manaları aktarmakta eksiktir. Ümmet, istikameti şüpheli asrımıza kadar, Kur'an'ı anlamak için mealleri değil tefsirleri tercih etmiştir. Çünkü Kur'an'ı anlamak gibi anlatmak da ihtisas işidir. Her "Arapça biliyorum!" diyenin çevirisi Kur'an'ın kifayetini kaldıramaz. Zira meal sonuçta beşer sözüdür. Mealcinin Kur'an'dan anladığından aktarabildiği kadardır. Ve eğer mealcinin itikadı/ameli sorunluysa bu sorunu mealine de yansır. Anlayışı kıtsa meali de kıtlaşır. O yüzden meallere Kur'an'ın aynısı gibi davranılmaz. Halbuki, Bayancuk, Şeyhmus abi gibi bir 'tefsir talebesini' tutup 'meal talebesi' seviyesine düşürmeye çalışıyor. Ardından da meale tefsir dövdürebileceği imâsında bulunuyor.
Dikkat buyurunuz. Sonundaki hidayet duasına kanmıyoruz asla. Zira kendisinin videonun geri kalanındaki beyanatı Risale-i Nur'u Kur'an'a uygun görmüyor tıynetindedir. O tıynet de zaten selefîlerin kadim hastalığıdır. O tıynetten çıkmış bir meal tavsiyesinin 'bile bile lades'e götürmeyeceği ne malumdur? Tuzaklı olmadığı nasıl söylenebilir? Yani, meali, beşer sözü değil de Kur'an'ın aynısı sanan muhatap, selefîlerin yanlış anlamalarını ayetin kendisi bilip, Risale-i Nur'u da bunlara muarız zannederse, onu hatadan ne kurtarabilecektir? Ebu Hanzala'nın Ebu'l-Hıyal'e dönüştüğü bir yerdir burası...
3) Halis Bayancuk videonun devamında diyor ki: Risale-i Nur'u tenkid eden bir kitap okumalısın. Sonrasında kitabın baskısının olup-olmadığına dair bir konuşma geçiyor ekibinden birisiyle. Anlıyoruz ki: Tenkid kitabını da kendisi verecek. Yani selefî kütüphanelerinde bu konuya dönük de çalışmalar var. Eh, ne yapalım, Suud sermayesi sağolsun, petrol parası onlara akıyor. İstedikleri kadar kitap basarlar. Fakat, Halis Bayancuk, videonun tamamında sanki 'insaf ehlinden' gibi görünmeye gayret ediyor. Halbuki, insan, ehl-i insaf olanın şöyle bir tavsiye vermesini de bekler: "Kardeşim, Risale-i Nur'u tenkid eden kitapları da oku, sonra bu tenkidlere cevap veren nurcu metinleri de oku. Yani nurcuların kendilerine yapılan eleştirilere ne karşılık verdiğini de bil. Sadece tenkide bakıp durma. Çünkü, belki, tenkid yapan da seni kandırıyor olabilir."
En azından bunu beklerim. Halis Bayancuk ise böyle yapmıyor. Muhatabını tenkidlerle başbaşa bırakıyor. Yalnızca tenkid okutuyor. Bu tenkidler de muhtemelen selefîlerin İslam coğrafyasında kendilerine alan bırakmayan ehl-i sünnet ekollerini geriletmek için propaganda olarak hazırlattığı metinler. Evet. Selefîlerin her coğrafyaya, oradaki ekollere, hassaten de tasavvuf ekollerine dönük hazırlanmış metinleri var. Bunlar yeni şeyler değil. Bunları yayıp o bölgelerdeki müstakim mürşidleri geriletmeye çalışıyorlar ki kendilerinin halay çekeceği boşluk oluşsun. Yani selefîlik, hakikati arayan bir yolculuk değil, İslam âlemi için bir kanser. Öyle de bir kanser ki, yayıldığı her yerde, kardeş kardeşin gırtlağına çöküyor.
Ben Şeyhmus abimize ulaşsam şöyle derim: Nurcular eleştirilmez insanlar değildir abi. Risale-i Nur da eleştirilmez bir kitap değildir. Fakat, bizi eleştirenlere bakacaksan, bizim de ne dediğimize bir bak lütfen. Operasyonel adamların oyununa gelip dostluğumuzu bırakma. Bediüzzaman Said Nursî emsali ulema İslam coğrafyasının yerli malıdır. Halis sütüdür. Özbeöz evladıdır. Ekmeğini de yemiştir, çilesini de çekmiştir, yani her ne demişse 'buralı olarak' demiştir. Yalnızca ismi Halis olanlar gibi proje değildir. Sipariş değildir. Sonradan ortaya çıkmamıştır. Geçmişine küsmemiştir. Kendi ceddine sövmemiştir. Şimdilerde, maalesef, Kürdistan coğrafyasında da bu damar kendine yer bulmaya çalışıyor. Kürtlerin fıtraten sertliğini/dindarlığını kendi mesleğine sermaye etmeye gayret ediyor. Ancak, ümidim o ki, Kürtler de Türkler de, tasavvuf büyüklerine hürmetleri nedeniyle, bu zehri içlerinden kusacaklardır. Kendi tarlalarını elin yabanına sürdürmeyeceklerdir.
1) Bayancuk, taktiksel ilk adım olarak, muhatabının özgüvenini kırmaya yöneliyor. Onu bir şekilde 'kendi dininin cahili' durumuna düşürüyor. Halbuki, diyaloğun öncesinden anladığımız kadarıyla, Şeyhmus abi Diyarbakırlı. Yani belki 1400 yıldır müslüman olan bir coğrafyada yetişmiş. Ve yine neredeyse 1400 yıldır müslüman olan bir milletin mensubu...
Düşünün: Eş'arî-Şafiî gelenekle, ve yine bin yıla yakındır devam etmekte olan medrese sistemiyle, mezcolmuş bir yer. Son iki yüzyılıysa bu şerefe Nakşibendî-Halidî sistemiyle cila çekmiş, sürme sürmüş, tezyin etmiş. Maşaallah. Bu kalem bu göze çok yakışmış. Evet. Kabul. Araya bir karanlık dönem de girmiş. Fakat damar o damar. Kan o kan. Terbiye o terbiye.
Şeyhmus abi de o damarın devamı olan bir medresede derslere gidiyormuş. Yine maşaallah. Yani, bence, an'ane-yi İslamiye itibariyle, Şeyhmus abi zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinin kabullerine sahiptir, imanlıdır, tamamdır. Hatta, mizana vursak, Halis Bayancuk'un selefîlik üzerinden zihnen yaşadığı bulanıklığa bedel Şeyhmus abinin sinesi daha billur çıkar. (Sözgelimi: Halis Bayancuk'a sorsan 'Allah göktedir' der, Şeyhmus abiye sorsan 'Allah mekandan münezzehtir' der.) Bu nedenle Bayancuk, âvâm-ı mü'min olarak gördüğü Şeyhmus abiyi, sahip olduğu kabullerde tereddüte düşürmek istiyor. 'Risale-i Nur'da bir yanlış olsa da farkedemeyecek kadar cahil...' gibi hissettiriyor. Halbuki, eğer Bediüzzaman Hazretleri, içinden çıktığı Eş'arî-Şafiî geleneğe aykırı birşey söylese, akılbaliğ çocuktan tut seksenindeki pir-i fânisine kadar, bütün müslümanlar beyanındaki hatayı anlardı. Öncelikle uleması anlardı. İlla medrese hocaları anlardı. Onlar da Bediüzzaman'ı hemen tenkid ederlerdi. Halbuki devrinde yaşayanlar, bırakın tenkidi, kemalini takdir ediyorlar. Halis Bayancuk bu takdiri unutturuyor-anmıyor. Muhatabına bu 'takdir mazisini' aştırıp 'kolayca tenkide koyulacağı' bir kapıyı açtırmayı düşünüyor.
2) Bayancuk'un ikinci adımı muhatabına meal okutmak. Onu da kendi vereceği mealden yaptırmak. Arkadaşlar, hepimiz biliyoruz ki, "Doğrudan Kur'an'a gidelim!" söylemi, hangi fırka onu kendine bayrak kılarsa kılsın, tek amaçla savunulmuştur: "Doğrudan Kur'an'a gidelim ki İslam geleneği/mirası aradan çıksın!" Yani, Nebi aleyhissalatuvesselam aradan çıksın, sahabe aradan çıksın, tabiîn aradan çıksın, tebeü't-tabiîn aradan çıksın, bütün bir İslamî miras aradan çıksın. Geriye ne kalsın peki? Geriye Kur'an'ın metni kalsın. Ve böylece onun 'çok anlama gelebilir' yapısını 'ehl-i sünnet zırhından' kurtaralım. İstediğimiz anlama getirebilelim. Bize, ne peygamber, ne sahabe, ne tabiin, ne tebeü't-tabiin, ne de sonraki salih miras vahyi nasıl anlayacağımızı söylesin. Söyleyemesin. Ki serbestliğimizi kıramasın. Kıramasın ki, tıpkı hariciler gibi, gerekirse ayete dayanıp (doğrusu: yanlış mana verip) sahabeyi bile tekfir edebilelim. Hevamızla dinde at oynatabilelim.
Bayancuk da aynı zakkum kökünün mirasçısı sayılabileceğinden benzer bir yöntemi deniyor. Risale-i Nur gibi bir tefsiri tartmak için muhatabını meale davet ediyor. Halbuki ehl-i sünnet mirası nice nice tefsirlerle doludur. Haydi, Maturidî-Hanefî çizginin mübarek ilmi coğrafya itibariyle kenarda kalsın, tamam. Fakat Eş'arî-Şafiî medresesi de nice muazzez müfessir yetiştirmiştir. Risale-i Nur'u neden onlar tartmıyor? Neden 'tefsir tartmak' için muhatap, hacim olarak onda biri bile etmeyecek, meallerle muhatap kılınıyor? Bunda bir suikast aramak yanlış mıdır? Bence, Halis Bayancuk, muhatabına başka bir tefsir okuyup Risale-i Nur'la karşılaştırmasını tavsiye etmiyor, çünkü ehl-i sünnet diğer tefsirlere de güvenmiyor.
Eş'arîlik-Şafiîlik zaten selefiler için problemli... O yüzden 'halis gelenekle' muhatap edeceğine Halis Bayancuk'un vereceği mealle muhatap olmasını istiyor. Şaşırmayalım. Bunu Mustafa İslamoğlu da istiyor. Caner Taslaman da istiyor. Yani, ters yöndeymiş gibi görünseler de, ehl-i bid'a genelde kafamızı istedikleri kolaylıkta tutabilmek için bizi meallere sevkediyorlar. Yoksa, ya tavsiye ettikleri eserden sakladıkları kimlikleri ortaya çıkacak, yahut da muhatab kıstası yanlış edinmeyeceğinden stratejileri istedikleri sonuçları vermeyecek. Yani Kur'ancılık deyince illa damağını kaldıracaksın.
Bir de mevzuun şöyle bir yanı var: Bayancuk'un vereceği mealin ehl-i sünnet sıhhatine sahipliği ne malum? Meal zaten tür olarak da Kur'an'daki manaları aktarmakta eksiktir. Ümmet, istikameti şüpheli asrımıza kadar, Kur'an'ı anlamak için mealleri değil tefsirleri tercih etmiştir. Çünkü Kur'an'ı anlamak gibi anlatmak da ihtisas işidir. Her "Arapça biliyorum!" diyenin çevirisi Kur'an'ın kifayetini kaldıramaz. Zira meal sonuçta beşer sözüdür. Mealcinin Kur'an'dan anladığından aktarabildiği kadardır. Ve eğer mealcinin itikadı/ameli sorunluysa bu sorunu mealine de yansır. Anlayışı kıtsa meali de kıtlaşır. O yüzden meallere Kur'an'ın aynısı gibi davranılmaz. Halbuki, Bayancuk, Şeyhmus abi gibi bir 'tefsir talebesini' tutup 'meal talebesi' seviyesine düşürmeye çalışıyor. Ardından da meale tefsir dövdürebileceği imâsında bulunuyor.
Dikkat buyurunuz. Sonundaki hidayet duasına kanmıyoruz asla. Zira kendisinin videonun geri kalanındaki beyanatı Risale-i Nur'u Kur'an'a uygun görmüyor tıynetindedir. O tıynet de zaten selefîlerin kadim hastalığıdır. O tıynetten çıkmış bir meal tavsiyesinin 'bile bile lades'e götürmeyeceği ne malumdur? Tuzaklı olmadığı nasıl söylenebilir? Yani, meali, beşer sözü değil de Kur'an'ın aynısı sanan muhatap, selefîlerin yanlış anlamalarını ayetin kendisi bilip, Risale-i Nur'u da bunlara muarız zannederse, onu hatadan ne kurtarabilecektir? Ebu Hanzala'nın Ebu'l-Hıyal'e dönüştüğü bir yerdir burası...
3) Halis Bayancuk videonun devamında diyor ki: Risale-i Nur'u tenkid eden bir kitap okumalısın. Sonrasında kitabın baskısının olup-olmadığına dair bir konuşma geçiyor ekibinden birisiyle. Anlıyoruz ki: Tenkid kitabını da kendisi verecek. Yani selefî kütüphanelerinde bu konuya dönük de çalışmalar var. Eh, ne yapalım, Suud sermayesi sağolsun, petrol parası onlara akıyor. İstedikleri kadar kitap basarlar. Fakat, Halis Bayancuk, videonun tamamında sanki 'insaf ehlinden' gibi görünmeye gayret ediyor. Halbuki, insan, ehl-i insaf olanın şöyle bir tavsiye vermesini de bekler: "Kardeşim, Risale-i Nur'u tenkid eden kitapları da oku, sonra bu tenkidlere cevap veren nurcu metinleri de oku. Yani nurcuların kendilerine yapılan eleştirilere ne karşılık verdiğini de bil. Sadece tenkide bakıp durma. Çünkü, belki, tenkid yapan da seni kandırıyor olabilir."
En azından bunu beklerim. Halis Bayancuk ise böyle yapmıyor. Muhatabını tenkidlerle başbaşa bırakıyor. Yalnızca tenkid okutuyor. Bu tenkidler de muhtemelen selefîlerin İslam coğrafyasında kendilerine alan bırakmayan ehl-i sünnet ekollerini geriletmek için propaganda olarak hazırlattığı metinler. Evet. Selefîlerin her coğrafyaya, oradaki ekollere, hassaten de tasavvuf ekollerine dönük hazırlanmış metinleri var. Bunlar yeni şeyler değil. Bunları yayıp o bölgelerdeki müstakim mürşidleri geriletmeye çalışıyorlar ki kendilerinin halay çekeceği boşluk oluşsun. Yani selefîlik, hakikati arayan bir yolculuk değil, İslam âlemi için bir kanser. Öyle de bir kanser ki, yayıldığı her yerde, kardeş kardeşin gırtlağına çöküyor.
Ben Şeyhmus abimize ulaşsam şöyle derim: Nurcular eleştirilmez insanlar değildir abi. Risale-i Nur da eleştirilmez bir kitap değildir. Fakat, bizi eleştirenlere bakacaksan, bizim de ne dediğimize bir bak lütfen. Operasyonel adamların oyununa gelip dostluğumuzu bırakma. Bediüzzaman Said Nursî emsali ulema İslam coğrafyasının yerli malıdır. Halis sütüdür. Özbeöz evladıdır. Ekmeğini de yemiştir, çilesini de çekmiştir, yani her ne demişse 'buralı olarak' demiştir. Yalnızca ismi Halis olanlar gibi proje değildir. Sipariş değildir. Sonradan ortaya çıkmamıştır. Geçmişine küsmemiştir. Kendi ceddine sövmemiştir. Şimdilerde, maalesef, Kürdistan coğrafyasında da bu damar kendine yer bulmaya çalışıyor. Kürtlerin fıtraten sertliğini/dindarlığını kendi mesleğine sermaye etmeye gayret ediyor. Ancak, ümidim o ki, Kürtler de Türkler de, tasavvuf büyüklerine hürmetleri nedeniyle, bu zehri içlerinden kusacaklardır. Kendi tarlalarını elin yabanına sürdürmeyeceklerdir.
Bu vesileyle, selefîlik-şiilik gibi tehlikeleri evvelinden öngörüp, onlara karşı dersleri, kitapları, seminerleriyle mücadele eden Ebubekir Sifil Hoca'nın ilgili kayıtlarının internetten takip edilmesini öneririm. Halis Bayancuk tuttuğunu kendince Kur'an'a-sünnete arzediyorsa, kendisinin de hakettiğidir, Kur'an'a-sünnete arzedilsin. İşte, Ebubekir Sifil Hoca, Türkiye'de bu arzı en yetkin biçimde yapan bir âlimdir. Allah afiyet versin. Sa'y u gayreti bereketle dolsun. Âmin. Âmin...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
'Türkleri' övmek mi 'Türklüğe' dövdürmek mi?
Alelekser Kürtler sünnidir. Az bir kısmı da alevidir. Bizim ilçenin Kürtleri de alevidir. Sivas'ın diğer bazı ilçelerinde Türk alevileri...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...