12 Temmuz 2015 Pazar

Emre Dorman nereye koşuyor 4: Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor?

Yani bazen kendi kendime soruyorum: Acaba benim mi psikolojim bozuldu? Acaba ben mi kafayı yedim de yazılanları/çizilenleri farklı anlıyorum? Etrafımda öyle cerbezeler görüyorum ki, şaşkınlıktan dilim tutuluyor. Ters dönmüş fincanları evirip çeviren, 'Bul karayı al parayı!' yapan insanlarla dolu her yer. Gözünün içine baka baka eşeği boyayıp at diye satmaya çalışıyorlar. Yemeyince de alınıyorlar. Ya 'hüsnüzan' ile 'aptallığı' karıştırıyorlar yahut da bu işte başka bir hesap var... Niye açtım bu bahsi? Ona geleyim: Dün yazdığım, Emre Dorman meselesi üzerinden Senai Demirci ve Haluk İmamoğlu abilerin duruşlarını da sorgulayan yazıma mukabil Senai abi eski bir yazısını takipçileriyle paylaştı. "Kur'ân Müslümanlığı mı, Peygamber Müslümanlığı mı?"[1] başlıklı bir yazı. Belki daha evvel okuyanlarınız vardır. Bilmiyorum. Ben ilk kez okudum.

Yazının içeriğini mihenge vursam bir facia, benim eleştirime mukabil bu yazıyı paylaşmakla yapılan 'kaçak güreşi' analiz etsem bir facia. Hangi faciadan size şekva etsem ben bile şaştım. Ben alenen/açıkça "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan gelen hadisleri reddeden, hadis imamlarını/ravilerini 'yalancılıkla' itham eden, hadis ilmine olan güveni saçmasapan demagojilerle sarsmaya çalışan, hem de kezzab ve ehl-i bid'a o adamların yanında ne işiniz var?" diye soruyorum; siz Senai abim, hiç alakası olmayan (hatta şimdiye kadar ümmet içinde sahici bir gündem bile oluşturmamış) bir başlık açıp, sanki derdimiz oymuş gibi meseleyi bir muğalata içinde boğmaya çalışıyorsunuz. Zaten en baştan beri sizden şekva ettiğimiz şey de bu değil midir? Şu hadis reddiyecileri/Kur'an müslümanları karşısında bir türlü dik bir söylem tutturamayışınız değil midir?

Ne zaman bu sadetten, Nurcu kardeşleriniz, sizi de kendileri gibi bildikleri için, "Senin orada ne işin var?" diye sorsalar; her defasında 'ne şiş yansın ne kebab' tarzı ortaya birkaç cümle yazıp işin içinden sıyrılıyorsunuz. Böyle hareketler şans oyunlarında makbul olabilir, ama mesele itikat olunca sırıtıyor. Yüzünüze söylenmediği için "Hallettik galiba bu işi!" sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Hepimizin aklında/kalbinde isminizin yanında bir soru işareti var. "Nerede artık Senai abi acaba?" diye soruyoruz kendi kendimize. "Hâlâ ehl-i sünnet itikadında mı? Hâlâ Bediüzzaman'ın dersine/tedrisine, Risale-i Nur'un perspektifine kanaat ediyor mu? Yoksa çoktan atı alan Üsküdar'ı geçti de üzerindeki teveccüh-i nâsı kırmamak için 'takiyye' mi yapıyor?" Herkesin arkanızdan sorduğunu yüzünüze söylemiş oldum böylece. Kusurum varsa, 'söylenmek' yerine söylemeyi seçtiğimdendir.

Bunları soruyoruz ve yaptığınız hiçbir açıklama 'yeterince inandırıcı' değil. Çünkü sayın abim, siz benden de iyi bilirsiniz, bir insanın nerede durduğu sadece "Ben şöyle düşünüyorum!" demesinden anlaşılmaz. Uygulamasından da anlaşılır. Öyle düşünmediği insana yaptığı eleştiri veya sergilediği duruşla da bir saf/duruş tayini yaparsınız. Kur'an'da geçen; "Kafirleri dost edinmeyin!" emrinin bir manası da buna bakar. Kafire, kafir olduğu hususta dost olmazsınız/olamazsınız. Elbette kafirin her sıfatı kafir olmak zorunda değildir. Kafirde mümin sıfatı da bulunabilir. Fakat siz, ne yanlışa açıkça yanlış deyip bir eleştiri üretiyorsunuz; ne de doğruya doğru deyip yanında duruyorsunuz. Hem orada, hem burada gibisiniz. Neredesiniz?

Yani Mustafa İslamoğlu hadis inkar ederken gözlerine sevgiyle ve takdirle bakabiliyorsunuz. Mealini, kitaplarını, analizlerini gittiğiniz her yerde reklam ediyorsunuz. (Bediüzzaman'a yaptığı çirkin ithamlardan sonra bile lütfen/zorlamayla 'katılmadığınızı' beyan eden açıklamalarla yetinebiliyorsunuz.) Karşılıklı oturup böyle muhabbetler ettiğiniz programlar Youtube'da aranınca rahatlıkla bulunuyor. Fakat dönüp gelip Risale-i Nur'ları takdir ediyorsunuz sonra. Tefsirlerin bile üstüne çıkarıyorsunuz. Sanki Nurcu gibi konuşuyorsunuz. Fakat Bediüzzaman'ın bu gibi meselelerde sergilediği istikametli duruşu da doğru bulmuyor gibisiniz. İmam-ı Âzâm'dan size söz nakledildiğinde; "O İmam-ı Âzâm'ın sözü. Delilin ne?" diyecek kadar teslimiyetinizi yitirdiğinizi duyuyoruz insanlardan. Oraya gidip öyle oluyor. Buraya gelip böyle oluyor. Hiçkimseyi kaybetmeden, yerini de çok belli etmeden, yaşayıp gidiyorsunuz.

Böylesi bir yazıya kaç kere niyet ettimse, Nur talebesi bazı kardeşler yazmamaya ikna ettiler: "Yapma! Hepten o tarafa itersin!" dediler. Vallahi ben artık bu taraf-ı muhalife destek manası içeren sözde bitaraf duruşunuzdan yaka silkmiş durumdayım. Bizzat ben kendim, yıllarca Mustafa İslamoğlu'nu takip ettimse hep sizin gibiler yüzünden ettim. Çünkü varlığınızla ona karşı duyduğum tereddüdü kırdınız. Metin Karabaşoğlu abi dikkatimi bazı şeylere çekmeye çalışıp uyardıkça diyordum ki kendi kendime: "Abartıyor. Öyle birşey olsa Senai abinin orada ne işi var? O da Nurcu değil mi?" Sizin orada durmanız daha kaç Nur talebesinin felaketi oldu Allah bilir. Benim gibi ayılan var, ayılmayan var. Siz bu halinizle Mustafa İslamoğlu'ndan daha tehlikelisiniz. Çünkü onlara karşı, Kur'an müslümanlığına karşı, ehl-i bid'aya karşı avamın duyacağı mübarek temkini kırıyorsunuz. Sizi orada, onlarla, o çizgide görenler; "Yok ya, o kadar kötü birşey değildir. Öyle olsa bu Bediüzzaman'ın talebesi Senai Demirci orada bulunmazdı!" diyorlar.

Şimdi de cevabî mahiyette paylaştığınız şu yazı. Vallahi kafayı yiyeceğim en sonunda. Biz sanki Kur'an'la Peygamber aleyhissalatuvesselamı ayırmayı konuşuyoruz da bize o konuda usûl öğretiyorsunuz! Unuttunuzsa hatırlatayım: Biz naklî delile/bilgiye karşı kırılmaya çalışılan güveni konuşuyoruz. Allah Resulünün peygamberliğinin inkarını veya onu kabul edip Kur'an'ın inkarını değil. (Nasıl mümkün olacaklarsa?) Farazî bir problem üretip onun üstünde kalem oynatarak entelektüel bir tatmin yaratmanız sizin bileceğiniz iş. Ama o mürekkep izinizi kaybettirmiyor. O peygamberlik tanımının 'postacılık' olarak doldurulmasını ve nübüvvetin muallimlik yönünün inkarı (veya Kur'an metniyle sınırlandırılması) asıl problemimiz. Ve bu yönde çalışanlarla yakınlığınızdır size karşı duyduğumuz endişe. Onların fikirlerine karşı yeterli tepkiyi vermediğiniz gibi, domates biber herkese gider kelamlarla iki tarafı da idare etmeye çalışmanız temel sorunumuz. Nurcu olmak mecburî değil ki. Tutmaya da çalışmıyorum. Kalbinizde varsa, kalırsınız. Fakat birşeyi açık etmelisiniz: Eğer Risale-i Nur artık sadece 'okuduğunuz kitaplardan bir kitap' olduysa, bunu bilmeye hakkımız var.



[1] http://www.sonpeygamber.info/kur-an-muslumanligi-mi-peygamber-muslumanligi-mi

10 Temmuz 2015 Cuma

Emre Dorman nereye koşuyor 3: Nurcular, modernistlerin truva atı mı?

Kur'an müslümanlığı 'sapkınlığı' (evet, artık şu meseleyi açık açık adlandırarak konuşalım, sünneti/hadisi reddeden ve dindeki fonksiyonunu inkâr eden sapkın bir zümre ile karşı karşıyayız) Nurculuğu ve Nurcuları kendisi için bir truva atı olarak kullanıyor mu? Tecrübelerim ve tefekkürlerim eşliğinde vereceğim cevap: Evet. Sadece Kur'an müslümanlığı da değil üstelik. Liberaller, Gülenistler, Modernistler, Milliyetçiler vs. hepsinin Risale-i Nur'da ve Nur talebelerinde gözü var. Hepsi için Risale-i Nur ve Nurculuk kalabalık kitlelere ulaşma aracı.

Bediüzzaman şahsî karizması ve Risale metinlerinin etkisi Türkiye'de toplum mühendisliği yapmak isteyen veya şöhrete çabuk yoldan ulaşmayı arzulayan her isim için 'kullanılır' birşey gibi görünüyor. Bu 'kullanışlılık' aslında biraz da Nur camiası içinde köşebaşlarını tutmuş isimlerin gafletinden ve hatta Risale-i Nur'un mirasından bihaber bir Nurculuk yapmalarından besleniyor. Esaslarının ne olduğu bilmeyen, Nurculuğun tek amacının sevgi pıtırcığı olmak, gülücük dağıtmak, herkesin gönlüne girmek, her çiçekten bal alıp her arıya da bal aldırmak olduğunu sanan bu insanlar, 'sevilelim de sevilelim' çılgınlığıyla teveccüh-ü nasa çizgilerini peşkeş çekiyorlar.

Kendilerine birşey olmuyor tabii. Olacaksa da ahirette. Asıl olan avam-ı müslimine oluyor. Bu insanların dillerine/ellerine ettikleri itimatla onlardan gelene de itimat eden avam-ı nas bilmiyor ki, el temizse de elden gelen zehir olabilir. Zehri ayrı sınamak, eli ayrı sınamak lazımdır. Fakat avamın özelliği budur: "Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhandan ziyade mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale." Seni iyi bir adam biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanıyorsa, kem sözüne de iyi diye itimat eder. Kötü biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanmıyorsa, doğru sözüne bile kötüsün diye itimat etmez. Bardağa bakar, suya bakmaz.

Bizim gafletimiz aslında daha 'tecdid'in ne olduğunu bilmemekle başlıyor. Bediüzzaman'ın müceddidliği hakkında yapılan tanımların iki ekseni var Nur talebeleri mabeyninde. Bunlardan bir kısmı (ehl-i sünnetin çizgisine daha hâkim/sâdık insanlar yapıyor bu tanımı) Bediüzzaman'ın sesini ulema-i İslam'ın sesinin bir devamı, bir yankısı gibi görüyorlar. Onun yaptığı tecdidin bir yeni birşey ihdas etme değil, eskiyi hatırlatma olduğunu söylüyorlar. Ki hakikaten de Bediüzzaman'ın tecdidi budur. Zaten tecdid özünde budur. Üzeri tozlanan İslam mirasını istikamet çizgisi üzerinde yeniden parlatmaktır.

İkinci bir kısım ise tecdidi neredeyse modernizm/ehl-i bid'a düşüncesine yakın anlıyor. "Yeni ne söylemiş?" demekle kastettiği aslında "Bediüzzaman ne ihdas etmiş?" Bu ikinci kısmı oluşturanın bir kısmı ahmak dost. Amacı aslında Bediüzzaman'a ve Risale-i Nur'a olan ilgiyi ve hayreti arttırmak. Bunları 'geçmişin devamı' sönüklüğünde (ona göre sönük bir pozisyon çünkü bu) bulamıyor. İlla Bediüzzaman süper/sıradışı/kendinden önce yapılmamış şeyler başarmalı/söylemeli. Fakat bu ilgi ve hayret talebinde hırslı olduğu için mübalağaya sapıyor. Mübalağa da onu ihtilale götürüyor.

"Mübalağa ihtilalcidir." Hakikatin muvazenesi bu ihtilalcilikle bozdukları için Bediüzzaman'ı da tecdidin asıl fonksiyonundan uzaklaştırıyor bu insanlar. Sanki o, Batı medeniyetinin her saldırısına karşı İslam'ı müdafaa etmek için değil de bu ikisini kaynaştırmaya/buluşturmaya gelmiş gibi anlıyor ve anlatıyorlar. Her başarılı(!) ideolojiyle barıştırmaya, herkese sevdirmeye gayret ediyorlar. Her çalışmalarında Bediüzzaman bir giysiye bürünüyor. Merhum İbrahim Canan gibi Calvinist (Bediüzzaman'dan Çözümler kitabında söyler bunu) yapan da var, Mustafa Akyol gibi Liberal ilan eden de. Ben hatta Aydınlar Konuşuyor'daki söyleşilerden birisinde Bediüzzaman'a 'Türk milliyetçisidir!' diyeni bile okumuştum. (Ne tuhaftır. Mücahid Bilici'ye baksanız da Bediüzzaman neredeyse Kürt milliyetçisi.) Nevzat Tarhan da Çağın Vicdanı'nda Bediüzzaman'ın evrime karşı çıkmadığını söylüyor yine...

Anladım ki; aslında bu insanlar Bediüzzaman'ı anlamak istemiyorlar, Bediüzzaman'ı kullanmak istiyorlar. Kullanılmak istenen evriltmek/çarpıtılmak istenendir. Amaçsa Nurcuların ve Risale-i Nur'un etki alanına ulaşmaktır. Tabii İbrahim Canan Hoca'yla diğerlerini bir yerde anmak şıkları karıştırdı. Ben İbrahim Canan Hoca'nın değil, fakat diğerlerinin o kadar da iyi niyetli olmadığı düşüncesindeyim. Bediüzzaman'ın metinlerini, kendisinin tüm beyanlarının ve vurgularının hilafına olarak, ehl-i medreseden, ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Nur medresesi ifadesini ışık evler, Medresetü'z-Zehra'yı Risale-i Nur Üniversitesi yapanların amacı hiç de iyi birşey değil. Kelimeyi değiştirmek değil orada sadece yapılan, zihniyeti ve çizgiyi de değiştirmek. [Gelenekçilikten(!) kurtarmak.] Seküler eğitimin kalesi olan üniversite ile geleneksel eğitimin kalesi olan medrese arasında dağlar kadar zihniyet farkı var. Fakat kelimelerle oynanarak çok büyük çizgi kaymaları yediriliyor. Sadeleştirmeye karşı büyük bir dirayetle (elhamdülillah) direnen Nurcuların yüreklerindeki haklı endişe buradan besleniyor. Üzerlerine oynandığı, yalnız bir seziş mesabesinde de olsa, farkediyorlar.

Kur'an müslümanlığı meselesine geri dönelim. Mustafa İslamoğlu, Emre Dorman, Caner Taslaman gibi isimler önceleri neden Nurcular arasında bu kadar iyi bilindi ve (biraz da onlar sayesinde) hızlı tanındı? Bunun kesinlikle o köşebaşlarını tutmuş olanlardan sorulması gereken bir hesabı var. Ve onların da kendilerine bir özeleştiri yapmaları lazım. İsterse kalp kırılsın, isim vereceğim: Senai Demirci ağabeyin veya Haluk İmamoğlu ağabeyin bu adamlara karşı beslediği hüsnüzan ve hatta hüsnüzandan öte 'kapılma' nasıl bir körleşmeye yaslanıyordu? O nasıl bir körleşmeydi ki; bir programda Mustafa İslamoğlu, Senai Demirci'nin gözünün içine baka baka Buharî'deki hadisi inkar ediyor, hadis ilmini/imamlarını tezyif ediyor ve Senai Demirci de hayran gözlerle kendisini takdir ettiğini gösteriyordu! Ve kesinlikle aklına 24. Söz'ün 3. Dal'ındaki 12 Asıl gelmiyordu. Hatta oradaki şu birkaç cümlecik bile gelmiyordu: "Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu On Asıl'ı tekzip ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme."

Haluk İmamoğlu ağabeyin rolü belki o kadar büyük değil. Fakat Emre Dorman gibi isimlerin eserlerinin Nurcular içindeki iştiharı adına sarfettiği çabalar herkesin malumudur. O kadar sohbet ettiği, o kadar oturup kalktığı, o kadar içli-dışlı olduğu böylesi isimlere, üstelik Nurculara kitaplarını nümayişle tavsiye ettiği böyle isimlere, hiç mi çizgileri ekseninde bakmadı? Hiç mi beraberken hadis konusu açılmadı? Onların kitaplarını yayınevinde bastırmak, kendilerine Moral FM'de program yaptırmak için uğraşırken hiç mi aklından; "Yahu bu insanlar ne kadar ehl-i sünnet çizgisinde acaba..." sorusu geçmedi? Ben, yıllar önce, bir umumî sohbet esnasında İslamoğlu'nun salavatlar hakkındaki iddialarını dillendirdiğimde ve cevap vermemiz gerektiğini söylediğimde, beni odasına çağırıp 'böyle şeyleri çok karıştırmamamı' tavsiye ederken gün gelip İslamoğlu'nun Bediüzzaman'a da saldıracağını tahmin etmiyor muydu? Niye etmiyordu? Bu refleksi yitirmek iyi birşey mi? Herkesin hoşuna gitmek, kimseyle sorun yaşamamak iyi birşey mi? Sevmek kadar sevilmemek de sünnet değil mi?

Bu konuda Senai Demirci ağabeyin sorumluluğu çok daha fazla. O Mustafa İslamoğlu'nu Nur talebeleri gözünde meşrulaştırmakla kalmadı, bir de yayılmasına ayrıca 'tanıtım sorumlusu' gibi yardım etti. Kitaplarını başucu eseri olarak gezdiği yere götürdü. Bugün bile ondan çok uzaklaştığını düşünmüyorum. Geçenlerde izlediğim Şehr-i Ramazan programında en az üç ayrı tesbitini Mustafa İslamoğlu'nun programlarında dinlediğimi anımsadım. Anladım ki: Yine İslamoğlu onda etkisini sürdürüyor. Ama şimdi temkinli, artık Nurcuları da ürkütmemeye çalışıyor. Hayretler içindeyim. Cidden şaşırıyorum yaşananlara. Yahu ne dolaplar dönüyor? Ne yapmaya çalışıyor bu insanlar? Nurculuğu ehl-i sünnet çizgisinden mi kaydıracaksınız? Risale-i Nur'u, Kur'an müslümanlığı savunucularına peşkeş mi çekeceksiniz? Amaç ne? Nedir bu arkadan arkadan sessizce gelişler! Nedir bu saman altından su yürütmeler! Bir açıktan/kıvırmadan söyleyin. Şu derdi bir görelim. "Bir dert görünürse, devâsı âsândır."

9 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 2: Kur'an'a odaklanayım derken eldeki dinden olmak

Bugün sizinle Emre Dorman'ın twitlerinden birisini daha analiz etmek istiyorum. Bu pek ehl-i akıl geçinen hocalarımızın ettikleri kelamların arkasında ne kadar akıl var, hep beraber görmeye çalışalım. Meşhur twitimiz şu: "Peygamberimizin şüphesiz güvenilebilecek tek hadisi vardır, o da Kur'an'dır. Dolayısıyla dinin tek güvenilir kaynağı vardır, o da Kur'an'dır." Analize geçmeden önce bir tesbitimi sizinle paylaşmak isterim. O tesbit de şu: Kur'an müslümanlığı savunucularının aforizma merakı.

Evet, Mustafa İslamoğlu'sundan tutun Emre Dorman'ına kadar hepsinde bir Polat Alemdarlık var. Kurtlar Vadisi senaryosu yutmuş gibi afilli cümleler kurup, davalarını da onlara dayandırıp duruyorlar. Fakat kurcalasanız altlarındaki hakikatin boyu ne kadar?

İşte bugün bir tanesini kurcalayacağız, ancak daha ona geçmeden bu 'benzeyiş' bana sırlı geliyor. Müseylemetü'l-Kezzab'dan bu tarafa 'belagat' sahiplerinin, yeteneklerini 'hakikat'e hizmet ettirmedikleri sürece, bu ümmet için nasıl bir tehlike oluşturdukları hepimizin malumudur. (Bediüzzaman da Ene Risalesi'nde Kur'an'a hizmet etmeyen felsefenin tehlikesine dikkat çekmez mi?) Demek güzel söz söylemek yalnız başına hüner değil. Hüner, 'estetik'ten öte 'hakikatli' söz söylemek. Bu noktada insanımızın da sözdeki estetiğe/efsunî etkiye değil, özündeki hakikate talip olması lazım. Bir tuzafın fâşıdır bu söylediğim.

Bir önceki yazımda Emre Dorman'ın hadis ilminde ehl-i ihtisas olmadığını söylemiştim. O sözümü geri alıyorum. Çünkü bunu söylerken en azından bu konuya dair biraz malumat sahibi olduğunu sanıyordum. Dorman düşündüğümden de kötü durumdaymış. Hadisin neye dendiğini, vahyin ne olduğunu birbirinden ayıramayacak ve Kur'an'ı da hadis diye tarif edecek seviyede yüksek bilgi sahibiymiş(!). O yüzden uyarımı geri aldım. Böyle birisine 'ehl-i ihtisas değilsin' uyarısı yapmak abesle iştigal olur. Zira bu cümleyi Dorman'ın yüzüne kurmak için önce Dorman'a hadiste ehl-i ihtisasın ne olduğunu izah etmek gerekir. Olmadığı şeyi söylerken bilmediği şeyden bahsettiğimi bilmiyordum. Böylece o tesbitimi tashih etmiş oldum.

Peki, Kur'an'ın, Allah Resulünün sözü anlamına gelen 'hadis'ten başka birşey olduğunun altını çizdikten sonra (ki bu çizişi standart müminler için değil Emre Dorman için yapıyoruz) şöyle bir konuya gelelim: İslamî bilginin kaynakları nelerdir?

Başkaları başka başlıklar kullanabilirler, ama ben mürşidimin kullandığı kategorizasyonu tercih edeceğim: Bize Cenab-ı Hakkı tanıtan üç büyük küllî muarrif vardır: 1) Kitab-ı Kebir-i Kainat. 2) Nübüvvet ve özelde Allah Resulü aleyhissalatu vesselam. 3) Vahiy ve özelde Kur'an'ı Hakîm. (Özelde ifadesiyle andıklarım temsil ettikleri kanunun bu ümmete bakan yüzünü teşkil edenlerdir.) Yani biz Cenab-ı Hakkı üç bilgi kaynağından öğreniriz: 1) Kainat ve onun bize Yaratıcısı hakkında kazandırdığı marifet. 2) Peygamberlerin ve özelde Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatu vesselamın aktardığı marifet. 3) Vahyin ve özelde Kur'an-ı Kerim'in doğrudan Allah'ın kelamından bize aktardığı marifet. Biz Cenab-ı Hakka, hakikatlerin hakikatine dair bilgiyi ancak bu üç kaynaktan elde ederiz. Sair kaynaklar ancak bu 'üç büyük küllî muarrif'in cüzleridir. Onlardan ışık alan aynalarıdır. (Bediüzzaman Mesnevî-i Nuriye'de dördüncü bir öğretici olarak vicdanı da anar. Ancak diğer yerlerde hep üç olarak zikrettiğinden ben de bu genel tarik üzere gideceğim.)

Bu kaynaklara dikkatle baktığımızda şunu görürüz: Kaynaklardan birisi aklîdir. Diğer ikisi naklîdir. Yani kainat, aklî bir çalışmayla çözülebilecek, her an açık tefekkürî bir marifeti bugün bize sağlarken; Kur'an ve sünnet, naklî, yani bizden öncekilerin bize aktardığı kadarıyla, hakkında bilgi sahibi olduğumuz marifet türlerini ifade eder. Bence bu aklî ve naklî ayrımı kesin bir çizgi sayılamaz. Kur'an ve sünnetin akılla tahlil edildiğinde 'Bu kelamın sahibi ancak Allah olabilir!' veya 'Bu ahlak ancak Allah'ın Resulünde bulunabilir!' dedirdiği çok şeyler vardır. Nitekim Bediüzzaman da Allah Resulünü Kur'an'ın bir mucizesi olarak, Kur'an'ı da Allah Resulünün bir mucizesi olarak anmıştır.

Bunun dışında kainat bilgisinin de ne kadar aklî olduğu tartışmalıdır. Zira naklî bir önbilgi, bir yol gösteriş olmadan kainat hakkında yapılan tefekkürün bizi İslam'ın istediği akaide (tüm dengesi ve detaylarıyla) götürebilmesi zordur. (Kaç kişi bulabilmiştir şimdiye kadar öyle tevhidi?) Bediüzzaman bu yolun müşküllerine de Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yol örneklemesinde değinir. Naklî deliller eşliğinde girilen bir aklî tefekkür, asansör gibi uçarak kolayca yolculuk ettirirken; nakilsiz aklın tefekkürleri dağları/taşları parçalamak veya uzun uzun yolculukları/mesafeleri aşmak olarak resmedilir. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, bu noktadaki duruşu da daha net anlaşılır.

Şimdi gelelim Dorman'ın muhteşem twitine. Allah Resulünün güvenilecek tek hadisinin(!) Kur'an olduğunu söylerken aslında Dorman bize şunu söylemektedir kelamının mana-i muhalifi ile: Kur'an'ın dışında Allah Resulünden nakledilen hiçbir söze güvenilmez. Yahut da şunu demektedir: Allah Resulünün sözü olarak nakledilen (Kur'an dışında) hiçbir söz aslında onun sözü değildir. ('Kur'an, Allah Resulünün sözüdür' mü demek istemektedir? Hadi o kadar suizan etmeyelim.) Peki, Dorman'ın boyunu bir hayli aşan bu Polat Alemdar aforizmasının ulaşacağı sonuç nedir? Yani nereye varmak istiyordur Dorman bu sözü söylemekle? Yoksa biz de mi kendisiyle bir meşrep olup süper-hiper-acayip 'bilimsel' duruşunu şöyle tanımlamalıyız: "Sonunu düşünen kahraman olamaz!" Yok, öyle olmayalım. Biz yine biz kalalım ve Dorman'ın aslında ne demek istediğini ve bu redd-i hadis meselesinin nereye varacağını aklımızla arayalım:

Dorman aslında bize şunu anlatmak istiyor: Hadis gibi naklî bir delilin bütün ayakları sakattır, düzmecedir, kurmacadır. Yani hadis imamları, hadis ravileri, hadis ilmi, tebe-i tabiin, tabiin, sahabe... Hatta bunlara itimat etmiş, bunlarla amel etmiş, bunları doğru bilmiş herkes bir düzmecenin parçasıdır. Allah Resulünün hadisi diye birşey yoktur, ama bize 1400 yıldır böyle şeyler varmış gibi yedirilmiştir. Bu ümmet (ve özellikle bu ümmetin Allah Resulüne bizden daha yakın olanları) öyle fasık bir ümmettir ki, ta ilk elden son ele kadar, yememiş içmemişler, Allah Resulü ölür ölmez onun ağzından yalan sözler uydurmaya başlayarak birbirlerine nakletmişler, sonra utanmayıp onları yazmışlar/kitaplaştırmışlar, sonra ona bir ilim oluşturmuşlar, sonra onunla bir fıkıh kurmuşlar, sonra Kur'an'ı onlarla yorumlamışlar ve Allah Resulünün vefatının hemen ardından İslam'ı İslam olmaktan çıkarmışlardır.

Bir de öyle elele vermişlerdir ki bu fasıklıkta, o kadar organize çalışmışlardır ki, modern zamanlara kadar 'Yahu ne yapıyorsunuz?' diyen de çıkmamıştır içlerinden. Hiçbirisi diğerini açık etmeden, hep beraber, her asırda ümmeti sözde ışıklandıran bütün âlimler de bu oyuna iştirak etmişlerdir. Sayın Emre Dorman'a kadar gelen İslam mirası böylesine lanetli/berbat, böylesine sorunlu ve kusurlu bir mirastır. Şükür ki, Allah Resulünden 1400 sene sonra artık Emre Dorman vardır. O hadislere bakar bakmaz şıp diye meseleyi anlamış ve yüzlük ampul gibi hepimizi; "Yok abicim öyle şeyler! Uydurma bunlar!" diyerek aydınlatmıştır. Hey mübarek... Keşke evvel geleydin. Arada çok insan kaynadı gitti.

Ama bir saniye! Bu cümlede o zaman bir ikircik var. Eğer naklin bütün ayakları, kaynakları, elçileri, mirasçıları, derleyenleri, kitaplayanları, ders verenleri, ders alanları, ondan yorum yapanları, o yoruma uyanları, akaidcileri-fıkıhçıları-kelamcıları-muhaddisleri, otuz iki kısım tekmili birden böylesi fasıklardan ve Allah Resulü adına yalan söz uydurmaktan, yaymaktan, bile bile inanmaktan çekinmeyenlerden oluşuyorsa; o zaman aynı ellerden gelen Kur'an nasıl güvenilir olacaktır?

Öyle ya, bu Kur'an da aynı ellerden yine bir naklî bir bilgi olarak bizlere taşınıp gelmiştir. Yine aynı hafızalarda ezberlenmiş, yine aynı dillerden nakledilmiş, yine aynı ellerde taşınmıştır. Mesele hadis olunca yemedikleri nane, kırmadıkları ceviz, kandırmadıkları adam, uydurmadıkları yalan kalmayan bu insanlar; nasıl olmuştur da Kur'an mevzubahis olunca hiçbir ayeti değiştirmemişler, hiçbir yalan katmamışlar, hiçbir şeyi çıkarmamışlar, bir harfine bile dokunmamışlardır? Naklî delilin her ayağındaki/safhasındaki her insan, istisnasız, hadis konusunda böyle yalancının yalancısı, kötünün kötüsü, güvenilmezin güvenilmezi olduktan sonra, ey şeker abim, aynı ellerden gelen Kur'an'a daha kim inanır?

Siz ne derseniz değin, bu işte bir iş var. Bu Kur'an müslümanlığı birşeyin nihayeti değil, ilk adımı. Eğer naklî bilgiye güveni absürd/dayanaksız iddialarla böylesine kırarsanız, o bilginin yaslandığı herşeyi sarsarsınız. Yarın Kur'an'ın Allah'ın vahyi olduğuna da kimseyi inandıramazsınız. Oyun büyük. Bu insanların varmak istedikleri yer, en iyi ihtimal deizmdir. Allah'ı sadece kainat bilgisinden bulmak ve ötesini/naklî bilgiyi boşvermektir. Bugün hadise bunu yapan, yarın kaçınılmaz şekilde Kur'an'a da şunu yapacaktır. Çünkü Kur'an, sünnet ve kainat İslamî marifette birbirinden kopmaz bir bütündürler. Birisinin altını oymaya başlarsanız ötekinin de altını oyarsınız. Nübüvveti çıkarırsanız vahiy, vahyi çıkarırsanız da kainat deliline zarar verirsiniz. Bu insanlar İslam'a kuvvet olmuyorlar, İslam'ı deizme evriltmeye çalışıyorlar. Bunun bir adım ötesi de yine agnostizm olacak. Çünkü naklî delillerin bağlayıcılığını/belirginliğini yitirerek bu kadar izafîleşen bir kainat yorumu, Allah'ın varlığı ile yokluğunu bir hale getirecek. Uğraşılmayacak. Konuşulmayacak. Çok sinsi geliyor bu saldırı. Aptallığından bihaber, aklın zirvesinde gibi satıyor kendini. Çok kurnazca, aforizma aforizma yaklaşıyor, dikkatli olunmalı.

8 Temmuz 2015 Çarşamba

Emre Dorman nereye koşuyor?

Okuyanlar anımsayacaklar: Mustafa İslamoğlu'nun iddialarına cevap olarak, ismi yine Risale-i Nur'dan mülhem, 'Güya Allah'ı takdis ederken...' diye bir yazı serisi karalamıştım. Bediüzzaman bu ifadeyi Mutezile için kullanıyor aslında. Onların 'iyi birşey için kötü birşey' yaptıklarını dile getiriyor orada. Amaçları ne? Amaçları, Allah'ı takdis etmek, Onu kusurlardan tenzih etmeye bir yol bulmak. Ulaşılan sonuç ne: Şirke kapı açmak. Uluhiyet akidesini en pis çamurla lekedar etmek. Nasıl? Anlamak için ilgili metne dönelim yüzümüzü:

"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)

Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.

Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler."

Emre Dorman'ın attığı twiti okurken de aklıma bu bahis geldi nedense. Şöyle diyordu Dorman orada: "Hadis reddetmek peygamberi inkar etmek değildir. Kur'an'ı tek ölçü bilip peygamberimize atılan iftiraları reddetmektir." Yani ilgili beyanlarından Kur'an müslümanlığı rüzgarına kapılmış olduğunu anladığımız Dorman'ın aslında niyeti iyi, pek güzel, hatta pek şeker. Hadisleri reddediyor ki, Kur'an daha güzel anlaşılsın ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselama atılan iftiralar temizlenmiş olsun. Peki nübüvvetin öğretmenlik fonksiyonu? Boşver canım onu. Modern zamanlardayız. Süper zekalıyız. Biz hallederiz. Oh ne güzel... İnkar et rahatla. Ne kadar bilimsel bir metod öyle değil mi?

Fakat bir saniye! Bu ifade Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği tehlikeyi andırmıyor mu biraz? Yani yapılan şey görünüşte bir takdis/tenzih iken, hakikatte insanın kendi hevasının/fehminin sınırlarıyla birşeyleri sınırlandırması değil mi bu da? Mesela; Mutezile, Allah'ı kendi fehmince/idrakince temizlemek isterken aslında onun 'yaratışına' bir sınır koyuyor ve şirk koşuyor. Daha beter kirletiyor uluhiyet anlayışını... Peki, bizim iyi niyetli Emre Dorman'ımız acaba hangi çamları deviriyor Allah Resulünü temizlemek isterken? Düşünmek gerekmez mi üzerine?

Hani meşhur bir sözdür, bilirsiniz: "Kötülüğün yolları iyi niyet taşlarından örülmüştür..." denir. Ben bu haleti, o sözün anlattığına çok benzetiyorum. Böyleleri aslında bizi yaptıklarının neticeleriyle yüzleşmeye değil, bunu yapmaktaki amaçlarının güzelliğine meftun etmek istiyorlar. Aforizma aforizma avlıyorlar imanımızı. Tıpkı Hayvan Çiftliği'nde Orwell'ın güzelce tasvir ettiği gibi. Domuzlar, daha iyi bir gelecek için hayvanları bir devrime ikna ediyorlar, ama sonuçta devrimle elde edilen eskiden de kötü, beterin beteri bir düzen oluyor. İşte bizdeki Kur'an müslümanlığı meftunlarının da bizi razı etmek istedikleri ütopya bu. Hatta 1984 romanı tarif edilirken kullanılan ifadeyle: Karaütopya.

Prof. Dr. Orhan Çeker'in Tasavvufî Meselelere Fıkhî Bakış kitabında hadis ve Kur'an arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı, çok beğendiğim bir ifadesi var: "Eğer hadisler olmazsa..." diyor Çeker, "Kur'an manevî tahrife açık hale gelir." Yani Kur'an'ın lafızlarının değil, ama o lafızlardan anlaşılması gerekenin tahrifi/bozulması ancak hadislerin inkârıyla mümkündür. Yoksa hadisler sizin ayaklarınızı/ellerinizi istikamet üzere bağlar. Kur'an'daki kelimeleri/cümleleri, onlarla kastedilenin ne olduğunu, size hayatın içinden örneklerle/anılarla söyler hadisler. Bu nedenle Kur'an'ın kalkanı gibi bir işlev görürler. Eğer niyetiniz Kur'an'ı tahrif etmekse, önce bu zıhra sataşmanız gerekir. Hadislere olan güveni kıramazsanız, Kur'an'ın mana ve tevilce tahrifini başaramazsınız. Belki kelime-i şahadette Allah'a imanın Resulüne imana bu derece bağlanmasının sırrı da budur. Ve nitekim Kur'an'da da sık sık hem Allah'a, hem Resulüne itaat edilmesinin gereği vurgulanır. (Sadece Kur'an'a değil.) Ehl-i sünnet âlimleri de hep bu yol üzere gitmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Konuya dair güzel bir izahı da Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları 2'de yapıyor:

"Bütün mesele, Sünnet'e söyletemediklerini Kur'an'a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur'an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi, muradullaha yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid'at fırkaları, davalarını Kur'an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple Efendimiz, ümmetin 70 küsûr fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste 'kurtuluşa eren fırka'nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerine bulunduğu yolda yürümek olarak tayin ve tarif buyurmuştur."

Hadis inkarcıları, işte yine sırf bu nedenle, ehl-i ihtisas olmadıkları halde hadisler konusunda boru öttürmeye pek meyyaldirler. Hepsi serapa ehl-i fazilet insanlar olan hadis imamlarını ve başlıbaşına çok derinlikli/nitelikli bir ilim olan hadis ilmini küçük göstermek için yarışmaları da bundandır. Hatta bu insanların içine düştüğü en büyük sapkınlık, sened tahlilini öteleyip kendi akıllarıyla mana tahliline girişmeleridir.

Onların akıllarının ve Kur'an'dan anladıklarının tek miheng olduğu bir düzlemde konuşur da konuşurlar... Cür'etin bini bir para olur. "Bence hadis değil..." veya "Bana hadis gibi gelmiyor..." dışında hiçbir usulleri ve değerlendirme kıstasları yoktur aslında. Biraz üzerlerine gitseniz mesela: Bir hadisin hadis olduğuna karar verirken hangi standartlara dayanırlar? Neye göre ve ne göstergelerle karar verirler? Neye göre reddeder/kabul ederler? Hepsi bunların gözünde/zihninde duman olmuştur. Bazen olur, işlerine geldiğini düşündükleri için zayıf hadisleri en sahih hadislerden bile daha muteber gibi aktarırlar. Bazen de işlerine gelmiyor diye en sahih hadislere bile burun kıvırır, dudak bükerler. Tutarsızlıkların "Bana öyle geliyor/gelmiyor..." çizgisinde bir papatya falı tahlile dönüştürüldüğü bu ekol mensuplarından duyduğunuz hep şudur: "Sizi uydurulmuş dinden, indirilmiş dine çağırıyoruz."

Fakat ne tuhaftır ki; hiçbirinin indirilmiş dini de bir diğerine uymaz. Hepsine ayrı ayrı birşeyler inmiş gibi olur. Hadisleri inkar etmekle güya Kur'an bayrağı altında toplanmış(!) bu zümrenin, bu bayrak altında toplanmakla tevhide ulaştıklarını düşünmek de mümkün değildir. Bunların cemiyeti, duyduğu her ayeti başka taraflara çeken/farklı anlayan sağırlardan oluşmuş sağır sultanlar korosudur.

Emre Dorman okur başka anlar. Caner Taslaman okur başka anlar. Mustafa İslamoğlu okur başka anlar. Yaşar Nuri Öztürk okur başka anlar. Abdulaziz Bayırdır okur başka anlar. Hepsinin keyfine göre küçük küçük fıkıhçıkları oluşur. Böylece tamamen iyi niyetlerle Allah Resulünü ve Kur'an'ı tenzih etmeye çalışırken insan sayısınca dininiz olur. Çünkü Kur'an'ın etrafındaki mana koruyucuları yıkılmıştır. İsteyen, istediği lafzı, istediği lügatten, canının çektiği anlamı vererek, istediği gibi tahrif eder. Bir örnek vereyim: Bunlardan birisiyle konuşurken 'hadislere bu denli itimatsızsa/güvenmiyorsa namazlarını nasıl kıldığını' sormuştum mesela. Bana, namazda bizim olmazsa olmaz gördüğümüz her rüknün uydurma olduğunu, orada secde/rükû ile kastedilenin de aslında Allah'a saygı duymak olduğunu söylemişti. Varın siz düşünün gerisini: Böyle insanlarda dinden ne kalır?

7 Temmuz 2015 Salı

Bediüzzaman hatasız mıydı?

Daha evvel de bu konu hakkında yazdığımı anımsıyorum. Fakat dönüp dönüp tekrar önüme çıktığı için bir yazı daha yazsam israf olmaz zannederim. Doğrudan mevzuya gireyim: Bediüzzaman hatasız mıdır? Elcevap: Hayır. Bu, kendisinin eserlerinde bizzat yaptığı tashihatla ve yine 'ismet sahibi olmadığının özellikle altını çizdiği' beyanlarıyla sabittir. Hepsini buraya alamayacağım. Hacmi çoktur. Fakat, mürşidimin hayatını dahi Eski Said ve Yeni Said diye ikiye ayırdığı hatırlanırsa, özeleştiri mahiyetindeki ifadelerinin ne denli çok olduğu tahmin edilir. İki örnek verip geçeceğim:

1) Kastamonu Lahikası'nda Münazarat'ta yaptığı iki tesbite yönelik düzeltmesi. 2) Şualar'ın sonunda ebced/cifr hesaplarına dair yaptığı hataları (hesap hatalarını) ilave metinlerle düzeltmesi. (Ki yaptığı hataları ve düzeltmeleri aynı eserde beraberce okuyabiliyorsunuz. Böyle de hatalarıyla barışık bir Üstada sahibiz.) Buna benzer başka düzeltmeleri de var. Fakat dediğim gibi: Yazıyı uzatmamak için alıntılamıyorum. Bunun dışında, yine, sözlerinin okurları tarafından sınanmasını salık verdiği birçok beyanı var. Mihenge vurulmayı talep ettiği yerler var. Bunlar her Nur talebesinin malumu şeyler.

"Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü... Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki: Sizler—haddimin fevkinde—bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz. Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir."

Peki, bu temcid pilavı gibi soru cümlesi neden dönüp dönüp bizim karşımıza çıkıyor: "Bediüzzaman hatasız mı?" Bunun sebebi bence şu: Bu cümleyle kastedilen yukarıda bahsettiğim şey değil. Kastedilen ismetsizlik olsa zaten Nur talebelerinin buna bir itirazları yok ve olamaz da. Onların da bağlı bulundukları ehl-i sünnet itikadı peygamberlerden başkasına böyle bir yüklemeyi kaldırmaz. Aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini her ehl-i sünnet mü'min gibi nur talebeleri de gayet iyi biliyorlar. İtikatlarının ehl-i sünnet itikadından hiçbir farkı yok. Sadece bu meselede değil her meselede durum böyle. Nur talebeleri, bu bilginin dostlarımızı şaşırtmadığını biliyorum, ehl-i sünnet itikadına sahiptir.

Bu 'Bediüzzaman hatasızdı-değildi' muhabbetinin yaslandığı şey, Bediüzzaman'ın bir işte, bir fiilde, bir amelde, her insanın yapabileceği şekilde, bir hataya düştüğü/düşebileceği manası değil. Öyle olsa zaten sorun yok. Pek güzel anlaşabiliriz. Çünkü hemfikiriz. Ama hayır! Bu sorunun altında yatan mana aslında şu: Bediüzzaman ısrarla bir yanlışı takip eder miydi? Veyahut biraz daha sertçe yüzleşelim: Bediüzzaman ehl-i sünnet itikadına uymayan bir sapkınlığı ömrü boyunca savunmuş muydu? Soruyu bu şekilde, aslında onunla kastedilen şey halinde karşımıza alınca, nur talebelerinin böylesi muhabbetler esnasında neden gerginleştikleri de daha net anlaşılıyor. Çünkü itham edildikleri şeyin her kulun maruz kaldığı/kalabileceği bir hataya düşme, sürçme değil; bir 'hatada ısrar etme' hatta 'hatayı ekole dönüştürme' yani bir nevi sapkınlık suçlaması olduğunu ferasetleriyle hissediyorlar.

Şimdi, soruyla böyle yüzleşilince, cevabımız ikileşiyor. Başa dönelim: Bediüzzaman ismet sahibi miydi? Cevabımız: Hayır. Hâşâ. Bediüzzaman hata yapmış mıdır? Cevabımız: Evet. Gayet tabii. Peki, Bediüzzaman, itikadî/amelî bir yanlışı onu takip eder şekilde, savunur şekilde, inanır şekilde veya doğru bilir bir şekilde yaşamış/anlatmış mıdır? İşte, çevresindeki bütün sisleri dağıtarak, kavgamızın düğüm noktasına geldik:

Hayır! Yüzbin kere hayır! Onun takipçileri/talebeleri olarak buna inanmıyoruz. Hayatı ve eserleri içinde gördüğümüz istikamet bizi ondan emin kılıyor. Devri ulemasının ona hürmeti bizi ondan emin kılıyor. Talebeleri içindeki ehl-i ilim ağabeylerin ona muhabbeti bizi ondan emin kılıyor. Hem o bizim istikametinden emin olduğumuz mürşidimizdir. Ve talebeliğin en temel hassalarından birisi, kendisinin de neredeyse her mektubunun başında altını çizdiği gibi, sadakattir. Mürşidine sadakat göstermektir. Bunu körükörüne bir itaat olarak algılamayın lütfen. Zira Kur'an bize şöyle emrediyor: "Sâdıklardan iseniz delil getirin!"

Ve biz de mürşidimiz bildiğimiz Bediüzzaman'a sadakatimizi 'delil getirerek' ve 'onun getirdiği deliller üzerine çalışarak' koruyoruz. Yani bu noktada hiçkimsenin Nur talebelerine şöyle deme hakkı yok: "Mürşidinizin fikrine delil bulmaya, savunmaya, açıklamaya çalışıyorsunuz. Demek ki onun ismet sahibi olduğunu düşünüyorsunuz!" Kusura bakılmasın ama, bu telden bağlama çalmaya devam edersek, neredeyse her mürşidin takipçileri bahsettiğiniz dalalete düşmüş sayılır. Hatta İmam-ı Azam (r.a.) karşı yapılan eleştirilere karşı onun savunmasını yapan İmam Yusuf (r.a.) bile. Hatta ona cevabî bir metin kaleme alan İmam-ı Şafii (r.a.) bile.

Şunu söylemek istiyorum: Hangi ekolün müntesibi yoktur ki mürşidinin çizgisini savunmasın ve onun talebelerinden hakkı olarak davasına delil getirmeye gayret etmesin? Ehl-i sünnet içi (hatta dışındakilerin bile) her ekol sahibinin en tabii hakkını nur talebelerinin elinden almak mıdır objektif olmak? Hakkı olan savunmayı yapmak mıdır Bediüzzaman'ı günahsız/ismet sahibi saymak? Rüştü Asyalı'nın Keloğlan'da sorduğu gibi sormak gerekiyor o zaman: "Adaletin bu mu cazgır?"

Yazıyı uzatacak ama, meseleyi hemen ebced/cifir meselesine de bağlamak istiyorum. Çünkü girdiğim bütün tartışmalarda kuyrukları neredeyse birbirine bağlı iki meseledir bunlar. "Bediüzzaman hatasız mıydı?" sualinin arkasını biraz kovalarsanız ilk varacağı yer ebced/cifr meselesidir. Bu bahsin bir diğer enteresan yanı: Bazı ehl-i sünnet müdafilerinin (Allah onlardan razı olsun) ve bazı modernist/ehl-i bid'a fikir erbabının (Allah onları ıslah etsin) beraberce eleştirdikleri bir yanının olmasıdır. Yani ne onlar severler bu meselede nurcuları, ne ötekiler.

Bir kere zaten ebced/cifr gibi bir yanı keşfe bakan meselelerin ümmetin tamamını bağlayıcı bir yanının olmadığını akılda tutmak gerek. Yani bir âlimin keşfine, ancak o âlime itimadınız va sadakatiniz varsa, tâbi olabilirsiniz. Risale-i Nur'u doğru dürüst okumamış, Bediüzzaman'a intisabı yok, belki yalnız muhabbeti var; böyle bir insanın kafasına vurur gibi bu konulardan bahsetmek yanlıştır. İnanmasını dayatmak daha da yanlıştır. Bediüzzaman dahi bu konuyla ilgili eserlerini önceleri mahrem tutmuş, sonraları talebelerine (en haslarından başlayarak) okutmuştur. Hem hepsinin ardından "Allahu'l-alem!" demiştir. Bu hiyerarşiyi görmez gibi, bilmez gibi, daha dün daireye girmiş-girmemiş birisiyle ebced/cifir kavgasına girilmez. Dayatılmaz. Çünkü ilgili yerlerde Bediüzzaman'ın defalarca ve defalarca altını çizdiği birşeydir: Bu onun kanaatidir. Kanaate itiraz edilmez. (Kur'an ve sünnetle çelişmediği sürece.) Keşfin böyle bir yanı vardır. Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da ebced/cifr konulu bir yazısında (Hikemiyât isimli eserinde) şöyle der:

"Bununla birlikte Allah'ın veli kullarının, geçmiş ve geleceğin gaybı hakkında keşfî bilgi edinmesinin her zaman mümkün ve vaki olduğuna inancımız da tamdır. Ancak Ehl-i Sünnet âlimleri, böyle bilginin bile diğer insanları bağlayıcı kesin bir delil olmadığını ve onu elde edenin de, diğer dinî delillerle çatışmaması şartıyla onunla amel edebileceğini söylemişken; cifr gibi kesinliği hakkında elimizde herhangi bir dinî delil bulunmayan bir uğraş sonucu elde edilen bilgilerin dinî herhangi bir değer taşımadığını akıldan çıkarmamak gerekir."

Ben bu duruşu istikametli buluyorum. Zira birşeyin yokluğuna hükmetmenin, Kur'an müslümanlarının bu sıralar sıklıkla yaptığı gibi, "Kur'an'da yok!" denilerek yapılamayacağına kaniiyim. (Kur'an'da ve sünnete açıkça "Bu yoktur!" deniliyorsa o başka. Ancak ebced/cifr meselesinde böyle bir nehiy yok diye biliyorum.) Fakat bu ilim sonucu elde edilen bilginin de ümmete boyun eğdirici/bağlayıcı bir yapısının olmadığını en az Ebubekir Sifil Hoca kadar savunuyorum.

En nihayet, bu, nur talebelerinin bir iç meselesidir. Bediüzzaman'a muhabbet ve intisab miktarınca kanaat getirilecek birşeydir. Onun dediği gibi "Allahu'l-alem!" diyerek alınacak bir bilgidir. Bediüzzaman, bu hesapları açıkladığı eserleri boyunca, bu sırrın altını çizmiştir. Kendisine katılmayanlardan beklediği ise saygıdır, edeptir, hürmettir. Bu hesabı daha önce kullanan İslam büyüklerine, mesela İbn-i Arabî (k.s.) veya Necmeddin-i Kübra'ya (k.s.), gösterilen saygıyı bekler sadece. Hatta benzer itirazları dillendiren bir seyyid âlime (Allah ona rahmet eylesin) verdiği cevap titreticidir:

"Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak."

İşte, arkadaşlar, herhalde derdimi anladınız. Belki canımızı yakan şeyi de bu yazıyla daha net teşhis ettiniz. Duruşumuz budur: Bediüzzaman'ın hataları her insan gibi olabilir, ama o bir ehl-i sünnet âlimi olarak, asla ve asla itikadî bir sapmanın takipçisi olmamıştır. Olmamıştır. Olmamıştır. İçtihadı farklı olabilir. Bu içtihad galip bir içtihad olmayabilir. Ehl-i sünnet içi şıklardan kimilerinin beğenmediği bir şıkkı seçmiş olabilir. Ulema içinde böyle ihtilaflar çoklukla vardır zaten. Bediüzzaman ilk de değildir. Fakat ben hücrelerime kadar iman ediyorum ki: Onun arkasında durduğu herşeyin ehl-i sünnet çizgisinde bir açıklaması vardır. Nur talebelerine şimdi düşen, geçmişle bağlarını kavileştirip, Üstadlarının bizzat muhatap olup cevap veremediği bu gibi meselelerde mukni deliller neşretmektir. Sâdıklardan olmanın isbatı budur. Lahikalar bizden 'aziz ve sıddık' yani "İzzetle ve sadakatle davasını savunur!" talebeler olmamızı bekliyor. Allah olmayı nasip eylesin. Âmin.

5 Temmuz 2015 Pazar

Kadere iman etmek neden kaçınılmazdır?

Bugün sizinle 'gayba iman etmek' ve 'hakikati arayış şeklimiz' arasındaki bağı konuşmak istiyorum. Çünkü bu meselede kimileri bizi 'kolaycılık' yapmakla suçluyorlar. Bu doğrudur. Ama doğru olarak doğrudur. Yanlış olarak doğru değildir. Sohbetimize şöyle bir yerden başlayalım: Bir insan gaybı iken varlığına iman etmediği bilginin şahidi olamaz. Onu elde edemez. Ona ulaşamaz. Bunu söylemekle kastım aslında şudur: Eğer siz, bir 'şey'in olabileceğine (en azından) ihtimal verip (henüz vücudu müşahade edilmemişken) onun peşine düşmezseniz bilgisine de ulaşamazsınız. Yani, bir açıdan, hayaliniz dahi gaybınızdır sizin.

Nitekim ne Edison'un ampulü ne de başka bir ismin başka şeyi keşfi 'tesadüf işi'dir. Yani, bu isimler, yolda ıslık çalarak yürürlerken aniden ceplerinden ampul veya başka bir teknolojik icad çıkmamıştır. Bizzat onu bulmaya yönelik özenli/kararlı adımları vardır. Emek emek, dilek dilek, hayal hayal duaları vardır. Onlar, bunların varolabileceğine ihtimal verip, hatta ne ihtimal vermesi, çılgıncasına iman edip çalışmalarıyla bu icadlara (yani gıyabında iman ettikleri şeyin hakikatine) ulaşmışlardır.

Tamam, meşhur hikayede Newton yerçekimini ararken başına elma düşmüştür, fakat hüner ne Nasreddin Hoca'nın kavuğunda ne de elmadadır. Elma sadece aranılanın üzerinden verildiği sebep olmuştur. Düşmesine tesadüf dense bile okunuşuna tesadüf denemez. Newton'un açlığını taşımayan bu okumayı yapamaz. Bu yüzden diyorum ki: Gayb iken iman edilmeyen şeyin marifetine ulaşılamaz. Çünkü her bilinen önce 'bilinmeyen'dir. Kestirilmeden önce sezilendir. Tahakkuk etmeden önce tahayyül edilendir. Bilmek yolculuğunun kaçınılmaz adımlarıdır bunlar. Kimse bu adımları atlayamaz. Gaybken imanı olmayan hakikate ulaşamaz.

Bu noktada, gayet hikmetli bir şekilde, tesadüfün kollarını en çok kıran şeyin gayba iman olduğu görülüyor. Ancak tersten bir bakışla. Tesadüf eseri bilim olmuyorsa (ki olmuyor), yani herşey önce zan/tahmin içeren bir teori üretimiyle başlıyorsa, o halde hiçbir keşfediş tesadüf işi değildir. İnsan tesadüfen hiçbir harikalığa rastlamamıştır. Ancak olabileceğine ihtimal verdikleri, bu ihtimale dikkat ettikleri ve dikkatinde zaman harcadıkları şahitliği olmuştur. Yani imanı ilmini doğurmuştur.

Ne gariptir ki, elde ettiği ve pek güvendiği modern harikalara taparcasına ve onlardan kendisine ilahlık payesi çıkarırcasına rağbet eden modern insan; elde ettiği payenin ardından varlığı tesadüflerle açıklamayı seçiyor. Öncesinden hayali dünyasına girmemiş hiçbirşeye ulaşamayan beşer, her nasıl oluyorsa, varlığın ötesinde daha 'önceki aşamalar' ve 'sonraki aşamalar' olduğuna iman etmede tereddütler yaşıyor. Orada olanı şurada inkâr ediyor. Halbuki varlık âleminin bir ara âlem olduğunu beyninde yakinen biliyor. Vücudu olmayanların önce hayalde varolup sonra dünyasına teşrif etmesi; giderken de hatırasını yine başka bir vücud şeklinde bırakması; bu âlemin sadece bu âlemle açıklanamayacağının en büyük delilini oluşturuyor. Yani, insan, hayali ve hafızası üzerinden bile kadere iman edebilir kolayca. Gelenlerin gelmeden önceki sezilişinden ve gidenlerin hatırlanmak kaydıyla gidişinden şu çıkarımı yapabilir.

"Herbir mevcut, vücuttan gittikten sonra, ifade ettiği mânâlar ve arkasında baki kalan hüviyet-i misâliyesi âlem-i misâlde mahfuz kalır. Hem hayatının etvâriyle 'mukadderat-ı hayatiye' denilen sergüzeşte-i hayatiyesi, âlem-i misâlin defterlerinden olan levh-i misâlide yazılır. Ruhanilere, dâimi mevcut bir mütalâagâh olur. Hem, cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i ahirete gönderilecek mahsulâtı baki kalır. Hem, etvâr-ı hayatiyeleriyle ettikleri envâ-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem, şuûnat-ı Sübhâniyenin zuhuruna medâr çok şeyleri arkasında mevcut bırakır, öyle gider."

Unutmaya çalışmak bile bir tür hatırlamaktır. Buradan kadere de önemli bir delil vardır. Nasıl? Belki şöyle: Dünyasında, hayal/tasavvur/akıl sahalarında bir 'takdir'den geçirmeden varlık sahasına hiçbirşey çıkaramayan insan ve yine bunları kendince yokettikten(!) sonra hiçbir şekilde tam anlamıyla dünyasındaki izlerini yokedemeyen aynı canlı; nasıl oluyor da dışındaki âlemde varoluş ve yokoluşu sadece burayla açıklıyor?

Varlığın en iradelisi, en akıllısı, en ihtiyarlısı olan insanın elinden bile önceden takdir edilmemiş, karar kılınmamış, planlanmamış işler varolmazken; varlık sahasındaki harikalar nasıl takdir edilmeden meydana gelebilir? 'Nasıl olacağı önceden bilinmeyen' nasıl düzen içinde yaratılabilir? İnsan pastanın nasıl olacağını bilmeden ununu karıştıramıyorsa ondan milyon kere milyon daha düzenli olan âlem, her an, nasıl öncesinde bir ilim olmadan varlık sahasına çıkabiliyor?

İşte kadere delil olarak Kur'an'da bize öğretilen bir hakikat: "Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz." Takdir, sadece bu ayette değil, Kur'an'ın genelinde altı çizilen birşeydir. Âlem düzenlidir. Düzen takdirle olur. Takdir ise kaderi gerektirir. Tesadüf düzensizliği iktiza eder. Sanırım böyle 'takdirli bir âlem' algısını da aşılıyor bize Kur'an. Olanları tesadüf penceresinden okumamızı yanlışlıyor.

Buradan şuna da geleceğim: Bir mümin ile kafirin âleme bakışı, bilgiyi arayışı bu noktadan da farklılık arzeder. Prof. Dr. Kenan Gürsoy'un 'Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?' kitabında ilk kez dikkatimi çektiği şeydi bu. Orada dinin ve felsefenin bilgiye bakışları arasında şöyle bir nüans zikrediliyordu: Din önceden varlığına iman ettiği şeyin bilgisini arar. Yani vahiy zaten mü'mine ulaşılacak sonuçların en uçlarını vermiştir. Okumalarının nihayetini bağışlamıştır.

İslam bu yüzden tefekküründen, yeni bir akide şekli değil, o akideye yeni deliller çıkarır. Akide, istikametten sapılmadıkça, hep aynı kalır. Yani, mürşidimin tabirince, ürettikleri yeni bir dava olmaz da davanın içinde bir burhan olur. Fakat felsefe için ulaşılacak sonuçlar kesin değildir. Kesin sonuçlara imanı yoktur. O hem delil hem sonuç çıkarır. Tam anlamıyla 'bilinmeyeni' arar... Gaybı hakikaten kayıptır. Her defasında silbaştan bulunmalıdır. Bugünün modernist müslümanlarının düştüğü hata da budur. Yani, dini de felsefe gibi algılayarak, itikadı üzerinde 'görüş oynatılacak' bir saha sanmalarıdır.

Felsefeyle ilgilenenler kızmasınlar. Fakat zannederim vahyi kuşananların salt felsefe ile âleme bakanlara karşı en büyük kazancı bu: Sizin tırmanmaya çalıştığınız dağın tepesinde duruyoruz zaten. Ve bu yüzden sizin kadar yamaçlarda yıpranmıyoruz. Sadeyiz. Belki sizin kadar kelime oyunları yapamıyoruz. O dolambaçlı yollardan nasıl gelinir (belki) bilmiyoruz. Çilesiyle tanışık değiliz. Sonuçların netliği nedeniyle her istediğimizi söyleme konusunda sizin kadar hür de değiliz. Ancak şu var: Daha huzurluyuz. Daha netiz. Ve ürettiğimiz marifet taş taş üstüne koyuyor. Neticenin belirginliği nedeniyle deliller birbirine yardım ediyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır."

Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu hatırlayarak bitirelim: Biz Kur'anî asansörle şıp diye geldik hakikate. Siz dağları/ovaları aştınız geldiniz (o da belki). Bu çileyi çekmek sizin hüneriniz değil kabahatiniz. Hamakatiniz. Çilenizle hava atamazsınız. Nihayetinde Bediüzzaman'ın da dediği gibi: "Zararsız yol zararlı yola müreccahtır." Seçmediyseniz sorumluluk kimde?

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Neden 'fasıklar' sapar?

Allahu'l-alem, bana öyle geliyor ki, Bakara sûresinin 26. ayeti sadece kâfirleri tutumları nedeniyle yermekle kalmıyor. Allah'ın izzetinin izlerini de okutuyor. Mü'minlere bir izzetli duruş da öğütlüyor. Nasıl? Belki şöyle: "Şüphesiz Allah sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez..." buyruğunun bir yanı "Allah misal vereceği şeyi kâfirlerin bozuk kıstaslarına göre seçecek değildir!" manasını fehmimize taşırken, diğer yanı "Allah böyle misaller vermekten neden çekinsin? Onun sanatının herbir parçası misal verilmeye değer harikalıktadır zaten!" manasını kalbimize koyuyor. Yani, tabir-i caizse, Cenab-ı Hak, hem zatını 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' tenzih ediyor, hem de eserlerini 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' beri tutuyor.

İki yanında da izzet var. İki yanında da mü'minin algı ayarlarını yüceltmeye yönelik bir bilgi aktarımı sözkonusu. İlk vecihte, izzet, Allah'ın zatına ve 'kâfirin bozuk değerler yapısına' bakıyor. İkincisinde ise izzet, Allah'ın yaratışına ve 'sanatındaki üstünlüğe' nazar ediyor. Birincisinde, Cenab-ı Hakkın zatını tenzih ettiği şey, 'kâfirlerin bozuk kıstaslarından etkilenir' veya 'onlara kıymet verir' olmak sanki. İkincisinde tenzih ettiği şeyse 'eserlerinden bazılarının misal verilmeye değmeyecek şekilde değersiz olması.'

Yani, birisinde Kur'an'ın savunusu var, diğerinde kainat kitabının. Bir de hatırlatılan şu var sanki: Kainat kitabı ile Kur'an arasında bir çelişki yoktur. Tevhid çelişkisizliği gerektirir. Bir yazarın iki kitabı arasında çelişki olmaz. Birisinde kıymet verilip yaratılan ötekinde kıymetsiz görülecek değildir. Bizim Allahımız böyle bir Allah değildir.

"İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler..." buyrulurkense mü'minin sahip olması gereken 'teslimî uyanıklığa' bir dikkat çekiş var bence. Ne demek teslimî uyanıklık? Bencileyin izah edeyim:

Allah'a iman etmiş olmakla mü'min vasfını kazanmış insanların, misal olarak verilen şeylere, kâfirler gibi bakabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. İmanı insana (imanının derinliği nisbetinde) bir bakış açısı da yükler. Mü'minler, perdenin arkasındaki zattan, isimlerinden, sıfatlarından, şe'nlerinden haberdar olmakla, rastladıkları her ayete (yine Kur'anî ifadesiyle) "Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın!" diyecek uyanıklığa sahip olmalıdırlar. Bu, Allah'a, marifetinden dolayı duyulan bir güvendir. Bu, kainata, tevhidden dolayı duyulan bir güvendir. Bu Hakîm isminin kuşatıcılığına duyulan bir güvendir.

Mümin, misallerin hikmeti bilmezden önce, biraz fikrini yorarsa kendisine misal verilen şeylerden Allah'ın hikmetine kapılar açılacağını bilmelidir. Buna imanlı olmalıdır. Bu dua/beklenti ile o kapıya varmalıdır. Buna imanlı olana mü'min denir. Mü'min yaradanının her işinin hikmetle olduğunu bilirse mü'min olur. Çünkü marifete ulaşmasını sağlayan da bu emniyetidir. İtimadıdır. Beklentisidir. Öyle ya! Bilgiye erişileceğine inanılmadan bilgiye erişilmez. Birşeyler bulacağını ummayan bulamaz. Hatta arayamaz.

Mü'min der ki: "Eğer Allah birşeyi misal getirdiyse bunda boşuboşunalık olamaz." Yanlış anlaşılmasın. Ayette kâfirlerin dilinden aktarılan "Allah böyle misal vermekle ne murat eder?" cümlesi, bir arayışı değil, "Bu şey değersizdir!" önyargısını içerir. Bunun günümüzcesi "Bu da nereden çıktı şimdi?" gibi bir alaycılıktır. Yani: Kâfir sivrisineğin değersizliğinde mühürlenmiştir. Kanaatini sabitlemiştir. Kendisinin bu ihlaslı(!) sabitlenmesi nedeniyle de Allah, duasını kabul etmiş, onu kanaatinde sabitlemiştir.

Kainat kitabındaki bu körelmesinden dolayı Kudsî Kitab'a hadsizlikle laf eder. Burası önemlidir: Kainat kitabını yanlış okuyan illa vahye de ilişir. (Bu noktada hemen Caner Taslaman'la Ebubekir Sifil Hoca'nın münazarasında 'sinek kanadı hadisini' bir türlü kabullenemeyen Taslaman'ın "Sinek pistir!" cümlesini bir zikir gibi tekrar edişini hatırlayalım.) Yani bu cümle Allah'ın kainattaki yaratışına dair bir tenkidi de saklar içinde.

Şunun da altını çizelim: Hikmetin 'varlığına' dair değil ama 'içeriğine' dair böylesi bir sorgulamayı mü'min de yaşar. Fakat mü'minin zemini farklıdır. Mü'min varlığına inandığı şeyi arar. Zaten iman etmiş olduğu gaybın bilgisi peşindedir. Kâfir ise hemen görmediği (veya olmadığını çoktan iman ettiği) şeyi sorar. "Bu ne şimdi? Ne gereği vardı bunun?" der gibidir bu soruş. Mü'min ise "Kimbilir bana burada neler öğretiliyor?" diyerek muhatap olur eşyayla. Yani öğretilenin 'varlığından' emin ancak 'keyfiyetine' meraklıdır.

"Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır..." buyruğu ise, işaret ettiği hakikatle, aklımı yıllar önce başımdan almıştı. Nasıl? Becerebildiğimce ifade etmeye çalışayım:

Ben, bu ayetten ta Bediüzzaman'ın 2. Lem'asına ve orada geçen "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." cümlesine uzanıyorum. Buradan oraya giden bir koridor görüyorum. Ve Bediüzzaman'ın o metinde aslında bu ayetin tefsirini yaptığını düşünüyorum. Çünkü fısk bir yanıyla da 'günahlara müptelalık'tır. Fasığın imanı varsa da Allah'ın emir ve nehiylerine emniyeti yoktur. Onlardan aldığı kem lezzete tutkusundan dolayı kalbinde doğrunun ayarları yerinden oynamıştır. Cürmünden vazgeçememekte ve belki içten içe "Keşke bu iş günah olmasa!" demektedir. Yaşadığı bu kaymayı somut birşeye dayandırması içinse her kapıdan delil dilenmektedir. İşte, böylesi misaller onun nefsine ve şeytanına yardımcı olur ki, bir cerbeze ile aklını da 'sapmak' için ikna eder.

Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." İşte bir ayet-i kerimenin aklıma getirdikleri. Şükürler olsun tefekkürü dünyadaki herşeyden daha lezzetli olan o Zat'a ki kendisinden habersiz bırakmayarak bizi ziyan olmaktan kurtarmıştır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...