4 Mayıs 2015 Pazartesi

Bereketin resmini çizebilir misin Abidin?

Kardeşlik, bir zorunluluk değil, iman sahibinin varlığı algılayış biçimidir. Bizdeyse daha çok ait olduğumuz grupların dünyevî zaferlerini kazanmalarına kadar katlanılacak bir süreç/zorunluluk gibi. Ali Şeriatî, İslam Bilim adlı, konferanslarından oluşan bir eserinde tevhidin de, şirkin de birer 'algılayış biçimi' olduklarını söyler. Eğer kalbinde tevhidî bir iman varsa bilirsin ki; varlık bir elden çıkmıştır ve bu nedenle bir bütünün parçalarıdırlar. Birbirleriyle çelişiyor veya çatışıyor olamazlar. Aynı elden çıkmış olmanın, aynı Zat-ı Zülcelal tarafından yaratılmış olmanın bir getirisi olarak amaçlarında bir birlik vardır. Tek taraflı yardım yoktur. Her yardım aslında yardımlaşmadır. Bütün için yardımlaşma.

Teavün/yardımlaşma, bu birliğin okunuş şekli olarak Bediüzzaman'ın Risale metinlerinde altını çoklukla çizdiği birşeydir. Yine tesanüd/dayanışma, tecavüp/cevaplaşma, teanuk/birbirine sarılma da bu birlikteliğin 'okunuş şekilleri' olarak göze çarpar.

"Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: 'En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekàsını temin etmektir...' diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip, 'Hayat bir cidaldir!' diye, ahmakane hükmetmişsin."

Şirkten beslenen modern/seküler düşüncenin hayatı bir mücadele olarak görmesinin ardında da teolojilerinin onlara yüklediği bakış açısının izleri vardır. Eğer kainatta bir ilah yoksa veya birden çoksa, o zaman eşya arasında da bir çatışma ve çelişme kaçınılmaz olur. Çünkü varlık aynı elden çıkmış bir bütün olmaz artık. Birkaç elden çıkmış bir mübareze meydanına dönüşür. İlah olması hasebiyle sonsuz olanların, aynı zamanda sınırlı olanı (kainatı) işgal için birbirleriyle mücadele ettikleri bir fesad alanı, varlık onlar için böyledir. Her ulus kendi menfaatine baktığı gibi, ulus-devletler de kendi sınırları içindekilerin menfaatine bakar.

"Eğer ikisinde de (semada ve arzda), Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) mutlaka fesada uğrardı. Arşın Rabbi Allah, onların vasıflandırdığı (isnat ettikleri) şeylerden münezzehtir..." buyuran Enbiya sûresi 22'nin de bize ders verdiği şey budur.

Tabii bu fesad gökte ve yerde yok, fakat seküler düşüncenin etkisinde kalan beyinlerde ve kalplerde izlerine rastlıyoruz. Orada görünüş şekli daha çok İkinci Söz'de altı çizildiği gibi. Bencillikle başlıyor ve karamsarlığa kadar gidiyor. İnsanın iç âleminin fesada uğrayışının bir göstergesi/işareti olarak değerlendirebiliyoruz böylece gafleti.

"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor."

Herkes düşman görünüyorsa, hayat bir mücadeledir artık. Hatta dindar diye bildiğimiz insanlardan bile bazen böylesi sözler sudûr edebiliyor. Onlardan duymamızın sebebi, onların da dünyayı konuşmakta en az sekülerler kadar 'Allah'ı hesaba katmayışları.'

Dinî bir yayın mecraının veya en azından dinî hassasiyetleri olduğunu düşündüğünüz bir yayın organının ekonomi ve siyaset alanında verdiği bilgileri inceleyin mesela. Konuşma/yazma şekillerinin en az sekülerler kadar seküler olduğunu görürsünüz. Siyaset tıpkı yukarıda Bediüzzaman'ın yanlışlığını vurguladığı şekilde 'bir mücadele meydanıdır' onlar için. Ekonomi, Allah'ın Rezzak isminin ve dolayısıyla pek de mantıklı/ölçülebilir görünmeyen 'bereket' gibi kavramların buyur edilmediği bir sahadır.

İki kere ikinin dört etmediği, bazen beş yaptığı; hatta bazen iki eksi ikinin yüze tekabül edebildiği bir sahadır bereket. Rum sûresinde; "İnsanların mallarından artsın diye, verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah'ın yüzünü (rızasını) isteyerek verdiğiniz zekat ise, işte (sevablarını ve gelirlerini) kat kat arttıranlar onlardır..." ayetini anlayamaz modern akıllar. Alırken nasıl azaldığını, verirken nasıl arttığını kavrayamazlar çünkü. Her hayrın Allah'ın elinde olduğunu düşünmemişlerdir rızkın matematiğine başlarken. Rıza-i ilahiye uygun yaparsanız, her işlem sonsuz artı 'o işlem'dir orada. Bu nedenle sadaka vermek, misafir ağırlamak, ihtiyar ana-babaya bakmak, yetimi gözetmek gibi şeylere hadis-i şeriflerde atfedilen 'bereket' ve 'geçimde kolaylık' gibi şeyleri içlerine sindirmeleri de mümkün değildir.

Dinin sadece dinî şeyler konuşulurken gündem olduğu, siyaset ve onun seyreltilmiş şekli olan ekonomiye tekabül eden meselelerin ise yine sekülerler kadar seküler konuşulduğu bir dünyada Suriyeli misafirlerimizin varlığının belki de ülkemizin selametine hizmet ettiğini nasıl açıklarsınız? Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, beli bükülmüş ihtiyarların belaların def'ine vesile olduğunu söylemesi, sadakanın yetmiş tür belayı engellediği üzerine buyurdukları; ABD'nin faiz arttırımı veya azaltımı karşısında, kişi başına düşen gelir miktarını ölçmenizde ne anlam ifade eder?

Eğer seküler bakıyorsanız âleme, 5 milyar doları Suriyeli misafirlerine harcamış bir Türkiye'nin kazandığı/kazanacağı ne olabilir?

Geçen sene susuzluk tehlikesi yaşarken bu sene barajlarınızın suyla dolmuş olması; ülkenizde otuz-kırk senedir binlerce kişinin ölümüne sebep olmuş bir savaşın barışa evrilmesi; dünyada meydana gelen ekonomik krizlerin sizin ülkenizi fazla sarsmaması; darbe teşebbüslerinin başarısız olması; doğal afetlerden görece mahfuz kalmanız; dört yanınızda savaş varken sizin topraklarınızda huzurla yaşamanız... Bunlar görülmez. Bunları (haşa) Allah yapmamıştır ki, ona göre, neden 5 milyar doların karşılığı olarak bunlar gelsindir? Bunu o öyle düşünür de peki 'dindar' bildiklerimiz Allah'ın cömertlik elini nasıl düşünür? Mazluma yardım edişin, iyiliğin, iyi niyetin, çabanın altında kalacak, karşılığını fazlasıyla vermeyecek bir Allah mıdır (haşa) iman ettiğimiz Allah?

"İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belâlı birşey olduğu halde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâp ve haram-helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin, herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır."

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde Bediüzzaman'ın naklettiği bereket ile ilgili mucizeleri hatırlıyorum şimdi. Her okuyuş, yeni bir okuyuş, yeniden karşılaşma bazı şeylerle. Neden Hz. Resulullaha böyle mucizeler verildiğini, hem neden bu mucizeleri Bediüzzaman'ın o eserde derlediğini; hem neden o mucizelerin bazılarında, olayın şahidi olan sahabilerin 'ölçmeye kalktıklarında' bereketin kesildiğini şimdi daha farklı anlıyorum. Bizim biraz ölçmemeye ihtiyacımız var galiba. Hesap etmemeye. Sadece emredildiği için yapmaya ve Allah hakkında hüsnüzan etmeye. Veya en azından böyle şeyleri konuşurken asıl yaratanın/besleyenin o olduğunu unutmamaya. Allah'ın mülkünü Allah'ın tayin ettiği kadere bırakmaya.

"Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, 'ukke' denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: 'Onu boşaltıp sıkmayınız.' Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi."

Ebubekir Sifil Hoca'nın İslam ve Modern Çağ 3'te Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın saçından veya sakalından vs. parçaları saklamaya sahabenin gösterdiği hassasiyeti bugünün insanlarının anlayamayışını analiz ederken altını çizdiği çok önemli birşey var. Böyle şeyler bugünün seküler bakış açısıyla kavranacak şeyler değil. O günün mümin kalbini ve bakış açısını bilmekle yakalanabilecek sırlar. Bazı şeyler var ki, bugünün politikasıyla, siyasetiyle veya ekonomik anlayışıyla açıklanamayabilir. Çünkü zaten bunların konusu değildir, yapılmamalıdır:

"Biz, dünyanın peygambersiz döneminin yetimleri, bir peygamberin yanında/yakınında olmak nedir bilmiyoruz. Bir peygamberin eline eteğine, elinin eteğinin değdiği eşyaya 'dokunma'nın insanda hasıl edeceği depremi bilmiyoruz. Bizim için önemli olan, bu dünyada başımızı sıkıntıdan kurtaracak formülü keşfedip rahata ermek; peygamberlerle birlikte iken karın tokluğuna razı olmanın, biriktirmemenin ve yüzü ahirete dönük yaşamanın bizim için şu anda çok fazla bir önemi yok."

3 Mayıs 2015 Pazar

Kendini dağlarken onları çağırıyorsun

Kanaatimce mürşid, 'yarası olmayan insan' demek değildir. Yaralarının ve devalarının farkında olan veya en azından arayan/çoklukla buldurulan ve çağıran insandır. Kulluğun yaraları hiç geçmez çünkü. Acz bir yaradır. Fakr bir yaradır. Bunlar geçerse azgınlaşırız. ("Şüphe yok ki, insan elbette azar. Kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görünce..." diyen Alâk sûresi bu dersi veriyor.) Gaflet veya küfür dediğimiz şeyler yarasızlık değil, yaralarının farkında olamamak veya kabul edememektir. 'İhtiyaçtan kurtulmuş görünce'dir yani, kurtulma değildir. Bu noktada, irşad olunan da, mürşidinin karşısına yaralarının farkına varmış olarak geçer. İrşad olanın mürşidden farkı, devalarını bilmiyor oluşudur. Devaların cinsi de muhteliftir. Bazısı nefes gibidir, solur gibi muhtaçsındır. Bazıları su gibidir, içer gibi muhtaçsındır. Bazıları gıda gibidir, yemek gibi muhtaçsındır. Bazılarına duyulan ihtiyaçsa daha seyrektir.

"Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ... Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder."

Yaranın cinsine göre devanın kullanım sıklığı da değişir. Fakat yarasızlık diye birşey yoktur. Hem mürşid adına hem mürid adına. Yani mürşid, bütün yaralarını iyileştirmiş ve aşkın insan olmuş (veya Niçe'nin tabiriyle 'üst insan' olmuş) bir canlı olarak nirvadan konuşmaz sizinle. (İnsan-ı kamil asla bu anlama gelmez bizde.) Yanınızda ve yaralarıyla 'içinizden birisi' olarak konuşur. 'İçinizden birisi' kalarak konuşur. Kendi yaralarının farkındalığı, sizin acınızı anlaması ve size merhamet etmesini sağlar. Tevbe 128, 'mülkün güzelliği' aleyhissalatuvesselam ile bu dersi verir: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."

"Fakat bazan olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, belki âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Maraz ise, kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir."

George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar'da bir çocuğun dünyasına girmenin ancak anılar vasıtasıyla olabileceğini söyler:

"Ve bu noktada insan bir çocuğun gerçekte ne hissettiğini ve düşündüğünü bilmenin müthiş zorluğuyla karşı karşıya. Oldukça mutlu gözüken bir çocuk aslında açığa vurmayacağı ya da vuramayacağı korkunç şeylerden mustarip olabilir. Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan, kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor."

Ben Orwell'ın bu düşüncesinin irşad faaliyeti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir mürşidin başarısı, irşad ettiği insanla yaşayabileceği empatiye bağlıdır. Onun yerine koyma kendini, ancak bir zamanlar onun gibi olmakla mümkündür. Onun gibi olan yanlarını/yönlerini, belki insandan insana uzanan dertten ve yaradan yollarını keşfedip, kendininkini deşerken ona da dokunmaktır. Bediüzzaman'ın "Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez..." cümlesini böylesi bir insandan insana yol olarak da anlayabiliriz. Nefsinde ıslah, başkasında da o nefse benzer bir nefis bulunduğu için, senden ona uzanan yoldur. Kalemi kendine batırdıkça, karşındakinin kalbine dokunursun. Ne kadar derine batırırsan o kadar yaralı insan inleyişini işitip etrafında toplanmaya başlar. Kendi insanına dokunmak, asl-ı insan arşına dokunmaktır çünkü.

"Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Yaralarını bu yönüyle sevebilirsin. Onlar sayesinde herkesleşiyorsun. Daha çok insan oluyor ve daha çok insanı anlayabiliyorsun. Ve yine o dolmayan boşluklar seni Allah'ı aramaya itiyor. Yazdıran da onlar, düşündüren de. Kendi içindeki o boşluğa kapıldığın zaman dalgınlığa kapılıyorsun. Onsuzluğun boşluğundan Onun varlığına kaçış, 'istiaze/sığınma' sırrı böyle birşeyin ifadesi biraz da. Kış Günlüğü'nde "Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?" diyen Paul Auster da buna dokunuyor ama tanımlayamıyor.

"Göklere ve yerlere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım..." sırrınca, kalbinde, ancak bir sonsuzluk sahibiyle dolacak karadelikle yaratılmışsın. Ne kadar dünya, hatta dünyalar bastırsan; ne kadar kanını akıtsan 'oh' demez, dolmaz o.

Sahabilerin irşad başarısını biraz da bu şekilde anlayabiliyorum. Pekçoğu cahiliye hayatlarında şirke düşmüş, sonra İslam'ın sadasıyla uyanan o güzel insanlar; ehl-i şirkin yaralarını ve şirkin psikolojisini çok iyi bildikleri için irşadları da bu kadar güçlüydü belki. Muhataplarının yaralarını çok iyi biliyorlardı, çünkü o yaralarla bir zamanlar kendileri de yaralıydılar.

Bediüzzaman'ın bir Kur'an tefsiri olan Risale-i Nur'da kendi hatıralarını bu kadar çok anlatmasını da biraz buna bağlıyorum. Kendi kalbine kalemini batırmak bu. Önce kendi yaranı kanatmak. Kanının kokusunu alan diğer yaralılar toplanıyorlar etrafına. Kendini dağlarken onları çağırıyorsun. "Ben yaramı böyle iyileştirdim..." demek aslında biraz da yaralarından bahsetmektir. Yaralarının varlığını kabul edip yüzleşmektir. Zaafını görmekten korkmamak, 'mış gibi' yapmamaktır. İçimizden biri olmaktır yaralarıyla. Yarasını kabul etmeyenin bu yerde yeri yok. Ne boşuna yazsın, ne de dinlesin/okusun. Irvin Yalom'um Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi; suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."

28 Nisan 2015 Salı

Mutluluk diye birşey var mı?

Mutluluk diye birşey var mı, emin değilim. Sanırım zaman zaman hepimiz ona dokunur gibi oluyoruz. Ama asla tutamıyoruz. Elimizi mesken ittihaz etmiyor, razı olmuyor. Durmuyor. Gidiyor. Veyahut ona dokunduğumuz/tuttuğumuz da bir yalan. Bir aldanma ve aldatma. Kendimize oynadığımız bir oyun. Avutuyoruz kendimizi ona doğru koşarken. Belki de koşmaya âşığız sadece.

Koşmayı seviyoruz, fakat birşeyle de ayaklarımızı ikna etmemiz gerek. Hikmetsizlik, gayretsizliktir. Ayaklar da (her fiil ve fail gibi) amaç ister. Anlamsızlık huzursuzluktur. İşte o ikna, kimi zaman mutlulukla oluyor. "Öyle birşey var!" diye hayal ediyoruz; tıpkı filozofların ütopya, orduların kızılelma hayal etmesi gibi. "Olmasa da olur, yeter ki koştursun. Yeter ki, hayatı yaşanılır; yarını özlenilir ve beklenilir kılsın. Olmasa da olur... Yeter ki, var sanılsın..." diyoruz.

Fakat huzur diye birşeyin varolduğundan eminim. Huzur, mutluluk gibi değil. Bir coşkunluk ve sarhoşluk hali sayılmaz. Belki bu yüzden modern zamanlarda mutlulukla yarışamıyor. Onun kadar muteber değil. "Sonsuza dek mutlu yaşadılar..." diye bitiyor masallarımız. "Sonsuza dek huzurlu yaşadılar..." pek de cezbedici durmuyor. Ama huzurun varolduğunu biliyorum. Çünkü onun tadabildiğim gibi elimde de tutabiliyorum.

Doğru anlamları verdiğim her zaman, her mekan, her tavır, her kelam, her olay, her musibet, her sarsıntı, her yenilik, her şey... Herşey huzurumun bir parçası oluyor. Sanki doğru anlamları verdiğimde onlar benim huzuruma çıkmış oluyorlar. Sonra hepimiz Allah'ın huzuruna çıkıyoruz imanımızca. Hz. Cebrail'in, Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın huzurunda aldığı cevap gibi: "İhsan, Allah'a onu görüyormuşçasına kulluk etmendir."

Birinin huzurunda olduğunu hissetmek, onu görmekten ziyade onun seni görebildiğini bilmeye benzer. Huzur ve huzurunda olmak, kuyrukları birbirine bağlı tarifler. İnsan ancak herşeyi anlamlandırabildiği yerde huzurlu olur. Herşeyin yerini bilmektir bu bir nevi. Karşısına birdenbire "Bööö!" diye çıkacak hiçbir şey olmaz böylece. Onun ismi şudur, bunun yeri şurasıdır, şunun amacı böyledir, bunun amacı şöyledir... Herşeyi bir yerlere bağladığın için sen de onlara göre kendine bir yer tayin edersin. Yerini bilirsin. Sonunu kestirirsin. Huzur bu 'bilmek'ten beslenir. Onun ne olduğunu ve ahlakının (bir nevi gelecekteki etvarının) ne üzere olacağını bilmek...

"Münafık olan kimse, kendisini vücut sahrâsında arkadaşlarından ayrılmış, tek başına kaldığını ve kâinat cemiyetinden tard edilmiş sahipsiz kaldığını bildiği gibi, herşeyi de mâdum bilir. Ve vahşetle ihata edilmiş, sükûn ve sükûnet içinde bütün mahlûkata ecnebî nazarıyla bakar. Münafıkın şu bakışıyla mü'minin bakışı arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, mü'min olan zat, nur-u iman ile bütün mevcudatı kendisine dost ve aşina bilir. Ve kâinatla, tevahhuş etmek değil, tam bir ünsiyeti ve muarefesi vardır."

Dostunun yanında duyacağın huzurdur, çünkü elinden veya dilinden zarar bulmayacağını bilirsin. Anlam ile huzur arasında böylesi bir doğru orantı var. İman ise hayatımıza kattığımız en büyük anlam. Düşünsenize: Bir Allah'a inanıyorsunuz ve bundan sonra bütün varlık algınız Ona göre şekilleniyor. Herşey Onunla ilişkilendirilerek amaç sahibi oluyor. Abes/boşuboşuna diye birşey kalmıyor, çünkü ilahın amaçsız şeyler yapması ilahlığına yakışmaz. İnsan insanken amaçsız olanı yapmayı eksiklik olarak görür, bir ilah bunu nasıl kendisine yakıştırır? Böylece huzur duyuyorsunuz. Onun huzurunda olmaktan ve herşeyin Onun huzurunda olmasıyla bulduğu anlamdan.

Mutluluk coşkulu, fakat çabuk giden, ânlarda boğulan birşey. Yerinizde olsam huzura talip olurum. Daha dingin ama daha garanti. Huzur, mutluluğa göre daha uzunvadeli düşünmeyi gerektiriyor. Hele ki, evliliklerde...

Bence gençler eş seçiminde kendilerine şu soruyu sormalılar: "Kimin yanında huzur bulurum?" Şunu sormamalılar: "Kimin yanında mutlu olurum?" Çünkü hiçbir insan yedi gün 24 saat mutluluk vadedemez size. Kimse o kadar süre mutlu olamaz. Hedefleriniz ele geçer olmalı, ütopya kalmamalı. Ancak gece olup yastığa başınızı koyduğunuzda herşey yerli yerinde gibi geliyorsa ve yarına dair endişeleriniz onun yanında olmakla azalıyorsa, dertleriniz sükûn buluyorsa, işte bence evlilikten maksat budur. Ayet-i kerime demiyor mu: "Onda 'sükun bulup durulmanız' için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O'nun ayetlerindendir." Ayetin aslında geçen 'sükûn' lafzını modern zamanlara uyup 'mutluluk' diye çevirmişsen, Kur'an'ın ne suçu var bu işte?

27 Nisan 2015 Pazartesi

Reklamlar, cennetinden çıkarmak içindi, seni!

"Hiçbir tür dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez."
Daniel Quinn, İsmail'den.

'İsmail' isimli belgesel romanında Daniel Quinn insanlığı iki kısım olarak sınıflandırır: 'Alanlar' ve 'Bırakanlar.' Alanlar'ın düşünce yapısını şöyle ifade eder: "Bizi tek şey kurtarabilir: Dünya üzerindeki hakimiyetimizi arttırmalıyız. Tüm bu yıkımın sebebi dünyayı fethetmemiz. Ama hakimiyetimiz mutlak olana dek fethe devam etmeliyiz. O zaman, yani kontrolü tamamen ele aldığımızda, herşey yoluna girecek..." Bırakanlar'ın ise hâkim olmaya çalışmazlar. Uyum sağlarlar. Sahibi değil parçası olurlar. Ancak 'Alanlar' en nihayet hiçbirşeyi bırakmamaya karar vermişlerdir: "Gezegenimiz tarihinde bir tür, o türün de tamamı değil, 'Alanlar' olarak adlandırdığım tek bir kolu, bu yasaya meydan okumaya çalıştı. Onbin yıl önce bu insanlar dedi ki: 'Yeter artık. Bitti. Bu yasanın insanlar için bir bağlayıcılığı yok.' (...) Ve şimdi, beş yüz neslin ardından, bu yasaya karşı gelen tüm türlerin ödemek zorunda kalacağı cezayla karşı karşıyalar." Quinn'e göre dünyada yaşanmaya başlanılan küresel felaketler giderek yaklaşan kıyametin habercileridir.

Zahidlik, sadece dünya zevklerinden el-etek çekme olarak anlaşılırsa, yanlış anlaşılmaz ama, eksik anlaşılır bence. Zühd bir işgalcinin korkusudur. Zahidlik, özünde, varlığının Allah'ın varlığı yanında neredeyse yokluk olduğunu farkeden, bu idrakle Ona dair olmadığı yerde varolmamaya çalışanın ahlakıdır. Az yemek, az konuşmak, her abesten uzak durmak... Bu 'daha az varoluş'un altmaddeleridir onlar sadece. Yani zahid kendisini 'bizzat varolmaya değer' bulmaz. Varlık bahsinde konunun kendisi olmadığını bilir. Gösterilmesi gerekeni gösteriyorsa varlığı anlamlıdır. Yoksa varsa da yoktur. "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır."

Zühdün sultanları kalplerimizi titreten menkıbeler bırakarak gittiler. Lezzeti şükür için isteyenlerin yolu ufkumuzda ümit, kendiliğimizde yeis, göğsümüzde mübarek bir yük oldu. Evet. Yaşanması güç. Yaşayacaklar güçsüz. Onlar gibi değiliz. Olamıyoruz. Farkındayız. Ama en azından hayretini bırakmamalıyız. Duasını korumalıyız. Onlar gibi olamamaktan 'keşke' demekle bile olsun tevbe etmeliyiz. Keşkelerin en güzeli keşke dediğin şeyin gerçekleşmesi için dua da etmektir. Duayla tevbe burada kardeş olur. Hakkında dua edilen, bir açıdan da, mahrum kalınmasından tekrar tevbe edilendir. Fazlasını arzulamak eksiğinden pişmanlıktır. Hem Aleyhissalatuvesselam buyurmuş: "Pişmanlık tevbedir."

İmansızın da korkusu olur ama takvası olmaz. Takva imanlı insanın korkusudur. İmansa, Bakara sûresinin hemen başında beyan edildiği gibi, gayba inanmakla başlar. Şahit olduğundan daha fazlasının varlığına inanmakla. Bu zihin açıklığını elde etmekle. Kalbi bu derece genişletmekle. İnsan bu vüsate erdi mi 'bizzat' kaldığı anlardan rahatsızlık duyar. Kendinden fazlasına iman eden görünmekten rahatsız olur. Göstermek ister. Gösterirken görünürse tamamdır. Ama göstermeden görünmek yokluktur. Ötesini göstermeyen görünüş zulümdür. Örtmektir. Kirletmektir. Sinemada ayağa kalkıp perdenin görünmesine engel olmaktır. Varlığının perdeliğini farkeder. Varlığının bizzat kaldıkça tehlikesini derkeder. Küfür büsbütün perdeliktir. Ama mü'min de gafletiyle perdelik edebilir.

'Fefirru ilallah.' Kaçmak kaçılan yerde daha az varolmaktır. Hatta mümkünse hiç varolmamak. Varlığını koştuğun yere taşımaya çalışmaktır. Sığınmak sığınılan yerde daha çok varolmaktır. Hatta mümkünse onda fani olmak. Bu yüzden Kur'an'a hep 'euzü'yle başlarız. Bu bir açıdan da şöyle dua etmektir: "Allahım varlığımı seni gösterenlerin alanına taşı, İblis'in gölgeliğinde bırakma." Kibir, israf, gevezelik, oburluk, cimrilik, yalancılık gibi pekçok kem haslet, varlığının arızîliğinin farkında olmayan, aynalığını kendiliği adına işgal etme hırsında bulunanların özellikleridir. Dikkat buyurun. Günahlarda hep bu vardır. Günah ardını göstermeden varoluşudur. Bir ameli Rabbiyle bağını kesmeden günaha çeviremezsiniz. Kesilince günahlaşır.

Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi: Maksadın Esmaü'l-Hüsna'ya aynalık olduğunu bilenler için 'Bir ân-ı seyyale kâfidir.' Bu kadarcık varolmak yeterlidir. Kalmaya ihtiyaç yoktur. Ona dair olmak boyların-boyutların en uzunudur. Ân-ı seyyale, iki şimdiyi bile kaldıramayacak kadar kısa bir varoluş manasını taşıyorsa şayet, 'Vücudun en az yer işgal eden şeklidir' diyebiliriz. Şahitlik anla da olur. Anlamak zaten an'lamaktır. Bundan sonrası, yani daha fazla kalma arzusu, risk kokar. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır." Evet. Amelde vücud var. Niyette vücud yok. Amelde kalmak var. Niyette kalmak yok. Yokta imtihan yok. Varda imtihan hep var. İnsan iki şekilde de varolabilir çünkü: Allah için veya kendisi için. İki şekilde de mülk edinebilir: Allah adına veya kendi adına. Kaldığınız zaman imtihan anlara yayılır kaçınılmaz olarak. Anlar biteviye tekerrür eden bir sınavdır.

Dikkat ederseniz günahların kökeninde bu 'daha çok varolma' arzusunun izlerini görürsünüz. Zaten 'kuvveler' dediğimiz şeyler de varlığımızı hissettiğimiz ana damarlardır. Vücud açlığımızın üç tezahürüdür. Kuvve-i şeheviye de, gadabiye de, akliye de bir şekilde varlığa hizmet eder. Bir kere varolan her kere varolmak ister. Yokluğuna 'Ol!' buyrulan, varlığından o kadar mutlu olur ki, bir daha 'yokol'mak istemez. Biz buna aşk-ı beka da diyoruz. Hayatımızdaki bütün aşklar aşk-ı bekanın gölgeleridir aslında. Güzellik bize ölümü unutturandır. Varedene karşı duyulması gereken aşk varoluşa karşı yönelmiştir. Hatanın başı da burasıdır.

Yine mürşidimin, 'ben ve benim, o ve onun diyebilme yetisi' olan eneyi "(...) zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir..." diye tarif etmesi, işte, meselenin bu en temel arzuya bakan tarafını anlatıyor belki. Yani, varoluşu Allah'a dair bıraktıkça cennet, kendiliğimiz adına işgal ettikçe cehennem. Vazgeçtikçe cennet. Tuttukça cehennem. Çünkü tuttuğumuzda ömrü kısalıyor. Bizden ibaret kalıyor. Halbuki o tecellinin sonsuza dair olmak imkanı da var.

Hepimiz duymuşuzdur. İblis'in, Hz. Âdem aleyhisselam ile Havva annemizi kandırırken, şöyle bir yol izlediği anlatılır: Yasak meyvenin cennette sonsuza kadar kalmalarının tek yolu olduğunu söyler onlara. Bu bilginin sıhhatini bir tarafa bırakırsak, en temel şeye, yani aşk-ı bekaya dokunan yanıyla anlamlı geliyor bana. Bir insanı cennetinden nasıl çıkarırsınız? Helal olmayan bir fiile/mülke en temel arzusunu manipüle edip yönlendirerek... İblisin gerçekten insanı çok iyi tanıyor. Zira reklamcılığın özü hâlâ bu derstedir. Evet. Reklamlar da izleyicisini zaten yaşamakta olduğu cennetten uzaklaştırır. Ve elinde olmayanı cennet gösterir.

Zahidlik, eğer böylesi bir mülk idrakine yaslanıyorsa, savaşsız bir şekilde insanı kendinde tutar. Takvası tasannu olmaz. İçindeki taşlar yerine oturur. Çünkü zaten doğal olanın, fıtrî olanın, aksi düşünülemez olanın bu olduğunu bilir. 'Olması gereken şey' olduğunu düşünerek onu yaşar. Fakat bunun dışında insanın ikinci niyetlerle zahidlik yapması taklit kalır. Kendisinden murad olunan kemali vermez. Hatta böylelerinin takvası onları mutaassıplaştırır. Hesap soruculuğunu arttırır. Maddeten sahip olmadığı dünyaya hesap sorucu olarak sahip olmaya çalışır.

Allah bizi öyle imtihanlara uğratmasın. Mülke bakışı herhangi bir seküler gibi olan dindarın, dünya kollarını ona açtığında, ona hayır diyebilmesi mümkün olmaz. Tamam. Dünya ona gülmüyorken o da dünyaya küsebilir. Fakat ya galip geldiğinde? Ya güçlü olduğunda? Ya cebi dolduğunda? Ya... Ya...

Zafer zamanları tevbe zamanlarıdır. Nasr sûresindeki derstir bu. "Bir mülkü zâhiren mülküne katıyorsun, bu katma işi zor iştir, imtihanlı iştir, dikkatli ol!" demektir bence bu bir nevi. Ve nihayetinde zühd, bizzat lezzetten değil, lezzetin bağlı olduğu sahiplikten vazgeçmektir. Mülksüzlükteki asıl lezzete erişmektir. Öyle ya, lezzet, şeylerin varlığa hizmetini hissettirendir sadece. Lezzeti bu yüzden ararız. Burasından varlığı tanırız. Tanımak için kullandığımız aracı esas gaye sanmayalım. Zühdle lezzetlerden değil gidişiyle acı veren lezzetlerden vazgeçiyoruz. Onlar incitmesin diye sahiplenmiyoruz. Mülkleştirmenin doğru olmadığını firakın sancıları zaten haykırıyor bize. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Neyse. Sözü epeyce uzattım arkadaşım. Seni de yordum. Ne diyelim: Hak Teala cümlemize emanetçiliğin hakiki rüşdünü ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

24 Nisan 2015 Cuma

Bediüzzaman Cüneyt Özdemir’e karşı!

“Yeni çağların en büyük devrimi, dünyanın bu beklenmedik, bu kör edici görüngenliği.” Emile Ajar, Kral Salomon’un Bunalımı’ndan.

Hayatı hep İstanbul’da geçmiş bir arkadaşım vardı. İstisnası: Askerliğini Urfa’da yapmıştı. Ve her Türkiyeli gibi hatıralarını paylaşmayı seviyordu. Bir keresinde ‘gece nöbetlerinden korktuğunu’ söylemişti. Evet. Düşünelim: İnsan gece nöbetlerinden neden korkar? A) Karanlık. B) Terör. C) Yalnızlık. D)? Şıkları kafamıza göre çoğaltabiliriz. Hikmetli-hikmetsiz ekleyebiliriz. Bense bölge itibariyle ‘B’ şıkkına daha fazla ihtimal verdiğimi söylemeliyim.

Zannımı bir soru cümlesi olarak kendisine açtım. Şaşırtıcı. ‘Ondan olmadığını’ söyledi. Beklemiyordum. Cevap çalışmadığımız yerden: Korktuğu kurşunlar değil yıldızlarmış. Nöbetlerde semaya bakmaya çekinirmiş. Çünkü yıldızlar çok haşmetli görünüyorlarmış! İstanbul’da hiç öyle gelmezmiş halbuki. Hatta şakayla karışık şöyle bir iddiayı tekrarlardı: “Urfa’da yıldızlar dünyaya daha yakın!” Kafasına düşecek gibi görünmelerinin başka açıklaması olamazdı.

Metropol çocukları güledursunlar. Ben ne demek istediğini anladığımı sanıyorum. Çünkü, metropolde değil, küçük bir ilçede büyüdüm. Yalancı ışıkların daha az olduğu, dolayısıyla yıldızlarla konuşmanın daha kolay olduğu, bir yerde geçti çocukluğum. Bazı yaz geceleri gözümüz gökte saatlerce muhabbet ettiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarımla. Hayaller kurarak. Öyküler uydurarak. Büyülenerek.

Sema o zamanlar önemli bir meseleydi. Havadan-sudan konuşmak kadar normaldi gökten bahsetmek. “Hangisi senin? Hangisi benim?” kavgası ederdiniz akranlarınızla. Seçtiğiniz yıldızı kimseye kaptırmak istemezdiniz. Gündüzleri de bizden kurtulamazdı dev ekran televizyonumuz. Şekilden şekle giren pamuk tarlalarıyla uğraşırdık günboyu. Birisini birşeye benzetirdik, ötekini başka birşeye... Bazen bir uçak geçerdi tam da güneşin önünden. Nasıl yanmazdı o? Bulutlara bassak bizi tutarlar mıydı? Üzerlerinde yatılır mıydı? Sanki Allah bu büyük sinema perdesini yerde canımız sıkılmasın diye yaratmıştı. Üstelik izlemesi de bedavaydı.

Bir keresinde de yağmur bulutlarından korktuğumu anımsıyorum. Ağılkapısı isimli bir köye gitmiştik. (Resmiyette daha çiçekli-böcekli bir ismi var.) Bir tepenin dibindeydi. (O tepeyi heyelan tehlikesinden dolayı traşlamışlar diye duydum.) Çocuklar olarak hemen ‘tepeye ilk kim çıkacak’ yarışına başladık. Diğerlerini geride bıraktığımı hatırlıyorum. Tırmanırken ardını görmek mümkün değildi tepenin. Ancak zirvesine çıktığınızda arkasındaki geniş araziyi temaşa edebilirdiniz. Hırsla tırmandım. Zirveye vardığımda onunla karşılaştım.

Arazinin diğer ucundan sanki bir ordu geliyordu. Korku filmlerindeki sahneler gibiydi. Arada çakan şimşekler farkediliyordu. Ve bulutlar, acelelerini apaçık idrak edebildiğim bir süratle, koşmakta idiler. Havf ederek aşağıya indim. Yolda diğer çocukları da uyardım: “Yağmur geliyor!” Eve sığınana kadar nasiplenmiştik bile. Ziyanı yoktu. Zaten ben yağmurdan değil bulutlardan korkmuştum.

Böyle şeyler artık olmuyor. Toprakla aramızda asvalt var. Allah “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyurduğunda kimsenin evinde televizyon yoktu. Yalancı ışıklar yıldızları görünmez hale getirmiyordu. Zaten metropol denilebilecek bir yer de yoktu. Şehirler büyüdü. Elektrik keşfedildi. Sokaklar daraldı. Binalar yükseldi. Dolayısıyla ekranlar küçüldükçe küçüldü. Şimdi son bulmayan aydınlığımız fakat kaybettiğimiz gökyüzü var. Göğe bakmadan büyüyen çocuklarla dolu her yer. Onlara acıyorum. Çünkü bir buluttan korkmayacaklar asla. Ve yıldızlar kafalarına düşecek gibi gelmeyecek.

Bir saniye. Haklarını yemeyelim. Artık belgesellerimiz var. Biz gidip doğayı göremesek de, tıpkı dalından toplayamadığımız kirazlar gibi, hazır halde getirilen ‘kainat parçacıkları’ onlar. İmitasyon tanecikleri. Yaşasın kapitalizmin kolaylıkları! Serengeti’nin aslanlarını mahallemizin kedilerinden daha iyi tanırız. Masai Mara düzlüklerini köyümüzün yaylalarından iyi biliriz. Hey yavrum hey! Öyle ya, kendi günlüklerimiz yok ama, Büyük Kedilerin Günlüğü’nü bizzat tutmuş kadar olduk.

Üstelik belgesellere tuhaf bir güvenimiz de var. Paketlenip bize getirilen kirazlardan çeşitli nedenlerle (hormon, ilaç, GDO vs.) şüphe edebiliyoruz, lakin bunların ‘sahiciliğinden’ şüphemiz yok. Halbuki geçtiğimiz yıllarda birkaç yapımcı, o belgesellerde, aslında yaşanmamış olayların küçük kurgu ve senaryo oyunlarıyla yaşanmış gibi gösterildiğini itiraf etti. Hatta bazı sahneler doğada dahi çekilmiyormuş. Tabii, iyi(!) niyetlerle, ‘halkın ilgisini o ürünlerde tutabilmek için’ böyle yapılıyormuş. Yani belgesellerden seyrettiğimiz doğa doğal değil. Allah’ın yarattığı kadarıyla kalmıyor işler. Karıştırılıyor. Araya giren ‘beşerin bulaşık eli’yle yönlendirilmiş, saptırılmış, kirlenmiş durumda.

Mürşidimin bu ifadeyi kullanmasını şimdi daha farklı bir boyutta anlıyorum. Evet. Kaçınılmaz bir şekilde öyle: İnsan neye dokunsa, neyin aracısı olsa, doğal kalamıyor. Kurgulayıcılığının sınırlarıyla aslını bozuyor. Kendi mizanını âleme mihenk tutuyor. (Dağların taşımaya çekindiği emanet bu muydu yoksa?) Bunu, eğer yalanlarıyla yapmazsa, vurgularıyla yapıyor. Edebiyatı dahi biraz böyle.

Vurgu ilginç birşeydir. Azı çoğa galip eder. Bir misal: Geçenlerde (Bu ifade 2015 yılına aittir arkadaşlar.) Cüneyd Özdemir, Kanal D Anahaber’ini sunarken, kendisine yöneltilmiş bir twiti okudu: “İyi haber yok mu hiç? Neden hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz?” Özdemir buna şöyle cevap verdi: “Biz de isteriz size iyi haberler vermeyi ama maalesef Türkiye’de durum böyle.” Lafızlar tastamam tutmayabilir fakat manaca konuşulan tastamam buydu. Herşey kötüye gidiyordu. Herşey kötüye gittiği için de konuşulacak iyi birşey bulunamıyordu.

Ben de şu manada bir twit attım: “Kediler moralimizi düzeltmek için şakalaşıyorlardı ama anahaberlerin onları görmeye niyeti yoktu.” (O gün beni pek güldüren kedilerden mülhemdi.) Düşündüm sonra: Sahi, her sabah doğan güneş kimsenin moralini düzeltemiyorsa, Allah bizim için daha ne yapmalı? Baharın ilk günlerinde bir anahaber bülteni ‘güzellik bulamamaktan’ yakınıyorsa Mevla’nın ne suçu var? Göz böylesine kötüye alıcılaşmış ve iyiye körleşmişken bizden daha fazlasını beklemek doğru mu? A’râf sûresinin 179. ayetinde buyrulan şu mana dilegeldi sanki: “Onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler...”

Kabul edelim. TV’den izlediğimiz dünya kurgu bir dünyadır. Kötüsü seçilmiş, iyisi her nasılsa bulunamamış, Bediüzzaman’ın İkinci Söz’de dediği gibi ‘nazarında pek fena bir memlekete düşen’lerin dünyasıdır. Hodbinliğinde boğulanların ‘ene’sini palazlandırmayan herşeyi kötüye yorduğu bir dünyadır. Zaten bencilin dünyasında herşey karamsarlık kaynağıdır. Zira hiçbirşey istediği kadar ‘ben’inin etrafında dönmez. Benbenciliğini beslemez. Bencile merkeziyetini kabul etmeyen herşey hasım gelir. Etrafında dönmeyen herşey düşman görünür. Yeis katar. Sanki onları o yaratmıştır da uluhiyetini reddetmekle ihanet etmişlerdir.

Denemesi bedava. Şöyle üç-beş tane Küçük Emrah filmi izleyin mesela. Artık nasıl olur da Allah hakkında nasıl hüsnüzan edersiniz?

Ne kötülük varsa iyilerin başına geldiği ve kötülerin hep kazandığı bir âlem. Namuslunun herdaim kaybettiği ama namussuzun zeytinyağı gibi üstte kaldığı bir düzen! Kur’an kıssaları bize bunu mu söylüyor? Yoksa tam aksini mi öğütlüyor? Bu algı bizi nereye götürür? Bence bu türden manipülasyonlar bizi, hiç haketmediği halde, Allah’a karşı suizanna götürür. Kendi kurgumuzun içinden ‘Halık hep öyle yaratıyormuş gibi yaparak’ isyan nedenleri devşiririz. Ve sonra da, Allah korusun, düpedüz isyan ederiz.

Bediüzzaman’ın Yeni Said döneminde gazete okumayı bırakmasını daha zengin anlıyorum şimdilerde. Sırf bir siyaseti terk değil bence ardındaki sır. Dayatılan ‘kurgu dünya’nın terkidir. Beşerin bulaşık eliyle bozulan, kötüsü seçilmiş, iyisi konulmamış medyayı reddediyor Bediüzzaman. Cüneyd Özdemirciklere direniyor. Ve kainatı kendisi okumaya mesai harcıyor. Tıpkı emredildiği gibi. Çünkü Allah vahyinde “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyuruyor. Evet. Bakılacak üstümüzde. Başkasının üstünde değil. Üstümüzdeki göğe başkalarının gözüyle bakamayız. O bizim göğümüzdür. Araya kimse giremez.

Doğru iman doğru varlık algısıyla birlikte yeşerir. Eşyayı olduğu gibi göremeyen, Rabbi hakkında olmadık yalanlar söyleyebilir. Bu yüzden belki de, Risale-i Nur’un neredeyse bütün hikayeciklerinde, iki yolcudan iyisi kötüsünün önce ‘varlık algısını’ düzeltmeye çalışır. Çok uzattım. Seni de bıktırdım. Gücenme lütfen. Bir tanesini hatırlayarak vedalaşalım mı:

“Yahu sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

21 Nisan 2015 Salı

Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın

Güzel görmek, eşyayı olmadığı bir hale sokmak, bunun için algımızı bükmek değil, olduğu hali görmektir. Yani zaten güzel olanı öyle görmektir. Evet. Varlık hayır üzere yaratılmıştır. Mü’minin imanı budur. Çünkü Allah Cemîl’dir, Hakîm’dir, Rahîm’dir. Bütün isimleri güzeldir. Kendisini hem Kur’an’ında, hem insandan hitabı nübüvvette, hem bizdeki nakşı vicdanımızda, hem de kainat kitabında böyle haber vermiştir. Her eserinde Esmaü’l-Hüsna’sının izleri bulunur. Varlıktaki güzellik kaçınılmazdır. 

Fakat, arkadaşım, zaten güzel olanı öyle görmek bile bir güzel nazar istiyor. Niyet istiyor. İman istiyor. Önceden hazırlanış istiyor. Biraz da büyük resmi kollamaya yatkın bakış istiyor. Yanlış anlaşılmasın. Burada ayıklamayı dilediğimiz şey baktıklarımızda değil. Sınırlarımızın kirleticiliğinden kurtulmayı diliyoruz biz. Eksik bilişimizin, hissedişimizin, görüşümüzün kusurlarından uzaklaşmaya çalışıyoruz. Güzel görmek mesaisi en azından bu. Çirkinlik sanrısının bizden kaynaklandığını anlamak. Ya bizzat yahut da neticeleri itibariyle güzel olanı farkedemeyenin biz olduğumuzu bilmek. Âlemi ‘kendimizde’ düzeltmek.

“Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Mürşidim böyle söylüyor. Bizi parçalara bakarken yaşayacağımız yanılgılardan korumaya çalışıyor. Bütünün cüzlerinin toplamından fazlası olduğunu hatırlatıyor. Şunu da unutmamak gerekir ki arkadaşım: Vahyin küllî öğretisiyle yumuşatılmamış akıl tahripçidir. Hırpalayarak anlar. Yoğunlaştığını parçalar. Kopardığını geri vermez. Birşeyi sırf akılla anlamaya çalışmak varlıktan gasıbane ayırmaktır. Konsantrasyon dediğimiz aslında bir nevi körelme. İhtisas, alanının dışına kapanma. Evet. Gayrısına körleşme. Sadece o olma. Sadece onda olma. Sadece onun sende olması. Hatta bu tahripçiliğin her duyumuza sirayet etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Demek sınırlı olanın fıtratında fethetmek istediğini de sınırlandırmak var. Hakkı olmasa bile. Emaneti aldığımız andan itibaren ‘çok zalim’ ve ‘çok cahiliz.’ Madem ki parçalamakla biliyoruz. İkisi de kaçınılmaz.

Dikkat etmemiz de parçalamaktır dikkat çekmemiz de. Vurgulamadan ele alamayız hiçbirşeyi. Avuçlarımız küçüktür. Vurgumuzsa parçayı bütüne hâkim kılmaktır. Veya en azından daha/ilk görünür kılmaktır. Zalimdir. Mahluk, madem ki mutlak olamaz, o halde her tasarrufu kayıtlarıyla yaralıdır. Sınırlarıyla berelidir. Cahildir. Bu halimizden korkmalıyız arkadaşım. Hem de çok korkmalıyız. Ârif şu karanlığını farkettiği için sezgisinden vahye kaçar. Kendisinden Allah’a sığınır. Keşfine mutlak şekilde güvenmez. “Allahu a’lem!” demeden zannını açmaz. Bir fikrin Kur’an’a ve sünnete uygunluğunu sınamak aynı zamanda bütüne uyumunu sınamaktır. Bütüne uymayan parça reddedilir. Hoşumuza gitse de gitmese de. Son minvalde hakikatin hükmü bütündedir.

“Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak ‘nazarında’ pek fena bir memlekete düşer. (...)Vicdanı azap içinde kalır.” Nazarında düşer fakat kendi parçası dahi bu parçalayışını onaylamaz. Çünkü şuurunda olmasa bile fıtratı/vicdanı bütününün farkındadır. Tecrübe dediğimiz şey de aslında biraz buna bakıyor. Evet. Tecrübe sahibi, olayları, ‘fiil’ değil ‘kanun’ olarak okumayı öğrenmiş demektir. “Bu böyle olduğunda mutlaka şöyle olur...” Tecrübe böylesi cümlelerinizin isabetine bakar. İşte ‘böyle olduğunda nihayetinde şöyle olduğu’ bilgisi biraz bütüne aşinalık istiyor. Bütüne aşinalığınız azaldıkça tecrübelerinizin güvenilirliği azalır. Gençlerin tecrübesizliğinden bahsedildiğinde kastedilen de budur.

Daha çok zamanda varolmanın daha çok şeyin farkında olmakla ve dolayısıyla daha çok an ve fiilin şahidi olmakla ilgisi var. Daha çok anın ve fiilin şahidi olmak ve bu daha çok an ve fiilin farkında olmak, onlar arasında kıyaslamalarda bulunup, kanunları keşfetmenizi sağlar. Yine mürşidim diyor ki mesela: “Kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.” Demek, ne zaman fiilerin bağlı olduğu kanunu keşfettin, o zaman zamanın biraz daha ötesine uzanmış yargılarda bulunabilirsin. Çünkü bugün öyle olan muhtemelen yarın da öyle olacaktır. Bugün göğe attığın taşların düştüğünü görüp yarın atacaklarının da düşeceğini tahmin etmek kehanetten sayılmaz. Sen yalnızca bir âdetullahı yakalamışsın. Yani farketmişsin. Onu okuyorsun. Okuduğunu anlatıyorsun.

Peki kanun ne? Kanun Allah’ın tekrarlanan fiileri/emirleri. Onun, sıfat derecesinde hep öyle yaptığını, şuunat derecesinde hep öyle yapmayı sevdiğini farketmen. Sana açılmış bir fiilî dua yoluna uyanman. Tarlayı ekersen mahsûl bağışlanır. Allah’ın birşeyi hep öyle yapması, sana, duanın kabul olmaya yatkın olduğu yönü öğretiyor. “Hep öyle yapıyorsa öyle yapılmasını seviyordur!” diyebiliyorsun mesela. Tekrarını kastına yoruyorsun. Evet. Tekrar kastın delilidir. Bilişin, seçişin, iradenin işaretidir. Kastta bir muhabbet kokusu da var şüphesiz. Böylece fiillerden isimleri çıkardığın gibi kanunlardan da şuunatı okuyabiliyorsun.

“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

Evet, eser fiili, fiil esma-i ilahiyeyi gösterir. Fakat kanunlar şuunat-ı ilahiyeye aynalık eder. Şuunat okuması mü’minin pahabiçilmez tecrübesidir. Biz bu nevi tecrübeye ‘marifet’ de diyoruz. Elhamdülillah. Eğer, Allah’tan kopuk bir şekilde kainattaki bir kısım kanunları keşfetmişse bir münkir, o da bir tecrübedir, ama eksiktir. Tevhide imanı olsaydı, kanunlardan sonra şuunata, yani Allah’a, oradan da Vahid olanın yarattığı herşeye dair çıkarımlarda bulunabilirdi. Evet. Biz de imtihan sürecimizde bunun yollarını arıyoruz. Mürşidim yine bir yerde diyor: “Görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor.” Fiilden kanuna, kanundan şuunata...

Şuunat bilgisi, yani Allah’ın hep öyle yapmayı sevdiğini öğrenme hali, mü’minin en büyük keşfidir. Statik esma bilgisinden dinamik bir şuunat düzeyine çıkıldığı zaman, Allah, rızası celbedilir bir Allah olur. Allah değişmez de senin kafandaki marifeti bir eşik atlamış olur. Sen değişirsin. Tıpkı Fatiha’da atlanılan eşik gibi. ‘Hesap gününün sahibi’ olduğunu gördüğün Allah’a kendini sevdirmenin de bir yolunu bulursun. “Hesap günü varsa, demek ki, hesaplanacak güzel şeyleri arttırmakta, kötü şeyleri azaltmakta fayda da var!” dersin. Bu da seni “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz!” noktasına götürür.

Güzel görmek, işte, şuunatı böylesine yüce bilinen bir Allah’ın, suizannımızdaki gibi kötü şeyler eylemeyeceğini anlamaktır. Allah’tan (el-Emin’den) marifetiyle emin olmaktır. Cümlelerimin kusuruna bakmayın. Başka nasıl söylenir bilemiyorum. Kusurlu bir misal: Güzel görmek bahsinde kulun Allah’la olan hali, her görüştüğümüzde, “Bana ne hediye getirdin?” diye soran yeğenime benziyor. Elimdeki poşette hediye göremeyince ceplerimi karıştırıyor. Daha olmazsa tekrar tekrar soruyor. Hediye getirmenin huyum olduğunu biliyor çünkü. Bu bilgisinden dolayı hüsnüzannı üzerimden eksik olmuyor.

Kötülük yeğenimin hangi cebimde saklı olduğunu bilmediği hediyesini buluncaya kadar geçen zaman gibi. Güzel görmek de bana dair bir hüsnüzan. “Dayım böyle yapmaz. Kesinlikle bir hediye getirmiştir. Nerede acaba?” demek biraz. Hüsnüzan bütüne yöneliktir. Suizan parçada boğulmaktır. Kem bir sözü nakledildiğinde sevdiğinizin “O öyle şey demez!” demek, davet edildiğiniz yerde kapıyı kimse açmadıysa “Böyle yapmazlardı!” deyip sağa sola bakınmak, emin arkadaşınız beklettiğinde “Biraz daha bekleyeyim. Mutlaka gelir!” diyebilmek... Bu yaptıklarını Allah için de yaparsan, işte, o güzel görmek olur. Zaten el-Emin olan Allah’ın gölgesine sığınmak ‘güzel görmek’le olur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Bu bahiste Bediüzzaman’dan önce mürşidim Hz. Hatice radyallahu anha annemdir. Ki o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, nübüvvetin ilk müjdelerini aldığında cin çarpmasından endişelenince, kendisine şöyle demişti:

“Endişelenme! Yemin ederim ki Allah Teâlâ asla Seni mahcup etmez. Çünkü Sen akrabalık bağlarını gözetirsin, doğru konuşursun, zayıfların yükünü çekersin, yoksulların derdine derman olursun, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.” Daha eşine nübüvvet gelmeden, devr-i cahiliye içinde böyle bir Allah marifeti olan, Onun şuunatı hakkında “O, Senin gibi iyi olana kötülük edecek bir Allah değildir, çünkü Allah öyle değildir!” tesbitinde bulunabilen bir anne, elbette, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın eşi olmaya bihakkın layıktır. Sana son birşey daha diyeyim mi arkadaşım: Mevzu Allah hakkında hüsnüzan, yarattığı hakkında güzel görmekse, Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın. Bunu da hatırında çıkarma.

17 Nisan 2015 Cuma

Hayvanlık namlusundan nasıl çıkılır?

"İnsan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görürse.” (Alâk sûresi, 6-7)

Bediüzzaman mesleğinin seyr u sülûkunu ‘dört hatve’ olarak tarif ediyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. “Şu tarik, hafî tarikler misillü, ‘letâif-i aşere’ gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi ‘nüfus-u seb’a’ yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir.” Hatve ‘adım’ karşılığını alıyor lügatte. Tasavvufta ‘mertebe’ anlamına da geliyor. Bir terimsel karşılığı da askerlikte var: “Mermi çekirdeğinin ekseni etrafındaki turu esnasında namluda aldığı yol...”

Adımlar yolun parçasıdır. Mertebe yükselişin cüzüdür. Namludan çıkmak için kaç kere dönmek gerekir? Namlusu hayvaniyetidir insanın. Farkettiyseniz mezkûr tariflerin hiçbirisi adacığa benzemiyor. Yani acz, fakr, şefkat ve tefekkür dört ayrı/bağımsız görev değil. Ya? Ancak birbirini tamamlandıkça mesafe alınan bir yol gibi. Dört adımı atınca ancak insan-ı kamile ulaşmak hususunda gerekli mesafeyi aşmış oluyorsunuz. Namludan çıkmayı başarıyorsunuz.

Bir keresinde bir derste şöyle birşey söylenmişti: “Aczini bileceksin. Fakrını göreceksin. Şefkat edeceksin. Tefekkür edeceksin. Risale-i Nur mesleğinde bu dört yolla gidilir.” Katılamadım. Parçalı düşünmek yanlış geldi. Adımlar ‘yol’ sayılmamalıydı. Ben olsam şöyle derdim: “Aczini bileceksin, onunla (aczinle) fakrını göreceksin, onlarla (aczinle ve fakrınla) şefkat edeceksin, onlarla (aczin, fakrın ve şefkatinle) tefekkür edeceksin.” Yani arada nokta değil virgül olmalıydı. Bütünü hissettirmek gerekirdi.

Hem Bediüzzaman hatvelerin ayrı yollar olduğunu düşünse herhalde ‘adım’ değil ‘yol’ demeyi tercih ederdi. Değil mi ama? ‘Hatve’ değil de ‘tarik’ derdi mesela onlara. Özellikle de acz ve fakrın şuurunda olunmadan şefkat edebilmek mümkün değildi. Çünkü şefkat, aczin ve fakrın empatisidir. Kendi güçsüzlüğünü gören ancak diğerlerinin güçsüzlüğünü anlayabilir.

Duygularımızdır birbirimize uzanan kollarımız. İnsan içindeki tecrübelerle ancak başkasına doğru uzanır. Bilir. Anlar. Ne hissedeceğini tahmin eder. Kendisi de daha önce benzer şeyler hissetmiştir çünkü. O hislerin sizde de olabileceğini düşünür. Aksi takdirde her insanın ‘Kaptan Spark’ gibi robotikleştiği bir dünyaya uyanırız. Tefekkürümüz de onun Uzay Yolu serisinde sık sık ortaya koyduğu gibi olur. Yani şefkatsiz olur. En yakın arkadaşlarımız bile, mantıklı bir seçim gibi göründüğünde, hayatlarından vazgeçmeyeceğimizden emin olamazlar. (Into Darkness’ı izleyenler bu bağlamda okunabilecek diyaloğu hatırlarlar.)

Aczini görmeyen insan, varlığının devamı için gerekli olan şeylerin, yani kudret gerektiren şeylerin, aslında birer ihtiyaç olduğunu anlayamaz. Elde ediş olarak düşünür. Güçsüzlüğünü bilmeyen Karun tabiatlıdır. “Bu bana ilmimle verildi” der. “Bu bana aczimden dolayı bağışlandı” demez. Yaşamak bir işgal hareketidir artık. Hiçkimsenin ondan birşey eksiltmeye hakkı yoktur. O bu noktaya hakettiği için gelmiştir. Bu nedenle ona verilen herşey haketmişin zaferidir. Vazgeçtiği herşey ‘öyle olması gereken’ değil ‘fedakârlığı’dır. İhtiyacı falan değildir. Aczini bilmeyen hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını sanır. Bu da en sessizinden/gizlisinden bir ‘ilahlık iddiası’dır.

Aczini bildikten sonra ancak devamının elinde olmadığı anlar. ‘Zaten öyle olması gerekenler’ birer ihtiyaca dönüşür. Ve bu ihtiyaç bilgisiyle kalp âleme mütevazi uzanır. Sevgiye muhtaç olduğu gibi (acz) seveceklere de muhtaçtır (fakr). Sevmeye muhtaç olduğu gibi (acz) sevileceklere de muhtaçtır (fakr). Muhtaç âlemle ilişki içine girmek zorundadır. Mecburen fildişi kulelerinden iner. Bencillik saraylarını terkeder. Artık mahlukattan herhangi birisidir. Bütünün parçasıdır. Bütünü kendisi değildir. İlişkisinin rengini ‘şefkat’ belirler. Zira onlar da en az kendisi kadar acizdir. Rızkları bağışlanmazsa kendisi kadar aç kalırlar. Şefkat bekleyen şefkat de gösterir.

Yavru kedinin miyavlamalarına dayanamayan çocuk aczden acze giden bir yol bulmuştur aslında. Onun ne hissettiğini kendisinden anlamıştır. İhtiyaçlar bu yönüyle birer bilme şeklidir de. Her ihtiyaç bir biliştir. Âlemle kurulan bir ilişkidir. Şefkat böylesi bir bilmeye de yardım eder.

Evet. Şefkat en özünde ‘şefkat ettiğinin devamını istemek’tir. Acz/fakr ekseninde bir okumayla, bütünün parçası olduğunu ve devamı için bütündeki herşeye muhtaç olduğunu farkeden insan, en nihayet bütüne şefkat eder. Çünkü onun devamı kendisinin de devamıdır. En azından hürmetine yaratıldıkları ortak hakikatin tecellisinin devamıdır. Hatta bazen şefkati o seviyeye ulaşır ki varlığından da vazgeçer: “Valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.” O varlık sahnesinde kendisinden daha çok kalacaktır çünkü. Hakikatini daha uzun yıllar yansıtacaktır. Eşyanın hakikati ise esma-i ilahiyedir.

Aczini farketmeyen neden tefekkür etsin? Neden Allah’a ulaşmaya çalışsın? Yarası olmayan neden deva arasın? Yarasını hissetmeyenin tefekkürü, Allah’a ulaşmak için değil, sözde ilahçıklığını sağlamlaştırmak için olacaktır elbette. Enesi etrafında dönmeyen dünyaya düşmandır bencil. Merkeziyetini kabul etmeyen onu korkutur. Karamsarlaştırır. Kızdırır. Tefekkürü zehir olur da âlemi mahveder. Ürettiği teknoloji de âleme zarar verir, fikir de... Çünkü “Nazarında pek fena bir memlekete düşer...” Fena olana fenalık yapmak birşeyi değiştirmez ve haktır da. Demek tefekkürün de sıhhatı şefkattedir. Şefkatsiz dehanın zulümden korkulur. Hak vermez, anlamaya çalışmaz, çünkü şefkat etmez. Şefkati yaşatacak empatisi yoktur.

İşte bu sebepten dört hatvenin bağımsız yollar gibi görülmesine karşıyım. Bunlar birbirinin parçası, tamamlayıcısı ve tetikleyicisi. Üstelik birisinin faydası ancak diğerinin sıhhatiyle. İnsan-ı kamil tekiyle değil hepsiyle oluyor. Dört kere dönmedikçe hayvaniyet namlusundan çıkılmaz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...