28 Nisan 2017 Cuma

Tevbe nasıl iyileştirir?

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Zaaf gururun madenidir." Ben bu ifadeyi, Virginia Woolf'ün Pazartesi ya da Salı'da söylediği, "Bizi aldatan bizi kurtarır!" cümlesiyle beraber anlamayı tercih ediyorum. Hakikaten de tüm 'gururlanmaların' yani 'aldanışların' özünde bir 'zaaftan kurtulma arzusu' vardır. Bizdeki kullanımları her ne kadar kelimeyi 'kibir/büyüklenme' manasına doğru kaydırsa da Arapçada 'gurur' aslında 'aldanma' demektir. Ve bu pencereden bakınca şunu söylemek mümkündür: Kibir hiç kuşkusuz bir aldanıştır. Benliğini aslında olduğundan üstün/aşkın birşey sanmak veya sanrılamaktır. Fakat, dikkat edelim, bu aynı zamanda bir anlam daraltmasıdır. Çünkü her aldanış kibir değildir. Daha doğrusu: Aldanış sadece kibirden ibaret değildir. İnsan kendisi hakkında kibirden farklı şekillerde de aldanır.

Zayıflığımızın sancıdığı her konuda kendimizi aldatma ihtiyacı duyarız. Bu, aynı zamanda, 'kendimize rağmen yaşamaya devam etmemizin' tek yoludur. Varoluşundan itibaren kusursuzu aramaya müptela kılınmış insan, sadece başkalarındaki arızalara değil, kendisindeki kırışıklıklara da dayanamaz. Kendisindeki kusurlara bakarak Allah'ı tenzih etmesi için verilmiş yetisiyle yanlış adreste oyalanmasının sonucudur bu. O bıçak üzerinde işlemeye başladığında canı öyle acır ki, şifanın tek yolunu, kendisini tenzih etmekte görür.

Bu bir iyileşme değil sürekli bir anestezidir. Diş ağrısını bir ömür asprinle giderme çabasıdır. Çünkü hakikat-i halde bunu başaramaz. Hayatının her köşesinde fondan düşmeyen bir müzik ona kusurlarını hatırlatır. Çarptığı her duvar, ayağına takılan her taş, gördüğü her vefasızlık, seçtiği her yanlış şık, geç kaldığı her buluşma, aldatıldığı her alışveriş... ona aslında kusurlu olduğunu fısıldar. Buna rağmen anesteziden vazgeçmek istemez. Acısıyla yüzleşmeye cesaret edemez. Peki ne yapar? Zaafından gururla kaçar. Kendisini aldatarak kendisini kurtarır. Kusurunu kabul etmektense onu inkar eder veya tevil eder veya görmezden gelir veya ondan dolayı kendisini değil başkalarını suçlar.

Kibrin kelime üzerinde bir anlam daraltmasına neden olabileceğini bu eşikten bakarak söyledim. Kendimizdeki kusuru kabul etmeden bahaneler ürettiğimiz, başkalarını suçladığımız veya tevil ile kendimizi kurtarma arayışına girdiğimiz her olayda aslında bir 'gururlanma' yaşarız. Ebeveyni ile yaşadığı sorunlarda kusuru tamamen onlarda gören ergen de, onlarla yaşadığı sorunlarda suçu tastamam çocuklarına yükleyen ebeveyn de bir 'gururlanma' yaşar. Fakat bu gururlanma kibir türünden değildir. Tenzih türündendir. İnsanın kendisini tenzih etmesinin dolayısıyla bir kibir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun hayata her aksedişinin kibir şeklinde olduğunu söylemek yanlıştır.

Tevbenin koruyuculuğu tam da bu noktada devreye girer. Tevbe, velev ki tevbe-i nasuh olmasa (yani ilgili olduğu günahtan tastamam kurtulmak başarılamasa da) ortaya koyduğu pişmanlık, itiraf ve istiğfar ile doğrunun hayatlarımıza maruz kalmasını engeller. 'Doğrunun hayatlarımıza maruz kalması' ne demektir? Bu arıza, Hz. Ömer'e (r.a.) atfen de işittiğim, şu meşhur kelam-ı kibarın ifade ettiği gibidir: "İnandığınız gibi yaşamazsınız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." Evet, inandığı gibi yaşamayan, 'yaşadığına inanmamak' veya 'inanmadan yaşamak' katlanılır olmadığı için, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Zira, fıtratı tarafından kulağına sürekli doğru seçenek fısıldanan, vicdan ve akıl sahibi bir insan için 'yalanı yaşamak' mümkün değildir.

Dolayısıyla biz de yalanı 'doğru olduğuna inanarak' yaşanılır kılarız. Kendimizi aldatarak kendimize katlanırız. "Çok âşığın var diyorlar./ Yalan de yeter bana..." diyen şarkının bize haber verdiği halet-i ruhiye de budur. Hadis-i şeriflerde veya ehl-i sünnet ve'l-cemaat büyüklerinden bize ulaşan nasihatlerde 'tekrar tekrar tevbe edilmesi' konusunda yapılan yoğun tahşidat/vurgu, sadece güzel bir âdetin yerine getirilmesi gibi değil, hakikatin korunması için de gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. Hakikat hakikat kaldığı sürece oraya varabilme umudu vardır. Ama hakikat tahrişe maruz kaldığında gidilecek yer kalmaz. Kalpler mühürlenir. Çünkü sahipleri tarafından tanımlar yanlış karşılıklarla mühürlenmiştir.

Özetle şunu demek istiyorum: Tevbe ettiğin sürece, en azından, kem hayatından pâk hakikati korursun. Tevbeyi bıraktığın zaman, hakikat hayatına, imanın günahına, ahlakın hatalarına maruz kalmaya başlar. İtiraf, istiğfar veya en azından kabul edilmeyen zaaf bulaşıcıdır. Senden sana, senden senin daha derin katmanlarına, fiilinden ahlakına, ahlakından imanına ve (senin nazarında) suçu olmayan başkalarına bulaşır. Bu madeni 'gurur'a değil 'tevbe'ye işlettirelim. Bediüzzaman'ın, 1. Lem'a'da, Hz. Yunus'un (a.s.) "Ben nefsime zulmettim!" itirafını da içeren duasını ve 2. Lem'a'da Hz. Eyyub (a.s.) duası üzerinden "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!" hakikatini anlatmasını tesadüf olarak görmemeli. Bu sıralanış bize itiraf ve tevbenin küfre karşı nasıl bir duvar olduğunu da öğretiyor. Allahu'l-alem.

25 Nisan 2017 Salı

Kapıyı açık bırakmak da sünnettir

Buna dair daha evvel de karalamalarım olmuştu: Ben, bir mürşidin 'malumatıyla' değil 'yaşanmışlığıyla' mürşid olduğunu düşünüyorum. Bilgili olmakla bilgelik arasındaki fark da bu. (Gözlüklü Şirin'i Şirin Baba'dan ayıran şey.) Bilgenin hayatı okuyuşu tecrübesi üzerindendir. Tüm duyularının katılımıyla elde ettiği bir deneyimi sizinle paylaşır. Kendisinin de içinde piştiği bir ateşten size haber verir. Bilim adamı böyle yapmaz. Bilim adamı duyduğu, okuduğu, incelediği veya deneylediği şeyleri paylaşır. Deneylemek ile deneyim arasında da, bencileyin, bir ayrım yapacağım şimdi: Deney, ötenizde, sizin duygusal bir etkilenişle dahil olmadığınız bir düzlemde gerçekleşen tecrübedir. Ötekinin tecrübesidir. Deneyim ise sizin de dahil olduğunuz bir süreçte yaşanır. Bir misalle daha açık hale getirmeye çalışırsak: Suyun yüz derecede kaynadığını bir düzenek üzerinden tecrübe etmek deneydir. Kaynar suya elinizi değdirdiğinizde kendi üzerinizden yaşadığınız acı bir deneyimdir.

Miracın irşad açısından bize verdiği derslerden birisi de budur. Kanaatimce; miraç, Mürşid-i Ekmel aleyhissalatuvesselamın irşad zirvesidir. Daha doğrusu: Mürşidliğin zirvesidir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, miraç yolculuğu içinde, insanlara ders verdiği hakikatleri bizzat deneyimlemiş, ayet-i kerimenin ifadesiyle; "Rabbinin ayetlerinin en büyüklerini görmüştü." Sonra da bizzat deneyimlediği o hakikatleri bizlere ders vermek üzere geri dönmüştü.

Bu noktada 'velayetin' ve 'risaletin' bir nüansına da dikkat çekmek istiyorum. Veli, kurbiyet sırrıyla gider, ama deneyimlediği şeyi geri dönüp istikametle anlatabilmesi garanti değildir. Nebevî irşad, yani geri dönüp istikametle anlatmak, bir akrebiyettir. Onların gölgelerine girdikçe kazanılır. Nitekim bu türden 'hadi olup muhdi olmayan' veliler çoklukla mevcuttur. Keşfe dair tahkikler de bize bunu söyler. Gördüğü hakikat olsa da bunu ifade ederken hata yapabilir veli. Ancak bir peygamber, deneyimlediği şeyde, yine ilgili ayetin verdiği haberle, şaşmaz ve şaşırtmaz. Onlar yaşadıklarını istikametle anlatma hususiyetine sahiptirler. Nitekim mürşidim bu sadedde diyor ki:

"İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

'Velayetle gitmek' ve 'risaletle dönmek' bize bu noktada önemli bir dersi veriyor gibi. Fakat burada yine bir sıçrama yapalım. Bediüzzaman o cümleyi şu ifadeyle tamamlıyor: 've kapıyı da açık bırakmış.' Ben, kapının açık kalmasını, velayetle gidenin risaletle dönmesiyle çok ilgili görüyorum. Gittiği yolun kapısını açık bırakabilen, ancak o tecrübî bilgiyi istikametle aktarabilendir. Yukarıyla ilişkilendirirsek: Bir insanın 'bilge' veya 'mürşid' olması, ancak gittiği yolun başkaları için de açık kalmasını sağlamakla mümkün olur. Yaşadıkları üzerinden bir hidayet caddesi ortaya koyamayanın mürşidliğinden bahsedilemez.

Mürşidim aynı ifadeyi bir başka yerde şöyle kullanıyor: "Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatiyle kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerametlerini ve icmâkârâne tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmidir. Çünkü onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikati bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icmâları, o mukaddes üstadlarının sıdk ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder." Demek açık bıraktığınız yoldan gelenlerin selameti, kerameti veya hakikati sizin de deliliniz haline gelebiliyor. Fakat bir yer daha var ki, orada Bediüzzaman, mezkûr ifadeyi çok değişik bir makamda kullanıyor:

"Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenâb-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar."

Demek: 'Nefiste tecrübe etmek' de bir küçük miraçtır. Yazmak da 'kapıyı açık bırakmak'tır. Belki, hadis-i şerifte bize haber verilen, 'hakiki âlimleri peygamberlerin varisleri kılan sır' da budur. Yani; bu ümmetin istikametli âlimleri de, tıpkı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın onlara ders verdiği gibi, gittikleri marifet yolunun kapısını, kendi zamanlarında veya sonralarında, arkalarından gelecek insanlara açık bırakabilirler ve bırakmışlardır. Hatta şöyle söyleyelim: Gittiğimiz güzel yolların kapısını açık bırakmak da sünnettir. Âlimlerimizi, ümmetin fitneye düştüğü her vakitte, hakikat-i İslamiyeyi ders verir eserler yazmaya şevklendiren sır da budur. Ve bizim gibi; onların ayak izlerine yüz sürerek, eteklerinden düşen kırıntıları toplayarak, kervanlarının ardından yalınayak koşarak kalem oynatanları yazmaya iten de budur. Kapıyı açık bırakmanın sünnet olduğunu hissetmemizdir. Elhamdülillah.

24 Nisan 2017 Pazartesi

İyilik ruhun lezzetidir

Birşeyin bize mürşidlik yapması için bizzat kendisinin buna azmetmesi gerekmez. Bazen biz de kast-ı nazarla birşeyi mürşidimiz haline getirebiliriz. Hatta diyebilirim ki:

Onun vesilesiyle ondan ötesini görmeye çalıştığımız herşeyde bir irşad ararız/yaşarız. Bu nesnenin ne söylediği kadar bizim neye açlık duyduğumuzla da ilgilidir. Nazar, duyduğu açlıklarla, kendisine has âlemin renklerini değiştirme yeteneğine sahiptir. Arayışlarıyla, âlemi değil, fakat âlemin ondaki izdüşümlerini etkileyebilir. Bakış açısı sihirbazlıkları yapabilir. Şunu en baştan kabul etmeli: İnsan kendisinde yansıyacaklara karşı nötr yaratılmamıştır. Fıtratı, yaşadıkları, onun bu yaşadıklarını anlamlandırışı, açlıkları, aç olmadığı halde arzuladıkları ve bunlarla bağlantılı olarak geliştirdiği nazarları sayesinde dış dünya ile seçici-geçirken ve hatta bazen seçici-değişken bir bağ kurar.

Serinin (Hayy ve Kayyum neden kardeştir?) önceki yazılarında inşa etmeye çalıştığım varlık algısının üzerinden konuşmaya devam edersem: Duyularımızla ancak eksik boyutta algılayabildiğimiz âlemin aslını gösteren üstboyuta yaklaşabilmek için onda derinleşmemiz gerekir. Derinleşmeden muradımız derinleştiğimiz şeyde daha fazla boğulmamızı sebep olacak bir dalgıçlık değildir. Bunu arzulamıyoruz. Etrafımızdaki eksik boyutlu şeylerin sayısını arttırmak istemiyoruz.

Aksine bundan kaçıyoruz. Eksiklik zatında olanı arttırmak onu tamam yapmaz. Eksiklik miktarında olanı arttırmak onu tamam yapar. Bizse daha başlarken varlığın zatında eksik boyutlu olduğunu söyledik. O yüzden miktarını arttırmamız bize fayda vermez. Bu derinleşme kabuğun ondan daha aşkın birşey murad edilerek arkada bırakılmasıyla mümkündür. Bakılan yine kabuktur, çünkü duyularımız ondan yukarısını göremez, ancak aklın ve kalbin ulaşmaya çalıştığı ardıdır. Çünkü onlar, mürşidimin tabiriyle, "Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır." Geçiş noktalarıdır.

"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" buyuran Kur'an'ın dikkatlerimizi çağırdığı hakikat, bir açıdan da, budur bence. Madde olarak, şöhret olarak, zenginlik olarak, tatmışlık olarak, görmüşlük olarak, yaşanmışlık olarak dünyayı arttırmak aslında sadece miktarı arttırmaktır. Onların ardındaki kemal manayı kavramak ise Allah'ın zikrine ulaşmaktır. Allah'ın zikri, şükrü, farkındalığı, marifeti ve imanı kalbi tatmin eder. Ama ona ulaşmamıza vesile olan nesnenin kendisi etmez. Arttırmakla da etmez. Amacı o değildir zaten.

Bunu şöyle bir örnekle daha açıklayıcı hale getirebiliriz: Deniz suyunun kendisi susuzluğu geçirme yönüyle eksiktir. Bu eksiklik zatındadır. Ne kadar deniz suyu içerseniz için susuzluğunuz geçmez. Fakat o deniz suyunu rafine ederek ulaşmanız gereken saf suya varırsanız, evet, o su susuzluğunuzu giderir. Çünkü saf su susuzluğu gidericidir. Zatında bu yönde arıza yoktur.

İşte, bizim şu eksik boyutlu dünya ile ilişkimiz de aslında 'doyurmayacak muhatabiyetlerle' örülüdür. Az önce saf suyun susuzluğumuzu geçirdiğini söyledik. Nereye kadar? Tekrar su içmek zorunda kalmayacak mıyız? Demek: Onun da tatmini deniz suyundan bir adım ileride, daha yavaş, daha uzun, ama geçici. Yemek, acıkmayı bastırsa da, ortadan kaldırmıyor. Kaldı ki: İnsanın dünyadaki eksik boyutlu nesnelerle doyuramadığı duyuları ve duyguları da var. Bunu da felsefe, sanat, estetik veya bilim gibi şeylerle bastırmaya çalışıyor. Ancak bunların hepsi deniz suyuna kıyasla saf su gibidir. Susuzluk geçirici değildir. Susuzluk bastırıcıdır. 'Tatmin edici' değildir 'yatıştırıcı'dır.

Kevser sûresinde de haber verilen 'cennet havuzu' hakkındaki bazı rivayetlerde, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, ondan bir kere içenlerin bir daha susuzluk çekmeyeceğini bildiriyor. Bence bu tarz rivayetler, sadece cennet nimetlerinin büyüklüğünü anlatma noktasında değil, dünyadaki tadışlarımızın ne kadar eksik olduğunu hatırlatma noktasında da önemli. Ve şu da önemli:

Birşeyi bizzat kendisi için tükettiğinizde ondan duyduğunuz yatıştırıcı etki (isterseniz buna geçici tatmin deyin) azalıyor. Fakat vesileliğinin hakkını verdiğinizde, bu vesile kılışın amacıyla doğru orantılı olarak, etkisi uzuyor. Bir sevdiğinizle buluşup yemek yediğinizi düşünün. Yemek burada nedir? Muhabbetin vesilesidir öyle değil mi? Bu yemeğin vesileliğinde yaşanılanların etkisi mi daha uzun sürer, yoksa, sırf karnınızı doyurmak için atıştırdıklarınızın mı? Ben oyumu birincisinden yana kullanıyorum.

Yine cebinizdeki bir miktar parayı düşünün. Sözgelimi: Bu para bir kilo baklava alacak kadar olsun. O parayı bir ihtiyaç sahibine verdiğinizde mi daha uzun süreli bir tatmin yaşarsınız, yoksa, baklava alıp yediğinizde mi? Ben yine oyumu birincisinden yana kullanırım. Çünkü o bir iyiliktir. İyilik ruhun tattığı bir lezzettir. Ruhun tattığı lezzetler, bedenin tattıklarına göre, daha uzun ömürlüdür. Hatta bazen ölümsüzdür. Siz bin yıl yaşasanız yine yüreğinizde kalır.

Demek: Her neyi, sadece kendisi için değil, aşkın amaçlar için yapsak ömrü uzuyor. Tatmin ediciliği artıyor. Bu da o şeyin bizzat kendisini derinleşmeye çalışarak veya onla meşguliyeti arttırarak değil, onu 'ondan ötesini' elde etmenin vesilesi yaparak mümkün oluyor. Belki de bu yüzden Kur'an'da "O takva sahipleri ki gayba iman ederler!" denilerek mü'minler övülüyor.

Çünkü onlar duyuların tattığından ötesine iman etmişler. Şeylerin kendilerinden ibaret olmadıklarını biliyorlar. Ötesini arıyorlar. Ötesine inanıyorlar. Ötesini kolluyorlar. Gözleri aynada değil aynada yakalayabilecekleri aşkın görüntüde. Zaten o takvaları ki, hem aynada takılıp kalmadıklarının delilidir, hem takılıp kalmama eğitimidir. Aynanın 'kendi'liğinden veya 'bizzat'lığından veya 'kusur'larından gelecek zararlardan sakınmayı âdet edinenlerin, aynadaki görüntüyü daha net görmesi/yakalaması normal değil mi? Refleksleri açık çünkü onların... Karıştırmamaya daha yatkınlar.

21 Nisan 2017 Cuma

Arrival'dan hakikat-i Muhammediye'ye (a.s.m.): Varlığın daireselliği üzerine...

"Sonunda hep Ona döndürüleceksiniz."
(Rum sûresi, 11)

2016 yapımı Arrival/Geliş filmi bize Hollywood'un metafiziği zayıf tepelerinden ilginç şeyler söyledi. Bende kalanları özetlersem: Neyin önce neyin sonra olduğu aslında 'ona nereden baktığınızla' ilgili birşeydir. Hayatınızın önce gibi görünen bir detayı sonranızın etkisiyle şekillenmiş olabilir. Sonra gibi görünen bir detayı öncenizi tetiklemiş olabilir. Modern fizik açısından bunun kuşatılabilir bir anlamı yoktur. Çünkü modern fizik determinizme dayanır. Determinizme göre ancak önceler sonraların yaratıcısıdır. Ancak nedenler sonuçların anasıdır. (Teolojilerindeki şirkin izdüşümü bir kastı varlıkta da tahayyül ederler.) Fakat ezel-ebed sahibi ve yarattıklarından aşkın bir Allah'a inandığınızda, yaratılışın her anı, varolduğu bütünle birlikte anlam kazanan ve ancak onlara yaslanmakla ayakta durabilen harflerden ibaret hale gelir.

Her ne kadar siz, yaratılışın içinde yeralarak, cümleyi 'henüz kuruluyor' gibi (Kitab-ı Mübin) görseniz de, aslında o cümle zamandan aşkın bir şekilde çoktan kurulmuştur (İmam-ı Mübin). Tıpkı Mülk sûresinin 14. ayetinde buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Bilmek yaratışın kudretten ve zamandan aşkın varoluşudur. Hep varolan varlığıdır. Bunun kadere iman ile de bir ilgisi var. Kadere iman ettiğimizde, biz, aslında varlığın şahit olduğumuz kısmını aşan 'zaman üstü yanına' iman etmiş oluruz. Çünkü cümle anlamlıdır. Güzellik, hikmet, rahmet, nizam, sanat, adalet... her biri bu anlamın farklı renkteki delilleridir. Anlam ise, cümleyle aynı anda değil, kurulmasından önce varolan birşeydir. Hadi bunu kusurlu bir örnekle daha anlaşılır kılalım:

Kalınca bir sözlükteki kelimelerin tek tek yazıldığı binlerce kağıtla dolu büyükçe bir kavanoz düşünelim. Determinizme göre; varlık, ancak süreç içinde ve sürecin kendisi tarafından yaratılabileceği için, rastgele çekilen kelimelerin veya karıştırırken kavanozdan düşenlerin oluşturacağı cümlenin ister-istemez anlamlı olacağı iddiasında bulunur. Fakat, kadere iman, kavanozdaki hangi kağıtta hangi kelimenin yazılı olduğunu önceden bilen birisinin seçimleriyle ancak anlamlı cümlelerin kurulabileceğini söyler. Hangisi haklıdır? Tecrübe etmek serbest. Yüz tane kelimeyle deneyelim bunu. Hatta elli kelimeyle. Sanıyorum yapacağımız denemelerin tamamı kadere imanı haklı çıkarır. Evet, anlamlı bir varoluş, ancak anlamın önceden bilinip parçaların ona göre seçilmesi/yaratılması ile mümkündür.

İşte burada kader-yaratılış arasındaki ilişki ile Arrival filminin bize öğütlediği bakış açısı barışıyor. Hatta mezkûr filmin böyle bir dersi neden 'dil' üzerinden verdiği de daha anlaşılır oluyor. Çünkü cümle anlamın en küçük yapıtaşıdır. 'Ol!' demekle irade edilen anlamın sonucudur 'oluveren' şey. Biz anlamlı bir cümleyi kurabilmek için o cümlenin anlamının daha önce zihnimizde/kalbimizde varolmasına muhtacız. O anlamın bütünlük içinde varoluşu ile o bütünlüğe yakışır bir cümle kurabiliriz. Cümlenin sonunda dile gelen anlam, aslında, varlıktaki hiyerarşi açısından cümleden öncedir. Yani; bir açıdan onun tohumu iken, diğer açıdan meyvesidir. Varlıktaki bu dairesellik, en büyük boyutunda kader ile önümüze çıkarken, daha küçük boyutlarda tohum-ağaç-meyve, düşünülen anlam-kurulan cümle-söylenilen anlam, tasarlanan sanat-üretilen eser-gösterilen sanat üzerinden de okunur.

Harflerin kendi başlarına içerdikleri tek anlam kendileridir. Bir kelimenin içinde kendilerinden daha aşkın birşeyler ifade etmeye başlarlar. Sonra bir cümle içinde kelimedeki hallerinden daha aşkın şeyler söylerler. Sonra bir metin içinde söylediklerinin sayısı artar. Fakat anlamın önceden varoluşu, tıpkı Arrival filminde dikkatimizin çekildiği gibi, varlığın sıralamasını da altüst eder. Mürşidimin tabiriyle; varlık, 'tecezzi kabul etmez bir küll'dür. Herşey birbiriyle aynı cümlenin parçaları gibi ilgilidir. Sonra gelen kelimenin varlık amacı, önceki kelimeyle değil sadece, bütün metinle ve metinden önceki anlamla açıklanabilir.

Şunun bir benzerini şiir yazanlarınız çok yaşamıştır: Bazen, en güzel mısra ilk akla gelendir de, şiirin ortalarında veya sonunda yeralır. Şiirin geri kalanı ona göre döşenir. Romancılar da iyi bir son veya kurgu keşfettiklerinde bunu yaparlar. Kurgunun o köşesine veya o şatafatlı sona gelene kadar yazılanlar, aslında, tasarım olarak onlardan sonra varolmuşlardır. Ancak siz romanı elinize aldığınızda önce oraları okursunuz. Arrival gibi filmler ise böylesi öncelik-sonralık ilişkilerinin sinemadaki şeklini gösterirler bize. (Burada yazar ancak filmi izleyenlerin anlayabileceği birşeye atıf yaptı.)

Şimdi bir sıçrama yapalım. Mürşidim miracı andığı bir yerde diyor ki: "Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtüvesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar..."

Bahis uzun. Haber verdiği döngü harika. Bize 'varlığın dairesel yolculuğunu' hakikat-i Muhammediye üzerinden ders veriyor. 'Levlake levlak...' sırrıyla kulak aşinası olduğumuz birşey bu. Devamında diyor ki mürşidim:

"Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir."

Birşeyin neticesinin/semeresinin ondan evvel düşünülmesi... Vücuden en ahir olanın manen en evvel oluşu... Bunlar işte benim size yazı boyunca anlatmaya çalıştığım şeyler. Allah'ın ezelî oluşu da aslında bize bunu anlatıyor. Allah, elbette yarattığı zamanın öncesinde bir yerde değil, ondan aşkın. Ressam resminin içinde hapsolmaz. Allah için yaratılış cümlesinin kurulmamış bir yanı yok. Gelecek-geçmiş, öncelik-sonralık, neden-sonuç... Bunlar zamanın parçası olan ve içinde ancak bir miktar varolan bizlerin dertleri, sınırları.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Fakat mürşidim elbette benden güzel anlatıyor. Çünkü o, aynı hakikati, güzeller güzeli aleyhissalatuvesselamın örnekliğinde izah ediyor. Onun isminin anıldığı herşey güzelleşir. Çünkü; ism-i şerifi sayesinde, harfimiz, içinde varolduğu cümlenin anlamıyla buluşur. Dairenin iki ucu birbirine kavuşur. Ona çokça salavat getirmemizin bir sırrı da budur. Parça bütünün anlamını hatırlar/hatırlatır. Bu sırrı kavrayamanların, salavat-ı şerifenin faziletini diline dolayanların veya 'Levlake levlak...' tılsımına itiraz edenlerin kulakları çınlasın. İlla gavurlar filmini çekince mi bazı şeylere iman edecekler?

19 Nisan 2017 Çarşamba

Küsmek daha az yarayla yetinmektir

"Herşeyi bütün açıklığıyla görmeye yara mı diyorsunuz siz?" Nietzsche Ağladığında'dan.

Yeterince güçlü değiliz. Olamayız da. Çünkü vazgeçmeyi beceremiyoruz. Arzulayacak kadar güçle donatılmışız ama vazgeçecek kadar güçlü kılınmamışız. Vazgeçmek için dışardan yardıma ihtiyacımız var. Küseriz, o ayrı, ama o bile ilgimizin ve yoksunluğundan gelen yaramızın delilidir. İnsan ancak sevdiğine küser. Varlığına duyduğu umudu/arzuyu kırabilmek ve yoksunluğunun acısını sınırlayabilmek/sabitlemek için küser. Tekrar tekrar yara almaktan korktuğu için küser. Küsmek, yarasızlık değil, daha az yarayla yetinmektir. En azından denemektir yaraların durdurulabilir olup olmadığını.

En çok arzuladığımız şey, bir süre sonra, en büyük zaafımıza dönüşüyor. Kapmaya çalıştığımıza kapılıyoruz. Hırsımız hem gücümüzün hem güçsüzlüğümüzün kaynağı oluyor. Peşinden koştuğumuz karadeliklere çekilmeye başlıyoruz. Elde edebilirsek, karşıladığımız arzu sayısınca, insanlara karşı övünüyoruz. Elde edemezsek, karşılayamadığımız arzu sayısınca, insanlara karşı ajitasyon yapıyoruz. Belki, Allah korusun, isyan da büyütüyoruz bu yoksunluklardan. Acılarımızın üzerine, şifa niyetine, öfke tuzu sürüyoruz.

Fakat nihayetinde övündüklerimiz veya yerindiklerimiz 'karşılanmış arzular' ve 'karşılanmamış arzular'dan daha fazlası değil. Kefenin cebi yok. Bedenin de öyle. Beden ile yaşadıklarımız damağımızdan akıp gider. Ruhla yaşananlar kalır. Ruhun cebi kalbidir. Ondakiler kalıcıdır. Dışımızda olanın bizdeki varlığı ancak hakkındaki duygulanımlarımızdır. Ceset cisme heves eder. Tutabileceğini veya tutunabileceğini sanır. Ama ruh yalnız manayı saklar. Cismin itibarı ruhta bırakacağı izlerin itibarıdır. Çünkü onlar sonsuzdur. Bu açıdan diyebiliriz ki: Asıl varlığımız yoksunluklarımızdır. Çünkü onları unutmayız.

"Kavuşamayınca aşk olur..." diyenler de buna yaslanıyorlar. "Pişmanlık ayraçtır" derken ben de buna yaslanıyorum. Biliyorum. Siz de biliyorsunuz. Hayatı elimize alınca ilk o sayfalar açılıyor. Başımızı yastığa koyunca da öyle. Eskiye dair neye dokunsak yine öyle. Yağmurlu havalarda, pencere önünde, uzun yolculuklarda, zirvelerde, denize bakarken, martılara simit atarken, çocukluğumuzun geçtiği sokaklarda yürürken, hatta aynaya bakarken yine öyle. Belli ki arasına birşeyler bırakılmış. Canımızı yakanlar bize hep sızlatan ayraçlar hediye etmişler. Biz de hayatımızın pişman olduğumuz anlarına, o sayfalar açıldığında canımız daha az yansın diye, 'tevbe' merhemi sürmüşüz.

"Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez..." derken mürşidim de yaralarımızı çoğaltmamamızı salık veriyor sanki. Yoketmek mümkün değil ama azaltabilmek mümkün. Azaltmaya bakmalıyız. Çünkü yaralardan kaçış yok. İlla bu kuşa kurşun değecek avcıların arasında uçarken.

Züht, takva ve hatta inzivayı bu perspektiften ele alınca, onları, kırılgan insanların dünyaya karşı giyindikleri zırh gibi de düşünüyorum. Ne kadar az dünyanın fani yüzüyle muhatap olursan o kadar az canın acıyor. O kadar az sarsılıyorsun. O kadar az inciniyorsun. Dünyadan sakınmak aslında yaralarından sakınmaktır. Günahlardan sakınmak yaralayıcılardan sakınmaktır.

Schopenhauer ve Nietzsche gibi insanların 'karamsarlık felsefesi' sakınma güdülerinin bir uzantısı ve kendilerince fikrî dayanaklarından oluşuyor bence. Acıyı överek veya yererek acıyı aşabilmek mümkün mü? Takva imanlı insanın endişesidir. Onlarınkine takva denmez. Belki 'seküler bir takva' bu. Amacı ahiret değil dünyadaki huzur. Dünyadan sakınışı yine dünya için. Yaralarını mantıklı kılarak gerekli tatmini yaşayabileceklerini sanıyorlar. Nietzsche Ağladığında kitabında denildiği gibi: "Ümitsizlik özfarkındalık uğruna ödenmiş bir bedeldir." Veya yine dendiği gibi: "Önce zorunlu olanı istemek ve sonra da istenileni sevmek gerekiyor." Bu teselli değil afyon. Bu dünyadan ibaret kalırsan yaralarını işte böyle kendi kanını içerek iyileştirmeye çalışırsın. Sakın sen bunu yapma!

15 Nisan 2017 Cumartesi

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (4)

"Muhali talep etmek kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Münazarat'tan.

Şunu elbette en baştan kabul ediyorum: Hepimiz her konuda hemfikir olmak zorunda değiliz. Olamayız da zaten. Ve elbette, hakikati ararken, muhalif fikrin de bir hakk-ı hayatı vardır. Buna saygı göstermeliyiz. Ancak bu hassasiyetler şunu da netice vermemeli: Muvafık olanın da muhalifini kritik edebilme imkanı elinden alınmamalı. Çünkü nihayetinde biz de muhalifimizin muhalifiyiz. Saygısızlık, yalancılık ve artniyet taşımadığımız sürece, biz de, tıpkı muhalifimizin bize yaptığı gibi, onun durduğu yeri ve savunduğu argümanları analiz edebilmeliyiz. Denial filminde denildiği gibi: "Konuşma özgürlüğü 'Her istediğini söyleyebilirsin' demek. Yapamayacağın şey ise: Yalan söylemek." Yalan söylemedikten sonra, umuyorum, biz de fikir hürriyetinin içinde kalırız.

Metin Karabaşoğlu abinin en kritik dönemlerde AK Parti'ye ve Erdoğan'a 'her riski göze alarak' verdiği destekler malumdur. Bugün AK Parti içinde veya arkasında önsıraları kapmaya çalışanların dahi destekte çekimser kaldığı dönemlerde, Metin abi, bu çizgiyi 'sonunu düşünmeden' destekliyordu. 'Sonunu düşünmeden' diyorum, çünkü, hakikaten o günlerde bu işin sonunun ne olacağı belli değildi. Ve bugün önsıralarda farkedilmek için davul çalanların çoğu o dönemlerde 'domates biber herkese gider' tavırlar takınıyordu. Kazananın kim olduğu kesinleşene kadar 'tatlı su aydınlığı' yapanları veya iki tarafa da oynayanları kastediyorum. Öyle olmayanlar bu sözlerimden alınmasınlar.

Fakat bu referandumda, yine kimileri gibi ikinci bir hesap yapmadan, Metin abinin sergilediği duruş ortadadır. Bu değişimin şu şekliyle hayırlı bir değişim olmayacağını düşünüyor. Olsun, düşünebilir, fikir özgürlüğü en temel hakkımızdır, o da bu özgürlüğünü kullanmaya herbirimiz kadar hak sahibidir. Dar zamanlarında bu kadar iyilik gördüğü bir isme hiçbir AK Partili veya Erdoğancı gücenik durmamalı. Vefa bunu gerektirir. Ancak yine de, her kanaat önderi gibi, Metin abinin de etkileyebildiği kanaatler olduğu için, onun kanaatlerini dayandırdığı şeyler ve kullandığı argümanlar da insafla kritik edilmelidir.

Ben de bu yazıda kısıtlı bir çerçevede şunu yapmaya çalışacağım. Metin abi, geçtiğimiz günlerde, twitter hesabından dedi ki: "İyi bir yazar iyi çalışılmamış bir dosyayla geldiğinde editöre yakışan, o dosyayı geri çevirmektir. Yazara ve kitaba saygı bunu gerektirir. Ve bazan sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz duymak istediklerini değil, duymaları gerekeni duyarlar bizden. Sevgimiz bunu gerektirir zira... Ve ne acıdır ki, kafasını kullanarak öğrenmeyi reddetmenin sonucu, kafasını vura vura öğrenmektir." Ben, biraz zan ettim, bu cümleyi zâhirinde ifade ettiği 'yayın piyasası prensipleri'nden aşkın olarak referandumla ilişkilendirdim. Sonra baktım: Twitter'da bu cümleyi beğenip paylaşanlar da benim gibi anlamışlar. Metin abi de onların fehmini tashih etmemiş. O böyle etmeyince ben de zannımın suizan olmadığına kanaat getirdim. Ayrıca kendimde de şu meseleye dair bir konuşma hakkı gördüm. Şöyle ki:

Ben, Metin abiyle, elhamdülillah, Nesil Yayınları'nda birkaç yıl beraber çalıştım. Kendisinden çok şeyler öğrendim. Metin abi yayın danışmanımızdı o zamanlar. Ben de sevkiyattan devşirme yeni yetme bir editörü veya mizanpajcısıydım yayınevinin. (Her ikisinde de iddialı değilim.) Metin abinin yukarıda zikrettiği prensip, hakikati olan bir prensip olarak, beni o günlerde yaşadıklarımıza/konuştuklarımıza götürdü. Ve hakikaten, biz, yeterli görmediğimiz çalışmaları 'tekrar çalışılsın' diye yazarlarına iade ederdik. Fakat her zaman mı böyle yapardık? Bu kanun hiç mi istisnaya uğramaz veya huruç etmiş fertler ile inkıta yaşamazdı? O yılları tahattur ederken şu prensibin çok da layetezelzel olmadığını anımsıyorum. Aksine sık sık inkıtaya uğrardı.

Sözgelimi: İyi bir yazarın iyi dosyalarına ulaşma yolculuğunda kötü dosyalarına katlanılırdı. Gelecek vaadeden genç bir yazarın ileride yapabileceği çalışmalar hürmetine bugünkü metinlerine katlanılırdı. Çok satan yazarların zaten neredeyse her metnine katlanılırdı. Fakat Metin abinin elinde olsa fırsat vermeyeceği şu sonuncusundan yüz çevirerek yukarıdaki iki şıkka baktığımızda dahi birçok nümunesi hatırıma geliyor. Bu sırrı bizzat Metin abinin de beyan ettiğini hatırlıyorum toplantılarda. Biz, bazı çalışmalara, gelecekte önümüze gelecek daha güzel bazıları için 'olur' verirdik. Bu maliyetin gelecek adına bir yatırım olduğunu düşünürdük. Yazarın gayreti kesilmesin. Yazmaya küsmesin. Veya sadece 'Yayınevine ayağı alışsın' diye bastığımız dosyalar vardı. Yani 'Çalış gel!' dersek geri gelmeyecek yazarlar için yayınevi olarak risk alırdık.

Metin abinin, yeni anayasa konusunun müzakere edildiği eski bir Alternatif Bakış'ta "tek bir yeni anayasa değil 'yeni anayasalar' şeklinde düşünülüp ilk değişim için çok mükemmeliyetçi olunmaması gerektiğini" dediğini hatırlıyorum. O zamanlar, muhalefet ve iktidar arasındaki anlaşmazlıklarla düğümlenen yeni anayasa meselesinde, bu tutumun bir çıkış olacağını düşünmüş ve hak vermiştim. Evet, bence de, önemli olan şu kapıyı bir kere açmaktı. Türkiye darbe anayasalarının 'değişebilir' birşey olduğunu bizzat değiştirerek anladıktan sonra yeni değişimler kolaydı ve kaçınılmazdı. Çünkü mezkûr sistemler beşerî sistemlerdi. Beşer gibi zamanla değişir, gelişir, değiştirilir ve geliştirilirlerdi.

Nitekim 2010 referandumunda "Yetmez ama evet!" cümlesini savunurken hepimizin söylediği buydu. Metin abinin de söylediği buydu. Orada yapılan değişikliğin değişimlerin en mükemmeli ve sorunların tek çözücüsü olmadığını biliyorduk. Ama bir ümit besliyorduk. O değişimin 'değişmesi teklif dahi edilemez' tabulara dokunabilmemize bir kapı açacağını düşünüyorduk. Nitekim, o günlerden bugünlere, epey bir mesafe alındı da. İnşaallah şu alınanlar ileride alınacakların sadece başlangıcıdır.

Elbette Metin abi bizimle aynı şekilde düşünmek zorunda değil. Biz de onun gibi düşünmek zorunda değiliz. Fakat genç bir nur talebesi olarak sormak istiyorum: O günlerden bugünlere "Yetmez ama evet!" ümidinden "Yetmez ve hayır!" karamsarlığına nasıl gelindi? Daha dokuz ay önce darbe teşebbüsü atlatmış bir ülkeyiz. Şu büyük emeklerle geldiğimiz mübarek eşiğin bir daha önümüze geleceğinin garantisi var mı? İleride bugünlere bakarak dizlerimizi dövmeyeceğimizi kim garanti edebilir? "Çalış gel!" dersek bir daha bu dosyanın önümüze getirilip getirilmeyeceğini kim gaybdan haber verebilir? Önce 'Evet' desek de 'yetmez'ini anlatmaya devam etsek daha güzel olmaz mı? Bunlar benim aklıma gelenler ve kalbimden geçenler. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Allah, yalnız ülkemiz için değil, âlem-i İslam için en hayırlısını nasip etsin. Âmin.

14 Nisan 2017 Cuma

Yazmak yaşamaktan boğulanlar için nefes almaktır

"Stavrogin, inanırsa inandığına inanmaz, inanmazsa da inanmadığına inanmaz..." Dostoyevski, Ecinniler'den.

Yazılacak ne çok şey var. Kaşıkla denizi bitirmeye çalışıyoruz. Bazen yazacakların bitmeyişinden gelen ümitsizlik bizzat yazışımın düşmanı oluyor. Bazen de heyecanı... "Acaba bir dahaki bölümde neler olacak?" diye tatlı bir bekleyişe girmek gibi.

İnsan Allah'ın kendisine lütfedeceklerini beklemek üzere yaratılmıştır. Açlıklarımızın özü budur. Beklemek şuurdur. Beklemek bilmektir. Beklemek farkındalıktır. Beklemek, geçmişi bilmek ve geleceğin farkında olmaktır. Bu beklenti hayatın ta kendisidir. Beklediklerin arttıkça yaşam lezzetlenir. Beklediğin şeyler varsa yaşadığını hissedersin. "Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?" buyuran ayet-i kerime bir açıdan da bizi 'beklentisizlik' çukurundan çıkmaya çağırıyor. Öyle ya, duan yoksa beklentin de yoktur, beklentin yoksa umudun da yoktur, umudun yoksa emeğin de yoktur. Umudun olmayışı yürüyen bir cesede çevirir insanı. O halde dua etmekten vazgeçmeyelim. Çünkü hakikaten 'daha vazgeçmediğimizi' gösterir.

Ertesi gün uyanmak için bir nedene sahip olmalıyız gece gözlerimizi kapadığımızda. Yarının bugünden farklı olacağına dair umudumuz olmalı. Yarın bizim için Alice'in harikalar diyarı olmalı. "İki günü eşit olan zarardadır!" buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, belki sadece hakikatte böyle olduğu için değil, iki günü birbirine eşit olan da tam bu şekilde hissettiği için böyle söylüyor. Onun 'kendisine zarar verici' psikolojisinden haber veriyor.

Ben de böyle hissederim. Yarın yeni bir yazı yazmayacaksam ve kendimce yeni şeyler söylemeyeceksem dünyaya, dünyaya uyanmak güçleşir. Yazmak benim için hayata tutunma şeklidir. Bana bağışlanmış kulptur. Boşuna yaşamadığımı hissettirir. Hayata birşeyler katabilmenin başarabildiğim tek yolunu onunla bulmuş gibiyim. Büsbütün yararsız olmaktan onunla kurtuluyor gibiyim.

'Geceyi bir dinlenme vakti' ve 'uykuyu bir istirahat' olarak tayin eden ve Kur'an'ında bunu bize haber veren Allah, nasıl rüya ile de bizi/hayalimizi yaşamın tekdüzeliğinden kurtarıyor, bir harikalar âlemi bağışlıyor hayatlarımıza, aynen öyle de, yazmakla da yine bize bir harikalar diyarı bağışlıyor gibidir. Yazanlar bu diyarı bilirler.

"İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, hususan insan, her anda Ondan istimdat eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki ihsânâtı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez."

Hepimizin hayatında tutunmamız için bırakılmış bize özel kulplar, yani 'has iltifatlar' ve 'imdad-ı Rahmanî'ler var. Bizi 'umumi kanunların tazyikatı'ndan kurtarıyor onlar. İşte yazmak da yaşamaktan boğulanlar için nefes almaktır. Duvarların içinden geçemediğimizde satırların içinden geçeriz. Kilitli kapıları açamadığımızda cümlelerin kilitleri açılır. Kendilik zindanından çıkmanın yoludur yazmak. Senden başka bir sen olmaktır.

İçinde senden daha iyi bir insan, söylediklerinden daha güzel cümleler veya yaşadığından daha tatlı bir öykü vardır ve sen kaleminle kendini kazıyarak ona ulaşmaya çalışırsın. Ulaşamasan da iyi hissedersin. Çünkü emeğin vardır. Çünkü ümidin vardır. Çünkü beklentin vardır. Çünkü o günkü duanı etmişsindir. Dua ettiğinden ötürü de kendini ehemmiyetli hissedersin. Öyle deme. Önce senin ihtiyacın var kendini önemli bulmaya. Yoksa boşuboşunalığın boşluğuna düşersin. 'Eşitliğin zararı' bundan başka nedir ki?

13 Nisan 2017 Perşembe

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (3)

"Dediler: 'İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?' Dedim: 'Düşmanların onlara şiddeti hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.'" Münazarat'tan.

Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.

Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.

İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.

Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.

Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.

Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.

Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.

15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.

Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?

11 Nisan 2017 Salı

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (2)

Bunu da bir evvelki yazıya tetimme olarak anmadan geçemeyeceğim: 'Mustafa Kemal olmasaydı baban kim bilmezdin'cilerle 'Ya başkanlık sisteminde istemediğin birisi seçilirse'cileri aynı çizgide görüyorum. İki cümle de aynı şekilde bizi, irademizi, aklımızı, hamiyetimizi, muhakememizi, cesaretimizi ve en özünde insanlığımızı görmezden geliyor. Nasıl? Bize, ninelerimize veya dedelerimize, Mustafa Kemal olmasa namusunu bile koruyamayacak reziller olarak bakılmasıyla; bir kere seçtikten sonra, başkan kimse onun dediğini yapacak, hiç karşı çıkamayacak, hiç kendi aklıyla ve vicdanıyla tartamayacak, itiraz edemeyecek, ne denilse hemen boyun eğecek reziller diye bakılması aynı. Aynı derecede tahkir edici. Aynı derecede koyunlaştırıcı. Aynı derecede aptal yerine koyucu... İkisi de aynı şekilde bireysel varlığımızı/insanlığımızı görmezden geliyor, unutuyor veya hiçe sayıyor ve inkar ediyor. 

Bu dayatmaya insanlığımız ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetimiz adına karşı koymalıyız. Biz cenneti bir siyasal sistemin sonucu olarak kazanmıyoruz. Biz cenneti, inşaallah, ona layık bireyler olmakla kazanacağız. Hak ile bâtılı ayırmasını öğreten Kitabullah ve sünnet-i seniyye ile kazanacağız. Bütün bunlar da, siyasal sistemlerden veya kişilere atfettiğimiz önemlerden bağımsız olarak, insanlık sınavını geçmemize bakıyor. Ben şahsen ümmet-i Muhammed'i böyle olmaktan tenzih ederim. Bu ümmet seçtiği 'halife' dahi olsa, şeriatı ve vicdanı havsalasından çıkarıp, iradesinin direksiyonunu onlara bırakmamıştır. İmamlarına masumiyet atfeden ehl-i sünnet ve'l-cemaat değildir şiadır.

Bu konudaki rüştünü bindörtyüz yılı aşkın kemaliyle de ispatlamıştır. Zalime karşı duruşuyla da ispatlamıştır. Fazıla verdiği destekle de ispatlamıştır. Kim bunu diyorsa milletine, en başta da bizzat kendi dedelerine ve ninelerine, güvenmiyordur. O dedelerin ve ninelerin ahlakını şekillendiren dinine de güvenmiyordur. O kendi ceddine namuslarını koruyamama konusunda güvenmeyebilir, ama biz ceddimize güveniyoruz, elhamdülillah. Yunan işgaline kadar bu ümmet, başta moğolların istilası ve haçlı saldırıları olmak üzere, birçok taarruz gördü. Bütün bu krizleri atlatırken, bir parlamenter sistem veya bir Mustafa Kemal aramadığı gibi, hamiyetini birilerinin omuzlarına da bırakmadı.

Peki neden şimdi bütün bunlar yokmuş gibi davranılıyor? Biz başkanlık sistemini isterken omuzumuzdan yük atalım diye mi istiyoruz? 15 Temmuz'da ölümü pahasına "Bana ne?" dememiş bir millete bu tahkir ağır değil mi? Tanklar üzerine gelirken "Bana ne?" dememişlere bu itham ağır sayılmaz mı? Diyenleri hayâ etmez mi? Hayır! Biz, yükümüzü başkasına bırakmak için değil, gayretimizin önündeki duvarlar yıkılsın diye istiyoruz. "Tevhidde kolaylık var!" diye bildiğimiz için istiyoruz. Bizi başıbozukluğa iten dağınıklığımız kalksın; kalplerimiz, kuvvetimiz ve sistemimiz ittihada yatkın olsun diye istiyoruz.

Ve evet, biz doğruyu/yanlışı parlamenter sistem sayesinde öğrenmiş bireyler değiliz ki, onun elimizden gitmesiyle din gitmiş gibi ağlayalım. Başkanlık sisteminde yanlış uygulamalar yaşanırsa, daha ölmedik abiler-ablalar, bunu eleştirmeye ve değiştirmeye de kâdiriz. Herşeye gücü yeten Allah'a dayanırız. Bunu yaparız. Tek parti diktasına karşı yaptığımız gibi yaparız. Yine yaparız.

Eğer bir mü'min doğruyu-yanlışı ayırma yetisini parlamenter sistemin gitmesiyle kaybediyorsa, o çok dizlerine vursun, zaten imtihanını kaybetmiştir. Fakat biz Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya irtihalinde Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) konuştuğu yerdeyiz. Allah'ı ve bize indirdiğini baki biliriz. Onunla tahlil eder, amel eder ve karar veririz. Kişileri 'olmazsa olmaz' kılmadığımız gibi, sistemleri de 'olmazsa olmaz' kılmayız. Başkanlık sistemi sorunsuz mu olacak? Elbette hayır. Arızaları hiç mi çıkmayacak? Elbette hayır. Beşerî her sistem gibi onun da sorunlarına şahit olacak ve süreç içinde telafisine çalışacağız. Fakat, Allah aşkına, bir sistem değişiyor diye insandan koyuna dönüşüyormuşuz gibi davranmayın. Kendi insanlığınıza/vicdanınıza biraz saygı gösterin.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Ya kötü birisi başkan seçilirse?

"Bu millet-i İslâmın cemaatleri, çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister." Mesnevî-i Nuriye'den.

Bence, mürşidimin metinlerinde sıklıkla dikkatimizi çekmeye çalıştığı, ama bizim aynı sıklıkta ıskaladığımız birşeydir şu: Biz, elhamdülillah, mü'minleriz. Bizim hayatımızı ve o hayatların birlikteliğinden oluşan sosyolojimizi ve o sosyolojiye bina olunan seçimlerimizi İslam belirler. Büyük oranda onun etkisinde şekillenir veya en azından bir açlık, bir gaye-i hayal, bir 'olması gereken' olarak vicdan-ı umumi onu ufkunda bulundurur. Onu tanır. Ona özenir. Onu arar ve talep eder. Kur'an'da 'ümmeten vasatan' buyrularak işaret edilen de, hadis-i şerifte "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" denilerek altı çizilen de budur. İmanımız bizi farklı kılar. Ahirette, inşaallah, cennete gitmemizi sağlayacağı gibi; bu dünyada da bizi hadd-i vasatta, yani adalette, tutar.

"Her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çektiği biraz da budur. Biz, kendi sosyolojimiz ile değerlendirilir, yargılanır ve şekilleniriz. Başka sosyolojiler üzerinden yapılan çıkarımlar bünyemize uymaz. Bizi bağlamaz. Hem haklı da çıkmaz. Çünkü üzerinde yükseldiğimiz değerler silsilesi de farklıdır:

"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder."

Bu yüzden Batı'nın tarihi 'zulüm tarihi' iken İslam'ın tarihi fazilet tarihidir. Sömürgecilik Batı'nın medeniyet İslam'ındır. İşgal ettikleri her bölgeye kan kusturmak Batı'nın, gittikleri her yere insanlık götürmek İslam'ındır. Dalaleti meslek haline getirmek Batı'nın, dalalette birleşmemek İslam'ındır. İfrat etmek Batı'nın, adalet etmek İslam'ındır. Sayılacak her değerde bu böyledir. Çok şükür, biz mü'minler, Batı'nın zulümle dolu mirasının yetişemeyeceği pak bir tarihe sahibiz. Çünkü bu tarihi dinimizin getirdiği değerler üzerine bina etmişiz.

Peki hiç mi zulüm olmamıştır İslam tarihinde veya hiç mi müslümanlar zulmetmemiştir birbirlerine veya başkalarına? Elbette olmuştur. Fakat kritik ayrım şurada: Ümmet hiçbir zaman böylesi hadiseleri olumlamamış veya meşrulaştırmamıştır. Yezit'in yezitliğini hatırda tutmuş, Haccac'ın yanına 'zalim'i eklemiş, içinden çıkan her fasığa fırsatını bulduğunda karşı koymuştur.

Batı, zulmünü 'sosyal darwinizm' gibi şeyler üzerinden meşrulaştırırken, müslümanlar kendi içindeki sapmaların üzerine 'zulüm' kaşesini vurarak kaldırıp ümmete göstermiştir. Geçmiş ulemamızın eserlerine bakınız. Zalimin zalimliğinin net bir şekilde altının çizildiğini göreceksiniz. Bundan daha fazlası, menkıbe menkıbe anlatılan, ahlaklarında vardır. İslam tarihi zalimlere karşı dik dik konuşabilen âlimlerin tarihidir.

Üstelik bu zalimler ümmetin iradesiyle başa geçmiş kişiler de değillerdir. Yezit'in saltanatı hangi seçimle olmuştur? Haccac'ı hangi ümmet atamıştır? Yakın tarihte tahtları devrilen Saddam gibi, Kaddafi gibi, Hüsnü Mübarek gibi nemrutlar seçimle mi başagelmişlerdir? Yoksa, elde ettikleri silah gücüyle veya sırtlarını sıvazlayan küresel ağaların desteğiyle mi iktidarı elde etmişlerdir? Daha öncesinden sarf-ı nazar, Arap Baharı'nı doğuran sürece bu gözle bakılsa, şu zalimlerin halklarının iradesini/isteklerini değil, onları oraya atayan 'küresel ağaların' iradesini/isteklerini kolladıkları görülür. İktidarı ne elde edişleri ne de elde tutuşları demokratiktir. Bu 'Asya münafıklarını' başımıza bırakan 'Avrupa kafirleri'dir. Bizim oylarımız değildir.

"Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler..." derken Bediüzzaman'ın altını çizdiği de budur.

Önümüzdeki referandum nedeniyle tekrar dillendirilmeye başlanan Hitler-Erdoğan benzetmesi tam da bu nedenle yanlıştır. Mantığı tam da bu noktadan yanlışlanır. Nasıl? Bu benzetme kafir sosyolojisini müslüman sosyolojisine kıyaslıyor. Küfrün üzerinde yükselen bir toplumun seçimleriyle İslam'ın üzerinde yükselen bir toplumun seçimlerini bir tutuyor. Mürşidimin ifadesiyle tangocu bir kadının libasını ihtiyar hocaya giydiriyor.

Hitler'i biz seçmedik. Müslümanlar asla bir Hitler seçmediler. Çünkü mü'mindiler. Allah, onlara, doğruyu yanlıştan ayıran Furkan'ı ve hak ile batılı öğreten sünneti bağışlamıştı. Bu yüzden Museviler Endülüs'te kılıçtan geçirilirken müslümanlar onlara kucak açtılar. Şunlar üzerine yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını veriyorlardı. Bunlar üzerinde yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını verdiler. Ve işte yine tam da bu yüzden "Ya kötü birisi başkan seçilirse?" veya "Hitler de çok oy almıştı!" argümanlarının altı boştur. Boştur, çünkü bizim sosyolojimize ve tecrübelerimize değil, küfrün sosyolojisine ve tecrübelerine yaslanmaktadır. Hasıl-ı kelam: Bu ve benzeri demagojileri aşabilmek için kopyala-yapıştır analizlerden kaçmaya ve kendi mirasımıza daha fazla özgüven duymaya ihtiyacımız var. İslam'ın izzeti burada saklı çünkü. Ve evet, tangocu kadının elbisesi, bu ihtiyar hocaya yakışmaz.

7 Nisan 2017 Cuma

Bilgisayar aslında kimin?

Yaptığımız herşeyin kararını beynimiz vermiyor. Evet, 'refleks' tabir edilen bir yapışımız daha var ki, bunların karar yeri beyin değil. Omurilikten gelen emirlerle bedenimiz hareket ediyor. Bu, hem verilen kararların daha hızlı uygulanmasını sağlıyor, hem de beynin yükünü azaltıyor. Dizinize bir çekiçle hafifçe vurulduğunda verdiğiniz tepki veya yakıcı birşeye temas anında yaptığınız ani hareket reflekse güzel birer örnek.

Ancak iş bu kadarla da sınırlı değil. Kararları beyinde verildiği halde (en azından bilim şimdilik böyle söylüyor) şuurumuza taalluk etmeyen şeyler de var. Bedenimizin işleyişi sırasında öyle şeyler yaşanıyor ki, bunların bir yerden yönetildiğini biliyoruz, ama kimin yönettiğini bilmiyoruz. Dikkatimiz çekildiğinde "Ha, evet, oluyor öyle şeyler!" desek de genel manada yaşananların farkında değiliz. Nefes alıp verişimiz mesela. Bunun yönetimimizde birşey olduğunu söyleyebilir miyiz? Dahil olduğumuzda nefesimizi kontrol edebiliyoruz. Ama daldığımızda? Ama geceleri? Ama uyurken? Peki kalbimizin atışı? Böbreklerimizin işleyişi? Karaciğerimizin çalışması? Biz onları unuttuğumuzda kim onları unutmuyor?

İnsan sarayının idaresi pek şaşırtıcı. Bazen, sahip olduğumuz irade yetkisine rağmen, yaşananların seyircisi olduğumuzu düşünüyorum. Yani şahitlikten ötesi silik. Var ama pek zayıf. Hatta onun da bir kısmı yine fıtratın etkisi altında. (Fıtrat kaderin hayatımıza dokunduğu yerdir.) Neden bir insanın canı çöp yemek istemez? Neden leş hepimiz için pistir? Neden gideceğimiz yere yuvarlanarak gitmiyoruz? Neden böylesi şeyler hepimize aynı derecede 'yanlış' geliyor? İrademizin kısıtlılığı buralarda daha net görünüyor. Biz 'kalıplar içerisinde seçebilen' canlılarız. Varolmadan öncemizi belirleyemediğimiz gibi varlıkla getirdiğimiz kayıtları da seçimlerimiz sırasında gözetiyoruz. Bize bırakılan seçim alanı tüm bu kalıpların ve kayıtların içinde.

İrademiz bu kayıtlara sahip olduğu gibi şuurumuz da öyle. Bu aslında biraz da 'yaratıcılık' ve 'şahitlik' arasındaki o kapanmaz mesafenin getirisi. Yaratan yarattığının her detayını bilmek ve irade etmek zorundadır. Şahit ise bu yükleri tastamam taşımak zorunda değildir. Bir evin sahibi olmakla misafiri olmak aynı şey değildir. Bir malın emanetçisi olmakla sahibi olmak aynı şey değildir.

Bir fabrikanın patronu olmakla orayı dolaşmaya gelmiş bir meraklı olmak aynı değildir. Aslında sahip olmak büyük ölçüde kontrol etmektir. Sahip olan, sahip olduğunun her detayını bildiği (ilim), değişimlerini irade edebildiği (irade), ihtiyaçlarını karşılayabildiği (rububiyet) ve yaratabildiği (kudret) ölçüde o şeyin sahibidir. Zaman zaman onda sınırlı tasarruflarda bulunabilmeyle onun her anının bilicisi, idarecisi veya devam ettiricisi olmak arasında farklar vardır. Esas sahiplik ikincisidir. Birincisi sadece emanetçiliktir.

Kusurlu bir örnekle birazcık açayım: Evinizdeki bilgisayarın sahibi sizsiniz öyle değil mi? Bir komşunuz küçük bir iş için onu kullansa, bu, onu bilgisayarın sahibi kılar mı? Hayır. Çünkü zamana yayılan varlığında bilgisayarın yönetimi daha çok size aittir. Elektriğini siz sağlarsınız. Bozulursa tamire siz götürürsünüz. Lazım olan programları siz yükler veya kaldırırsınız. Zaten parayı verip alan da sizsiniz. Komşunuz bilgisayarın varlığına bu şekilde dahil olmamıştır.

Buraya kadar tartıştığımız birşey yok. Tamam. Ama devam edelim: Peki, o bilgisayarı üreten firma mı o bilgisayara daha sahiptir, yoksa siz mi? Bu soruyla işler karışıyor. Çünkü, o bilgisayarın, bozulsa tamir edemeyeceğiniz ve hatta nasıl çalıştığını dahi bilmediğiniz öyle detayları vardır ki, bu detayları ancak üretici firma kuşatabilir. Bilebilir, irade edebilir ve yapabilir. Bu da ona o bilgisayarın üzerine 'markasını vurma' hakkı verir. Siz bir firmadan bilgisayar aldığınızda aslında sadece kiracısı olursunuz. Kısıtlı bir kullanım hakkı kazanırsınız. Kendi markanızı üzerine vuramazsınız. Kendi üretiminiz gibi yapamazsınız. Pazara koysanız da yine asıl ustasına nisbet edilir. "Filanca marka!" denilir.

Peki, o bilgisayarda kullanılan 'şey'lerin yaratılışı? Demirin, bakırın, nikelin, plastiğin, kömürün, camın vs... yaratılışı? O bilgisayarı yapan mühendislerin, tasarımcıların, işçilerin yaratılışı? O mühendislerin, tasarımcıların ve işçilerin hayatta kalmasını sağlayacak bir evrenin yaratılışı?

Bunlara da o firma kadir değildir. O halde son mertebede şu bilgisayarın sahibi kim olur? Mülkü kimde kalır? İşte, biz, bu yüzden Cenab-ı Hakka Malik-i Hakiki diyoruz. Zira diğer bütün gölge sahipler yaratışın bir dönemine şahitlik etmekle yetiniyorlar. Daha detaya, daha detaya, daha detaya inildikçe bu sahte sahipler yavaş yavaş o şeyden ellerini çekiyorlar. Geriye tüm deyatların bilen Alîm, tüm detayları irade eden Mürîd ve tüm detayları yaratan Kadîr kalıyor. Allah kalıyor. Allah kaldığı için asıl yaratıcı o oluyor. Tevhid de bizim buna imanımızdır. Yani hepimiz aradan çekildiğimizde kalacak olana imanımızdır.

6 Nisan 2017 Perşembe

Sarılmak en hızlı kabul edilen duadır

Bahar geldi. Gelişiyle pekçok güzelliği de beraberinde getirdi. Bir kere çiçekler var. Yeşillikler var. Koşup oynayan çocuklar var. Bunların herbiri hayatta kalma sebebi. Tutunacak dallar. Başkasının hayatı bizim parçamızdır. Başkasının hayatı bizim sığınağımızdır. Başkasının mutluluğu bizim tutunacağımızdır. En çok filmler yaşatır şunu bize. Belki biraz da romanlar. Kendi yaşanmamışlığımızdan onların yaşanmışlığı ile intikam alırız. Kendi acılarımızı onların neşesiyle döveriz. Kendi hayallerimize onların hayatlarıyla cansuyu dökeriz. Onları okudukça hayatlarını yaşamış gibi oluruz. Nasıl midemizin doymaya ihtiyacı var, hayalgücümüzün de var. Ve hayalgücümüz, kendisine, hayal ettiklerinin 'olabileceğini' gösteren/hatırlatan şeylerle besleniyor. Hayalin rızkı masallardır.

Tebessümü sadaka olarak haber veren Aleyhissalatuvesselam ne güzel buyurmuş. Hakikaten de, yüzümüze gülen her güzel, bize hayatta kalmamızı sağlayacak bir sadaka verir. 24 altınımız daha olur 24 saati atlatabilmek için. Onun yüzüsuyu hürmetine günümüz güzel geçer. Onun yüzüsuyu hürmetine gönlümüz neşeden haberdar olur.

Bir başkasının neşesinden haberdar olmak kendi neşemizin ocağına odun atmaktır. Başkasının mutluluğu bizi de mutlu eder. Çünkü işlerin yolunda gittiğini/gidebileceğini söyler. "Bir başkası başarıyorsa biz de başarabiliriz!" umudunu verir. Hem zaten, tevhidî düzenin parçaları olarak, bir başkası zaten bizim parçamızdır. Onun mutlu olması bir parçamızın mutlu olması gibidir. Kardeşin mutluluğu ablanın mutluluğu gibidir. Parçanın mutluluğu bütünün tamamına sirayet eder. Tıpkı ailenin bir ferdinin neşesinin diğerlerini de neşeli kılması gibi. Şu bir diğerimizin neşesiyle ilgili yaşadığımız güzellik aslında tevhidin de delilidir.

Güzel şeyleri çoğaltalım. Güzel öyküleri, güzel fikirleri, güzel yüzleri, tebessümleri... Bunları dünyaya ekmekten kimseye zarar gelmiyor. Ve ettiğimiz her tebessüm başkasından önce kendimize sadaka. Gülümsemek önce bize iyi geliyor. Bir parçamızı tebessüm vasıtasıyla mutlu etmek nasıl sinemizde "İyi birşey yaptın!" hissi uyandırıyorsa, yüzümüzün iyi birşey yapması da kalbimize "İyi birşey yapıyorsun!" mesajı ulaştırıyor. Sadece kalpten yüze değil mesajların iletimi. Bazen yüzden de kalbe mesaj gider. "Sarılmak en hızlı kabul edilen duadır!" diye okumuştum bir kitapta. Hakikaten de sarılmak fiilî bir duadır. Bunlar tesirine karşıkonulmaz şeyler. Neden dünya daha iyi bir yer olsun diye daha fazla dua etmeyelim? Duanın ağırlığı yok ki!

4 Nisan 2017 Salı

İnsan iblisten neler öğrenmeli?

"Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 20. Söz'den.

Ben böyle anlıyorum. Mürşidimin 20. Söz'deki izahlarında da bunu anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Hz. Âdem aleyhisselama meleklerin secde etmesi ve şeytanın bundan sakınması kıssasında şöyle bir ders veriliyor bizlere: Kainat genel olarak insanın yanındadır. Varlık umumen insanın hayrınadır. 'Şey'ler insanla düşman olmaya değil dost olmaya çalışır. Müekkel melekleri insana secde ettikleri gibi, o şeyler de, yaptıkları hizmetlerle insanın varoluşuna secde ederler. Yani yardım ederler. Yani hizmet ederler. Yani bir bütünün parçalarıdırlar ve insan şirretlik yapmadığı (şeytana uymadığı) sürece uyumlu çalışırlar. Fakat iblis öyle değildir. Fakat iblis istisnadır. Fakat iblis cüz'îdir.

"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Muhakemat'ta mürşidime şöyle söylettiren belki de bu kıssadan okuduğu sırdır: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Hakikaten de, varlığımızı devam ettirmemiz, bu cümlelerin işaret ettiği hakikate bağlıdır. İnsan gibi zayıf bir canlının binlerce yılı aşkın bir ömrü ve milyarları aşkın bir bereketi olması ancak varlıkla arasındaki bu uyum ile açıklanabilir. Melekler ve onların sorumlu oldukları şeyler insanın yanındadır ki, insan, kendi aczine rağmen varlık serüvenini sürdürebilmektedir.

Bu, aynı zamanda, Hz. Âdem aleyhisselama daha yolun başındayken yaşatılanın, Cenab-ı Hakkın ona (ve onun üzerinden oğullarına/kızlarına) bir algı dersi verdiğini gösteriyor. İnsan kendisinden önce varolanlara nasıl bakmalı? Veyahut beraber varlık sahasında yeraldığı diğer şeylerle nasıl bir ilişki kurmalı? Onlarla kurduğu mecburî bağda hangi önyargılara sahip olmalı? Suizan mı etmeli? Yoksa hüsnüzan mı kuşanmalı? Ötekilerini düşman görüp kafasına ve keyfine göre bozmaya/düzenlemeye mi çalışmalı? Yoksa zaten dost olduklarını düşünüp mümkün olduğunca zarar vermeyerek aradaki sıcaklığı mı korumalı?

Hz. Âdem aleyhisselama verilen dersin içeriğinde varlığın kendisinin yanında/uyumlu olduğu şuurunu edinmek ve korumak da var. Melek kardeşler, talim-i esma ile, 'sonra varolanın önce varolanları geçebileceğini' öğrenirlerken; Hz. Âdem aleyhisselam da 'sonra varolmanın önce varolanlarla düşman olmayı gerektirmediğini' öğreniyor. Burada dersini kaçıran tek kişi var. O da İblis.

İblis varlık sahasında 'sonradan gelen' olarak gördüğü insana pek kötü bir asabiyetle/milliyetçilikle yaklaşıyor. Kendisinin ateşten yaratılmasını bir üstünlük vesilesi saydığı gibi, (Çünkü, Allahu'l-alem, ateş topraktan çok daha önce kainatta vardı. Dünyamız gibi gezegenler soğumalarından önce birer ateş topu idiler. Yaratılıştaki bu durum, iblise, 'önce yaratılanın kıdemli olması gerektiğini' düşündürmüştü. Tıpkı bugün dünyanın değişik yerlerinde evsahibi halkların mülteci veya muhacir halklar hakkında düşündükleri gibi.) 'önce yaratılan' olmasını da bir üstünlük vesilesi saymıştı. Fakat hayır öncelikte-sonralıkta değil Allah'ın seçtiğinde idi. İblis de bunu öğrenecekti.

İblisin dersini alamayışı da bizim için bir ders oldu. Sayısız sayıda melek dostumuz yanında artık bir iblis düşmanımız var. Yani; hayır küllî, ama şer cüz'î. Hayatımızdaki herşeye akseden bir yönü var Hz. Âdem kıssasının. Mesela: Ateşin insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarına vesile kılanlar için zararı da var. Bıçağın insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarla kullananlar için zararı da var. Yağmurun saymakla bitmeyecek faydaları var. Ancak evini dere kenarına yapanlar için zararı da var. Yani varlık; tıpkı melek kardeşlerimizin atamız Hz. Âdem aleyhisselama secde ettiği gün olduğu gibi, genel olarak yanımızda ve hayrımıza; ancak bazı kötü niyetler, ihmaller, aceleler, hırslar, nefretler ve arzular küçük şerlerle muhatap olmamıza sebep oluyor.

İblis bizi kendisi gibi parçalarda boğuyor. Sabah gözlerinizi açmanızdan tutun akşam kapamanıza kadar size yardım eden, akışında giden, intizamını bozmayan, yanınızda olan milyonlarca detay var. Hayatınız bu sayede devam ediyor. Ancak siz yalnız kaçırdığınız otobüse bakıyor ve mutsuz oluyorsunuz. Psikolojik sıkıntıların çoğu da bu 'parçada boğulma'lardan dolayı yaşanıyor. Halbuki Rahman ve Rahim olan sahibimiz bize daha yolun en başında şunu öğretmedi mi? Melekler arkadaşımızdır. Ve onların sorumlu oldukları varlıklar genel olarak bizim yanımızda ve yardımcımızdır. Bize secde ederler ve cidden severler. O halde iblisçiklerin itaatsizliklerine takılıp moral bozmak niye? Büyük resme baksak ya biraz? Yani Hz. Âdem kıssasının öğrettiği büyük resme...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...