Din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2016 Salı

Kalp neden arş gibidir?

"Beni bir çocuk bile vurur..." Ahmet Kaya, Dokunma Bana şarkısından.

Bu yazıyı, Ahmet'in sezgisine dair bir notu olarak görürseniz sevinirim. Çünkü söyleyeceğim şeylerin altlarının ne kadar dolu olduğuna dair ben de endişeliyim. Bu notta üzerine konuşacağımız şey, arş. Arş, varlığını bildiğimiz, ama niteliğini veya nerede olduğunu bilmediğimiz bir yer. Kur'an'da ve hadislerde çoklukla bahsi geçiyor ve bu çoklukla zikrediliş varlığına iman etmeyi bir mü'min için kaçınılmaz kılıyor. Bu meselenin zaten malumunuz olan tarafı. Belki katılacağınız/katılmayacağınız yorumum ise, mürşidimin arş ve kalp arasında kurduğu benzerliğe dair olacak. Hatta mürşidimin ifadelerinden anladığım kadarıyla bu benzerliği kuran ilk kişi kendisi de değil. Tasavvuf mabeyninde zaten yapılıyor olagelen bir kıyaslamaya dair analiz bu:

"Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre 'Güneşin bir aksi bende vardır' der. Fakat 'Ben de deniz gibi bir âyineyim' diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat 'Ben de Arş gibiyim' diyemez."

Fakat sanmayın ki, Bediüzzaman'ın konuya dair tesbitleri sadece bu metinden ibarettir. Başka bir yerde de 'hususiyet' ve 'umumiyet' ekseninde ilham ve vahiy kıyaslaması yaptıktan sonra 'kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der...' diyerek şunları söyler: "'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." Evet, veli aldığı ilhamı vahiyle karıştıramaz; çünkü kendisiyle 'kendisine özel/hususi' konuşulmaktadır. Bir nebiyle yapılan konuşma ise geneldir/umumidir. Herkes için söylenmiştir ve herkes için bağlayıcıdır ve herkese göredir.

İşte tam da bu noktadan hareketle, arşa dair yorumum şu: Birşeyin arşı, onun en çok etkilendiği veya etkilenmeye başladığı yerdir. Biraz daha açarsam: İnsanda kalp ve varlık âleminde arş, her iki varlık için de, Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en 'yoğunluklu' veya 'ilk' hissedildiği yere tekabül ederler. Arş için Kenan Demirtaş Hoca'nın bir keresinde 'kainatın yönetim merkezi' ifadesini kullandığına şahit olmuştum. Kabul etmekle birlikte 'yönetim' ifadesinin içine, irade sahibi insan için, bir de 'etkileniş' anlamını katmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

İnsan, dış etkilerden önce ve en yoğunluklu olarak kalbiyle etkilenir. Sevdiğiniz birisi size yüzünü astığında veya kaşlarını çattığında veya küstüğünde bunun tesir ettiği ilk yer kalbinizdir. Hatta türkülerde/şiirlerde kaşların yaya, kirpiklerin oka benzetildiği ve o okun saplandığı yer olarak da kalbin tasvir edildiği pekçok ifade vardır. Çünkü hakikaten o gözün veya kaşın sanki ilk görüldüğü (tesirinin ilk görüldüğü) yer kafadaki göz/kulak veya baştaki akıl değil, kalptir. Etkilenmeye oradan başlandığını, tesirini ilk orada hissettiğinizden, metinlerinizde öyle dile getirirsiniz.

İşittiğiniz sözler içinde en çok etkilendiklerinizi hatırlayın. Onların nerenizle konuştuğunu düşünmüştünüz? Hatta daha söylenirken bile, onların nereden çıktığını tahmin etmiştiniz? "Adam kalpten konuşuyor!" dediğinizde veya "Kalbimden geçenleri söyledi!" diye ifade ettiğinizde kastettiğiniz yine bu etkinin başlangıç noktası ve yoğunlukla yaşandığı yerdir. Yani bana göre insan önce kalbinden etkilenmeye başlar. Sair duyular bu etkinin sadece taşıyıcılarıdır. Göz, görür, ama böyle bir etkiyi yaratamaz. Kulak işitir, ama etkiyi hissedemez. Ancak kalptir ki, verisel bilginin etkiye ve etkileyici bilgiye dönüştüğü makamdır. Maddesel olan 'duyu'nun, manevi olan 'duygu'ya dönüştüğü yerdir.

İşte bilginin etkiye dönüştüğü makam, yani arş, kalp olduğundan dolayıdır ki, kalp mühürlendiğinde iş biter. "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." Ve Kur'an bu hali şöyle tasvir eder: "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler."

Buraya kadar söylediklerimden hareketle diyebilirim ki: Mahlukat âlemindeki arş da insandaki kalp gibidir. Kainatta Cenab-ı Hakkın her an işlemekte olan tasarrufatının en yoğun ve ilk hissedildiği yer orası olabilir. Tasavvufta çok kullanılan ve bir büyük manevi uyanışı ifade eden 'kalp gözü açılma' halinin de 'kalp mühürlenmesi'nin zıttına olarak, etkinin daha farkında olmakla veya daha çok etkilenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii bunlar sadece düşüncelerim.

Yine Kur'an'da zikri geçen Allah'ın 'kişinin kalbine ondan daha yakın olması' da bu etkiyle açıklanabilir birşey. Etkileyen, üzerinden etkilediği şeye, elbette etkilenenden daha yakındır. Çünkü burada kıstas, mekansal yakınlık değil, etkileşimdir. Allah, insanı kalbi üzerinden etkilemeye herkesten ve herşeyden daha yakındır. Hatta insanın kendisinden bile. Çünkü etkilenen olarak pasif konumda yeralan insan kalbindeki duyguları istediği gibi değiştirmekten dahi yoksundur.

Allah; bazen bir gülüşle, bazen bir yağmurla, bazen iyi bir haberle ve bazen de hüzünlü bir şarkıyla kalbinizi, kainatı evirip çevirdiği gibi evirir çevirir. Siz, sadece şahit olursunuz. Şuur/farkındalık penceresinden seyredersiniz. Ve o etkileyişe göre şahitliğinizin selametini/dengesini korumaya çalışırsınız. İmtihan da budur. Tam da bu noktada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur kasemi olan 'nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki...'yi anımsayalım. Mürşidimin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: Bu salt bir yemin değil, ümmete bir derstir. Daha kendi nefsine/kalbine gücü yetmeyen insanın kibirlenmesi kadar boş birşey var mıdır? Demem o ki: Hüzünlü bir şarkıya, gamlı bir yüze, kederli bir hatıraya veya bir 'keşke'ye bile gücü yetmeyen insanlarız. Etkilenmemek gibi bir gücümüz yok. Bu havamız kime gerçekten?

2 Eylül 2015 Çarşamba

Kalbin mehre alışsın

"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik!' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?" (Ankebût sûresi, 2)

Şunu farkettim arkadaşım: Yol, onu bir kere seçtikten sonra, sahibini kendisine mecbur eder. Şartlarını dayatır. Yani 'gitmek istediğin yere' veya 'görmek istediğin şeye' göre katlanman gereken kuralları olur. Kurallarından vazgeçersen yoldan da vazgeçersin. Dağa tırmanmanın mehri yorgunluktur. Suda yürümenin bedeli ıslaklıktır. Bulutların duvağını yükselerek açarsın. Denizlerin tenine alçalarak dokunursun. Yol aslında nedir peki? Yol bir tür bedeldir. Menzilin bedelidir. Varmanın kaporasıdır. Hatta duasıdır.

Manzara denilen en mukavemetsiz şey bile seyrinize kendisini bedelsiz bırakmıyor. Emek istiyor. Gayret istiyor. Dikkat istiyor. Hatta en güzel manzaraların bedeli en zor yollar. 'Gidilmez' denilen yerlere gittikçe, 'Çıkılmaz' denilen yerlere çıktıkça, 'Varılmaz' denilen tepelere vardıkça alıyorsunuz ücretinizi. Ayaklarınız yola bir nevi 'yüz görümlüğü' takıyor. Hem dağcılık da ancak buradan bakınca anlaşılabilecek bir sevdadır. Başka gözlerin aşinası olmadığı harikalara varabilmek için dağcı bir bedel öder. Bizden daha fazlasını ödemeye hazırdır her zaman. Daha azimlidir. Daha cüretkârdır. Daha sebatkârdır. Allah sebatında sabredenleri muvaffak eder.

Sadece zaman/zahmet olarak değil hem de. Ümit ve korku olarak da bedel ödemeye hazırdır. Dağcının yaşadığı kazalar, salgıladığı adrenalin, döktüğü ter, gösterdiği dikkat, aldığı tedbir, mahrum kaldığı rahatlık ve serbestlik... Bunların tamamı 'şahidi olunacak manzaranın' bedelidir. Çıkacağı makamın istediğidir. Ve artık, dağcı, maksadına ulaşmıştır.

Gözleri 'gözlerimizin asla şahit olmadığı' bir dünyaya şahit olmuştur. Dünyamızın 'daha yukarısından' ve 'daha çoğuna' bakmıştır. 'Kalb-i beşere hutur etmeyen' şeylere dokunmuştur. Mürşidimin tabiriyle 'hiç ender hiç' iken 'bütün mevcudatı umumen' elde etmiştir. Biz, yani aşağıdakiler, ancak onun çektiği fotoğraflarla ve hayalimizle yetiniriz şahitliğini anlayabilmek için. Neden? Ödenmesi gereken bedelden kaçıyoruz çünkü. Mehrini vermediğimiz manzara da bize duvağını açmıyor.

Tasviri çok mu uzattım arkadaşım? Doğrudur. Tamam. Sadede geleyim: Ben bu kadar şeyi sana neden anlattım? Anlattım, çünkü dağcı, manzara ve yol arasındaki ilişki benim takvayı da anlamamı sağlıyor. Kur'an buyuruyor: "Akıbet takva sahiplerinindir!" Bu ayet-i kerime bana dağcının zirveye ulaştığı anı hatırlatıyor. Takva manzarası güzel bir yola ödenmesi gereken dikkat bedelidir. Düşünsene! Allah'ın rızasını istiyorsun. Cennet istiyorsun. Hem bu dünyada hem ahirette selamet istiyorsun.

Nasıl bedelsiz elde edeceksin? Öyle kıymetli şeyleri bedelsiz verirler mi? Öyleyse dikkat edeceksin. Az şey istemiyorsun. Arzunda ciddi isen bedeli 'dikkat' olacak. Bazen de çile çekeceksin tıpkı dağcının çektiği gibi. Herkesin evinde oturup rahatça televizyon izlediği zamanlarda sen yolla boğuşacaksın. Oruç tutacaksın mesela. Aç kalacaksın. Günde beş vakit namazın olacak. Talim yapacaksın. En sıcak vakitlerde bile örtüneceksin. Tenin zararlardan korunacak. Dilin, en öfkeli anlarında bile, bir sınırı geçemeyecek. Duracak. Ne kadar albenili dursalar da günahkâr eğlencelerden uzak kalacaksın. Küçük görme. Bakarsan ciddi bedeller bunlar. Düzlükte yaşanacak bir hayattan vazgeçiyorsun sen.

Birşeye niyet ettin çünkü. Bir manzaraya talip oldun. Aşağılar yetmez göründü sana. Sonsuzluğa talip oldun. Az şey değil. Hiç az şey değil. Zerresin ama Şems-i Sermed'i istiyorsun artık. Hiç ender hiçsin ama bütün mevcudatı umumen istiyorsun. 'Bedelini sevmek' başka şey amma, sormadan edemiyorum arkadaşım, nasıl 'bedel ödememeyi' beklersin? Nasıl zahmetlerden alınır, Allah'a gönül koyarsın, nazlanırsın? Talip olan sensin. Bu dünyayla yetinemeyen sensin. Allahsız bir hayatın boşluğundan yakınan sensin. Fanilikten usanan sensin. Sevdiklerini kaybetmekten yanan sensin.

Nasıl bütün bunlardan kaçmak için girdiğin bir yoldan yakınırsın? Kendin diledin onu oysa. Böyleyken halimiz, Bediüzzaman'ın, Mevlana Celaleddin-i Rûmî'den (Allah ikisinin de şefaatine nail eylesin bizi) alıntıladığı gibi değil midir? Hani o 'Kalubela gününü' pek güzel tasvir eder ve der: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Bela/Evet' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." Evet arkadaşım. O halkaya katılmadan dağı tırmanamazsın. Tek başına dağcılık olmaz. İz lazım. Tecrübe lazım. Dost lazım. Sonra Derviş Yunus'un (k.s.) tarif ettiği gibi olur halimiz: "Göçtü kervan, kaldık dağlar başında..."

9 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 2: Kur'an'a odaklanayım derken eldeki dinden olmak

Bugün sizinle Emre Dorman'ın twitlerinden birisini daha analiz etmek istiyorum. Bu pek ehl-i akıl geçinen hocalarımızın ettikleri kelamların arkasında ne kadar akıl var, hep beraber görmeye çalışalım. Meşhur twitimiz şu: "Peygamberimizin şüphesiz güvenilebilecek tek hadisi vardır, o da Kur'an'dır. Dolayısıyla dinin tek güvenilir kaynağı vardır, o da Kur'an'dır." Analize geçmeden önce bir tesbitimi sizinle paylaşmak isterim. O tesbit de şu: Kur'an müslümanlığı savunucularının aforizma merakı.

Evet, Mustafa İslamoğlu'sundan tutun Emre Dorman'ına kadar hepsinde bir Polat Alemdarlık var. Kurtlar Vadisi senaryosu yutmuş gibi afilli cümleler kurup, davalarını da onlara dayandırıp duruyorlar. Fakat kurcalasanız altlarındaki hakikatin boyu ne kadar?

İşte bugün bir tanesini kurcalayacağız, ancak daha ona geçmeden bu 'benzeyiş' bana sırlı geliyor. Müseylemetü'l-Kezzab'dan bu tarafa 'belagat' sahiplerinin, yeteneklerini 'hakikat'e hizmet ettirmedikleri sürece, bu ümmet için nasıl bir tehlike oluşturdukları hepimizin malumudur. (Bediüzzaman da Ene Risalesi'nde Kur'an'a hizmet etmeyen felsefenin tehlikesine dikkat çekmez mi?) Demek güzel söz söylemek yalnız başına hüner değil. Hüner, 'estetik'ten öte 'hakikatli' söz söylemek. Bu noktada insanımızın da sözdeki estetiğe/efsunî etkiye değil, özündeki hakikate talip olması lazım. Bir tuzafın fâşıdır bu söylediğim.

Bir önceki yazımda Emre Dorman'ın hadis ilminde ehl-i ihtisas olmadığını söylemiştim. O sözümü geri alıyorum. Çünkü bunu söylerken en azından bu konuya dair biraz malumat sahibi olduğunu sanıyordum. Dorman düşündüğümden de kötü durumdaymış. Hadisin neye dendiğini, vahyin ne olduğunu birbirinden ayıramayacak ve Kur'an'ı da hadis diye tarif edecek seviyede yüksek bilgi sahibiymiş(!). O yüzden uyarımı geri aldım. Böyle birisine 'ehl-i ihtisas değilsin' uyarısı yapmak abesle iştigal olur. Zira bu cümleyi Dorman'ın yüzüne kurmak için önce Dorman'a hadiste ehl-i ihtisasın ne olduğunu izah etmek gerekir. Olmadığı şeyi söylerken bilmediği şeyden bahsettiğimi bilmiyordum. Böylece o tesbitimi tashih etmiş oldum.

Peki, Kur'an'ın, Allah Resulünün sözü anlamına gelen 'hadis'ten başka birşey olduğunun altını çizdikten sonra (ki bu çizişi standart müminler için değil Emre Dorman için yapıyoruz) şöyle bir konuya gelelim: İslamî bilginin kaynakları nelerdir?

Başkaları başka başlıklar kullanabilirler, ama ben mürşidimin kullandığı kategorizasyonu tercih edeceğim: Bize Cenab-ı Hakkı tanıtan üç büyük küllî muarrif vardır: 1) Kitab-ı Kebir-i Kainat. 2) Nübüvvet ve özelde Allah Resulü aleyhissalatu vesselam. 3) Vahiy ve özelde Kur'an'ı Hakîm. (Özelde ifadesiyle andıklarım temsil ettikleri kanunun bu ümmete bakan yüzünü teşkil edenlerdir.) Yani biz Cenab-ı Hakkı üç bilgi kaynağından öğreniriz: 1) Kainat ve onun bize Yaratıcısı hakkında kazandırdığı marifet. 2) Peygamberlerin ve özelde Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatu vesselamın aktardığı marifet. 3) Vahyin ve özelde Kur'an-ı Kerim'in doğrudan Allah'ın kelamından bize aktardığı marifet. Biz Cenab-ı Hakka, hakikatlerin hakikatine dair bilgiyi ancak bu üç kaynaktan elde ederiz. Sair kaynaklar ancak bu 'üç büyük küllî muarrif'in cüzleridir. Onlardan ışık alan aynalarıdır. (Bediüzzaman Mesnevî-i Nuriye'de dördüncü bir öğretici olarak vicdanı da anar. Ancak diğer yerlerde hep üç olarak zikrettiğinden ben de bu genel tarik üzere gideceğim.)

Bu kaynaklara dikkatle baktığımızda şunu görürüz: Kaynaklardan birisi aklîdir. Diğer ikisi naklîdir. Yani kainat, aklî bir çalışmayla çözülebilecek, her an açık tefekkürî bir marifeti bugün bize sağlarken; Kur'an ve sünnet, naklî, yani bizden öncekilerin bize aktardığı kadarıyla, hakkında bilgi sahibi olduğumuz marifet türlerini ifade eder. Bence bu aklî ve naklî ayrımı kesin bir çizgi sayılamaz. Kur'an ve sünnetin akılla tahlil edildiğinde 'Bu kelamın sahibi ancak Allah olabilir!' veya 'Bu ahlak ancak Allah'ın Resulünde bulunabilir!' dedirdiği çok şeyler vardır. Nitekim Bediüzzaman da Allah Resulünü Kur'an'ın bir mucizesi olarak, Kur'an'ı da Allah Resulünün bir mucizesi olarak anmıştır.

Bunun dışında kainat bilgisinin de ne kadar aklî olduğu tartışmalıdır. Zira naklî bir önbilgi, bir yol gösteriş olmadan kainat hakkında yapılan tefekkürün bizi İslam'ın istediği akaide (tüm dengesi ve detaylarıyla) götürebilmesi zordur. (Kaç kişi bulabilmiştir şimdiye kadar öyle tevhidi?) Bediüzzaman bu yolun müşküllerine de Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yol örneklemesinde değinir. Naklî deliller eşliğinde girilen bir aklî tefekkür, asansör gibi uçarak kolayca yolculuk ettirirken; nakilsiz aklın tefekkürleri dağları/taşları parçalamak veya uzun uzun yolculukları/mesafeleri aşmak olarak resmedilir. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, bu noktadaki duruşu da daha net anlaşılır.

Şimdi gelelim Dorman'ın muhteşem twitine. Allah Resulünün güvenilecek tek hadisinin(!) Kur'an olduğunu söylerken aslında Dorman bize şunu söylemektedir kelamının mana-i muhalifi ile: Kur'an'ın dışında Allah Resulünden nakledilen hiçbir söze güvenilmez. Yahut da şunu demektedir: Allah Resulünün sözü olarak nakledilen (Kur'an dışında) hiçbir söz aslında onun sözü değildir. ('Kur'an, Allah Resulünün sözüdür' mü demek istemektedir? Hadi o kadar suizan etmeyelim.) Peki, Dorman'ın boyunu bir hayli aşan bu Polat Alemdar aforizmasının ulaşacağı sonuç nedir? Yani nereye varmak istiyordur Dorman bu sözü söylemekle? Yoksa biz de mi kendisiyle bir meşrep olup süper-hiper-acayip 'bilimsel' duruşunu şöyle tanımlamalıyız: "Sonunu düşünen kahraman olamaz!" Yok, öyle olmayalım. Biz yine biz kalalım ve Dorman'ın aslında ne demek istediğini ve bu redd-i hadis meselesinin nereye varacağını aklımızla arayalım:

Dorman aslında bize şunu anlatmak istiyor: Hadis gibi naklî bir delilin bütün ayakları sakattır, düzmecedir, kurmacadır. Yani hadis imamları, hadis ravileri, hadis ilmi, tebe-i tabiin, tabiin, sahabe... Hatta bunlara itimat etmiş, bunlarla amel etmiş, bunları doğru bilmiş herkes bir düzmecenin parçasıdır. Allah Resulünün hadisi diye birşey yoktur, ama bize 1400 yıldır böyle şeyler varmış gibi yedirilmiştir. Bu ümmet (ve özellikle bu ümmetin Allah Resulüne bizden daha yakın olanları) öyle fasık bir ümmettir ki, ta ilk elden son ele kadar, yememiş içmemişler, Allah Resulü ölür ölmez onun ağzından yalan sözler uydurmaya başlayarak birbirlerine nakletmişler, sonra utanmayıp onları yazmışlar/kitaplaştırmışlar, sonra ona bir ilim oluşturmuşlar, sonra onunla bir fıkıh kurmuşlar, sonra Kur'an'ı onlarla yorumlamışlar ve Allah Resulünün vefatının hemen ardından İslam'ı İslam olmaktan çıkarmışlardır.

Bir de öyle elele vermişlerdir ki bu fasıklıkta, o kadar organize çalışmışlardır ki, modern zamanlara kadar 'Yahu ne yapıyorsunuz?' diyen de çıkmamıştır içlerinden. Hiçbirisi diğerini açık etmeden, hep beraber, her asırda ümmeti sözde ışıklandıran bütün âlimler de bu oyuna iştirak etmişlerdir. Sayın Emre Dorman'a kadar gelen İslam mirası böylesine lanetli/berbat, böylesine sorunlu ve kusurlu bir mirastır. Şükür ki, Allah Resulünden 1400 sene sonra artık Emre Dorman vardır. O hadislere bakar bakmaz şıp diye meseleyi anlamış ve yüzlük ampul gibi hepimizi; "Yok abicim öyle şeyler! Uydurma bunlar!" diyerek aydınlatmıştır. Hey mübarek... Keşke evvel geleydin. Arada çok insan kaynadı gitti.

Ama bir saniye! Bu cümlede o zaman bir ikircik var. Eğer naklin bütün ayakları, kaynakları, elçileri, mirasçıları, derleyenleri, kitaplayanları, ders verenleri, ders alanları, ondan yorum yapanları, o yoruma uyanları, akaidcileri-fıkıhçıları-kelamcıları-muhaddisleri, otuz iki kısım tekmili birden böylesi fasıklardan ve Allah Resulü adına yalan söz uydurmaktan, yaymaktan, bile bile inanmaktan çekinmeyenlerden oluşuyorsa; o zaman aynı ellerden gelen Kur'an nasıl güvenilir olacaktır?

Öyle ya, bu Kur'an da aynı ellerden yine bir naklî bir bilgi olarak bizlere taşınıp gelmiştir. Yine aynı hafızalarda ezberlenmiş, yine aynı dillerden nakledilmiş, yine aynı ellerde taşınmıştır. Mesele hadis olunca yemedikleri nane, kırmadıkları ceviz, kandırmadıkları adam, uydurmadıkları yalan kalmayan bu insanlar; nasıl olmuştur da Kur'an mevzubahis olunca hiçbir ayeti değiştirmemişler, hiçbir yalan katmamışlar, hiçbir şeyi çıkarmamışlar, bir harfine bile dokunmamışlardır? Naklî delilin her ayağındaki/safhasındaki her insan, istisnasız, hadis konusunda böyle yalancının yalancısı, kötünün kötüsü, güvenilmezin güvenilmezi olduktan sonra, ey şeker abim, aynı ellerden gelen Kur'an'a daha kim inanır?

Siz ne derseniz değin, bu işte bir iş var. Bu Kur'an müslümanlığı birşeyin nihayeti değil, ilk adımı. Eğer naklî bilgiye güveni absürd/dayanaksız iddialarla böylesine kırarsanız, o bilginin yaslandığı herşeyi sarsarsınız. Yarın Kur'an'ın Allah'ın vahyi olduğuna da kimseyi inandıramazsınız. Oyun büyük. Bu insanların varmak istedikleri yer, en iyi ihtimal deizmdir. Allah'ı sadece kainat bilgisinden bulmak ve ötesini/naklî bilgiyi boşvermektir. Bugün hadise bunu yapan, yarın kaçınılmaz şekilde Kur'an'a da şunu yapacaktır. Çünkü Kur'an, sünnet ve kainat İslamî marifette birbirinden kopmaz bir bütündürler. Birisinin altını oymaya başlarsanız ötekinin de altını oyarsınız. Nübüvveti çıkarırsanız vahiy, vahyi çıkarırsanız da kainat deliline zarar verirsiniz. Bu insanlar İslam'a kuvvet olmuyorlar, İslam'ı deizme evriltmeye çalışıyorlar. Bunun bir adım ötesi de yine agnostizm olacak. Çünkü naklî delillerin bağlayıcılığını/belirginliğini yitirerek bu kadar izafîleşen bir kainat yorumu, Allah'ın varlığı ile yokluğunu bir hale getirecek. Uğraşılmayacak. Konuşulmayacak. Çok sinsi geliyor bu saldırı. Aptallığından bihaber, aklın zirvesinde gibi satıyor kendini. Çok kurnazca, aforizma aforizma yaklaşıyor, dikkatli olunmalı.

29 Haziran 2015 Pazartesi

Nonoşlar normalleşirken

Tarihi yalnızca siyaset üzerinden okumak hatalıdır. Eğer tarihi siyaset üzerinden okursanız, toprak kayıplarına itikadî kaymalardan daha fazla ehemmiyet verirsiniz. Ve Viyana kuşatmasının başarısızlığına, 'tekke ve zaviyelerin kapanması'ndan daha fazla ağlarsınız. Galibiyet Allah'ın elindedir; bir gün size verir, bir gün de sizi sınamak için kafirlere. İtikadî anlamda imtihan ve galibiyet, kafirin dünyevî başarısından bağımsız olarak şu sorunun cevabına bakar:

"Kaybettiğin gün de, Allah'a, galip getirdiği gün olduğu kadar inanıyor musun?" Onun emirlerine/nehiylerine, Allah Resulünün sünnet-i seniyyesine, selef-i salihinin uygulamalarına, mezhep imamlarına ve ictihadlarına... Bunlara hâlâ Mekke'yi fethettiğin günün sıcaklığında ve selabetinde inanıyor musun? Katıksız ve körkütük doğru olduklarını düşünüyor musun? Hakikatin yine senin elinde ve kalbinde kalan olduğuna emin misin? Eğer emin değilsen, işte o zaman mağlubiyetin hakikattir. Ve gerilemen kaçınılmaz. Nitekim karasal gerilemelerin sürekliliği, aslında itikadî gerilemenin kalplerde yaşanmasının bir sonucudur.

Bugün de aynı sorularla karşı karşıyayız. Modernizm, maddî galibiyetten gelen havasıyla aramızda dolaşırken; aç kalmaktan, ölümden çok İslam'ın "Doğru budur!" dediklerini doğru bulmakta zorlanmaktayız. Çünkü bize göre itikadî anlamda doğru olanın dünyada da bir getirisi/başarısı olmalı. Allah bunu garanti etmediği ve 'günleri çevirdiği' hakikatini bize Kur'an'da hatırlattığı halde, bizim dinden beklentimiz; bizi de en az Avrupalılar kadar zevk u sefa içinde yaşatması. Yaşatamıyorsa, o dinde hatalar var veya şimdiye kadar yanlış anlaşıldı.

Bütün ehl-i bid'a fırkalarına bakın hepsinin sapkınlıklarının arkasında bu beklentinin yıkılmışlığı/hırsı var. Dünyayı istiyordu. Allah vermedi. O zaman bu Allah'ın şimdiye kadar emrettiklerine bir bakmak gerek. Belki de yanlış şeyler emrediyordu? Bunu tabii böyle açıkça söyleyemiyor. Dediği daha çok şu: "Belki de şimdiye kadar bize yanlış anlattılar?" Ve bu yolda Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın bizzat sözleri ve uygulamaları bulunan hususlarda bile, (hatta nass-ı Kur'an'da bile) "O zamanlar öyleymiş!" deme cüretinde bulunabiliyor bu heva köleleri. Peki sahabiler, diğer âlimler, mezhepler? Mezhepler zaten ilk kafasına taş vurdukları Habil. İster selefî, ister modernist; hepsinin okun yaydan çıkması gibi öfkeyle ve rahatlıkla teşebbüs ettikleri şey, bugünün başarısızlığı üzerinden üretilmiş bir "Yanlış yapmış olmalıyız!" argümanına yaslanıyor.

LGBT'nin Onur Yürüşü adını verdiği, fakat kalbinde zerre miktar imanı olan herkesin açık yüreklilikle dile getireceği şekilde 'onursuzluğun dibi' olan eylemi twitter'da büyük tartışmalara neden olurken; dindar gençlerin dahi dilinde aynı tereddüdü görebiliyorsunuz. "Saygı duymak lazım!" diyorlar. Belki "Devir hoşgörü devri..." diyen de var. "Onları da Allah yaratmış!" kabilinden daha bir aj/cıtasyonlu savunmalar geliştirenlere de rastlanıyor. Fakat hepsinin özünde gördüğüm: Bu gençler artık şeriatın onlara durmaları gerektiğini söylediği yerden emin değiller. Bırakın hadis-i nebevide söylendiği gibi elle veya dille bir yanlışa müdahale etmeyi, kalplerindeki buğzu bile diri tutamıyorlar. "Saygı duyuyoruz!" söylemi içerisinde muhatap oldukları fiil meşrulaşıyor. Kalpteki imanın en son delili olan 'buğz' dahi yüreği terk ediyor. "Önemli olan insan olmak!" cümlesi, Asr-ı Saadet'te vahyin gördüğü hürmete bedel bir hürmet görerek dolaşıyor dillerinde.

Fakat Allah, 'önemli olan insan olmak' diye buyursaydı; neden ahlakımızın en derununa kadar tesir eden, hayatımızın her anına dahlolan bir şeriat emretsindi? Kur'an'da altıbin küsûr ayet indireceğine, "Adam olun!" cümlesini mübarek nebinin dilinden iletse yetmez miydi? Ne gereği vardı; komşu hakkına, ana-baba hukukuna, cinsel hayata, alışverişe, hatta sokakta nasıl davranmak gerektiğine kadar teferruatlı bir din göndersindi bize? Öyle ya, madem insan olmak yetiyordu, Ebu Talib iman etmese de olurdu, neden üzüldü Allah Resulü onun dilinden kelime-i tevhidi duymadığı için? Ve Hz. Lut aleyhisselam, sapkın kavmiyle neden mücadele etti onca yıl? Saygıyla yaşayıp gitselerdi ya beraber!

Bakınız, küçük gibi görünebilir, ama hiç küçük değil. Biz müslümanlar bu tereddütler içinde şunları ima ettiğimizin farkında değiliz: 1) Kur'an sadece o zamanki insanlara indi. 2) Allah Resulü sadece kendi dönemindeki insanlar için konuştu. 3) Allah, bütün zamanları kuşatacak bir şeriat gönderemezdi. 4) Bizden öncekiler bu dini bozdular. 5) Allah Resulü ve arkadaşları, bu dinin özünü anlayamayacak kadar zevakette ve ferasette bizden geridelerdi. 6) Allah (haşa), insanlara zalim davranıyor... Daha say say bitmez. Zaten bütün normalleştirmelerin özünde yatan şey şu: Dinin de seküler ilimler gibi zamanla gelişiyor olduğu düşüncesi. Halbuki din zaten zirvesine vurdu ve Hz. Resulullah döneminde rıza-i ilahîye uygun yaşamanın en üst seviyesine çıkıldı. Bundan sonra biz geriliyoruz. Yapabileceğimiz en iyi şey, onların bize bıraktığı mirasa elimizden geldiğince sahip çıkmak. Üstüne çıkmamız diye birşey sözkonusu değil.

"Recep'le Şaban'ın aşkına Ramazam engel olamaz!" sloganıyla pankart açıp dinimizi alaya almalarını bir kenara bırakıyorum; o sapkınların, o çirkin fiileri üzerinden bir müminden talep edecekleri hiçbir saygı olamaz. Mümin harama saygı duyan değil, karşı durandır. Şartlar el veriyorsa eliyle, şartlar el vermiyorsa diliyle durdurmaya çalışacak; şartlar daha da müsaadesizse en azından kalbiyle buğzedecek olandır. Suyuna gidecek veya hoşgörecek insan değildir. Bu noktada onu sınırlayacak olan da liberal ahlak ve hümanist düşünce değil; şeriatın sınırlarıdır. Yani haram işleyene uygulanacak yaptırımlar şeriat dairesinde nass-ı Kur'an, sünnet-i nebeviye, kıyas ve icma yoluyla zaten belirlenmiştir. Fıkıhta hepsi açıktır. Bir müslümana düşen, "Ya bu zamanda olmaz öyle şeyler..." demek değil, Allah Resulünden kendisine temiz eller üzerinden taşınmış bu mirastan razı olmaktır. Şeriatın çerçevesinde, ifrat ve tefrite düşmeden, hal çaresine bakmaktır.

Laik bir devlette yaşıyoruz. Bu belki işin ancak bir devlet otoritesince sağlanabilecek kısmına dahil olamayışımızı açıklayıcı bir hale getirebiliyor. Fakat haramı hoşgörecek, 'bu zamanın ilcaatı' nevinden kılıf bulacak da değiliz. Ona da buğzederiz. Gücümüz yetiyorsa dilimizle, gücümüz yetiyorsa elimizle; yine hukuk-u şeriat içinde kalarak tepkimizi gösteririz, göstermeliyiz. Her günahın normalleşmesi, onu hoşgörmekle başlıyor. Hoşgörmek meşrulaştırmanın ilk adımıdır. "Ya onlar da öyle yaratılmış" deyip, sanki hiçbirimiz günah işlemeye müsait yaratılmamışız gibi imtihanın amacını unutmak yanlış.

Zaten imtihan 'günah işlemeye müsait yaratılmışların buna karşı koyması' üzerine dönüyor. Sen hırsızlık yapabilirdin, yapmıyorsun; ben içki içebilirdim, içmiyorum. O da kendi içindeki çirkin temayülata 'dur' demek zorunda. Hepimiz birşeylere 'dur' diyoruz. İmtihan bu. Kardeşlerim, son cümlelerim: Allah'ın dininden razı olun. Allah'ın emir ve yasaklarından razı olsun. Çünkü Allah, ancak dininden razı olanlardan razı olur.

26 Haziran 2015 Cuma

İstiklal marşı sorgulanmaz mı?

"HDP'liler de aynını söylüyor..." diye hakikati terketmem. Bunu yazının hemen başında söylemek zorunda değilim. Hatta yazının hiçbir yerinde bunu söylemeye mecburiyetim yok. Fakat bazı kardeşlerim kendilerini hüsnüzanna değil, suizanna memur bildikleri için, o suizanların yolunu 'Safiye'nin yüzünü açmakla...' hemen kapamak dilerim. Efendim, Kürdüm, fakat HDP'li değilim. (Kürtler bunu söylemeye mecburlarmış gibi hissederler hep, nedense?) O mecraya hiç oy vermedim. Parti olarak savunmadım. Çizgileri de doğru bir çizgi olarak görmedim. Fakat zaman zaman kelamlarının içinde doğru şeyler gördüm, destekledim. Milliyetçiliğe ise, elimden geldiğince, her türüyle düşmanım. Milletimi yalnız İslamiyet biliyorum. Fakat Allah'ın yarattığı her farklılığa da şeriat dairesinde müsaadekârım. Onların da Allah'ın ayetleri olduğunu düşünüyorum. Nitekim Kur'an diyor: "Dillerinizin ve benizlerinizin farklı oluşu da yine onun ayetlerindendir."

Bediüzzaman'dan 'fena ve fani' adamların dillerinden bile 'güzel ve baki' bir söz sâdır olabileceğini ders aldığımdan, kişiden ziyade söze bakarım, baktım. 'Hiç kişiye bakmadım!' demiyorum. Çünkü ne söylendiği kadar, kimin söylediği ve kime söylediği de önemlidir, bilirim. (Onları da sözün değerine değer katan veya değer çalan şeyler olarak görürüm.) Bu minval üzere hak gördüğüm şeyi delillerimle yazmaya çalışırım. Fakat insaf bir noktada spesifik birşey olduğundan dolayı, elbette beni insafsız bulanlar da olacaktır. Nitekim; Kürtçüler tarafından 'Türkler arasında asimile olmakla' ve Türkçüler tarafından 'Kürtçülük yapmakla' yaftalandım. Böylesi gariplikler 'ne mutlu o gariplere' hakikatini bilene zor gelmemeli. Kalabalık ifratta veya tefritteyse, garip kalmak, kalabalığa uymaktan iyidir.

Meclisteki yemin töreninden beri süregiden İstiklal marşı tartışmalarında da, yine bu çizgi üzerine, şeriatın sınırlarında kalmaya dikkat göstererek sarf-ı kelam edeceğim. Üstadım gibi derim: "Kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin." Ve yine onun gibi derim: "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." Bu nokta-i nazardan sapan bir cümlenin dilimden sâdır olmamasını Cenab-ı Rabbü'l-Âlemin'den dilerim.

Öncelikle şunu sormak istiyorum: İstiklal marşı nedir? Yani mecliste 12 Mart 1921'de kabulünden, yazılış sürecinden, yazarının hayatından, yüzyıla yakındır onu söylememizden ötede İstiklal marşının mısraları yalnızca nedir? Yalnızca şiirdir. İstiklal marşı diye kutsallaştırdığımız şey, aslında bir şairin yazdığı şiirden ibarettir. Bu noktada mezkûr metnin, bir şiirin uğrayabileceği her türlü eleştiriye uğrayabilmesi gerekir. 13. Söz müellifinin "Şüphesiz bir sana şiir öğretmedik..." ayetinin tefsiri sadedinde söylediği herşey, İstiklal marşı için de geçerlidir:

"Şiirin şe'ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur'ân'ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır." Ve yine Mesnevî-i Nuriye'de der ki Bediüzzaman: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalâttan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de, âyetler, sahibinin şuûnat ve ef'âlinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de, filcümle âdi şeylerden bahsi harikulâdedir. Şiirin harikulâdelerden bahsi, alel-ekser âdidir." Ve yine yine başka eserlerinde de Bediüzzaman, 'Kur'an'ın kendisini şiir olmaktan tenzih etmesi' üzerinden şiirin özü üzerine analizler yapar. Bilenler bilir. Muhakemat isimli eserinde de buna dair eleştirileri bulunur.

Dikkatimizi çektiği şudur Bediüzzaman'ın: Beşer kelamının en sanatlılarından olan şiir dahi, Kur'an'la muvazene edilemez. Çünkü insan elinden çıkmış olmanın kusurlarını taşımaya müsaittir ve taşır da. Mübalağa eder, hakikatin muvazenesini bozar, hatta kafiye denk gelsin diye bazen hakikati dahi incitir. Şiir bunu yapar ve yapmaya yapısı yatkındır. Fakat vahiy böyle değildir. Bu yüzden şeriat şiir üzerinden değil, vahiy üzerinden savunulur. Şeriat şiir olarak değil, vahiy olarak inmiştir. Allah Resulü de bir şair olarak gelmemiştir. Şiir dinlemiş, hakikatli olan şiiri sevmiş, ama şiir yazmamıştır.

Bu noktadan hareketle, müellifi kim olursa olsun, şiir metninin hataya müsait bir metin olduğunu takdir edebiliriz. Her ne kadar HDP çizgisinin İstiklal marşına karşı duruşu böylesi nitelikli ve entelektüel bir analize dayanmıyorsa da, bu noktada dayandıkları bir hakikat vardır ve bu hakikat, birazcık özüne indiğinizde, aslında şeriatın da bir hassasiyetine ilişkindir.

Bundan yıllar önce katıldığım bir umumî derste, dersi yapan profesör tam da Mesnevî-i Nuriye'den alıntıladığım ilgili kısmı okurken katılımcılardan birisi şu soruyu sormuştu: "Mehmet Akif'in şiirleri de mi bu gruba dahil?" Belki bu yazıda anılmasından hoşnut olmayacağı için ismini yâd etmediğim o profesör şöyle demişti: "Evet, elbette, Mehmet Akif'in şiirleri de bu hataya müsaittir. Mesela şöyle bir şiiri var: 'Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? /Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!' Buradaki 'Yok musun ey adl-i İlâhî!' ifadesi Allah'a karşı edebe uygun düşmez. O yüzden şiire karşı tereddüdümüzü korumamız lazım."

Böyle bir metin analizini Bediüzzaman'ın da Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Şerif'ine yönelik yaptığını görürüz. Elimden gelse, tüm metin eleştirmenlerine 'denge' bulmaları için okutmak istediğim bu metinde şöyle der Bediüzzaman: 
"Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur ki, 'Habîbullah' lâkabı ona verilmiş. İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi, 'Ben sana âşık olmuşum' tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe'n-i rububiyete münasip olmayan mânâyı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine 'Ben senden razı olmuşum' denilmeli."

Görüldüğü gibi burada şeriatın dengesi hatırına Mevlid-i Şerif metni gibi kutsallıkta herhalde İstiklal marşına bir hayli fark atacak ve ümmetin rağbetini görmede yine İstiklal marşından üstün bir metne Bediüzzaman'ın bir 'düzeltme' yapabildiğini görüyoruz. Bu bize şunu söylüyor: Hakkın hatırı şiirin hatırından da âlidir. Hatırasının sahip olduğu hatırdan da âlidir. Şairinin yanımızda sahip olduğu hatırdan da âlidir. Ne hatırasını, ne şairi incitmeden; ölçüyle 'tehlikeler' giderilmelidir.

İstiklal marşına dönüp yüzümüzü çevirdiğimizde de bence sorun bundan daha ötede değil. Kendim, şahsım adına, merhum Mehmet Akif 'i katiyyen ırkçı bulmuyorum. Kendisi ittihad-ı İslam ve ümmetin çileleri adına kalbi çatlayan bir insandır. Mazisi, mısraları ve hatıraları bunun örnekleriyle doludur. Fakat bir insanın hayatının böyle olması, metinlerinde kusur bulunmayacağını göstermez. Nitekim; daha 'ırk' meselesine gelmeden, "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım..." ifadesinde söyleyen için itikadî bir tehlike yok mudur? Metin içinde geçen 'ebedî'likler saadet-i ebediye ile açıklanabilirken (insan sonradan varolmuş bir varlık olduğu için) Cenab-ı Hakka mahsus olan 'ezel'in insana atfı bir sorun değil midir?

Metin içindeki ırk ifadelerinin de, üzerinden bu denli yoğun bir Türk milliyetçiliği (ve buna mukabil yükselmiş bir Kürt versiyonu) geçmiş bir millette kem çağrışımlar yaptığını kim inkâr edebilir? Haydi, yalnız Selahaddin Demirtaş ve HDP'liler yanlış anlıyor olsun Kürt tarafında; Türk tarafında bu ırk kelimesini 'ümmet' olarak anlayanların sayısı kaçta kaçtır? Ve hakikatte bu kelime ümmet ifadesini ne kadar karşılar?

Merhumun bu kelimeleri ne için seçtiğini bilmiyorum. 'Safiye'yi kafiyeye feda etmek...' kabilinden ahenk için olabilir. Aklına böyle bir tehlike gelmemiş olabilir. Şiirin, zamanın ve hâdisatın heyecanından olabilir. Ümmet davası çizgisinde yaşanmış bir ömür elbette onu temize çıkarır. Fakat hakikat-i şeriatın önünde hangimiz bu kelimelerin hakikatin ta kendisi olduğunu söyleyebiliriz? Bundan ötede; "HDP'lilerin niyeti şudur. İstiklal marşını tenzih edenlerin gerekçesi budur. Her doğru her yerde söylenmez..." Geçiniz efendim geçiniz, ben niyete bakmıyorum. Çünkü "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." HDP'liler de aynını söylüyor diye hakikati terketmem.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Siyasete giriyor, girmiyor, giriyor, girmiyor...

Şununla yüzleşerek başlamalıyız: Nur talebeleri olarak siyasetle ilişkimiz çok oynak bir zeminde duruyor. Türkiye'nin iktidar mücadeleleri ve o mücadelelerin gerektirdiği konjonktür çerçevesinde 'mutlak bir ilgisizlik' ile 'her seçimden önce desteklediğimiz partiyi beyan etme' arasında savrulup duruyoruz. Takdir edersiniz ki; bu pozisyonlardan her birisi, diğerini tevil etmekte zorlanmamıza neden oluyor. Hatta bazen bir dönem içinde iki farklı Nurcu grubun birisi bir pozisyonu, diğeri ötekini seçebiliyor. İkisi de duruşlarının dayanağı olarak Risale metinlerini ve Bediüzzaman'ın hayatını şahit gösterebiliyorlar. Birbirlerini de 'duruşu bozmakla' itham etmekten çekinmiyorlar.

Sorsanız, onlar bir kısmını gösteriyorlar, ötekiler diğer bir kısmını. Neredeyse izafî ve günün bakışaçısıyla beslenmiş/yönlendirilmiş bu teviller öyle bir noktaya geliyor ki; Risale-i Nur'dan bir anlam/duruş çıkarılmaya çalışılmıyor artık. O gün için 'kazandıran' anlayış/yorum Risale-i Nur'a dayatılıyor. Tevil memurlarına dönüşüyoruz. Bütünden habersiz, parça efendileri... Dün körkütük yanlış olan, bugün körkütük doğru haline gelebiliyor. Bir bakıyorsunuz, dün sizi 'siyasete fazla karışmakla' uyaran insanlar, bugün sizin uyarınıza 'Konjonktür gerektiriyor!' cevabını verebiliyorlar. Siyasi gazetesi olan, siyasi twitinize 'siyasileştiğiniz için' kızıyor.

Farklılıklar Allah'ın kanunudur. Elbette hiçbir zaman ulus-devletlerin (belki Kur'anî tabiriyle Firavunların denmeli) arzu ettiği şekilde tektip olmayacağız. Bazımıza o doğru gelecek, bazımıza şu. Fakat yine bazı 'bazılarımızın' bütünü temsil eden yanları da var. Mesela; içimizde öyle 'bazıları' var ki, onların yaptıkları veya söyledikleri geçmişten bugüne 'bütünün rengini verdiğini düşünüldüğünden' yani 'cüz değil cüzî olduklarına iman edildiğinden' daha fazla dikkat edilesi. Ağabeylerin konumunun Nurcular içindeki önemi bu.

Yani bir ağabey açıklama yaptığında, her ne kadar bu onun kendi beyanından/reyinden ibaretse de, genelde öyle anlaşılmaz. Onun duruşunun bir sembolik anlamı vardır çünkü. Kendisi bu sembolik anlamı reddetmediği, aksine hayatı boyunca sahiplendiği için bir nevi gayrıresmi sözcümüzdür. Bir ölçüde bizim adımıza konuşma yeteneğine sahiptir. Ve biz de, onların yaptığı kimi açıklamaları (genelde işimize gelenleri) sahiplenmeyi severiz. Bazı savunuruz, bazı eleştiririz, bazı onlar üzerinden münakaşa ederiz, bazı kendi ağabeyimizi ötekinin ağabeyine galip getirmeye çalışırız vs... Bunlar hep olan şeyler. Şaşılacak kelamlar etmediğim kanaatindeyim.

Teviller konusunda da çok kapalı devre düşünmüyorum. Evet; mezhepler, meslekler ve meşrepler arasındaki farklılıklar ehl-i sünnet çizgisi korunduğu sürece şeriat içre olduğu gibi; şeriatın ruhsat tanıdığı farklılıkların tamamı da Nurculuk içre olabilir. Nihayetinde Bediüzzaman da tektipçi zihniyette olmadığını beyanlarıyla ve yaşayışıyla göstermiştir. Kastamonu Lahikası'nda "Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir..." derken 'çok sıkı tutmayınız' dediği nedir? Belki de bu meşveretin bağlayıcılığıdır. Herkesin bir meşrepte olmayışı ile bağlayıcılık/sıkmak üzerinde ters orantıyı gören Bediüzzaman, bu farklılıkları da kardeşlik içinde saymıştır. Buradaki kantarın iki topuzu vardır: 1) Meşveretin uzlaşma imkanı. 2) İki meşrebin uyuşmazlığı.

O yüzden ben bu farklılıkların gözetilmediği her 'bütün' açıklamasından rahatsız oluyorum. Bediüzzaman DP'ye açıktan oy vererek destek çıkmış mıdır? Evet. Şimdi ağabeylerin açıktan AK Parti'ye destek vermesi bununla tevil edilebilir mi? Zeminleri ve şartları tartışılabilir, ama evet. Fakat bu tevil hakkı, o tevili yapanlara bütünün ayağını/iradesini bağlama hakkını verebilir mi? Hayır.

Neden? Çünkü 'herkes bir meşrepte olmaz.' Ve Nurcuların bütüne dair yaptıkları açıklamalarda bile altını çizmeleri gereken ilk husus budur: Nurculuk bütünün bir renkte olduğu, oyların veya akılların ağabeylerin cebinde/iradesinde olduğu bir sistem değildir. ('Zaman tarikat zamanı değil' demeden çok önce, Münazarat'ta manaca söylediği birşeydir Bediüzzaman'ın: 'Zaman aşiret zamanı da değildir.') Akıllar ağaların ceplerinde ilelebed kalamaz. Bir açıklama yapacaklarında ağabeyler, özellikle de böyle birey iradesiyle ilgili meselelerde ve şeriatın farklı hareket etmeye cevaz verdiği hususlarda, yaptıkları açıklamanın bütünü bağlamadığını ve bağlayamayacağını, kişisel düşünceleri olduğunu belirtmelidirler.

Abdullah b. Ömer'e (Allah ondan razı olsun) aktarılan şöyle bir olay okumuştum yıllar önce: Abdullah b. Ömer'in tavır ve davranışları o kadar çok sünnet-i seniyyeyi yansıtırmış ki, insanlar onun yaptığı her davranışı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakının bir parçası görerek/okuyarak taklit ederlermiş. Bir gün saçlarını kestirdiğinde halkın arasında şöyle nida etmiş: "Ey insanlar, bu yaptığım sünnetten değildir, fakat saçlarım çok rahatsızlık veriyordu."

Şimdi bizim ağabeylerden de öncelikle beklediğimiz bu. Bir makamda, bir ünvanla ve birşeyleri temsil ederek konuşuyorsunuz. Cüz değil, cüzîsiniz. Sizden çıkan ses bütünün sesinden haber veriyor sanılıyor. Hem içeride, hem dışarıda. Üstelik sesinizin taklitçisi de çok. Sizdeki bir davranış sizden sonrakilerin delili oluyor. Nurculuğa montajlanıyor. Kanunlarınızın tazkiyatı altında kalan fertlerin zarar görmemesi için onların varlığını gözetmek, hatırlatmak, korumak öncelikle sizin göreviniz. Ve eğer duruşunuz bütünün sahip olduğu tek duruşu, mecbur olduğu duruşu ifade etmiyorsa, bunun da altını çizerek caddenin kübra kalmasına çalışmalısınız. Yoksa her açıklamanızda o cadde daralır. İçine sığamayanlar sizin yorumuzu kübranın sınırı sanıp caddeye küser.

İkincisi; pekçok farklı yorum ve tevil yapabilmekle birlikte, şunu hiçbir Nurcu reddetmez kabul ediyorum: Nurcuların olmasa bile Nurculuğun siyasetle teması asgarî tutulmalıdır. "Hiç olmamalıdır!" demiyorum bakın. Bunu hiçbir zaman başaramadık. Hep bir temasımız oldu ve belki olmalı da. Çünkü mesleğimiz ve meşrebimiz toplumsal hayatı dışlamayı gerektirmiyor. Toplumsal olan da bir şekilde siyasete temas etmek zorunda. Nihayetinde mağaralarda yaşamıyor Nurcular. Hal böyle olunca siyasete temas etmeleri, haberdar olmaları ve bir tavır takınmaları kaçınılmaz. Sabahtan akşama kadar birbirimizi 'Siyasete karışma!' şeklinde uyarsak da en tepeten ayak ucuna kadar karışıyoruz ve karışacağız, bu değişmiyor. Öyleyse asgarî müştereklerde buluşalım.

Nurcuların olmasa bile (bu çok nadir fertlerde bir meziyet) Nurculuğun siyasetle teması asgarî olmalı. Yani zaruret gerektirmedikçe "Nurcular şu siyasi partiyi destekliyor!" tarzı birşeye uzanmamalı bu iş. 17 Aralık süreci, taraflardan birisi de Nurculukla ilintili olduğu için, belki böyle bir ayrım noktasında bizi mecbur kıldı. Hem meşru idare tehlikedeydi ve korumak dinin/dinin gereği olan hürriyetin yararınaydı. Onlar gibi düşünmediğimizi ve öyle olmadığımızı açıkça beyan ettik. Bizi temsil eder konumda olanlar da beyan ettiler. Amenna! Fakat şu önümüzdeki seçimler için böyle bir zaruret var mı? Nurculuğun kendisini ifade etmesine mecbur ederek bir güçlük görünüyor mu? Ben öyle birşey göremiyorum. Hatta ağabeyler böyle bir beyanatta bulunmasalar kimse dönüp onlara ne düşündüklerini sormayacaktı bile. Çünkü herkesin durduğu yer belli. Oyunu vereceği yeri seçmiş. Hele Nurcular düzeyinde zaten iradeler yeterince net. İsteyen istediğine 'iradesine perdeleyen bir sis olmadan' verecek. Nurculuğun da ağabeyler diliyle bir irade beyan etmesine gerek var mıydı?

Kaldı ki; bu irade beyanında hiçbir çerçeve de çizilmemiş. Yani "Bu siyasi kuruma desteğimiz şu şu şu çerçevede hareket ettiği için ve böyle hareket ettiği sürece devam edecektir. Ve önümüzdeki dönemde de yine şunları şunları yapmasını talep ediyoruz..." tarzı hiçbir sınırlamaya sahip değil. Mutlak, körkütük bir destek gibi duruyor. Amaçsız, nedensiz, gereksiz. İnce hesaplara çok kafam basmıyor ama; Demirelcilikten yeterince çekmedik mi ki, yoğurdu üfleyerek yiyemiyoruz hâlâ? Bu noktada Lahikalar'a dikkat edelim. Bediüzzaman'ın DP'ye verdiği desteklere hep talepler/çerçeve tayinleri eşlik etmiyor mu? Hep tavsiyeler, hayra ve İslam'a yönlendirmeler bulunmuyor mu? En azından desteğin 'şartlara bağlı olduğunu' daha çok hissettirmek gerekmez mi?

Üçüncüsü; bu konu hakkında daha evvel de yazdım, Nurcuların siyaseti etkilemek için siyasete böyle kenardan müdahil olmasına gerek yok. Ehl-i Beyt'in siyaset dışı fakat kemalde duruşunun Emevileri şeriatın sınırlarında kalmaya zorlaması gibi bir duruşa sahip olmamız lazım bizim. Ehl-i Beyt mesleği dediği Üstadın biraz da bu. Siyasete karışmadan ama siyasetin kendini ona göre düzeltmeye mecbur olduğu bir kıyas ölçüsü. Ümmet için bir doğru referansı. Biz bu olmaya çalışmalıyız. Zira dinî ve toplumsal sorunların 'ancak siyaset kurumuyla ve topuzuyla' çözülebileceği ehl-i sünnet âlimlerinin ve dolayısıyla Bediüzzaman'ın kanaati değildir. Ne İmam-ı Azam'ın kadılığa ihtiyacı olmuştur ne de Bediüzzaman'ın şark umumî vaizliğine. Devletler, hükümetler ancak 'gölge etmezler' ve hayrı gözetirler.

"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Benim endişelerim buralardan besleniyor ve siyasete ayar verecek güvenli bir mesafenin her zaman korunması gerektiğini düşünüyorum. Bütünleşmek, karışmak, karıştırılmak tehlikelidir. Gülencilerin hali ortadadır. Hangi partiye oy verirse versin, onu uyarabilecek ve vazifesinin siyasilere gaz vermek değil ayar vermek; onların o sorunlu ('ekserce müttaki olmaz'lı), yani günaha müsait alanda yoldan çıkmalarını merhametle engellemeye çalışmak olduğunu bilmeli Nurcular. Nurcular başaramasa bile Nurculuk... Nurculuk bizim ferdî hatalarımızdan mahfuz kalmalı. Bu korunmanın en büyük sorumluluğu da benim gibi cemaatsizliği evvelden beyan etmişlere değil, sözleri Nurculuğun sözü sayılanlara düşüyor. Allah, bizi istikametten ve merhametten ayırmasın. Amin.

9 Ekim 2014 Perşembe

Leman Sam ve kurban üzerine: Bazen insan şefkatiyle de sınanır

Hiç boşta kalmıyoruz. Fazıl Say'ımız olmazsa Hülya Avşar'ımız, o da olmazsa bir başka 'İslam uzmanımız' dinî vecibeler hakkında bizi bilgilendiriyorlar. Eğitim dönemlerini 'dinle ilgilenmeyerek' geçiren bu uzmanlar, bu şekilde kazandıkları uzmanlığı, cahilce empatilerini vicdanın sesi yerine koyup bunu bize dayatarak, büyük yararlar(!) sağlıyorlar. Fatiha'yı okutsan okuyamayacak, elifi görse mertek sanacak dehaların fıkhı hallaç pamuğu gibi attığı, Kur'an okunmadan Kur'an hakkında konuşulan ilginç bir devirdeyiz. Diploması olmayan doktorluk yapamaz, ama camiden yolu hiç geçmemişler din konusunda ahkam keser ahirzamanda.

Uzmanlaşma istemeyen tek ilim dalı: Din. Erkan öğrenmede Zekeriya Beyaz'a kadar düşen bir medyada, bir adım ötesinde yer alan sanatçılarımız neden görüş beyan edemesinler? Ederler elbet. Geçtiğimiz günleri de Leman Sam'ın kurban hakkındaki twitini anlamlandırmaya çalışarak geçirdik: "Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır, IŞİD beni şaşırtmıyor."

Kasaplar Odası bu sözden üzerine alınıp bir cevap yayınladı mı, bilmiyorum. Ama ben hem onlar, hem kendi adıma alındım. Takdir edersiniz ki, mevcut anayasal düzende suça karışmış hayvan bulabilmek zor. Sovyet Rusya'da olsaydık, belki. Soljenitsin hikayelerinde böyle şeyler olduğunu anlatıyor. Ama bizde yok. Bir de kurbanlık şartlarını düşününce bu kesilebilecek hayvanı bulmak iki kere zorlaşıyor. Hem köftehor bir kere suça karıştıktan sonra sahibinin yanında durur mu hiç? Elbet, efendi olanlar getiriliyor satış alanına. Bu yüzden de biz hep masum hayvanları kesiyoruz. Nasıl da yakaladı 14 asırdır düşünemediğimiz noktadan bizi Leman Sam. Hay aksi! Fakat bir saniye: Ya bitkiler? Biz onları da bıçakla kesiyoruz bazen. Salata falan yaparken. Domatesler suçlu mu peki?

Görüyor musunuz nerelere uzanıyor bu iş. Bir de IŞİD'den açıklama gelmiş diyorlar. Onca işgalin, kıyımın içinde üşenmemişler Leman Sam'ın twitini değerlendirmişler. Halife Hazretlerinin cevabı ise şu: "Leman Sam'ı şaşırtmaya çalışmıyoruz."

Üstelik Leman Sam vejeteryan falan da değilmiş. Hele balık falan çok severmiş diyorlar. Demek ki, onların ecelleriyle ölmesini bekliyor, sonra yiyor. Kalmadı ki böyle ince düşünceler. Leş yemek akbaba zerafetidir. Yemesek de saygı gösteririz.

Şakası bir yana, aslında bütün bunlar tek sebepten: Empatik cehalet. Yerine kendini koymakla 'yerinde olmayı' aynı şey sanmaktan. Örneğin; Leman Sam, istediği kadar empati yapsın, bir müslümanın mülk algısının nasıl olduğunu, bir müslüman kadar bilebilir mi? Yani varlığı nasıl gördüğünü? Ve nasıl düşünmekle mümin olunduğunu? Dinin böyle bir bakış açısı/varlık algısı da içerdiğini biliyor mu Leman Sam? Muhtemelen bilmiyor ve kendi varlık algısını bir müslümanın üzerine koyarak, onu öyle olmaya mahkum ederek, zalim benzetmeler kuruyor. Mesela diyor ki: Benim dünya algımda ancak herkes kendinin sahibidir. Herkes kendisinin olduğu için yaşam hakkı kutsaldır. O halde bir suça karışmadığı halde, masum kaldığı halde canı alınamaz. Canını alan, bunu, kendi keyfi ve sadistik tatmini için yapmıştır. Bu sadistik tatmin elbette o insanın sadist olduğunu gösterir. Müslümanlar kurban kestiklerine göre sadistler. Sadistler de elbette insan kafası keser. IŞİD'leşmesi şaşırtmaz.

Ne kadar güzel geldi buraya kadar değil mi mantık? Hiçbir sorunu da yokmuş gibi. Fakat öyle değil. İlk adımında yanlış var bu yürüyüşün. Dansa yanlış ayakla başlayanın toparlaması zor. "Herkes kendinin sahibidir..." Bir müslümanın mülke bakışı öyle değildir ki. Bir mümin için mülk Allah'ındır. Dilediği gibi tasarruf eder. Kendi hayatı da dahil olmak üzere bütün hayatlar Onundur. Yaşam hakkı, tüm hayatlar Onun sanatı olduğu için kutsaldır, kendi mülkü olduğu için değil. İnsan nefsine dahi zulmedemez, haddini aşamaz.

Bediüzzaman'ın 26. Söz'deki örneklemesiyle; terzi Odur, model birey birey bütün varlıklardır. Terzi, modeli kiraladıktan sonra, elbiseyi biçerken istediğini yapabilir. Oturur kaldırır, bollaştırır daraltır, istediği rengi istemediği rengin yerine yerleştirir, hakkı Ondadır. Model diyemez ki: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun."

Bu nedenle bir müslüman hayata da, hayatın başına gelen herşeye de güzel bakar. Çünkü nihayetinde Ondan gelinir ve Ona dönülür. Hastalık, musibet, ölüm, savaş... Bütün bu 'sureten siyah' tabloların içinde bir müminin gördüğü 'hikmeti bembeyaz terzinin' varlığıdır. Bir terzi onu oturup kaldırmaktadır. Elbisesini veya rızkını daraltıp bollaştırmaktadır. Yine bu nedenle "Birşey ya bizzat güzeldir veya neticesi itibariyle güzeldir." Müminin gözü böyle görür âlemi. Böyle gördüğü için de böyle hükmeder. "La ilahe illallah!" yalnızca 'La ilahe' değildir, aynı zamanda 'illallah'tır.

Bu kısım önemli, çünkü müminin günah/sevap algısı da bu mülk algısının üzerine bina edilmiş. Kürtaj gibi bir cinayete "Benim bedenim benim kararım!" diye destek verenlere müminin aynı stilde verebileceği cevap şudur: "Allahın bedeni, Onun emri." Bediüzzaman'ın, Ene Risalesi ismiyle meşhur, 30. Söz'ü 'emanet ayeti' ve o ayetten hareketle insanın mülk algısı üzerine inşa etmesi boşuna değil. Allah'ı bilmek için verilen 'mülk edinebilme yeteneği/vehmi' eğer yanlış kullanılırsa, Allah'ı bilme önündeki en büyük engele dönüşebilir. En görünmez silahı ise şefkat olur. Terzi ve model misalini verdiği kısma "Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım!" diye başlaması, bunun içindir. Allah'ın mülkünü Allah'tan alıp başkalarına veriyorsan, bunu hislerin en masumu şefkat ile de yapsan, yaptığın masum değildir. Çünkü insan, bazen şefkatiyle de sınanır. Tıpkı öfkesiyle, hasediyle, kibriyle, kıskançlığıyla sınandığı gibi.

Kur'an'da geçen, Bakara sûresinin 'bakara' ismiyle anılmasının da sebebi olan Hz. Musa kıssasını hatırlayalım. Bir çocuk, amcaları tarafından katledilir mirasına konmak için. İsrailoğulları bu çocuğun katilinin bulunması için Hz. Musa'ya gelirler. Hz. Musa, Allah'a dua eder. Ve Allah, İsrailoğulları'na bir inek kesmelerini emreder. (İneğin kemiğiyle dokunulduğunda çocuk canlanacak ve katillerini söyleyecektir.) Tam bu noktada Kur'an, onların tereddütlerini anlatır bize. İyice tarifini isterler, bulamıyoruz diye bahane ederler. Daha ayrıntılı bilgi gelir. Daha da diretirler. Daha da ayrıntılı bilgi vahyolunur. En sonunda öyle bir hayvan tarif edilir ki, işte budur demek mecburiyetinde kalırlar. Ve keserler. Fakat ayet onların halet-i ruhiyesini şöyle tarif eder: "Neredeyse kesmeyeceklerdi!"

Neden kesmemekte direndi İsrailoğulları? Bunun cevabını Bediüzzaman, 20. Söz'de, Eski Mısır teolojisinin tarım hayvanlarına kutsallık atfetmesine ve İsrailoğullarının da orada yetişmelerinden ötürü bu sığır-tapıcılıktan etkilenmelerine bağlıyor. Hatta Hz. Musa'nın Tur'a çıkışının ardından, Samiri'nin değerli madenlerden yaptığı buzağıya tapmaları da (icl hadisesi diye bilinir) bu görüşü destekliyor. Va vahiy, aslında onlara bu ineği kestirmekle bakar-perestliğin, yani sığır-tapıcılığının boynuna bıçağı vuruyor. İnsan, kesip etini yediği hayvana tapamaz. Kutsamak aynı zamanda onu 'dokunulmaz' kılmaktır. (Bugün Hindistan'daki örneklerinde olduğu gibi.) Bakara kıssasının içinde bu ders de var.

Şimdi bu pencereden Leman Sam'a ve twitine bakın. Müslümanlar neden kurban kesiyor, bir tefekkür edin. Hatta zekat gibi, namaz gibi, hac gibi ibadetleri de böyle bıçaklar olarak düşünün. Zekat, mal-perestliğe vurulan bir bıçak; namaz, zaman-perestliğe vurulan bir bıçak; hac, mekan-perestliğe vurulan bir bıçak; oruç, rızık-perestliğe vurulan bir bıçak. Allah, kendisine ne kadar kul olduğumuz yalnızca herşeyi Ondan bilmemizle sınamıyor. Aynı zamanda istediğinde geriye vermemizle de deniyor bizleri. Tevbe 111'in dediği gibi: "Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır." Satamıyorsan, zarardasın.

Peki, kurban kesenler şefkatsiz insanlar mı? Kesinlikle hayır. Üç örneğim var bu konuda. Birincisi babam. Babam ki, yarım kasap sayılırdı, hayvanlara şefkatinden incitmeye çekinir, vuranlara öfkelenirdi. Hayatı boyunca çobanlık/hayvan bakıcılığı yaptı. İstanbul'a göçtüğümüzde bıraktı hayvanlara bakmayı. Fakat o zaman bile kurban kesimleri sırasında yaşananları izlerken hayvanlara eziyet edildiğini görürse öfkeyle bağırırdı. Televizyonda görse televizyona bağırırdı. Biz onun beslediği hayvanlardan birisine vuracak olsak, bize kızardı, ki babamın ömründe pek az sinirlendiğini söylemeliyim. Kurban kesiyordu. Beraber kesmişliğimiz de var. Masumiyetleri konusunda hiçbir şüphesi yoktu. Ama mülk Allah'ındı. İsterse, kesmek lazımdı. Çünkü Allah'tan bilmek kadar, Allah istediğinde vermek de kulluktu ona göre. Şefkatinin kulluğunun önüne geçmesine izin vermiyordu. Allah, kabrini pür-nur etsin. Fatihanıza vesile olsun.

İkinci örneğim, Önder abi. Beraber büyüdük sayılır. Şu an bir kesimhanede çalışıyor hâlâ. Babam hayvanlara bakarken, babama çok heves ettiği için ve hayvanları da çok sevdiği için, o da bir nevi hayvancılığa başladı. Şimdi, her memleket ziyaretimde bana düzenli bir şekilde şikayet ettiği şey şudur: "Dayanamıyorum. Bırakacağım bu işi. Hayvanlar gözüme bakarsa, içim yanıyor." Fakat yine de bırakamıyor. Çünkü işini onun kadar iyi, temiz ve acısız yapan yok. Başkalarına bıraktığında hayvanlara eziyet edilmesinden korkuyor. "Beceremiyorlar, süründürüyorlar" diyor. Bu adamın, tüm merhametine rağmen, hayvanlara eziyet eden birini elleriyle boğabileceğini söyleyebilirim. Ona da sorsanız cevabı aynı: "Allahın emri, Allahın mülkü."

Üçüncü örneğim, eniştem: Eniştemin durumu daha da başka, çünkü beslemediği çok az hayvan türü kalmış. Bir sürü güvercini var, işyerinde duruyorlar ve çocuğu gibi ilgileniyor onlarla. Sonra hem işyerinde hem evinde akvaryumu var ki, bizzat kendisi ilgilenir. Bir keresinde kaza eseri hepsi öldüğünde günlerce nasıl üzgün olduğunu ve bahsi her açıldığında yüzünün nasıl asıldığını hatırlıyorum. Onun da kurban kesmesinin hikayesi şöyle: "Baktım dedemin gücü yetmiyor, hayvana eziyet oluyor, ben alıp kestim." Kesmesinin sebebi kesmeyi sevmesi değil. Hayvanın acı çekmemesi, ama ona da sorsanız cevabı aynı: "Allah emrediyor, ben kimim ki Allah'ın emrine karşı geleyim?" Bediüzzaman'ın ifadesinden mülhem bu cümleyi şöyle değiştirebilirim. "Ben kimim ki, Allah'tan fazla şefkat edeyim? Allah emrediyorsa, şefkatimi ondan ileriye götüremem." Şeriat, kuvveleri gittikleri yere kadar salmak değil, hadd-i vasatta tutmaktır.

Yani Leman Sam, senin sorunun bıçakta, hayvanda değil; bakış açında. Bizi bilmiyorsun ki, bizim ne yaptığımızı/duygularımızı anlayasın. Bir aşçı, tıp konusunda konuşmaya ne kadar hak sahibiyse, senin de din hakkında konuşmaya o kadar hakkın var. Şefkatimizi, insanlığımızı sınamak ise, haddin değil. Peki, İslam'ı sınamak? Ağzına almaya hakkın yok senin. Çünkü o ağız başka şeyler söylemeye alışmış. Allah'ı bilmemiş ki, Allah'ın emrettiğini bilsin. Çamlıbel'in bir şiirinde söylediği gibi: "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar."

13 Mart 2014 Perşembe

Kast, şirkin kardeşidir

İman, hayatın neresindedir? İman, hayatın her yerindedir. Nasıl inandığınız, nasıl yaşadığınızla (siz farketmeseniz bile) yakından ilintilidir. 32 farz ekseninde düşünmeyin bunu. Bakış açınız bile imanınızın ellerindedir. Ali Şeriatî, İslam Bilim isimli eserinde (Nehir Yayınları, 1992) arzettiğim şeyi 'dünya görüşü' ve 'dünya bilgisi' ikilisiyle açıklar. Ona göre fizik, kimya, biyoloji gibi ilimler 'dünya bilgisi' içerirler sadece. Bakış açısı/hikmet vermezler. Ama 'İslam' ve özünde 'tevhid' bir bakış açısıdır. (İdeolojiler de öyle.) Onları kuşandığınız zaman her neye bakarsanız bakın, nazarınıza göre şekil alır. Zaten 'dünya bilgisi' dahi 'dünya görüşüne' bağlı ilerler. Dünya görüşü tevhid olan bir dinle şirk kokan bir teolojinin bilime, topluma, hayata bakışı farklıdır. Bu farklılık, bilim ilerledikçe veya toplum incelendikçe ortaya çıkar:

"Ama ben tevhidi, bir 'dünya görüşü' olarak anlıyorum ve İslam'ın onu bu kavramla söz konusu ettiğine inanıyorum. Aynı biçimde, şirke de aynı açıdan bakıyorum. Şu anlam da şirk de bir dünya görüşüdür: Dünyanın ayrılıklar, çelişkiler, uyumsuz kutuplar taşıyan, birbirine uymayan devinimler, ayrı ayrı ve bağıntısız özler, eğilimler, hesaplar, ilkeler, hedefler ve iradelerle dolu düzensiz bir dizge olarak algılanmasıdır. Tevhid, dünyayı bir imparatorluk olarak görür, şirkse bir feodalizm olarak..."

Ali Şeriatî, bu 'dünya görüşlerinin' sosyolojik düzlemde bireylerin toplum algısını nasıl etkilediğini ise şöyle izah eder:

"Tehvidî altyapının dünyada çelişki ve ayrılığı kabul edemeyeceğini söylemiştim. (...) Çünkü tevhid, varlığa birlik gözüyle bakmak demektir. Fizik ile fizikötesi, (...) siyaset ile din, takva ile yükümlülük, efendi ile raiyet, (...) Arap ile Acem (...) sermayedar ile proleter (...) vs. arasındaki çelişkide olduğu gibi şirk dünya görüşüyle, yani ikicilik (iki parça görmek), teslis (üç parça görmek) ve çok parça görmekle uyumludur; tek parça görmek demek olan tevhidle değil. Bu yüzden 'şirk dünya görüşü' toplumsal, sosyal ve sınıfsal şirkin altyapısını oluşturmuştur hep."

Hakikaten de dikkat ettiğinizde farkedersiniz ki; teolojisinde şirk olan toplumların sosyolojileri de çok farklı sınıflara, hiyerarşik yapılanmalara, üstlere ve altlara ayrılmış durumdadır. (Günümüzde putperestliğin en hâkim olduğu coğrafyalardan birisi olan Hindistan'da, hâlâ kast sisteminin işliyor oluşu, buna delil sayılabilir.) Yani, tabir-i caizse, teolojik seviyede bir kast varsa, sosyolojik zeminde de bir kast sistemi vardır.

Hatta cahiliye dönemi şirk teolojisindeki çok ilahlılık, toplumsal zeminde de üstün soylar/daha aşağı soylar ayrımının doğmasına sebep olmuştur. Belki bu noktada ehl-i küfrü, şirkten dönmekte en çok zorlayan, sahte ilahların terki değil; onlarla birlikte bu ırksal/sınıfsal üstünlüğün de terkediliyor oluşudur. Hatta Kur'an ayetlerinde de ehl-i şirkin saldırgan söylemi, hak dini, 'aşağı insanların tâbi olduğu şey' olarak tanımlamak ve tezyif etmeye çalışmak şeklindedir:

"Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: 'Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.'" (Hûd, 27) "Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?" (Mü'minûn, 47)

Tevhid ve şirk arasında sosyolojik düzlemdeki bu bakış farklılığına Bediüzzaman da Ali Şeriatî'ye yakın bir düzlemde şöyle dikkat çeker:

"İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, 'velediyet' fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. 'Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah'tan başka rab edindiler.' (Tevbe, 31) âyetine mâsadak olmuşlar.

Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar."

Görüldüğü gibi burada Bediüzzaman, tevhid akidesinin 'üstünlük veya seçginlik' algısını nasıl kırdığını ifade ediyor. Ancak şirk içeren dinlerde teolojik alanda bu üst/alt ilişkisi reddedilmediği için (Hıristiyanlık düzeyinde baba-oğul-kutsal ruh hiyerarşisi mesela) toplumsal düzeyde de ikinci bir hiyerarşi varolabiliyor. Teolojik düzeydeki sapma, toplumsal zeminde de yerleşebiliyor. Bu yüzden şirk içeren dinlerde milliyetçiliğin veya bireysel kibirlerin yükselmesi garip karşılanmıyor. Çünkü şirk, zaten bir üstünlük algısının oluşmasına kurgulu.

Bunun İslam içre örnekleri de yok değil. Türk-İslam veya Arap-İslam veya Acem-İslam anlayışları, ister istemez, diğer milletleri kendi altında ve kendisine tâbi, en güzel İslam'ı da kendi İslam'ı olarak düşleyerek çıkıyor yola. Ve kurgusunun devamı, İslam'ın bugün ulaştığı bütün zirvelerin biraz da kendisi (milleti) sayesinde olduğunun altını çizmesiyle son buluyor. Fakat bu noktada, dikkat: İslam itikadına göre Vacibü'l-Vücud, yani olmazsa olmaz olan yalnız Allah'tır. Geri kalansa sadece sebeptir. Böyle şeyleri savunanlar, aslında kendilerini sadece sebep olarak görmediklerini ortaya koyuyorlar. Biraz daha fazlası olduklarını düşünüyorlar. Şirk kokulu ifadeleri bir sürü...

Bunun daha küçük boyutu, grupsal asabiyetler ölçüsünde. Mesela bir cemaat, dünyaya baharı getirecek olanın sadece kendileri olduğunu iddia etmekle, grubunu sebepten daha öte, yani bir olmazsa olmaz olarak düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu yüzden kendisine yapılan eleştirileri de normal insan-insan, toplum-toplum eleştirisi olarak değil; alt sınıf-üst sınıf eleştirisi gibi algılıyor ve tepkisi de ona göre şiddetli oluyor. Böylelerinin kendi cemaatinin veya grubunun asabiyetini terketmesi de zor oluyor. Çünkü o asabiyete aslında kendi üstünlüklerini de yüklemiş oluyorlar. "Ben üstünüm!" diyemiyorlar da "Biz üstünüz!" diyorlar.

"Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder. Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet azîm bir şirke düşer..."

Benim böyle grupsal yapılanmalarda en çok dikkatimi çeken içlerinde yine bir kast sisteminin, bir hiyerarşinin olmasıdır. Lider tektir ve bellidir. Sonra onun altında yine kastın gerektirdiği şekilde yerleşmiş isimler (abiler, ablalar, dailer, dervişler, imamlar, reisler vs.) bulunur. Bu sistem ta en alt seviyeye kadar herkesin yerini belirler.

Bir grubun içinde eğer böyle bir hiyerarşi varsa, bilin ki; teolojisinde de mutlaka bir sapma vardır. (Dünyevî işleri kastetmiyorum. Dünyevî olanın hayata bakış açısına da dönüşmesini kastediyorum.) Böylelerde altın, üstü sorgulaması da güçtür. Yukarıdan gelenler, geldiği noktanın hiyerarşideki yerine göre giderek kutsallaşır. Söyledikleri alt kesimi bağlar. Herkesin bir makam sahibi olduğu böyle yapılanmalarda, o makamın verdiği enaniyeti terk edip "Hepimiz eşit-kardeşiz!" diye haykırmak zordur. Ümmet bilincinde birleşmek bu yapılarda güçleşir. Çünkü ümmet, bu 'tasavvur üstünlüklerin' tanınmadığı/kaybedildiği bir alandır.

Bu noktada, bana, Bakara sûresinin 21. ayeti de manidar gelir: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvaya erişesiniz." Acaba Cenab-ı Hak neden burada takva için uygun zemini 'siz ve sizden öncekileri yaratan Rabbe kulluk etmeye' bağlamıştır? Hatta biraz daha sorgulama alanımızı küçültürsek, Rab neden 'sizi ve sizden öncekileri yaratan' olarak anmıştır kendisini burada? Bununla takva arasında ne bağlantı vardır?

İşte ayette Cenab-ı Hakkın kendisini böyle tarif edişinin ve Onun bu yönüne iman etmemizi istemesindeki saklı hikmetin yukarıda bahsettiğim şeylerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Birey, topluluk veya sınıf... Tasavvufî, ırksal veya coğrafi aidiyetler... Bunların tamamında insan 'kendisinden sonrası' için 'benim sayemde' şerhi düşebilir. Ve yapılanların onun grubu, cemaati, ırkı, coğrafyası sayesinde başarıldığını mütekebbirane söyleyebilir. Fakat kendisinden önceki dönem için ne yapar? Kendisinden (veya kendi grubundan) öncesi için böyle iddialı sözler söyleyebilir mi? Mesela bir cemaati düşünelim ki, ömrü otuz sene olsun. Otuz senedir varolan bir cemaat, 1400 yıllık bir mirasın tek sahibi olarak kendini görebilir mi? "Olmasaydık, olmazdı!" diyebilir mi?

Bence; geçmişe dönük okumalar, insanın kibrini en şiddetli şekilde sarsan şeyler. Bakıyorsun ki; dünya için o kadar da önemli değilsin. Yani Allah, sen yokken de herşeyi gayet güzel idare etmiş ve belki senin varlığınla birşey de katılmamış onlara. Sıradansın yani. Bildiğin sıradansın. Olmazsa olmaz değilsin Allah için. Olmazsa olmaz, Vacibü'l-Vücud olan yalnız O (c.c.). Onu böyle tanıyınca; yani senden bağımsız, senin varlığın Ona bağımlı olarak bilince Onu (sırr-ı Kayyumiyet), bu sefer ister istemez kibirden uzaklaşıyorsun. "Şimdiye kadar bu düzeni devam ettiren Allah, elbette benim gitmemle de bu düzeni devam ettirir; benim bende sandıklarım aslında Onundur!" diyorsun.

Ve ancak bu telakki ile insan takvasını koruyor. Çünkü takva ehli olmak için, insanın kendisini önemsememesi, gurura kapılmaması gerek. Bunu "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." ayeti çerçevesinde söylüyorum. Ona bakan yüzün dışında, önemsizsin. Senden öncekiler ve senden sonrakiler arasında bir nesnesin sadece. Kanaatimce; onların terkiyle, yani hamdedilecek şeylerin Allah'a bırakılmasıyla insan soyunuk kalıyor ve o zaman üşümemek için üstüne takvasını alıyor. İşte benim 'sizi ve sizden öncekileri...' bahsinden birazcık anladığım bu arkadaşım. Senin fikrini de dinlemek isterim.

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...