3 Kasım 2015 Salı

Hüzün de güzeldir

"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.

2015 yapımı Ters Yüz (Inside Out), izlemekten sadece keyif almadığım, aynı zamanda birşeyler de öğrendiğim bir animasyondu. Bir enfüsî tefekkür çalışmasıydı bana göre. Sair derslerini bir kenara bırakırsam, filmde en çok vurgulanan şey, hüznün gerekliliğiydi. Neşe, üzüntü, öfke, nefret gibi duyguların anlaşmazlıkları ve insanın halet-i ruhiyesine hâkim olma çabaları çok güzel anlatılmıştı filmde. Neşe, diğer hisler bir tarafa, üzüntünün 'sahibine' (Riley) iyi gelmediğini düşünüyordu. Hiçbir şeye dokunmamasını arzu ediyordu. Fakat o duramıyordu. Birşeyleri rengine bulamak istiyordu. Riley'nin ailesiyle birlikte San Francisco'ya göç etmesinden sonra da bu arzusu artmıştı.

En nihayet, anlaşmazlıklarından kaynaklanan bir aksaklık 'hatıralar diyarına' düşmelerine neden oldu. Ve merkezlerine dönmeye çalışırken yaşadıkları, neşeye, üzüntüyle bir bütünün iki parçası olduklarını öğretti. Üzüntü olmadan neşe de sahibini koruyacak kadar güçlü olamıyordu. Finale yakın sahnede, neşenin eline aldığı bir 'kalıcı hatıra küresi' Riley'nin, ailesine en çok üzüntülüyken ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Ve neşe, kumanda masasının üzüntüye bıraktı. Böylece, evden kaçmak üzere bir otobüse binmiş olan Riley'i ailesine dönmeye ikna ettiler.

Bu hafta Holografik Bakış'ta Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abiler de böyle bir konuyu işledikleri için hatırladım Ters Yüz'ü.[1] Üçüncü Söz'de geçen 'rahat-ı kalp ve vicdan' ifadesinin tefekkürünü yaparken ikili, söz, istemsiz bir şekilde hüzne kaydı.

Abdurreşid abi, 'rahat-ı kalp ve vicdan' halinin çılgınca bir neşe (bir 'Haydi eller havaya!') hali değil, insaniyete dair her hissin kıvamınca yaşandığı (huzur makamında yaşandığı) bir durum olduğunu dile getirdi. Çünkü hüzün de insaniyetin bir parçasıydı. İnsan, bir başkasına sığınmaya, ancak hüznü sayesinde ihtiyaç duyardı. Böylece hüzün bizi kendi kendinelik kalemizden çıkmaya zorluyordu. Uyandırıyordu. Öyle ya, varlığın azameti karşısında aczini hissetmeyen insan, varlığın sahibini tefekkür etmeye veya sığınmaya ihtiyaç hisseder miydi? (Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür sıralamasında aczi öncelemesi, bu açıdan, ne kadar anlamlıydı.)

Zübeyir abi, bu noktadan alarak, açlık ve doyurulma arasındaki ilişkinin hüzün ve affedilme/sığınma arasında da bulunduğuna dikkat çekti. İnsan, nasıl ki açlıkla kendisini doyuracak birine ihtiyaç duyuyordu, hüzünle veya pişmanlıkla da kendisini affedecek veya kendisine sığınılacak birisini arıyordu. Ters Yüz'ün finalinin verdiği ders de buydu tam olarak. Neşe, elinden gelen bütün gücü sarfetmesine rağmen, Riley'i ailesine sığınmaya ikna edemiyordu. Fakat hüzün, kumanda masasına müdahele ederek, Riley'i korudu. Riley'i, zâhirde hüznün ellerinde doyasıya ağladı. Fakat ağlamasının hemen ardından kalbine bir sürûr yayıldı. Nihayet evden ayrılmanın onu ne kadar etkilediğini ifade edebilmişti. Neşenin aldığı ders de tam olarak buydu. İnsan neşeliyken veya neşeli olmaya çalışırken zayıflıklarını veya yaralarını ortaya çıkarmaz. Yaralarımızı görmemiz için üstüne hüznün mürekkebini dökmemiz lazım. Ne der Bediüzzaman: "Bir dert görünürse, devası âsândır." Tedavi için görünmeleri gerek.

Aczi konuştuk. Fakra da geçelim. Risale-i Nur'da kafama en çok takılan ifadelerden birisi de 'fakrın tezyidi' tabiri. Görünüşte anlamı 'ihtiyaçların arttırılması' ancak Bediüzzaman'ın metninin tamamına baktığınızda kastedilenin 'daha çok şeye ihtiyaç duyma' değil, 'ne kadar muhtaç olduğunun farkında olma' meselesi olduğu anlaşılıyor:

"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."

Ancak asıl sorun öylece ortada durmaktadır: 'Muhtaç olma şuuru' nasıl arttırılır? 'Fakrın tezyidi' nasıl sağlanır? İmanlı her insan Allah'a muhtaç olduğunun bilincindedir. Bu bilinç, bir farkındalık olarak, nasıl daha üst düzeye çıkarılır? Esas soru budur.

Ben, bu sorunun cevabını, yakınlarda izlediğim bir Kahve Bahane'de aldığımı düşünüyorum.[2] Hasan Söylemez, bu programda, sekiz buçuk ay süren Anadolu yolculuğunun hikayesini anlatıyor. Bir bisikletle ve parasız yapılıyor bütün yolculuk. Karadeniz bölgesinden Doğu ve Güneydoğu'ya, oradan diğer bölgelere... Dile kolay, tam sekiz buçuk ay sonra İstanbul'a dönüyor Hasan Söylemez. Hayata Yolculuk (Hayy Kitap) kitabında da bu yolculukta yaşadıklarını ve öğrendiklerini anlatmış. Kitap da okunmayı bekliyor. Ancak ben, bugün, o yolculuk hakkında Hasan Söylemez'in anlattıklarından aldığım dersi aktarayım:

Neden yolculuğu parasız gerçekleştirdiğini izah ederken, Söylemez, 'paranın bir duvar olduğunu' ifade ediyor. Sadece hayallerin önündeki bir bahane olarak duvar değil, insan-insan ilişkilerinde de duvar oluşturduğunu düşünüyor paranın. Pazarlık yapmadığınız, parayı verip hemen ürünü aldığınız alışverişlerde, satıcının, değil kendisini tanımak, yüzüne bile dikkatle bakmadığımıza dikkat çekiyor. (Pazarlığın neden sünnet olduğuna dair bir okuma da çıkar mı buradan?) Fakat o, bu yolculukta insanları da tanımaya karar vermiş. Marifetini arttırmanın yolunu da iletişimini arttırmakta bulmuş. Kendisini daha fazla iletişime mecbur etmek için de yanına para almamış.

Parasız seyahat etmenin güçlüklerini düşünün. Her maddi zorluk, hatta karnınızı doyurmak bile, sizi başka insanlarla etkileşime mecbur kılıyor. Hasan Söylemez bu parasızlığın çok öğretici bir parasızlık olduğunu söylüyor bu yüzden. Ve paranın sandığı kadar 'olmazsa olmaz' birşey olmadığını da böylece anladığını ifade ediyor. İnsanlardan hiçbir şey dilenmediğinin de özellikle altını çiziyor. Karşılığında yardımını sunmuş onlara. Bahçelerinde çalışmış, bulaşıklarını yıkamış, yüklerini taşımış vs... Misafir olduğu her evin bir parçası olmuş.

Aldığım derse gelirsem: Söylemez'in iradeli bir şekilde 'fakrını tezyid' ettiğini düşünüyorum. İhtiyaçlarını arttırmış. Bunu salt bir şuur halinde yapmamış. Bilfiil kendini mecbur ederek de yapmış. Üstelik, çok özel bir farkındalıkla, her muhtaçlığın aslında bilmeye bir yol olduğunu farkederek/görerek yapmış.

Bediüzzaman, aczi ve fakrı neden bu kadar önemsiyor? Neden tefekkürün öncesine onları koyuyor? Çünkü ihtiyaç bilmenin yoludur. Biz, ancak ihtiyaçlarımız sayesinde varlıkla etkileşime geçeriz ve onlardan birşeyler öğreniriz. Her etkileşim bir marifet kapısıdır. Allah, bizi çok şeye muhtaç ederek bize bir kötülük yapmamıştır. Bizi çok şeye muhtaç ederek aslında daha çok şey bilmemize yollar açmıştır. Hz. Âdem'in acziyetinde İblis'in yanlış anladığı, fakat talim-i esma üzerinden meleklerin doğru okuduğu, budur: Daha çok şey dilememize. Daha renkli dualar etmemize. Daha çok duygu yaşamamıza. Daha çok şey tatmamıza/düşünmemize. Daha çok Ona sığınmamıza vs... Hepsine ihtiyaçlarımız vesile olur. Muhtaç olmak güzeldir. Çünkü muhtaç olduğunuzu ancak bilirsiniz. Ve bilmenin kendisi ihtiyaçtır.

Belki de bu yüzden Hasan Söylemez'in kitabının üstbaşlığı şu cümle: "İnsan, insana ve tabiata dokundukça insan kalır." Söylemez'in bu cümlesinden mülhem belki şunu söyleyebilirim: "İnsan, muhtaç olduğunun farkında oldukça insan kalır." Ve tam bu noktada bir ayet geliyor aklıma. Âlâk sûresinden: "Gerçek şu ki; insan azar, kendini ihtiyaçtan uzak (veya kendi kendine yeterli) görürse..." Mezkûr perspektiften bakınca, insanı kendisinden başkasına muhtaç hissettiren, yani ki kendisinden başkasına yüzünü çeviren, hüzün ne kadar da anlamlıdır. Bir yazımın başlığı idi. Onunla bitireyim: Sahilde çay içerken hepimiz aciziz.



[1] Hüzün kalbe neler öğretir? http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-69-bolum-huzun-kalbe-neler-ogretir-1027.html
[2] Kahve Bahane/Hasan Söylemez: http://www.tv111.com.tr/programlar/kahve-bahane/kahve-bahane-31-bolum-hasan-soylemez-gazeteci-gezgin-1026.html

2 Kasım 2015 Pazartesi

Bir ayet kaç mandal eder?

"Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler." (İbrahim sûresi, 14:3)

Arkadaşım, hatırlarsın, küçüklüğümüzde hurdacılar en değersiz buldukları eşyaya karşılık mandal verirlerdi. Daha değerlisine plastik tabak, belki bir kova veya leğen... O kadar ağırlığı ümitle götürüp şu kadarcık karşılık bulmak çocuk kalbime ağır gelirdi bazen. Yazıklandırırdı. Fakat hurdacı da mesleğinde hasisti. Vazgeçmezdi. Benim gibi üzülenler olduğu gibi eline geçen plastiğin cicisi-bicisine hemen tav olanlar da vardı. Hatta hurdacılar çocukları bu türden oyuncaklarla da kandırırdı. (Benim de kanmışlığım vardır.) Eh, evet, şimdi gülümseyerek anımsıyorum. Ama aynı zamanda 'anlamak' için de kullanıyorum. İşte bir tanesi: Mürşidimin 23. Söz'de kullandığı 'demirciler çarşısı ve antika' benzetmesi sırf bir eser-müessir ilişkisini anlatmıyor kanaatimce. Ya? Bence, Bediüzzaman orada, Küçük Sözler'den itibaren yapageldiği karşılaştırmaları bir tür özet geçiyor. İki farklı varlık algısını ana kodlarıyla fotoğraflıyor.

Nasıl algılardır peki bunlar? Gücümüz yettiğince tarifini deneyelim: Bu algılardan birisi 'dönüştürebildiği' ile meşguldür ve 'dönüştürebildiğine-dönüştürebildiği kadar' kıymet verir. Diğeri ise 'öyle bulduğu' ile meşguldür ve 'öyle bulunmasındaki hikmete saygı duyarak' ve dahi 'anlamaya çalışarak' varlığa bir değer atfeder. Biraz daha Küçük Sözler'in diliyle konuşursam: Bu algılardan birisi hodbin/ben-merkezli bir değer yargısına sahipken diğeri hudabin/O-merkezli bir değerlendirişe sahiptir. Hemencecik küçücük bir açıklama da yapmalıyım tam bu makamda: Buradaki 'O' en sonunda elbette Allah'ı kasteder. Daha genel manada ise 'ben'in senlerle, yani varlıkla, muhatap oluşta masivadan olmayan bir otoriteye karşı 'O' farkındalığı yaşamasıdır kastedilen. Evet. O kadar konuştuk. Bir de temsili hatırlayalım:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Sorarım sana arkadaşım: Demirci için varlık nedir? Demirci için varlık zanaati çerçevesinde şekillendireceği bir hurdalar yığınıdır. En sanatlı, pahalı veya işlevsel bir eşyayı demirciler çarşısına götürün mesela. Orada ona 'vaktiyle satıldığı fiyata' veya 'vaktiyle gördüğü işe' veyahut 'ustasının sanatına' atıfla bir değer verilmez. Ağırlığına bakılır. Neden? Çünkü demirci onu ancak ağırlığınca dönüştürebilecektir. Kendi istediği şekle onu ancak maddesince sokabilecektir. Menfaati oradadır. En pahalı mekanik eşyanızın değeri bile birkaç liradan fazla olmaz onun yanında. O hünerini eşyaya sonradan katacaktır. Öncesinde sanat aramaz. Umursamaz. Görmez. Eşya, onun için 'dönüştürülmeye muhtaç olan'dır. Nötrdür. Hamdır. Varlığın kendisinde ona göre bir hüner yoktur. Nitekim tartıldıktan sonra en nihayet kaldırılıp bir kenara atılır ve eritilip dönüşeceği günü bekler.

Fakat antikacı eşyaya böyle bakmaz. Onun eşyaya bakışı 'ne kadar dönüşeceği' üzerine değil 'nasıl öyle olduğu' ile ilgilidir. Yani varlık nasıl bir tasarrufla 'öyle olmuş'tur? Öyleliğinin alakaları nelerdir? Kimlere bağı vardır? Öyle olurken hangi ellerden geçmiştir? Başka nelere dokunmuştur? Zamanın hangi ötesinde oluşmuştur? Öyle oluşunun detayları nasıldır? Ne ayrıntılar gizlidir bu öyle oluşta? Eyleyenine dair neler söyler?

Antikacı bunlarla ilgilenir. Varlığı 'öyle olduğu' ile masaya yatırır. Varoluşuna saygı duyar ve onu o varoluşun zamansal, mekansal veya sanatsal çizgisinde tarif eder. Yani antikacı 'dönüştürmekten' çok 'öyle kalmasını' sağlamakla ilgilidir. Öyle kalmasını sağlarken de öyle olmasını sağlayan 'O'nun bilgisini keşfe çıkar. (Nasıl bir 'O' onu 'öyle' kılmıştır?) Hatırlayınız: Müzelerde eşyalar fazla ışıktan bile sakınılır. Tabir-i caizse, antikacı, eşyanın fıtratını sakınan bir muhafızdır. Çünkü onun eşyaya verdiği değer fıtratı üzerindendir. Fıtratın değeri ise Fatır'ına atıf yapmadan ölçülemez. Özen gösterilmeden de korunamaz.

Evet. Bediüzzaman'ın külliyatın çok yerinde bu iki varlık algısına atıfları var kanaatimce. Mesela birisi felsefe hikmeti ile Kur'an'ın hikmeti mukayesesinde karşımıza çıkıyor: "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır..."

Şu sayılanlar ne kadar da 'demirciler çarşısı' meziyetlerine benziyorlar öyle değil mi? Göremediniz mi? Hadi beraber düşünelim: Bir kere elbette demiri dönüştürmek için kuvvete ihtiyacınız var. Ve bu dönüştürme işlemi varlığın 'öyle olmasıyla' bir cidal içeriyor. Çünkü varlık aslında böyle değil. Siz onu 'yaratıldığı öyle'den 'sizin istediğiniz böyle'ye çevirmeye çalışıyorsunuz. Bu varlığın fıtratıyla bir mücadele değil mi? Fatır mı? O da kim? Hurdalık burası. Hurdanın ustası olur mu? Sanatın ne işi var ki hurdada bir de Sânii aransın? Hakikati yoktur ki, hâşâ, Hakkı olsun.

İşte, varlık algısındaki bu bozulma, bu antikacıdan demirciye dönüşüm, modern medeniyeti varolanı yeniden kurgulamada böylesine cüretkâr yapıyor. Ve bugün insanlık, tarihin hiçbir yerinde rastlanmamış bir şekilde, doğayla savaşta. Onu değiştirerek değerli kılmaya çalıştıkça modern medeniyet "Ben bunun üzerine yaratılmadım!" diyerek onu reddediyor tabiat dediğimiz kitap. Türlü çevre felaketleri dış dünyamızda sosyolojik ve psikolojik felaketlerse iç dünyamızda bu reddin delilleri.

İşte, kanaatimce, Bediüzzaman sadece akaidimizi ehl-i sünnet çizgisi üzere düzeltmiyor, aynı zamanda varlık algımızı da fabrika ayarlarına döndürüyor metinlerinde. Yahut da şöyle söylemeli: İtikadımız düzeldikçe varlık algımız da düzeliyor. Mesela şurası ne güzel bir örneği:

"Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."

Evet, memleket, senin algıladığın gibi dönüşmeye muhtaç olamaz. Ya nasıldır peki? Hayr üzeredir. Zaten olması gereken şekil üzerinedir. Kapitalistçe bir sömürüyle evren âbâd olmaz. Alıntı yapmaya devam edelim: "Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar."

İşte antikacılara yakışan meziyetler. Yukarıda altını çizmeyi unuttuğum için burada çizeyim: Menfaat en baştan beri ima ettiğim 'dönüştürme' işleminin kendisidir. Yani insan, dünyevî menfaati ekseninde, 'öyle' olanı 'böyle' kılmaya çalışır. Nefis de işte bu 'öyle olanı böyle kılma arzusu'nun merkezidir. Zira nefis varlığı menfaatinden tanır. Menfaatinden tanıdığı için de tehlikelidir. Bencil olduğunda herşeyi 'ben'ine göre yeniden kurgulamaya gayret eder. Aslolana zarar verir. Fıtrî olanı bozar.

Peki aslolan ne? Aslolan haktır. Hak derken bizim kastettiğimiz birşeyin aslıdır. Ne demek bu? Bir misal verelim: Sizinle bir alışveriş yaptık diyelim. Siz anlaştığımızdan az para verdiniz. 'Aslında' ne kadar verecektiniz? İşte o aslında benim 'hakkım'dır. Asıl ve hak arasında böyle bir ilişki de bulunur.

Aslı kabul ettiğinizde sanat, artık sizin katacağınız değil, sizin takdir edeceğiniz birşey oluyor. Siz yaratmıyorsunuz. Müşahade ediyorsunuz. Mü'minin varlıkla ilişkisi böyledir. Sahip değil şahittir. Hakkı teslime çalışmak aynı zamanda o şeyin yaratıldığı gibi olmasına/kalmasına çalışmaktır. Fazilet ve rıza-i ilahî ise, aslolana saygı duyduktan sonra, o aslın sahibine de duyulan saygının ifadesidir. Neyin fazilet olduğunu da, neyden razı olunacağını da artık 'ben' değil, 'o' belirler. Ben ancak varlıkla aramdaki uyumun ifadesi olan 'yardımlaşmayı/teavünü' gözetirim. Üzerime düşeni yaparım. 'Öyle olmasına' yardım ederim, 'böyle olmasını' zorlayamam.

"Demirci herşeye dönüştürebildiği kadar kıymet verir..." dedik. Modern medeniyet ve onun yerli versiyonu olan modernist İslam anlayışı da bu temayülde değil mi? Onun gözünde geleneğin bir kıymeti yok. Çünkü gelenek 'antikacı' çağrışımı yapıyor. Dönüştürülemeyeceğini ifade ediyor. Birşey zamanın bir yerinden ve o yere yakın olan kimseler üzerinden değerlenmeye başlarsa aslına yaklaşır. Antikalaşır. Modernizmin İslam'ı aslına yaklaştırma diye bir argümanı varsa da bu sadece dilinde. Aslında yapmak istediği İslam'ı dönüştürmek. Modern medeniyetin kullanabileceği bir hurda sağlayabilmek. 'Öyle kalmak' değil 'adapte' hatta 'asimile' olmak.

Ne tuhaf zamanlardayız! En büyük antikacı olduğu iddiasındaki en kaba demirciler ile uğraşıyoruz bugün. Bizi çağırdıkları 'indirilmiş din' aslında modern medeniyetin hurdalığı. Ve onlar şaheseri hurdalığa düşmekten kurtaracak geleneğe verdiğimiz kıymetten dolayı bizi 'antika kafalı' buluyorlar. Evet bayım elbette sünnet-i seniyye gibi antika sizin pazarda kıymet bulmaz. Çünkü dönüşmez. Siz dönüştüremediğinize saygı duymazsınız. Orası demirciler çarşısıdır. Eh, ne diyelim, antikasının değerini demirciler çarşısında arayan da mandal teklif edildiğinde şaşırmasın. Hatta şimdi biz soralım: Bir ayet kaç mandal eder?

31 Ekim 2015 Cumartesi

Mehdi mi yener Süpermen mi?

"Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir." İmam-ı Âzam Ebu Hanife (r.a.)

Bedri Rahmi Eyyüboğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemanın 'rüya tekelciliği' yaptığıyı söyler. Eskiden herkes kendine ait bir hayal dünyasında yaşarken bugün popüler filmlerin/kahramanların hegemonyası yaşanmaktadır. Kahramanlar yöresel değil küreseldir. Dekorlar/hikayeler Hollywood'a aittir. Esas oğlanlar/kızlar bellidir. Herkes onları düşler. Herkes onlarla yetişir. Hatta bir dostum anlatmıştı. 5-6 yaşlarındaki oğluyla Risale dersine gitmişler. Dersin konusu Mehdi hakkındaki rivayetlermiş. Bir saate yakın dinlemişler. Evlerine dönerlerken oğlu kendisine sormuş: "Peki baba şimdi Mehdi'yle Süpermen dövüşse hangisi yener?"

Okuyanlar hatırlayacaklar. Geçmiş yazılarımdan birisinde (Çocuklar Adam Olmasın Yalnız, Adamlar da Çocuk Olsun) Aleyhissalatuvesselamın çocuklara ve yağmura dair hadislerine atıf yaparak, çocukların da yağmurlar gibi 'fıtrî ahidleri yeni' hediyeler olduğunu söylemiştim. Ve fıtrata (yani fabrika ayarlarımıza) yakınlıkları nedeniyle bize ders verici meziyetlere sahip olduklarına dikkat çekmiştim. 'Çocuktan al haberi' gibi tabirlerin onların aptallığına değil, saflığına ve dürüstlüklerine atıf yaptığını; bununsa 'yalan' denen kurgunun ahlaklarına sonradan eklediğimiz birşey olmasından kaynaklandığını belirtmiştim. Hâlâ da böyle düşünüyorum. Ve hatta arttırıyorum: Çocuklar gibi peygamberler de bize Allah'ın bir 'Fıtrata dön!' çağrısıdır.

Yani nasıl ki bir çocuğun saflığı sizi onun yanında tedbirli davranmaya zorlar, aynen öyle de, bir nebinin ismetinden gelen nezaketi de çevresindekileri edepli olmaya çağırır. Bir çocuğun yanında yalan söylemekten, küfür etmekten veya kem bir davranışta bulunmaktan çekinen büyük, daha aşkın bir şekilde nebinin yanında da aynı şeyleri yapmaktan çekinir. Nebinin pâklığı muhatabını da ahlaklı olmaya zorlar. Yani onlar duruşlarıyla bile insanları dönüştürürler.

Bunu pazusuyla, ordusuyla veya kılıcıyla yapmaz elbette nebi. Onun bulunduğu hal, yani kamil insan hali, vicdan denen yerimizin işiteceği şekilde asl-ı insanı bağırır. Çalışan her alıcının kolaylıkla algılayacağı bir fıtrat frekansını sürekli yayar. Ve siz bu bağırış karşısında kayıtsız kalamazsınız. Kâfir de kalsanız meziyetlerini takdir eder ve yanında davranışlarınıza çekidüzen verirsiniz. Bunun delili çoktur. Bunlardan yalnız Mekke'nin fethinden sonra yaşanan bir diyaloğu hatırlatmak isterim.

Müşrikler Aleyhissalatuvesselamı nasıl tarif etmişlerdir o gün? Ben şöyle biliyorum: "Sen kerim bir kardeşimizsin ve kerim bir kardeşimizin oğlusun." Yanlış anlaşılmasın. Bu onun nübüvvetine iman ettiklerinden dolayı söyledikleri birşey değildir. Bu karşıkonulmaz bir şekilde maruz kaldıkları güzel ahlakın itirafıdır. Mürşidim bir yerde bu sadedde der ki:

"Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle, 'Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz' diyerek imana gelmişler."

Aleyhissalatuvesselamın bu yönünü ayrıca önemsiyorum ben. Çünkü bu yön bize 'kamil mürşidin' neden gerekli olduğunu da hatırlatıyor. Hikmetini anlatıyor. Öyle ya. Herhangi bir ahlakî değeri 'ilmî bir kavram olarak' ve/veya 'entelektüel bir haz duyarak' konuşabiliriz. Hakkında muhteşem aforizmalar kasabiliriz. Edebiyatın gözüne basabiliriz. Cakkıdı cakkıdı ahkam kesebiliriz. Daha önce söylenmemiş betimlemeler yapabiliriz. Bunlarla tıkına bereket 'retweet' veya 'beğen' de alabiliriz. Fakat etrafında kelimelerle döndüğümüz o hakikatin tesirini yine de 'yaşayanı' belirler.

Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz ihlası/ahlakı kelimelerde değil insanlarda okuruz. Kelimelerle değil insanlarla taşırız. Yani insan pratiği istenen mesajın asıl taşıyıcısıdır. Taşıyıcı da mesajın parçasıdır. Bu nedenle peygamberler de Allah'ın kelamını bize taşıyan Allah'ın kevnî kelamlarıdır.

Kur'an'ın ilk musfahı Aleyhissalatuvesselamın mübarek zatıdır. Fiiller ve tavırlar, hem de o hakikatin sınanmasının en gerekli olduğu zamanlarda sergilenenleri, ahlakı nakletmemizin yegane aracıdır. Bir ahlak salt kitabî bilgiyle nakledilebilir mi? Bence bu mümkün olamaz. Mümkün olamayacağı için Aleyhissalatuvesselam buyurmuştur: "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Ve Aişe radyallahu anha annemiz demiştir: "Onun ahlakı Kur'an'dı." Yani Kur'an'ın dersi sünnetle tamam olmuştur.

Evet, en yakıcı sınavlarında bile fıtratının ismet derecesindeki saflığından ödün vermemiş Allah Resulü, hem canımız-ciğerimiz, hem de güzel ahlakın insanlar arasında 'olabilir/başarılabilir' birşey olduğunun ilk delilidir. Yani peygamber kulluğun 'yapılabilirliğinin' ilk delilidir. Bu noktada Kur'an'ın onu anarken vurguladığı 'içinizden biri' ifadesi 'sizin gibi yaratılmış ama sizin gibi olmamış-bozulmamış birisi' diye de algılanabilir. Yani içimizden birisi, içimizden herhangi birisi gibi davranmayarak, herşeyi değiştirmiştir.

Bu açıdan bakınca "Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz!" buyuran İsrâ sûresi bir açıdan da şunu söylüyor olamaz mı: "İçinizden birinin herşeye rağmen fıtratını koruyabildiğini ve gönderdiğim vahye uygun yaşayabildiğini sizlere göstermedikçe ve o size 'bizzat yaşayanı olarak' vahyimi/davetimi tebliğ etmedikçe size azap etmeyiz." Bu davetin hayatla bütünlüğünü anlama noktasında çok kıymetlidir. Teori pratiğiyle birlikte aktarılmadığı zaman gırtlaktan aşağıya inemez çünkü.

"Mu'cize-i Muhammedî aynı Muhammeddir (a.s.m.)..." derken Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği de biraz bu değil midir? "Bütün ümmet hattâ düşmanları da dâhil olduğu halde icmâ etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmidir." Onun metinlerinde sıklıkla vurgu yaptığı birşeydir şu. Peygamberler, sadece dillerindeki vahiyle ve ellerinden vücuda gelen harikalarla değil, onun uygulanabilirliğini göstermeleriyle de davetin bir parçasıdırlar. Hâşâ, sümme hâşâ, mesajı getirince işleri bitmiş bir postacı gibi görülemezler. Çünkü insanlar bir mesaja, onu uygulayan kişinin elinden/dilinden muhatap olmadıkça, uymazlar. İnsanların, özellikle avamın, söylem ile yaptıkları ilk kavga nasihatin sahibindeki tutarlılığıdır. Bunu şöyle bir örnekle biraz daha açmak istiyorum:

Biz güzel ahlakın varlığına onun edebî metinler içinde varoluşuyla inanmayız. Aforizmalar bizi güzel ahlaka inandıramazlar. Bu nedenle büyük meblağlar bulmuş ama tek lirasına dokunmadan onu sahibine iade etmiş veya hiç tanımadığı birisine çok büyük bir fedakârlık yapmış veya daha başka bir şekilde güzel ahlakın bir nümunesini/uygulanabilirliğini bize göstermiş insanların hikayeleriyle çok meşgul oluruz. Onları gazetelerimize manşet yapar ve/veya televizyonlarımızda duygusal bir haber olarak geçeriz. Büyük büyük söyler ve/veya yazarız: "İnsanlık ölmemiş!" Veya deriz: "İşte günün kahramanı!"

İnsanlığın ölmediğine bizi kim inandırır? Metinler mi? Aforizmalar mı? Felsefe mi? Bizi insanlığın ölmediğine insanlığının hakkını veren hayatlar inandırır. İşte nebiler de bu yüzden kıymetlidir. Ve onların varisleri olan âlimler de. Mürşid talebesi için dersin tamamlayıcı parçasıdır. Bir mürşide intisabın tasavvuf geleneğinde çok önemsenmesi, bir usûle intisabın hakikate vusûlde çok vurgulanması, bunlar boşuna değildirler. Geleneği hakikatin inanılırlığını arttırır.

Bana öyle geliyor ki: Nebileri postacı konumuna indirmeye çalışanlar da aslında kem bir amaçla bunu yapıyorlar. O da şudur: Vatanı değil amma mü'minin anavatanını, yani güzel ahlakın bütünlüğünü parçalamaya çalışıyorlar. Halbuki, bu dangalakların sünnet-i seniyye yerine ürettikleri hiçbir aforizma, hiçbir entelektüel eğlenti Abdullah b. Selam radyallahu anh gibileri kandıramaz. Onun gibilerin Aleyhissalatuvesselamın yüzünü görmesi gerekir. Bizim gibilerin onun ahlakını bilmesi gerekir. Öyle bir hayatın mümkün olabildiğine şahit olunması gerekir. "Bu yüzde yalan olmaz!" ancak bu bilgiden/görüşten sonra söylenebilir.

Düşünelim: Bediüzzaman'ın istikametten şaşmamış ve büyük bedeller ödemekten çekinmemiş hayatı olmasa, Risale-i Nur metinleri, sırf bir didaktik eser olarak, bu kadar insana hakikatin yolunu göstermeyi başarabilir miydi? Said Nursî'siz Risale-i Nur tavsiye edenler, Peygambersiz Kur'an arayışına girenler, güya iyi niyetlerle vurguyu aslolana getirmek için bunu yaptıklarını söylüyorlar. Ya arkaplana attıkları parça aslın da parçasıysa? Ya onsuz asıl da yarım kalıyorsa?

Yani ya sandıkları gibi bir hiyerarşi yoksa? Mürşidin hayatı tebliğden kopmayan ve hatta tebliğin sağlığını sağlayan en birinci etkense? Bugün âlem-i İslam'ın durumuna bir bakınız. Hiçbirimiz doğruyu bilmiyor veya doğru kavramlara birbirimizi çağırmıyor değiliz. Ortalık müçtehid kaynıyor(!) Herkes bir taraftan "Ey müslüman uyan!" diye bağırıyor. Asıl sorun çağrıda değil. Sorun şu: Biz birbirimizin samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü öyle bir ahlak göremiyoruz bir diğerimizde.

Bu yüzden hem nübüvvet, hem varisi olmak hasebiyle hakiki âlimler, hem bunun altbaşlıkları olarak müceddidlik ve mehdilik gibi kavramlar-kişiler, bunların hepsi gerekli. Hiçbirisi küçük görülmemeli. Ben Mehdi'den bazılarının karikatürize ettiği gibi süpergüçlerle gelmesini beklemiyorum. Ama, evet, hepimizi inandıracak bir samimiyet ve ahlakla ortaya çıkmasını bekliyorum. Eksik olan o çünkü. Mü'minin süpergücü o. Yoksa, maşaallah, hepimizin ağzı süper laf yapıyor. Fiyakalı sözlerden geçilmiyor. Fakat salih seleflerimizin mirasını yemekten başka birşey de elimizden gelmiyor. En nihayet demem o ki kardeşlerim: "Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz." Çünkü mehdinin de süper gücü o olacak.

29 Ekim 2015 Perşembe

Kapına o gülleri kim bıraktı?

"Demek iman bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor." İkinci Söz'den.

Tevhid öyle bir bütünlüktür ki varlıkta öncelik-sonralık bırakmaz. Ezel nazarında toplar herşeyi. Kader kitabında toplar. 'Emir/nehiy-muhatap' üçgeninde dahi bu bütünlüğün izleri okunur. Yani, Allah birşeyi emrettiğinde veya nehyettiğinde bizlere, sırtımıza yük bırakır gibi istemez. Bize rağmen istemez. Bize karşı istemez. Hesapta olmayan birşeymiş gibi gelmez o bize. Ya? İstediği şey aslında canımızın da çektiğidir. Kısa bir mealiyle "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!" diyen Fussilet sûresi de aslında bunu söyler. Çünkü canımız da Allah'ın bir mahluku olarak tevhid bütünlüğüne uygun yaratılmıştır. Ezelde görülmüştür. Kaderde yazılmıştır. Vahid-i Ehad ne emretse veya yasaklasa 'canı isteyerek' gelir veya gider. Hepsi üzerine yaratıldıkları yasaları tanır.

Evet. Elhamdülillah ki Elhamdülillah. Şeriatta her ne varsa aynı zamanda cana da iyi gelendir onlar. Maruf o bütünlüğe tanıdık olandır. Münker tanıdık gelmeyendir. Reddedilendir. Fakat irade bazen 'ruha iyi gelen'le 'nefse iyi gelen'i birbirinden ayıramaz olur. İnsan tek parça değil bir şirket gibidir. Yaratılışının farklı adaları ve her bir adanın kendine göre bir varlık algısı/kaygısı vardır. Nefsin varlık algısı/kaygısı daha cismanî ve aceleciyken ruhun varlık algısı/kaygısı daha bâkî şeylere bakar. Kalp de bir derece öyledir. Vicdan da. Akıl da. Fakat nefsimiz, cismaniyetimizi varlığımızın tek parçası sandığımız ölçüde, sesi en baskın çıkandır. Ve kendi varlık algısının/kaygısının diğer bütün parçalardan daha önemli olduğuna bizi inandırmaya çalışır. Başarır da çoğu zaman.

Kim kendisine müracaat etse görür bunu: Ruh varlığını hayrı yapmakta ve şerden kaçmakta buluyor. 'Lezzet-i ruhaniye' dediğimiz şeyler de hayırlı olanı yapmaktan gelen 'geçmeyen lezzet'ler. Ne kadar güzel şey yapsak o kadar geçmeyen lezzet sahibi oluruz. Diyelim: Zor durumda olan bir arkadaşımıza, tam da en ihtiyaç duyduğu bir vakitte, yardım ettik. Bu yardım, bir lezzet-i ruhanî, yani geçmeyen bir ferahlık olarak bizde kalır. Ne zaman hatırlasak mutlu oluruz. Ne zaman anımsasak lezzet duyarız. Allah, ruhun ve kalbin varlık algısına uygun ameller yaptıkça, içimize küçük cennetler bırakır. Rızasına uygun ameller sayısınca cennet zerrecikleri oluşturulur kalbimizde. (Günahta ise, hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi, kalp karartan cehennem lekecikleri oluşur.) Cennetlik insan daha cennete gitmeden önce kalbiyle cennete dönüşür. Yüreğinde cenneti yaşar. Dilinde cenneti konuşur. İçinde öteki dünyaya bir delil/nümune bulur. Hem inşaallah. Hem elhamdülillah.

Bu noktada artık diyebiliriz ki: Vicdan sahibine 'tevhid bütünlüğünde iyi gelecek' şeyleri hatırlatan bir çağrı cihazı gibi öter durur. Fıtrat, tevhid bütünlüğünün bir parçası olarak, o tevhid bütünlüğüne uygun hareket edildiğinde ferahlar, aksi yönde gidildiğinde sızılanır. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'fıtrat-ı zişuur' olan vicdan 'ne için yaratıldığını-yaratılmadığını' farkeden, hisseden, sezen, sezdiren, hissettiren bir farkındalıktır. Şuurumuz başka birçok alt-şuurun üzerine kurulmuş ve renklerinden beslenen bir üst-şuurdur. Nasıl? Ne demek? Kastettiğim parçalardan herbirinin onlara kulak verdiğimiz ölçüde farkındalığımıza sinyal göndermeleri. İnsan ne zaman bu sinyallere kendini kapatırsa kalbi mühürlenir.

Mürşidimin Birinci Söz'ün ahirinde dediği "Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir..." tesbiti 'ücreti nasıl anladığımızla' bizdeki karşılığı bulacak birşey. Şöyle ifade edeyim onu da: Her insan bu üç ihtiyacı duyar. Yani size birisi bir iyilik ettiğinde veya nimetlendirildiğinizde onu edenin/eyleyenin ismini anmak, ona teşekkür etmek ve onun bu iyiliği/nimeti niye size verdiğini düşünmek istersiniz. Kendisine ona erişmekle sevindiği birşey verilen hangi insan bu üç ihtiyacı duymaz? Kapınıza bir gül bırakılsa, bırakanın ismini bilmek/anmak, niye bıraktığını merakla tefekkür etmek ve ona teşekkür etmek istemez misiniz?

O halde bilmeliyiz ki: Allah'ın bizden istediği ücret insanların istediği türden değildir. Önce 'amel' sonra 'ücret' tasarımı yapılmamıştır onda. Ücret ve amel arasında mesafe yoktur. Yani emir/nehiy ile saadet arasında mesafe yoktur. Abdurreşid Şahin abinin Holografik Bakış programında sıklıkla söylediği gibi: "İbadetin karşılığı değil kendisi saadettir." Tevhid bütünlüğünde hepsi aynı andadır. Ezel hepsini bir görür. Kader hepsini bir yazar. Amel lezzetten ayrılmaz. Saadet eylemden koparılmaz. İman cennetin parçasıdır. Zaten bize emredilenler canımızın da istediği şeylerdir. Yani cennet için çabalamak cenneti yaşamaktır. Bir şartla ki: Can canlılığını Karun gibi kendi ürünü sanmaya. Allah'ın mülkünü mülk edinmeye. Eğer, varlığı sana bağışlanmış hediyeler gibi görmeye başlarsan, hakkında endişe ettiklerinin bile nimet olduklarını görürsün. Varlığa dair ne varsa nimettir. Fakat, maalesef, yalnızlığın sancısını tatmayan kapısına bırakılmış güllerin sahibini aramaz.

Önce 'amelinizde' rıza-i ilahî olmalı (3): Her ütopya bugünden vazgeçmektir

Ufkuma bir kızılelma konulduğunu hissetiğim her alanda mütereddidim. Ütopyaların insanları daha enerjik, fakat kullanışlı ve sorgulamaz hale getirdiğine inanırım. Bu nedenle 'ütopyasız bir bugün' yaşamayı, 'ütopyalı bir bugün' yaşamaya tercih ederim. Kızılelma, bir yanıyla da 'bugünden vazgeçme' demektir çünkü. (Hayal ve ütopya aynı şey değildir. Hayalle bağımız ütopya ile kurulandan daha bedelsiz, esnek ve yumuşaktır. Ütopya toplumsal bir kalıptır. Hayaller bireyseldir ve zamanla değişebilir.)

Adalet-i mahzadan adalet-i izafiyeye kayan bir bakış açısı saklıdır koynunda. Esas olan yarın olunca; bugün, yarın için pekala gözden çıkarılabilir hale gelir. (Bugünün fiilleri ve kişileri de öyle.) Halbuki imtihan süreci bugünü ve yarınıyla yaşanmaktadır. Müminin ahirette cenneti/cehennemi kazanması, bilmem kaç yıl sonra bu dünyada bir kızılelmanın gerçekleşmesinden daha çok, kendi hayatının her gününü (Dördüncü Söz'de ifade edildiği gibi) yirmidört altın değerinde görmesine bağlıdır.

O altınları doğru yerde, her gün ama her gün, sarfettikten sonra yarın yine eline o altınların geçip geçmeyeceği veya o altınların neticesinin ne olacağı omuzlarında yük değildir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle; mümin kendi vazifesini yapar, fakat vazife-i ilahîyeye karışmaz. Hayatın her günü, Allah'ın birer emaneti olarak, bizzat kendisinin hakkı verilmek için yaşanır. Daha iyi yarınlar için ödenmesi gereken bedeller olarak değil. Çünkü daha iyi yarınlar Allah'ın takdiri elindedir. Vermesi de garanti değildir. Böyle bir yarından bahsedeceksek illa, bugünün adına yaşanacağı yarın ancak ahirettir.

Ütopyalar bu yönüyle ahireti dünyaya getiriyor. Hayatınız, ütopyalar eşliğinde, İslamî söylemler içinde boğulsa bile, sekülerleşiyor. Baharın bu dünyada gelmesini ummak ile irade etmek arasındaki fark, dua ile ütopya arasındaki farkın da nüansını oluşturuyor bence. Doğruyu, onu bugün doğru olduğu için yapmakla, yarın kazandıracağı için yapmak arasında bir ihlasçık fark var. Küçük görünüyor, ama aslında büyük. Hem sonrasında başlayan sapmalar da bu niyet farkından besleniyor.

İslam'da niyetlerin sıhhatine verilen kıymet, doğru olmayan bir niyetle yapılan amelin sapmanın ilk adımı haline gelmesinden ötürüdür. Eğer ihlasla yapmıyorsanız, (Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'daki ifadesiyle) 'sırf emredildiği için' ve o emir ile bugün mesul olduğunuzdan dolayı yapmıyorsanız; yani daha iyi bir yarını kazanmak amaçlarınızdan biri haline gelmişse (ve görece öne de geçmişse) o halde 'daha iyi bir yarın için' menfaatli görünen bir yanlışa bugün düşmeniz pekâla mümkün.

Adalet-i izafiye böyle başlıyor: Yarına göre bir bugün. Kıymetini yarının meçhul faziletinden alan bir bugün. Odak noktanız yarına kaydı. Daha iyi bir yarın için bugünden (ve bugünki herşeyden) vazgeçebilirsiniz artık. Bugün, sizin için kıymetsiz, aradan hemen çıkarılması gereken birşey. Ben ütopyalardan korkarım. Zira ütopyalar, bugünü işte bu hale getirir.

Önümüze hangi sosyolojik veya siyasi proje konursa konsun, sormamız gereken şey; bugünün yirmidört altınından ne istediği? O altını 'kumara mumara verip zayi etmemizi' mi istiyor? Yoksa 'efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde etmemizi' mi salık veriyor? Ütopyanın dilinin İslamî olması bizi kandırmamalı. Bizim, bugünü feda edebileceğimiz tek şey, Allah rızasıdır. O da salt niyette rıza-i ilahînin olmasıyla mümkün olmaz. İhlas Risalesi'nde dendiği gibi: Amelde de rıza-i ilahî olmalıdır. Fiilimizin de rıza dairesine isabet etmesi gerekir ki, şeytanın sağdan yaklaşıp bizi aldatmadığına ve kimseyi aldatmadığımıza emin olalım.

28 Ekim 2015 Çarşamba

Sahip olmak mutluluk getirir mi?





"Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ındır. Allah Muhît'tir, herşeyi çepeçevre kuşatmıştır." (Nisâ sûresi, 126)

Onuncu Nota benim Risale metinleri içerisinde en 'gizemli' bulduğum yerlerden birisi. 'Gizemli' derken neyi kastediyorum? Kanaatimce orada nur taliplerine 'gizemin güzelliği' öğretiliyor. Herşeyi kuşatmamız gerekmez. Dünyayı kuşattıklarımızdan/kuşatılabilenlerden ibaret sanmamız bizi gözlerimizin kulu yapar. İnsansa gözden ibaret değildir. Kuşatamadıklarına da açlıkları vardır. Hırsları onu bu yüzden tatmin edemez. Aslında buradaki halim Refet abinin şuradaki hayretine benziyor:

"Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucip oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da, muhtaç izah noktaları bulunuyor. Öyle lâtif ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki, o cümleleri de anlamak için sual icap ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki, Sözler'inizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve mânidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir."

Bu sözün en canlı şahidi bizler değil miyiz? Yıllardır Risale-i Nur'u okuyoruz, hakkında yazılanları okuyoruz, hatta kendimiz de bir parça yazıyoruz, ama hâlâ yazılması gereken bir yığın şey duruyor. Bazıları ise daha yazılamadan unutuluyor. İşte, bana öyle geliyor ki, bu Onuncu Nota da, tıpkı Refet abinin mezkûr metinde dediği gibi 'istenildiği kadar izah edilebilir.' Kimse de "Bu eserde artık konuşulacak birşey kalmamıştır!" diyemez. Gizemi böyle birşey. Bu gizemin kaynağı ise, bencileyin, bahsettiğinin salt 'olay' değil 'olgu' olması. Yani bir küllî düsturdan haber veriyor olması. Öyle ya. Küllî olana dair neyi konuşsanız bir yanı hep soyut kalır. Donulmaz kalır. Fethedilmez kalır. Kuşatamazsınız. Bitiremezsiniz. Sonuna gelemezsiniz. Her parlayan şeyde yeni bir yüzüyle karşınıza çıkar çünkü. Eşya onun için iletkendir. Şeyler çoğaldıkça o da çoğalır.

Soyut olanı 'maddî olmayan' somut olanı ise 'maddesel olan' diye tarif etmek aslında onları eksik tarif etmektir. Soyut, sadece maddeden mücerret olduğu için değil, her maddede binbir yüzle karşınıza çıkabildiği veya tabir-i diğerle 'tüm yansıtıcılarını aşabildiği' için soyuttur. Sınırları daha az bir vücuddur. Evet. Madde manadan daha çok 'var' değildir. Aslında mana maddeden daha çok vardır. Bu 'daha çok'u kuşatamadığımız için maddenin kolaycılığına saplanırız. Yani madde ötesi olan ondan daha aşağı değil yücedir. Mana maddeden daha yücedir. Bir kelimenin anlamı, anlam olarak varlığını bin yıllarca sürdürebildiği halde, maddesi/lafzı çok libaslar değiştirebilir.

"Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir..."

Manayı bir bedende hapsedemediğiniz için öldüremezsiniz. Manaya yaslananlar daha uzun yaşarlar. Eserleri onların ömürlerini devam ettirir. Bu yüzden, somuta yapılan övgü, soyuttan daha kemalde oluşuna dair bir övgü değil, insanın kavrayışına yakınlığı dolayısıyla yapılmış bir iltifattır. Yani, tabir-i diğerle, somutlaştırma soyutun bir tenezzülüdür.

Ezelî hakikatler kendilerini hayatın içindeki şeylerle bizlere ifade ettiklerinde tenezzül etmiş olurlar. Onları anlamamız için 'inzal sebepleri' verirler. Sonsuzun sınırlılığımıza bir iltifatıdır bu. Bir keremidir. Kur'an'ın beyanının bir tenezzül-i ilahî oluşu buradan daha rahat anlaşılabilir. Allah, Kur'an'ında, bizimle 'bizim anlayacağımız şekilde' konuşmuştur. Bize tenezzül etmesi kelamının aşkınlığına zarar vermez. Kelamullah olma hakkını elinden almaz. Onu, hâşâ, 'beşer işi' yapmaz.

Soyut ile somutun 'bilinişi' de tam bu noktadan dolayı farklılık arzeder. Somut olanı 'kuşatırsınız' ama soyut olanı ancak 'yorumlarsınız.' Hissenizi alır başkasının hissesini bırakırsınız. Büsbütün elegeçirici bir bilişe sahip olamazsınız asla. Kuşatmak bitirmektir çünkü. "Herşey yok olup gidicidir Ona bakan yüzü müstesna!" buyuran Kasas sûresi bize somutun soyuta bakan yüzünün de 'bitirilemeyecek' olduğunu söyler. Evet. Yok olmayan aynı zamanda bitmeyen ve bitirilemeyendir. Zaman kaydına girmeyendir.

Tekrar belirtelim: Soyut hiç anlaşılmayan değil kuşatılamayandır. Onunla kastedilen şey o kadar çok şey olabilir ki bu 'o kadar çok'un sizin zannınızla hapsedilmesi mümkün değildir. Bu yönüyle marifet-i ilahîye dair bir biliş, ancak 'cumhur-u ulemanın kabulüne vabeste bir anlayış' olarak karşımıza çıkar. Fehmimizi bilgiye dönüştüren şey diğer aynaların da yansıttığımıza hak vermesidir. Böylece biçare aynamız kuşatamadığı manzaraya zulmetmemiş olur. Kendisindeki parçayı bütünle karıştırmamış olur.

İnsansınız. Allah'ı (hâşâ) kuşatamazsınız. Ama isimleri ve eserleri üzerinden yorumlarda bulunabilirsiniz. Bu yorumlarla şuunatına dair bir tanıyış elde edebilirsiniz. Ancak en nihayet geleceğiniz nokta Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın duasında dediği gibidir: "Seni hakkıyla bilemedik!" Çünkü Allah'a iman aynı zamanda (Kur'an'ın da buyurduğu gibi) gayba imandır. Sınırlı olanın sonsuzun varlığını ve 'sonuna asla gelemeyeceğini' kabulüdür. Yani marifetullah Allah'ı bilişin asla büsbütün somutçu bir bilişe, yani bir kuşatışa/hapsedişe, dönüşemeyeceğini kabul etmekle başlar. Herkes kendi rengince onu tanır, ama o, bu tanımların/tanımaların hiçbiri 'kadar' değildir. Daha fazlasıdır. Hep daha fazlası kalacaktır. Bitmeyecektir.

"Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Onuncu Nota, bize, somutun medeniyeti olan Batı medeniyetinin ölçülerinden sıyrılıp, bilişi onun bilişine münhasır görmekten kaçınmamızı salık veriyor. Batı ancak pozitivistçe kuşatabildiğine, hedonistçe tadabildiğine, materyalistçe dokunabildiğine veya sofistçe inkâr edebildiğine iman ediyor. Kuşatamadığını görmezden geliyor. Allah onun için 'laboratuvara sokulup isbat edilecek birşey olmadığından' mantıksız.

Göremediği bir ilaha tapmaktaki çekingenliği, bunu büsbütün bir inkârcılıkla yapıyor olsa da, aslında ehl-i şirkin yaptığından pek farklı değil. Somutçuluk yapıyor. Somut olanı üstün sanıyor. 'Tenkit parmağıyla yoklamaya ve tereddüt eliyle tenkit etmeye' alışmış. Tutmak istiyor, sarmak istiyor, kuşatmak istiyor. Elini nura uzatıyor. Fakat bilmiyor ki: Sonsuz olan sınırlı olanda hapsolamaz. Allah'ın marifetine dair bilişler öyle kuşatışlar değildir. Görürsün, hissedersin, ama tutamazsın, hapsedemezsin.

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. (...) O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez. İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. (...) Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz. Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. (...) Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."

Arkadaşım, eğer 'ben'ini modern medeniyetin inşa ettiği 'ben'lerden uzaklaştırmak istiyorsan, belki de ilk kabul etmen gereken şeyler: Sonsuza bakabilir bir sonlu olduğun. Sezebileceğin ama sonuna gelemeyeceğin. Bunlar da seni 'herşeyin sahibi olma' hırsından 'birşeylerin parçası olma' rahatlığına götürecek. Kalbinde bu huzuru elde ettikten sonra hayatını/hayatları pencerelerden seyredeceksin. İçlerine girmeyeceksin.

24 Ekim 2015 Cumartesi

Ehl-i beyti Kerbela'dan kurtarmak...

"(Habîbim) De ki: '(Ben) sizden buna (size olan teblîğ vazîfeme) karşı, akrabâlıkta (âl-i beytime) muhabbetten başka bir ecir istemiyorum!' Kim bir iyilik yaparsa, kendisine onda bir iyilik artırırız. Şübhesiz ki Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Şekûr (iyiliklere çok mükâfât veren)dir." (Şûra sûresi, 23)

Sivaslıyım. Bildiğim bütün atalarıma kadar (hem anne tarafından hem baba tarafından) aleviyim. "Aleviliği çok iyi biliyorum!" iddiasında bulunmam, çünkü akrabalık ilişkileri dışında 'temas etmeden' yaşadım. Şener Aktürk Hoca'nın Türkiye'nin Kimlikleri kitabında isabetle ifade ettiği gibi, alevilik sırf mezhebî bir aidiyetin ifadesi değil, etnik bir tarafı da var. Fakat bu aleviliğin kültürel izlerinden mahrum olduğum anlamına gelmez. Mesela, güzel ve hikmetli sözün değerini küçük yaşlardan itibaren dinlediğim 'deyiş'lerden öğrendiğimi düşünüyorum. (Hatta hatırladıkça gülümsediğim birşeydir: O deyişlerde 'dost' kelimesiyle kimin kastedildiği çevremdekilere sorar, aldığım farklı cevaplar karşısında mütehayyir kalırdım.)

Ancak şöyle bir arızayı her zaman yaşadım: Kur'an'da da emredilen ehl-i beyt muhabbetinin veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamla yakınlıklarından dolayı ehl-i beyte duyulacak sevginin, Kerbela günlerinde duyulacak bir acıyla/yasla tarif edilmesini bir türlü kavrayamadım. Daha fazla acıyla neyi başaracağımızı çözemiyordum. İlginç bir karşılaştırmadır: Allah Resulünün yaşadığı acılarla aramdaki ilişki böyle (yaslı) olmadığından, Onun dinine bugün hizmet etmek, ümmetinden olmak, hatta sırf salavat getirmek dahi, aynı zamanda Onu somut bir şekilde sevmek demekti benim için. Kolaydı. Rahattı. Mantıklıydı. Çünkü Ondan olduğumu (veya yanında olduğumu) bugün ifade edebiliyordum. 'Şimdiki zamanda' sevebiliyordum.

Ehl-i beytle ilişkim böyle değildi. Onlara (yaşadıkları acılara üzülmeme rağmen) yardım edemiyordum. Emrolunduğum sevgiyle ne yapacağımı bilmez haldeydim. Sevmek isterdim, ama bunu daha fazla acı çekmeden (veya çeker görünmeden) isbat etmenin bir yolu yok gibiydi. Sevgi, birincil derecede kendini 'yardım, benzemek ve uymak'la ifade eden birşey. Onlara bir yol bulamayınca bu sefer 'pişmanlık, öfke ve acı' ile kendisini ortaya koyuyor. Mış'lı geçmiş zamana yaşanan sevgi, pişmanlıktır. Zira 'yanlarında olduğunuzu' ifade edemiyorsunuz. Eğer sevdiğiniz acı çekerken ona yardım edemezseniz, önce pişmanlık ve acı, sonra da adresi belirsiz intikamcı bir öfke duyuyorsunuz. Adresi belirsiz. Çünkü düşmanınız da şu an yaşamıyor. Onun yerine koyduğunuz herkese kin duyuyorsunuz. Eliniz yetişmiyor.... Her neyse.  Bu, meselenin bana bakan tarafı. Şimdi diğer tarafına gelelim. Ebubekir Sifil Hoca, İhyâ ve İnşâ kitabında da yer alan "Ehl-i Beyt Kimdir?" yazısında diyor ki:

"Bir rivayette Efendimiz s.a.v.’in, 'Âl-i Rasul, takva sahibi herkestir.' buyurduğu nakledilmişse de, bu rivayet hadis imamlarınca sahih bulunmamıştır. (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/32). Ancak bu rivayeti anlam olarak destekleyen başka nakiller mevcuttur. Sahabe’den birçok kimsenin, takva sahibi olan bütün müslümanların Efendimiz’in 'âl'inden sayılacağını ifade ettiklerini görüyoruz. Dolayısıyla 'Âl-i Rasul' tabirinin, biri dar anlamda sadece Efendimiz s.a.v.’in soyundan gelenleri, ikincisi biraz daha geniş anlamda Hâşimoğulları’nı ve en geniş anlamda bütün müttaki müminleri anlattığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır."

Benzeri bir tesbiti Bediüzzaman da Şualar'daki mahkeme müdafaalarında (Hata-Savab Cetveli'nde) yapıyor: "Ben de mânevî Âl-i Beytten sayılabilirim, demekten maksadım, bir kısım müçtehidlerin 'Onun ailesine ve ashabına selam olsun...' duasında, 'Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duada dahildirler...' dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir te'vildir."

Şu zenginliğin nur talebelerince dahi yeterince farkedilmediğini düşünüyorum: Bediüzzaman, ehl-i beyt tanımında da bir tecdid yapmıştır. Bu tecdid, yeni birşeyler ihdas etme değil, ehl-i beyt denirken ehl-i sünnetin ne genişlikte bir mana kastettiğini hatırlatma noktasındadır. Ve ehl-i sünnet, ehl-i beyt dediğinde Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (Allah hepsinden razı olsun ve şefaatlerine nail eylesin ) daha fazlasını kasteder. Bir mesleği kasteder. Ehl-i beyt, ehl-i sünnet için ümmetin istikamet çizgisidir. İmam Ali'den başlayıp İmam Hüseyin'de biten bir olaylar manzumesi değildir. Salt onlarla değerlendirilemez ve dönemin tartışmaları içinde yitirilemez.

Bu can yakıcı (Bediüzzaman'ın ifadesiyle ciğer sızlatan) tarihsel kesit, bize, ehl-i beytin duruşunun 'o şartlar altında bile' istikametini koruduğundan haber verir. Bugünün ehl-i beyt taraftarlarına da her hal ve şartta istikamette kalma çağrısı yapar. 'Ehl-i beyt duruşu' (yahut da Bediüzzaman'ın deyişiyle ehl-i beyt mesleği) ümmet için hep istikamet zemini olmuştur. Bu duruşu sergilemek için illa kan/gen itibariyle ehl-i beytle irtibatlı olmak gerekmez. Ehl-i sünnet çizgisinin istikametli her müntesibi ehl-i beytin manevî evladı olmaya namzettir. Çünkü bu aile genetik üzerine değil, hakikat üzerine kuruludur. Eğer bir seyyid yahut da şerif, nadiren de olsa, hakikatin hakkını verememişse, sırf kanı/soyu üzerinden ayrıca bir makam/itibar sahibi olamaz. Ancak ceddinin hatırından ötürü saygı görür.

Bu nedenle ehl-i beytin konuşulduğu her zeminde meseleyi Kerbela'ya bağlamak ve yalnızca 'tarihi' konuşmak, ehl-i beytin manasını eksik bırakmak olur. Ehl-i beytin bugüne bakan yönünü ve bizim için nasıl bir yaşayan istikameti temsil ettiğini okuyamaz hale getirir. Meseleyi böyle konuşmayı sevenler, yani ehl-i beyt manasını tarihe hapsedenler, aynı zamanda bizi de o günün kavgalarına hapsetmiş olurlar. Bu noktada her ehl-i beyt muhibbine (ehl-i beytin manevî evladı olmaya hayatıyla hak kazanmış olan) Emevî Halife Ömer b. Abdulaziz gibi davranmak düşer: "Allah onların kanlarına elimizi bulaştırmadı, biz de dilimizi bulaştırmayalım."

Ehl-i sünnet çizgisinin bu noktadaki tavrı geçmiş kavgaları tekrar tekrar konuşmak değil, geçmişi geçmişte bırakıp bugünün istikametini konuşmaktır. Ki genel kanaate göre ilk müceddid sayılan Ömer b. Abdulaziz (Allah ondan razı olsun) de tam böyle davranmış, ehl-i beyti geçmişe dönük bir kavga olarak ele almaktansa, onları ve temsil ettikleri çizgiyi yaşadığı dönemde önemsemeyi seçmiştir. İcraatlarıyla neredeyse bütün akrabalarını hak namına karşısına alan halife, Ömer b. Abdulaziz'dir. Dönemine kadar câri olan 'hutbelerde ehl-i beyte lanet okunması' meşum âdetini kaldıran ve yerine bugün dahi dinlediğimiz "Allah, şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir..." ayetini okutturan yine odur. Ümeyyeoğulları ve Haşimoğullarının arasındaki 'akrabalık' bağı anımsanınca bu ayet-i kerimenin yaptığı hatırlatma ve şuunat-ı İlahî okutması da bir harikadır. (Ömer b. Abdulaziz hakkında daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler İkram Arslan'ın Nebevî Nefes romanını okuyabilirler.)

Başta da söylediğim gibi: Bediüzzaman, ehl-i beyt kavramını salt bir soybağına indirgemez. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın torunlarına gösterdiği muhabbeti ifade ederken söyledikleri, ehl-i beyt kavramını Allah Resulünün de sadece bir 'kanbağı sevgisi' olarak değil, kendisiyle vahyolunan hakikate bir taraftarlık olarak gördüğünün delilidir:

"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz'î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz'î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz'î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir."

İşte burası, Kerbela olayına takılı kalan ehl-i beyt anma törenlerinin veya etkinliklerinin beni rahatsız ettiği noktadır. Eğer ehl-i beyti, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet çizgisinde tanımladığı gibi 'vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsi ' veya 'verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaati' gibi algılamazsak, Kur'an tarafından bize emredilen o sevgiyle ne yapacağımızı şaşırırız. O sevginin bugün bizde nasıl bir fonksiyon icra edeceğini anlamak, ehl-i beyt mesleğine (yani ehl-i sünnet çizgisine) sahip çıkmakla olur. Bediüzzaman da, işte tam bu noktada kendisini manevî âl-i beytten sayar: "Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim."

Bence ehl-i beyt sevgimiz 'kimi/ne şiddette andığımızdan' ziyade 'kimin yolunda gayret sarfettiğimizden' anlaşılır. Eğer hâlâ 'kim daha güzel anacak' veya 'kim daha çok acı çektiğini gösterecek' üzerinden bir ehl-i beyt sevgisi tanımı yapıyorsak, ehl-i beyt sevgisini anlamaktan çok uzağız demektir. Sevgisini yanlış zemine oturtan, 'meslek' çıkarımını yapamayan, miş'li geçmiş zaman sevgisini, bugünün yası/acısı üzerinden tanımlar. Halbuki ehl-i beyti bir meslek olarak gördüğünüzde, sevgi ile yapmanız gereken şeylerin miktarı o kadar çoğalır ki, yas tutmaya vaktiniz kalmaz. Çünkü anlarsınız ki, Hz. Hüseyin'in (r.a.) sizin gamınıza ihtiyacı yoktur. Ama kan ağlayan İslam âleminin Hz. Hüseyin gayretine hep ihtiyacı olacaktır.

Hülasa-i kelam, demem o ki: Hz. Hüseyin'i severken, Hz. Ömer b. Abdulaziz'i, İmam Şafii'yi, Şah-ı Geylanî'yi, İmam-ı Rabbanî'yi, Şah-ı Nakşibendî'yi, İmam Gazalî'yi vs... (Allah hepsinin şefaatine eriştirsin bizi) sevmeyen ve bugün bu nurani silsilesinin temsilcisi olan maddi veya manevî ehl-i beyt mensuplarına muhabbet duymayan insanların, acı/hatırlayış üzerinden ehl-i beyt muhabbeti kasması boşunadır. Sahici değildir çünkü. Şımartılması ve beslenmesi de yanlıştır. Zira ehl-i beyti sevmek birbirine hürmetkâr bir silsileyi sevmektir. Yoksa ehl-i beyt, tarihin bir kesiti üzerinden, tarihin geri kalanına husumet duyma aracı değildir.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...