6 Nisan 2014 Pazar

Fâsık Psikolojisi

"(...) iyi olan hiçbir şeyi sevmezler yavrum, kendileri iyi olmadıkları için onları da yok ederler."
Gorki, Çocukluğum'dan...


Fâsık: Sözlükte 'çıkmak' manasına gelir. Istılahta ise dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir. Fıskı derecelendirme açısından üç grupta toplamak mümkündür: 1) Günahı çirkin olarak kabul edip bazen günah işlemek. 2) Bir günahı ısrarla yapmak. 3) Günahın çirkin olduğunu inkar ederek bu günahı işlemeye açıkça devam etmek. Sonuncusu, küfrü gerektiren bir durumdur. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili'nden).

İlk kez Metin Karabaşoğlu abiden işitmiştim bu nüansı: “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste İslam kelimesinin olmadığını. Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. İlgili yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Varlık hayır üzerineydi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu. Yaratılışta kötülük yoktu, yorumlanışta kötülük vardı.

Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Hiç kimse laboratuvara kapanıp çalışırken şirkin varlığına bilimsel bir veri keşfetmiyordu. (Üretilen herşey teori/tasavvur düzeyinde, şirkin mümkünlüğünü yol bulmak nazarıyla kurgulanmış uydurmalardı.) Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?

Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde, sanıyorum, bunun cevabını yakaladım. Bu eserin Ateistlerin İnancı isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:

(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...

Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın nameşru zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu. İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Üstad Hazretleri Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra fâsık psikolojisine şöyle değiniyordu:

(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğ­farla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Kü­çük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

Burada da vurgulandığı üzere günahkârlık ve ileri aşamasıyla fâsıklık, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki karşı koyuşu, hayır üzere olan içsesi bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu noktada bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma:

"Bakın, Allah, bir sivrisineği (hatta) ondan daha küçük bir şeyi örnek getirmekten kaçınmaz. İmana ermiş olanlara gelince, onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, 'Bu örnek ile Allah ne demek istiyor acaba?' derler. Bu yolla Allah, bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğruya yöneltir, fakat fâsıklardan başkasını saptırmaz."

Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:

Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüp­heleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki:

‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîm'in de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvü­lat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.
’”

Bu metinler, beni tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: "Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden?" Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti elbette. Fakat ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı, yani 'göremeyen veya görmek istemeyen'lerin nazarlarında, zatında hayır üzere olan varlığın küfür ve şer üzerine esnetildiği/yorumlandığı aşikârdı. Küfrün özünde mantık değil, hedonizm/zevkçilik vardı. Kuvve-i akliye, ancak daha sonra sapmış olan diğer iki kuvvenin peşinden bilgi üretimine başlıyordu dalalet ekolünde.

Tıpkı ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günah işlemeye yönelik karşı konulmaz bir arzu duyanlar, sonra bu arzunun peşinde doludizgin koşanlar, elbette aralarında engel olarak gördükleri şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı. Ve arkadaşım, o yol, insanın kötülüğü canı istediği sürece, açıktı.

Not: Bu yazı daha önce, epey kısa bir şekliyle Küfür Psikolojisi olarak yayınlanmıştı. Bakara sûresindeki ilgili ayet üzerine yeni bir yazı kaleme almaya niyetlendiğimde, sıfırdan yeni birşey yazmak yerine, çok dışına çıkamadığım görünce, eskisi üzerinde çalıştım. Fâsık Psikolojisi, o yazının zenginleştirilmiş şeklidir.

4 Nisan 2014 Cuma

Ya hepimiz dönüşüyorsak?

"Evinde duvarlar bile yardım eder insana." Anton Pavloviç Çehov, Köylüler öyküsünden.

Zerre Risalesi okumaları yaparken gelmişti aklıma bu sorular: Belki de âleme eğitilmek için gönderilmiş olanlar yalnız biz değiliz? Belki âlem de bizimle birlikte bir tedris içinde. Beraber terbiye olunuyoruz. Onların bizden farkı: Emaneti kabul etmeyişleri. "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir..." ayeti hem kabul edenlerden hem etmeyenlerden bahsediyor. Emanetsiz terbiye olmaz mı peki?

Biz kabul etmişiz. Şuurundayız yaşananların olabildiğimiz kadar. Onlar değiller. Belki de seçeneklerin varlığını bile bilmiyorlar. Ne mutlu! Hep doğruyu seçiyorlar. Çünkü fıtratları onları doğruya götürüyor. Tıpkı Fussilet sûresinde dendiği gibi: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi." İsteyerek yapıyorlar onlar da herşeyi. Coşkularından belli. Durmamalarından belli. Tembellik yok. Hikmetli bir bekleyişten başka dinlenmek yok. Tembellik bize. İhtiyar bize. İrade bize. Sırf bunlara sahip olduğumuz için tek hazırlananın kendimiz olduğunu iddia etmek doğru mu? Hazırlanmak için sınanıyor olmak şart mı?

Dedim ya; ilk kez Zerre Risalesi'ni tefekkür ederken gelmişti bunlar aklıma. Mürşidimiz, Hatemü'l-Enbiya'dan dersini almış bize diyordu ki:

"Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler."

Ne demek bu 'nurlandırmak' veya 'âlem-i uhreviye binasına layık zerreler' olmak? 'Letafet peyda etmek' ne demek? Bunların tam karşılığını ben de bilmiyorum. Fakat öyle hissediyorum ki: Hepimiz bir büyük dönüşümün içindeyiz.

Ol'uyoruz sürekli o büyük 'ol'un içinde. Zamanla mukayyetiz. Sınırlar bizden. O büyük ol'u ancak küçük ol'lara şahitliğimizle görebiliyoruz. Bu yüzden şahadet getirip müslüman oluyor ve şahitler olarak yaşıyoruz dünyada. Kıymetimiz herşeyi bilmemizden değil, zaten bu mümkün de değil, yanından geçtiğimiz ol'lara şahitlik etmemizden. Bizler büyük kâinat dönüşümünün şahitleriyiz. İbrahim sûresinde buyrulduğu gibi: "Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün..." Sahi, yeryüzü, her an başka bir şekle çevrilmiyor mu? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam "Dünya ahiretin tarlasıdır..." derken ya sadece bizi, toprağımızı veya ektiklerimizi kastetmemişse?

"Sâni-i Hakîm anâsırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemâl hükmünde) mâdeniyât derecesine çıkarmasıyla ve mâdeniyâta mahsus tesbihâtları onlara bildirmesiyle; ve mâdeniyâtı tahrik ve tavzif edip nebâtât mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle; ve nebâtâtı rızık ederek tahrik ve tavzif ile hayvanât mertebe-i letâfetini onlara ihsan etmesiyle; ve hayvanâttaki zerrâtı tavzif edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla; ve insanın vücudundaki zerrâtı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimâğın ve kalbin en nâzik ve latîf yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekât-ı zerrât hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemâlâta koşturuluyor."

İmam-ı Mübin olan büyük 'ol'u, kayıtlarımız nedeniyle ancak Kitab-ı Mübin'in küçük oluşları şahitliğiyle görebiliyoruz. Kudretle giydirilen suret kuşatamadığımız ilme şahit kılıyor bizi. Sanki ilim bölündükçe kudret oluyor. Yahut da ilim, kudret vasıtasıyla, bizim yutabileceğimiz küçük parçalara bölünüyor. Ve dünya, canlı-cansız varlıklarla karışık evren, giderek nurlanıyor, hayatlanıyor, canlanıyor. Ankebut sûresi de bu dersi veriyor: "Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur." Demek can var canın üstünde. Biz hayatın nihayetinde değiliz. Daha daha canlanıyoruz. Gerçekten yaşayacağımız günlerin eğitimindeyiz.

Hani pikniğe gidersin, çalı çırpı toplarsın, ateş yakmaya niyetlenirsin. Ama birden yanmaz o ateş. Üflersin, üflersin, üflersin. Kısım kısım parlamalar olur. Yanıp yanıp sönmeler olur. Sonra birden tutuşur. Yani sürekli değişir birşeyler o müstakbel yangının içinde. Yavaş yavaş dönüşür. Kimyada buna 'aktivasyon enerjisi' diyorlar. Tepkimenin başlaması için gerekli olan enerji. Âlem de belki kendi büyük dönüşümünün aktivasyon enerjisini topluyor. Dönüşümünü biriktiriyor. Kıyamet tepkime noktamız. Ama bizim tutuşmamız hayat ile. Allah bizi Hayy ismi şerifinde yandıracak. O yüzden bu dünyaya sürekli ondan üflüyor. Ölenler, dirilenler, yananlar, sönenler. Sanki büyük bir yangının eşiğinde gibiyiz. Bir kısmımız ateş olup nurlanacak. Şu anda da iman iman nurlanıyorlar işte. Bir kısmımız kül olup öyle değersiz kalacak. Onlar da küfür küfür topluyorlar işte.

Cennetlikler ve cehennemlikler. Herkes orada karşılaşacağı muameleyi burada yetiştiriyor. Ahiretin tarlası olan dünyayı yalnız insanın hasenatı-seyyiatı olarak düşünme. Yalnız iyilik ve kötülük toplamıyorsun bu âlemde. Aynı zamanda orada karşılaşacağın zerreleri de dönüştürüyorsun. Dönüştüreceğini götüreceksin yanında. Büründürdüğün manayı orada bulacaksın. İncitmediklerin seni gözetmeye gelecek. Duhan sûresi neden "Gök ve yer onlara ağlamadı" buyuruyor kafirler için. Neden? Güzel birşeye dönüştürmüyorlar ki onu. Neden üzülsün onlar yer ve gök için? Aksine nurlanmalarını engelliyorlar onlar.

"Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşrûanın uhrevî neticesi, Kur'ân'ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin Elhamdülillâh kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada elhamdülillâh yersin! Ve nimette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'ân'ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizâsıyla sabittir."

Gördün mü şahitliğin ne kadar kıymetli. O zaman şahitliğine dikkat et. An'ını yaşama. An'ına şahit ol. Tefekkürle incel. An'ını yaşayacaksan böyle yaşa. Bu hayatta gördüklerini iyi anlamlarla sar ve üzerine ismini yaz ki ahirette onları gördüğünde paketinden tanıyasın. Üzerine Ahmed'in 'bismillah' dediği elmalar bulsun seni. İnsan kendi cümlelerini başkalarından iyi tanır. Belki Bakara sûresinde nicedir aklını kurcalayan sır da budur: "İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: 'Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu!' derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır."

Şu, benzetip hayret edişin, sakın dünyada dönüştürdüğünü orada bulmaktan olmasın? Üzerine Allah'ı anmak, rızasını aramak, tefekkürünü yapmak nesneleri işaretlemek olmasın? Ve arkadaşım, buradan bakmakla belki, Bediüzzaman'ın kırık bir çay kaşığına neden onu çöpten çıkarttıracak kadar düşkün olduğunu veyahut Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ağlayan hurma kütüğünü nasıl cennete diktiğini de anlayabilirsin. Demek ki giderler. Şahit olanlar şahit olduklarıyla birlikte giderler...

Günahtan sakınmakta da bu sır olabilir. Şahitlik bir nevi aitlik. Güzel şeylere şahit olalım. Yoksa bizi şahidi olduğumuz kötülüklerin yanına çağıracaklar. Allah korusun.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Bir tefsir metodu olarak: düzensizlik!

Bana öyle geliyor ki: Bediüzzaman'ın, bize bu denli sıradışı görünmesinin en büyük sebebi; dağınıklılığı içindeki düzenliliği. Bu durum, onun üslûbunun uzaktan tarif edilebilir; ama parçalara ayrılıp "Budur, budur, bundan ibarettir!" denilerek maddeleştirilebilir olmayışını netice veriyor. Yani daha açık ifade edebilirsem: Her yerden (Muhakemat'taki ifadesiyle) 'nazm-ı maani' kaşığıyla birşeyler toplayarak ve onları sünuhatın kepçesiyle karıştırarak öyle bir bal koyuyor ki ortamıza; biz bu balı formülüze edip, "İçinde şunlar şunlar var!" diyerek kendi labratuvarımızda yapamıyoruz.

Mübalağa etmek nurculukta meziyet değildir, hoş birşey de değildir. Ben de hazzetmem. Müellifi övmek, buradan bir Nurculuk asabiyeti devşirmek için söylemiyorum bunları. Açlığım hakikate. Bu, benim küçük küçük şahit olduğum ve hayran kaldığım birşey. Mesela bir örneğini, Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız okumalar esnasında, Zerre Risalesi'nde görmüştüm. Ama oraya geçmeden bu 'dağınıklılık içinde düzenlilik' metoduna atıf yaptığı 13. Söz'deki ilgili yeri alıntılayacağım. Burada Bediüzzaman, Kur'an'ın sistematiği üzerine 'nazm-ı maani' zemininde şöyle bir yaklaşım getiriyor:

"Evet, nasıl ki, semâda olan intizamsız yıldızların sûreten adem-i intizamı cihetiyle, herbir yıldız kayıt altına girmeyip, herbirisi ekserî yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki—birer birer—herbir yıldıza mevcudât beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münâsebet uzatıyor. Güyâ, herbir tek yıldız, nücûm-u âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."

Nücum (yıldız) ve ayet benzetmesi, dolayısıyla uzay gibi çok boyutlu bir Kur'an algısı, Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının temel zenginliği bence. O, hangi ayet merkeze alınırsa alınsın; o ayetin merkeziyetinde bütün Kur'an'ın yeni bir nazarla okunabileceğini söylüyor burada. Her birisinin arasında bir münasebet var. Her defasında, merkeze aldığınız manaya göre nazım/ahenk/düzen değişiyor. Nazm-ı maani de biraz bu bence: Mana merkeze aldığında, alınan manaya göre, hakikatin yeni suretini sana göstermesi. Bediüzzaman'ın tefsir metodunun en orijinal ve klasik tefsircilere göre tuhaf gelen tarafı da bu:

Bir ayeti veya hakikati merkeze aldığında onunla ilgili olabilecek herşeyin (ayet, hadis, anı, her türlü zenginleştirici malumat) metnin içine girmesi. İhsan Atasoy abiden bununla ilgili birkaç hatıra da işitmiştim, ama hatıralarla hakikat anlatmayı sevmiyorum. Şu kadarını söyleyeyim: Üstad Hazretleri, bizzat kendisi de, bir hakikati yazarken yüzlerce ayetin metne dahil olmak için kalbinde/aklında çarpıştığını aktarıyor talebelerine. Bu, bence, Bediüzzaman'ın, bütün malumatını merkeze aldığı mana merkezinden taraması meselesi işte. Hangi mananın eşiğinden seyrediyorsa, nazmın ona göre ayetleri ipliğe dizmesi. Bunun Kur'an'da 'intizamsızlık içinde kemâl-i intizam' sağladığını görmüş ve metinlerinde sanki bu (bize göre) 'gelişigüzelliğin zenginliğini' metot olarak kullanmış.

Mesela; Zerre Risalesi'nde manşete alınan ayet, Sebe sûresinin 3. ayetiyken, içeride birçok ayete daha atıf var. Hem de başka başka sûrelerden, uzak uzak yerlerden. Hatta ayetlerin dışında "Ben bunu tefsir ediyorum" demeden, dakikseniz yakalayabileceğiniz tefsir edilen hadisler de var. Bazı külliyat çalışmaları, bunları yakalayabilirse, kaynağını yanına not düşüyor "Falanca hadistir..." diye. (Söz Basım mesela bunu yapmış elinden geldiğince. Başkaları da—Allah razı olsun hepsinden— yapmış.)

Fakat diyelim ki; Birinci Nokta'nın İkinci Mebhas'ının beş hikmeti gibi bir yer olsun bu. Orada sık sık atıf yapılan 'rûy-i zemin tarlası' veya 'mezraâ-i dünya' veya 'zemin yüzünün tezgâhı ve tarlası' gibi yerleri "Dünya, ahiretin tarlasıdır" hadisiyle bağlayamazsanız; bu beş hikmetin o hadisin bir tefsirini de içerdiğini göremiyorsunuz. Ki bu beş hikmet boyunca dünya ve tarla arasında kurulan benzerlikler yalnız mahsul anlamında değil, çok daha zengindir. Mesela orada tarlanın sınırlılığı ile mahdut zemin arasında da bağlantı kurar Bediüzzaman. Tarla ile güneş arasındaki ilgiyle de tecelliyatı ile Allah arasındaki bağlantıyı anlatmaya çalışır. Tarlayı bizim anladığımızdan çok daha zengin algılar.

Hatta diyebilirim ki; Zerre Risalesi'nin bütünü aynı zamanda bu hadisin de tefsiridir. Ama ona münhasır değildir. İşte aynı zamanda hem onun hem bunun tefsiridir dedirten sırdır ki; Bediüzzaman'ın üslûbundaki intizamsızlık içindeki intizamı ders verir bize. Formülüze edilmesini güçleştirirken, metni zenginleştirir. Taklidini zorlaştırırken, tadına doyulmaz kılar.

Zerre Risalesi'ni okurken, içinde hiç bu hadis zikredilmediği halde, her yerinde bu hadisin zengin manalarını yudumlarsınız. Mesela ne zaman Zerre Risalesi'ni okusam bana öyle gelir ki; ahiret, öyle uzağımızda bir yer değil, her an bizim şahidi olduklarımızla işaretlenip kemalata koşturulan ve yine onlardan yaratılacak olandır. Yani dünya, ahiretin tarlasıdır; çünkü ana malzemesi yine dünyadandır. Fakat bu meseleyi bu yazıda aktarmaya kalkarsam çok uzatacağım. En iyisi bir sonraki yazıya bırakayım. Gücüm yetmedi, gözüm kesmedi.

Yalnız şu var: Son birkaç yazımda anlamaya çalıştığım Bakara 23 ve 24'ü bir de bu pencereden seyretmenizi isterim. Kur'an'ın bir benzerini getirmek kâfirler ve hatta tüm insanlık için neden imkansızdır, onun bir sırrı buradan bize göz kırpıyor. Kâinatı böylesi hatt-ı münasebetler ağı olarak çok boyutlu görmek, insan gibi zamanla ve nesilden nesile gelişen bir canlının haddi değildir ki; bu intizamsızlık içinde kemal-i intizama erişebilsin. Ancak ondan istifade edebildiği kadar görebilir, ondan okuyabildiği kadar/kadarıyla taklidi deneyebilir. Nazarı yetişemez ki, yazdığı yetişebilsin. Bütünün ne olduğunu asla bilemeyecek olan, bütünle bütünüyle uyumlu olanı yazabilir mi hiç? Vahyin yapamayacağımızı ima ettiği veya açıkça söylediği herşey, aslında fıtratımızın bir sınırına işaret ediyor.

29 Mart 2014 Cumartesi

Nereye bakarsan oraya doğru yürürsün.

"Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!" Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası öyküsünden.

Allah bizi herdaim marifetine aç kılsın. Talebe 'talep edene' denir. Hikmet ancak açlığı olanlara ikram edilir. Daha 23. Söz'de, Bediüzzaman'ın, imanı ve küfrü, 'nur-u iman' ve 'zulmet-i küfür' terkipleri içinde kullanması, yani; "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; (...) Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer..." demesi, hem imanın hem de küfrün, insanın kalbinde/aklında bir potansiyel olarak kalmadığının, sahaya da kaçınılmaz yansımalarının olduğunun ihtarıdır bana göre. (Öyle ya, bu cümlede Bediüzzaman, "İnsan, iman ile âlâ-yı illiyine çıkar..." da diyebilirdi.) Bu hikmet, hem 23. Söz'ün başında geçen ayetlerin hem de Kur'an'ın genelinde yapılan bir vurgunun, 'amenu ve amilu's-salihat/iman eden ve salih işler yapanlar' vurgusunun sırrını da fısıldar: Kalbinde iman varsa, ister istemez salih ameller olarak hayatına yansır. Biri diğerisiz olmaz.

Kuşandığımız imanın içeriği (teolojisi), varlığa bakışımızı çok etkiliyor. İslam'ın tevhidî nazarı mesela, şirk teolojisinin aksine, dünyaya bir bütünün parçaları olarak bakmamızı gerektiriyor. (Birbirinden bağımsız-çatışan adacıklar olarak değil.) Zira Kur'an hem diyor ve hem dedirtiyor: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti."

Böyle bir nazarın aradığı da ister-istemez uyum oluyor. Eğer bir resmin her parçasının aynı ressamın elinden çıktığını görmüşseniz (tevhid), parçalarının birbiriyle çelişkili olduğunu düşünmezsiniz artık. "Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin!" düzleminde buluşursunuz onlarla. Kardeş olursunuz. Kardeşlik öncelikle uyumdur. Bazı noktalarda 'hem' ve 'bir' olmaktır. "Müminler ancak kardeştirler" ayeti de bir yönüyle bu uyumu ihtar eder bizlere. Çatışık ve çelişik olmamayı, aynı tablonun parçaları (İhlas Risalesi'ndeki ifadesiyle aynı fabrikanın çarkları) olmayı öğütler. Tüm farklılıklarınıza rağmen böylesinizdir zaten. Bu farklar renk ve ton farklarıdır. Ustanız birdir. Böyle bakmakla fikriniz fıtratınıza uyar ve rahatlar.

Eğer böyle bakmazsanız, o nazarla üreteceğiniz bilgi de zulmet/karanlık olur. Ve sizin zulmetiniz ardınızdan gelenlerin bakışını da karartır. İman nasıl bir göz aydınlığı ise, küfür de misliyle gözükapalılıktır, karanlıktır, zulmettir. Potansiyel olarak kalamaz. Siz küfrettikçe (örttükçe), ardınızdakiler örttüklerinizi açmakta zorlanır, geceleri kararır. İnsan insanın örtüsü olur marifet-i ilahî yolunda. "Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Diyebiliriz ki; şirkin felsefesi de bir nev enaniyeti ve asabiyeti ürünüdür. Zira Kur'an der ve dedirir: "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler."

Varlığa bir bütünün parçaları olarak bakmamak, yani bir elden çıktığını düşünmemek, kaçınılmaz bir şekilde her bir parçasının (önce) bağımsız ve (sonra) çatışık birer adacık olduğunu düşünmenize neden olur. Jean-Pierre Durand, Marx'ın Sosyolojisi isimli kitabında, bu bakışı şöyle tarif eder: "Marx'a göre; (...) emeği üzerinden insan doğayı evcilleştirmeye ve ona egemen olmaya çalışır. Bu noktada, insanla doğa arasında bir uyum arayan Uzakdoğu felsefelerinden çok uzaktayız. Marx'a ve çağdaşlarının önemli bir kısmına göre; doğaya egemen olma 'zor kullanma' yoluyla gerçekleşebilir..."

Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise Marx'ın sınıf çatışmaları veya kutuplaşma tezlerinin dayandığı temeli şöyle izah eder Durand: "Hegel'e borçlu olduğu ilk kavram çelişkilerdir. (...) Marx, kapitalizmin içindeki çelişkileri ve çatışmaları inceleyen bir düşünür olarak kalacaktır." Hayatın bir mücadele olduğu üzerine söyledikleri de yine Marx'ın dünyaya bakışının 'birbirinden bağımsız ve birbirine galip gelmeye çalışan adacıklar/sınıflar' şeklinde olduğunu gösterir: "Tekil bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir mücadele verdikleri ölçüde kendilerine bir sınıf oluştururlar."

Bediüzzaman, tevhidî bir bakışa sahip olmayanların halini ve algısını şu hırsız misaliyle ne güzel anlatır: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, 'Kendime mâlikim' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir' demeye ve îtikad etmeye mecburdur." Bediüzzaman'a göre ateizm mümkün değildir. Ateizm aslında maskelenmiş bir politeizmdir. Herşeyi yöneten tek ilahı kabul edemeyen, herşeyin kendisini ve başkasını yönettiği çok ilahlı bir düzeni kabul etmeye mecbur olur. Çok ilahlı âlem tasavvurunda ise çatışma ve çelişki kaçınılmazdır:

"Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: 'En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir' diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip 'Hayat bir cidaldir!' diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür."

Aslında hamd da, içerdiği tekelleştirici mana itibariyle, tevhidî uyumun (teavünün) en özet ifadesi gibi geliyor bana. Fakat burada kendimi tutarak, bir Batılının, Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası isimli çocuk masalında, yaptığı hamd tarifini alıntılayacağım: "Keman ile yayın, başarılarını övmeleri ne büyük bir ahmaklık olurdu! Şair, sanatçı, bilim adamı, general, kim olursak olalım, biz insanlar hepimiz sık sık bu ahmaklığı ediyoruz. Bizler, Ulu Tanrı'nın kullandığı araçlardan başka neyiz ki? Tek ayrıcalıklı varlık Odur! Bizim ise övünecek hiçbir şeyimiz yok!" İlginçtir, Allah'ı çocuklara 'Ölümsüz Usta' ismiyle tanıttığı bu masalı Andersen şu cümleyle bitirir: "Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!"

Şimdi, bütün bunların ardından, anladın mı neden Bakara sûresinde Allah Teala; "Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız—ki hiçbir zaman yapamayacaksınız—o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır!" diyerek dehşetli tehdit ediyor?

Çünkü Alîm-i Mutlak biliyor ki: Ehl-i şirkin teolojisi varlığı adacıklara ayırır. Çatışık ve çelişik algılar. Onları bir bütünün parçaları olarak görmez ki, Kur'an gibi, kâinatı tamamen uyum penceresinden izleyen bir kitabın sûrelerine benzer şeyler yazabilsin. Cenab-ı Hakk, ontolojik olarak, onların böyle bir bilgi üretmeye müsait olmadıklarını elbette biliyor. Bu yüzden 'Allah'tan başka' kaydını da düşüyor. Allah'a inanmayan, yani Allah lafzının bütün esmayı kuşatan içeriğiyle iman etmeyen, tevhidî bir nazarın hâkim olduğu bir eserin benzerini nasıl yazabilir?

Sen sanıyor musun ayetin sonunda hatırlatılan azap sadece ahirette. Hayır arkadaşım hayır. Dünyaya tevhid nazarıyla bakmamak, yani onu çatışık, çelişik, kendine malik adacıklar olarak görmek azabın ta kendisidir:

"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder' âyetini okudu, dedi: Bunun hârika telâkkî edilen belâgatını göremiyorum. Ona denildi: Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle. O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki; mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar.

Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla ondört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."

İşte arkadaşım, kâfirler asıl bu belagatı asla taklit edemezler. Çünkü onların kâfir kalmaları, zaten âleme böyle bütüncül bakmamalarından kaynaklanıyor. Yazdıkları nasıl öyle bakabilsin? Değil mi ama? Nereye bakıyorsan oraya doğru yürürsün. Onlar kainata böyle bakmıyorlar ki. Elbette varacakları yer Kur'an-ı Hakîm olamaz.

27 Mart 2014 Perşembe

Fethullah Gülen Anarşisi...

Peki, şöyle bir yerden başlayalım: Hiçbir insan ülkesinde yolsuzluk olsun istemez ve istememeli. Bu konuda milletçe hemfikiriz. Fakat diğer yandan: İstediğiniz şey, eğer mümkün’e temas etmiyorsa, biraz geribasmanız kaçınılmaz. Örnekle açayım: Mesela ben, insanların günah işlemesini de istemem. Hiç kimse yalan söylemesin, yalan söylensin istemem. Hiç kimse kimseyi katletmesin, katil olsun istemem. Hiç kimse sevenlerine ihanet etmesin, hain olsun istemem. Fakat sahaya indiğinizde, yani insanın realitesine, bunların olmadığı bir âlem bulamazsınız. Birey birey bile, ismetle korunmuş peygamberler dışında, günahsızımız yoktur. Bu durum, sizi, optimum’a razı olmaya zorlar. Optimum, yani mümkünün en güzeli.

Hayalin ve gerçeğin buluştuğu nokta. Biraz ondan biraz ondan. Gözü daha yukarılarda olmakla birlikte (ideal anlamında) fıtratla/yaratılışla da uyumlu bir bakış. Mükemmeliyetçilik kadar merhameti de kuşanmış bir bakış. Bu, aynı zamanda, Cenab-ı Hakkın da (c.c.) insana bakışıdır. (Tarifimdeki kusurlar bana ait kalmakla birlikte tabii.) Allah, ahiret günü kulunun iyiliğinin, kötülüğünden fazla oluşuna (veya az oluşuna) nazar eder. Yoksa bir günah işlemişimizi, yüz sevabına rağmen tutup cehenneme atmaz. (O günahın haklılığını savunmadığımız sürece elbette.) Rivayetlerde bize aktarılan, Kur’an’da da bizim okuduğumuz, Cenab-ı Hakkın rahmetli adaleti budur. Yoksa, açık söyleyeyim: Hepimiz duman olmuştuk! Günahsız olanımız var mı Allah aşkına? Bunu iddia edebilecek olan, beri gelsin. Beri gelsin de yalanından ötürü suratına rahatça tüküreyim. Yanındakilere sıçramasın.

İşte bu nedenle ben The Cemaat’in birkaç aydır ülkeyi yolsuzluk da yolsuzluk diyerek birbirine katmasına ‘anarşistlik yapmak’ diyorum. Çünkü bu zihniyet, dünya siyasetinde belki hiç varolmamış bir şeyi şu andaki hükümetten istiyor. Neyi mi? Günahsızlığı. Evet, günahsızlığı. Bırakın siyaset dairesini, insanlık dairesinde bile, ismetle korunmuş peygamberler dışında, mümkün olmamış birşeyi şu günkü hükümette görmek istiyor. Görmediği için de (aslında bu da sadece görüntüdeki amaç) devrilmesini istiyor. Artık muktedir olamayacağını, bunu haketmediğini ve bırakması gerektiğini söylüyor. Halbuki adı şöyle veya böyle yolsuzluğa karışmamış bir tane iktidar bilmiyorum ben dünyada.

Yukarıda bahsetmiştim ya, birşeyi istiyorsanız ‘mümkün’e isabet etmeli diye. İşte The Cemaat’in talebi dünya düzeninde mümkün’e tekabül etmiyor. Yolsuzlukların hesabının sorulması mı? Eğer gerçekten varlarsa (ki The Cemaat’in ve avanesinin nümayişinden başka birşey görmedik henüz) elbette hesaplarının sorulması lazım. Fakat günahlar bireyseldir. Birkaç kişi günaha girmiş diye koskoca bir hükümetin, hem de meşru bir hükümetin istifası istenemez, devrilmesi hiç istenemez. Ben bunu doğru bulmuyorum ve herşeye rağmen Erdoğan iktidarının bu ülkenin şimdiye kadar görmediği kadar başarılı bir iktidar olduğunu savunuyorum. İyiliğini ve kötülüğünü tartıyorum, iyiliği fazla çıkıyor. O zaman ben de “Bunlar iyi!” diyorum.

İşte bazı şeyler sadeleştirmeyle olmuyor. İnsanın metni okurken anlamaya niyetli olması gerek. Gülen’in gölgesinde Bediüzzaman’ı okusanız da anlayamazsınız. Bakınız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bir asır kadar önce, benzeri iddialar karşısında İttihat ve Terakki hükümetini nasıl savunuyor? Münazarat’tan yapacağım bu alıntıyı bir dinleyin (Sadeleştirme sevenler için, belki bu sefer anlarlar diye kelime anlamları da vereceğim parantez içinde): ”Muhali (imkansızı) talep etmek, kendine fenalık (kötülük) etmektir. Zerrâtı (en küçük parçaları/burada insan ve onun günahkârlığı kastediliyor) günahkârlardan mürekkep (oluşmuş) bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar (bakılması gereken nokta), hükûmetin hasenâtı (iyiliği), seyyiâtına (kötülüğüne) tereccuhudur (üstünlüğüdür). Yoksa, seyyiesiz (hatasız) hükûmet muhal-i âdidir (imkansızlığı bilinen birşeydir).”

Devamında böyle imkansız bir günahsızlığı/hatasızlığı talep edenleri nasıl gördüğünü de tarif ediyor Bediüzzaman: “Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip (yıkmaya eğilim) ile, o sureti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un (lanetli), anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır.”

Görüyorsunuz ya, boşuna Erdoğan’a kızıyoruz. Bediüzzaman da böylesi insanlara anarşist diyor. Hatta Jön Türkler nazarında lanetli, bozguncu olarak görülmelerini de normal karşılıyor. Çünkü bu insanlar, kafalarındaki mükemmelik (ama imkansız mükemmelik) hayaliyle bin sene yaşayacak da olsalar, mümkün hükümetin en güzel suretini bile çirkin bulacaklar ve yıkmayı isteyecekler. Meslekleri de fesat ve yıkmak olacak bu yüzden. Çünkü optimum’a asla razı olamayacaklar.

İşte ben bu nedenle son krizde The Cemaat’in karşısında, Erdoğan’ın yanındayım. Çünkü The Cemaat, aslında kendi menfaatine dokunulduğu için, usulsüz bir şekilde ulaştığı bilgilerle hükümeti yolsuzlukla suçlayıp ondan yıkılmasını istiyor. Halbuki hükümet yolsuzluk yapmış bile olsa, bu hükmetmesine engel değil. Bir meyve bahçesinde üç çürük meyve bulunmakla toptan meyve bahçesi çöpe atılmaz. Kaldı ki, şu onbir yıllık iktidar döneminde, daha önce görmediğimiz başarılara/özgürlüklere şahit ve sahip olduk. Özgüvenimiz geldi, rahatladık. Şimdi on yıldır hükümetin kuyruğundan ayrılmayan The Cemaat, menfaatine dokunuyor diye düşmanı olmuş, onların anarşist gazına gelip hükümeti mi devirelim? Mükemmel değil, ama mümkünün de güzeli. The Cemaat’in hakkı var mı böyle bir anarşi yapmaya? Kimden yetki alıyor? İşte arkadaşlar, benim duruşumun özeti budur. Ve ilhamı, yine Risale-i Nur’dandır.

25 Mart 2014 Salı

Niyeti yok bilmeye, sadeleştirmeyle gider okumaya!

Bu mesele hakkında, daha tartışmalar sıcakken, The Cemaat’e yönelik çok hüsnüzanlı yazılar yazdım. (Risalehaber arşivinde var.) Bazıları, onları çok sert biçimde suçlar ve dışlarken; ben, onları da anlamaya çalışan, ama diğer yandan bakmadıkları (eksik kaldıkları) açıları da gösterme gayretinde olan sözler söyledim. Fakat bugün geldiğimiz noktada, o yazılarımın, haddinden fazla hüsnüzanlı ve haketmedikleri kadar da yumuşak olduğunu görüyorum. O zamanlar onları da ‘bizden’ sayıyor ve onlara karşı oluşan öfkeyi itidale çağırıyordum. Şimdi bakıyorum ki; öfke kontrolsüz de olsa, haklıymış. Ben, itidale çağırmakla, o zamanki kısa nazarıma göre doğru, fakat bugünden o güne bakınca yanlış bir iş etmişim. Şimdi o yanlışı düzeltme zamanı. The Cemaat, sadeleştirme konusunda hüsnüzansız birkaç kelamımızı da okusun bizden.

Öncelikle; Aksiyon Dergisi’nin 24 Aralık 2007 tarihli sayısında, Kadir Filiz imzalı, kapak konusu da olan bir çalışma var: Darbeli Edebiyat. O sayıda Ahmet Turan Alkan, Beşir Ayvazoğlu, Hilmi Yavuz ve Ali Çolak gibi isimlerin ‘Türk edebiyatında sadeleştirmenin bir cinayet olduğu’ üzerine açıklamaları var. Arşivlerinden siliyorlar mı böyle şeyleri bilmiyorum. (İkircikli dillerinin yakalanmasını sevmezler çünkü.) Ama tam da Risalelerin sadeleştirilmesinin en çok tartışıldığı dönemde Risalehaber, bu sayıdaki mezkur yazarların ifadelerini tırnaklayarak, haber yaparak, şöyle bir soru sormuştu onlara: “Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu, Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları, Ömer Seyfettin’in Bomba hikayelerine gösterilen hassasiyet Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nurlarına neden gösterilmiyor?” Bu soru hâlâ The Cemaat’ten bir cevap bekliyor. Ama alabileceğini sanmam. Onlar İslamî camia içinde iknayı değil, icbarı severler çünkü.

Neden mi böyle söyledim? Yıllardır bir şekilde içindeyiz onların. Her ne kadar kendinizi onların içinde tarif etmiyor olsanız bile, bir şekilde ilişkiye geçmeniz kaçınılmaz. Her yeri sarmış durumdalar ve sardıkları her yerde de diğer dinî grupları baskılamak âdetleri var. Bu baskının ilk muhatabı da klasik Nurcular. Gülen’in kendi sosyolojik siyasetini geliştirirken kimliğinden en çok istifade ettiği kişi Bediüzzaman Said Nursî olduğu için, hassaten diğer Nurcuları baskılamak konusunda çok çabalıyorlar. İstiyorlar ki; Nurculuk yalnız onlardan bilinsin. Başkalarının bahsi geçmesin. Risalelerin başka/değişik yorumu kalmasın piyasada. Tek onların malı olsun. Onun kuvve-i kudsiyesini kendilerinden başkaları kullanmasın ve mümkünse bilenler sesini çıkarmasın. Bu aslında The Cemaat’in şeytanî bir oyunu. Risale metinlerinin karşıkonulmazlığı üzerinden kendi sosyolojik/siyasi projelerinin yürütme planı.

Sadeleştirme meselesinde de duruşları böyle oldu. Kendilerini eleştiren, konuşmak isteyen Nurcuları muhatap bile almadılar. (Yakın zamanda Said Özdemir abi, Gülen’i bu hususta ziyaret etmek istediğini, ama kabul edilmeğini aktardı, hatırlarsınız.) Doğruluklarının sorgulanmasına katlanamadıkları gibi, muhataplarını tezyif edici açıklamalar da yaptılar. Meseleyi ilmî bir şekilde müzakere etmek yerine, ‘meşkuk menfaat ekseninde’ icbarlarına ikna olmamızı beklediler. (Baykal’ın kaset olayında aynı gün açıklama yapan Gülen, bu hususta hiç konuşmadı mesela.) Yapıp yapıp eserlerini önümüze attılar ve her yeri o sadeleştirilmiş şeylerle doldurarak (çok satılıyor nümayişiyle) hegemonik baskıyı denediler. The Cemaat’in çalışma tarzı eskiden beri böyle. Düşünmez yapar, tartışmaz gemiyi yürütür. Bu yüzden amelleri nümayişli, ama altı boş şeylerdir. Sloganda kuvvetli, tefekkürde eksiktirler.

Diğer bütün Nurcu grupları ve gruplara bağlı olmayan Nurcuları yok saydılar, yollarına devam ettiler. Hani şimdilerde Başbakan Erdoğan’a ‘diktatör’ diyorlar ya. İşte sadeleştirme gibi hususlarda aslında kendileri tam diktatörlük ettiler. Zaten içlerinde bir demokrasi ahlakı gelişmediği için, kurgularında bir sorun yaşamadılar. Adanmış robotları, kendilerine abileri/ablaları tarafından yapılan tebliğ uyarınca, yeniden kodlanıp sorgulanmaz yollarına devam ettiler. Bugün de hiç o yoldan sapmıyorlar. Son nümunesini de Zaman Gazetesi’nde Prof. Muhittin Akgül’ün yazısından gördük. Yine aynı patron/ağa dili, yine anlaşılmadıkları üzerine bir dizi sitem, yine diğer Nurcu grupların endişelerini görmezden gelme! Yola çıktıkları gibi devam ediyorlar. Nasıl başarılı bir iradesizleşme, pes!

Yalnız Akgül’ün yazısında ilginç birşey de var: Gençlerin Risaleleri anlamadığı ve sadeleştirmenin kaçınılmaz olduğu üzerine sözler söylemiş. Ben böyle şeyleri The Cemaat’ten duyunca iki kere şaşırıyorum, çünkü kendisiyle nasıl bir tezata düştüğünü farketmiyor böylesi hususlarda. Bir yandan her sene Türkçe olimpiyatları düzenleyen ve bütün dünyaya Türkçe öğretecekleri iddiasında olan bir grubun, diğer taraftan elli-yüz kelimenin anlamını aktaramadıkları için Risaleleri sadeleştirmeye girişmesi tuhaf olduğu kadar, komik de geliyor. Ya birincisinde bizi kandırıyorlar ya ikincisinde? Ya Türkçe öğretebildikleri yalan, ya da sadeleştirmenin kaçınılmaz olduğu? Öyle ya, ellerindeki ‘yabancılara bile Türkçe öğretebilecek’ imkanlarla nasıl olup da yüz kelimenin anlamını gençlere öğretemiyorlar? Bunu cidden tuhaf buluyorum.

Bizim sadeleştirme meselesinde bu kadar serzenişte bulunmamızın asıl nedeni bence güvensizlik. Evet, biz The Cemaat’in ilk günden beri duruşuna ve tavırlarına güvenmiyoruz. Her ne yapsalar ikinci bir niyetin arkalarında saklı olduğunu müminane bir ferasetle hissediyoruz. Bu nedenle Risaleleri gençlere öğretmek gibi bir amacı asla öncelikli kılmamış bir yapılanmanın, bugün birden, sırf bu maslahatla orijinal metinleri zedelemesini anlayamıyoruz. Birşeyler yanlış geliyor. Taşlar yerine oturmuyor. Öyle ya, yıllarca devam ettim ben de onların düzenine. Bir kere bile Risale dersi aldığımı hatırlamıyorum. Her namazdan sonra Gülen’in kitaplarından bukleler okunurdu. Her derste ya Gülen’in sözleri anlatılır yahut da vaaz kaseti dinletilirdi. Şimdi insan sormadan edemiyor: “Arkadaş, sizin için Risaleler ne zaman öncelikli hale geldi ki, bu işe giriştiniz?”

Kaldı ki, Risale metinlerini hizmetinin merkezinde tutan grupların, gençlere, bu kelimelerin anlamlarını aktaramama gibi bir sorunu yok. Bir elli ders kadar devamlılığı olan her genç, bu kelimelerin anlamını tekrar tekrar işitmekten öğreniyor. Ben otuz iki yaşındayım ve külliyattan okunsa anlamını bilemeyeceğim kelime sayısı çok az. Çünkü yirmi yaşımdan sonra Risale merkezli bir ders sistemi içinde yetiştim. The Cemaat’te böyle bir ders sistemi yok ki, gençler kelimelerin anlamını öğrensin, metinlerle ünsiyet etsin. Hiçbir şey yapmadan “Olmuyor!” demek de büyük kolaycılık! Helal olsun bu pişkinliğe.

Bir de bizim korkularımız var. Ta Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren buradan çok darbe yemişiz. Risale metinlerine aşina olanlar bilirler. Kur’an’ın meali yapılıp yerine konulmak istenmiş ki, (hâşâ) “Ta ne mal olduğu bilinsin!” çirkefliğiyle. Ezan Türkçe okunmuş ki, ne dediği anlaşılsın ikiyüzlü niyetiyle. Türkçe ibadet, Türkçe namaz, hep bu eksende ‘fayda mülahazasıyla’ önümüze itilmiş, ama arkasında hep kutsal metinleri gözden düşürmek ve sadeleştirirken köreltmek saklı niyetiyle yapılmış bu. Bediüzzaman bununla çok mücadele etmiş. Tekrarat meselesinde mücadele etmiş. Arapça ibarelerin yerine Türkçeleri okunmaz diye mücadele etmiş. Hat üzerinden mücadele etmiş.

Diyorum ya: Bizi buradan çok ısırmaya çalışmış yılanlar. Biz buradan ısırtmamaya talimliyiz. Buraya karşı bir sağlam refleksimiz var. Şimdi The Cemaat’in sözde aydınları, ilahiyatçıları, abileri, bilmem neleri, yine aynı fayda mülahazasıyla kudsî metinlerle aramızda rabıta olan bir terminolojiyi yoketmek istiyorlar. Halbuki o kelimelerin her birisi Kur’anî. Kur’anî olmayanların bile ilmî mirasta, gelenek içinde bir yeri var. Şimdi ha Arap alfabesini almışsın elimizden, ha bu terminolojiyi. Farkın ne? ‘Gençler anlasın’ demekle iş bitiyor mu sayın Akgül? Eğer isminin önündeki prof. yalan değilse, bu terminolojinin kıymetini sen benden iyi bilmelisin. Eğer niyetiniz başka birşey değilse tabii. Hani olur ya, “Sadeleştirelim, ta ne mal olduğu bilinsin!” falan… Gülen’in arkasında onu her an makamından azledecek bir demokles kılıcı gibi durmasın. Böyle korkularınız da var, biliyoruz.

24 Mart 2014 Pazartesi

Sen ancak 'bir benzerini' denersin!

"En büyük bilginler bile bilmedikleri birşeyi açıklayamazlar. Birşey ancak biliniyorsa açıklanabilir." Hans Christian Andersen; 'Peiter, Peter, Peer' öyküsünden.

Yaratıcılık aslında nedir? Mecazi (ancak kusurlu) bir şekilde bazen kendimize de atfettiğimiz 'yaratıcılık' sıfatı, aslında, 'varolanı yorumlamaktan' öte birşey değil. Hatta yeniden yorumlamak da dememeli buna. Çoğu zaman sınırlı mizanlarımızla taklidine çalışıyoruz. (Uçak yapıyorsak kuşları takliden. Denizaltı yapıyorsak balıklara özenti.) Her ne yapıyorsak kainatta zaten olagelen birşeye denk geliyor.

Varolmayan bir fiili ortaya koyabilmiş, yani, 'bir fiil yaratabilmiş' değiliz. Bizim 'yaratıcılık' diye tesmiye ettiğimiz sıfatımız, var etmekten ziyade, varolana kendi rengimizle dahil olmak veya farklı bir kurguyla tekrar biraraya getirmekten ibaret.

Tasarım. İki (veya daha fazla) şeyi bir araya getirince 'üçüncü' (veya daha fazlası) sayılacak kompozisyonlara varabilme. Daha önce hiçbir insanın görmediği bir kurguyu farkedebilme veya kurabilme. İnsanın kendinde 'yaratıcılık' olarak gördüğü şey bu. Bir kompozisyonerlik. Türüne, şuuruna, algısına, mazisine, zamanına, aklına, şahit olduklarına sıkışmış bir yaratıcılık. Elbette hakiki bir yaratıcılık değil bu.

Hatta hayal ettiklerimiz bile şahit olduklarımızın meyvesi, getirisi, sonucu. İnsan olmuşlarla hiçbir bağı bulunmayan bir olmamışı hayal edebilir mi? Hayalden bir derece daha serbest/istemsiz diyebileceğimiz rüyalarda dahi mümkün değil bu. Onlar bile malumata tâbi. Kabuslarımız uyanıkken korktuklarımız üzerine. Malumdan yola çıkarak hayal kurabiliyoruz ancak. Ürettiğimiz şey kainatta görüp akla malzeme yaptıklarımızın türevleri. Kendi âlemimize yansıyan yeni bir dünya bizimkisi. O kadar da yeni sayılmamalı.

Yaratmak yeniliğin zatıdır. Bizimkilerin yeniliği arızî. Asıl dünyayı alsan insanî aynası da bomboş kalacak. Hayal kuramayacak. Neyi alıp kendi rengine boyayacağını bilemeyecek. Öyle nâçârız aslında. Öyle yaratıcılıktan uzağız. Asıl yaratıcılık, yani Halık-ı Zülcelal'in yaratıcılığı, Nur ayetinde geçen sır gibidir: 'doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen...' Orijinal olan. Öncesiz olan. Ben Allah'ın Fâtır isminin Halık ismiyle bütünlüğünü biraz böyle anlıyorum. Allah Halık'tır, ama Fâtır bir Halık'tır. Yaratırken taklid edecek bir önceye ihtiyaç duymaz. Yaratışının her anı orijinaldir.

Meleklerin duası da bu noktada bir ışık tutuyor sanki bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Kur'an'da, Hz. Âdem'in hilkati ve devamında yaşananlar anlatılırken aktarılan bu itiraf, aslında insana da bir duruş öğüdü. Daha önce varedilmişlerin, yani melek kardeşlerin, bizim kulağımıza fısıldadığı bilme sırrı: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur." Evet, yoktur. Bildiklerimiz, hep şahit kıldıkları ve hayal ettirdikleri... Biz kendiliğimizden yeni birşey söyleyemeyiz. Yeni sandıklarımız en fazla esinlenmedir. Dolayısıyla varoluşumuz tastamam bir muhtaçlıktır. Allah'ın bize ihtiyacı yoktur.

Bu açıdan bakınca, Bediüzzaman Hazretlerinin, Yirminci Söz'de, Kur'an'da geçen peygamber mucizelerinin bir hikmetinin de, beşere, 'fennî ilimlerde gidilecek nihayet hududu göstermek' olduğunu zikretmesi anlamlı geliyor. Yukarıda konuştuklarımızdan hareketle özetlemem gerekirse: Allah, yarattıklarından bizi haberdar ederek, bize hayalini kurabileceğimiz şeyler öğretiyor. Evet. Aynen böyle. Hayalimizin nazarını daha yukarıya kaldırıyor bu mucizelerle. Sürümümüzü yükseltiyor. Yoksa biz, yani olmuşlardan hareketle ancak hayal kurabilen bizler, böylesi mucizelerin varlığını bilmesek, o derece yüksek hayalleri kurabilir miydik?

"Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yûsuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate latîf bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yûsuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm).

Evet, mâdem Kur'ân'ın herbir âyeti, çok vücûh-u irşâdî ve müteaddit cihât-ı hidâyeti olduğunu, ehl-i tahkik ve ilmi belâgat ittifak etmişler; öyle ise Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiyâ âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, çok maâni-i irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor, en ileri gâyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gâyeye sevk ediyor. Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının aynası olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır."

Son cümleyi, yani 'müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır' cümlesini bir kez daha okuyun isterim. Çünkü geleceğin/hayallerin geçmişten/bilinenlerden hareketle düşlendiğini benim sönük ifadelerimden daha veciz anlatıyor gibi geliyor bana. Belki bu noktada mucizeyi de Çehov'un Bir Sanatçının Öyküsü isimli eserinde olduğu gibi geniş anlamalıyız. Şöyle diyor Çehov orada: "Mucizeyi yalnızca hastalarda, yaşlı kadınlarda aramak doğru değildir. Sağlık da bir mucize değil midir? Ya hayatın kendisi? Bence anlaşılamayan herşey mucizedir."

İşte bütün bunları hesaba katınca, Bakara sûresinin 23. ayeti daha bir anlamlı görünüyor: "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'ın doğruluğundan şüpheli iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz ve davanızda sadık iseniz, bu hususta Allah'ın dışındaki şahitlerinizi yardıma çağırınız." Bu kısımda Cenab-ı Hakkın, 'bir benzerini getirmelerini' istemesiyle, kâfirlerle—tabir-i caizse—alay ettiğini düşünüyorum. Çünkü, hakikaten de, yukarıdan itibaren konuştuğumuz gibi, insan, ancak elinde bir nümunesi/benzeri olan birşey üzerinden deneyebilir. Mecazi yaratıcılığının(!) boyu bu kadarcıktır.

O güne kadar Kur'an gibi kelam işitmemiş insanlara 'benzerini getirin' demek, kanaatimce, önce kendilerinde vehmettikleri yaratıcılığın sınırlarını ihtar ederek aczlerinin altını çizmektir. Eğer Kur'an vahyolunmasa, o güne kadar kâfirler böyle bir söz mü biliyorlardır ki, yapmayı deneyebilsinler? Bilmediğini hayal edemez ki insan! Hayalleri bildiklerinin üzerinedir. Tasarılarında bile acizdir. Allah bize bir mucizeyle yapılabilirliğini göstermese biz neyi hayal edebiliyoruz? O yüzden bu ayeti, insana, kendisinde vehmettiği yaratıcılığın 'bir benzerini getirmeye çalışmaktan' ibaret olduğunu hatırlatmasıyla da çok kıymetli buluyorum. Hayretle imanımı tazeliyorum. Ki imanı tazeleyen de tefekkürle erişilen bu hayrettir bence.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...