4 Ağustos 2016 Perşembe

15 Temmuz'un 'gör' dediği: Ehl-i Sünnet yolu neden önemli?

Bazıları yaşananlardan sonra yaptığımız 'ehl-i sünnet' vurgusundan rahatsız oluyor. Halbuki bir hatayı daha tohumken farketmek, ancak o tohum hakkında 'değişmez kıstaslara' sahip olmakla mümkündür. Tohum yeşerip, gelişip, meyveye durduktan sonra ağacı tahlil etmek, aslında o ağaca (ve o ağaçla birlikte serpilen yanlışa) karşı geç kalmaktır. İslamî grup ve cemaatler olarak FETÖ hakkında yaşadığımız tam olarak budur. Herkes mazisini yoklasın. Biz bu adamların pekçok itikadî ve amelî sapmasını idare ettik. En masum şekliyle "Çok hizmetleri var!" diyerek görmezden geldik. Daha kötüleri de oldu. Menfaatinden ötürü, korkusundan ötürü, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" demekten ötürü görmezden gelenlerimiz de oldu. Yaptık bunu. Hepimiz olmasa da birçoğumuz bu gözyummayı yaşadı. Hatta yaşamayan başkalarına da 'hüsnüzan' diye tavsiye etti. Halbuki onlar, yani FETÖ'cüler, bu yanlışlarını yanlış olarak görmüyorlardı. Yanlışlarını yanlış olarak görmedikleri ve tevbe etmedikleri halde, biz, onların hatalarını setretmeye çalıştık kendimizce. Suçunu kabul etmeyeni idare etmek hataydı. İşin geldiği durumsa ortada. Hatasını itiraf etmeyeni görmezden gelmenin ne acı bedelleri olacağını 17 Aralık'ta ve 15 Temmuz'da tecrübe ettik. Allah tekrar yaşatmasın.

Bu kanserin dışarıdan şırınga edilen yanları mutlaka var. Fethullah Gülen gibi bir meczubun aklıyla olabilecek işler değil. Fakat bizim de muhasebesine girmemiz gereken yanlışlarımız var. Akaide dair yitirilen hassasiyetin bedellerinin ne ağır olduğunu öğretmeli bu durum bize. "O da öyle inansın canım. Ne olacak? Fazla büyütmeyelim!" dediğimiz şeylerin büyümeye yüztutan kem tohumlar olduğunu artık görelim. İnanmak eylemekten önce gelir. Kişi inandığınca eyler en nihayet. "Ameller niyetlere göredir!" hadis-i şerifi de bunu hatırlatır bize. Eylemelere dair bir uyanıklıkla bekleyip, fakat inanmakla ilgili duyularımızı kapalı tutmak, her defasında ağacı meyve verince farketmek, bu gecikmişlik iyi birşey değil. Tedavisi ise öncelikle aslolanı net bir şekilde kabul etmekten geçiyor. Bu da ister istemez yolumuzu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikametli ilkelerine çıkarıyor. Yoksa normsuz kalırız. Bir normumuz/kıstasımız olmadıktan sonra kimin yanlış kimin doğru inandığını ne ile tesbit edebileceğiz? Tohumken zakkum ile elmanın farkını ne öğretecek bize? Bu yönüyle 'ehl-i sünnetin mizanlarını yitirmek' aslında 'itikadî alanda altını kurşundan ayıran mihengini yitirmek'tir. Körleşmedir.

Amel tahlilleri ağaç hakkında yanıltıcı olabilir. Bakınız bu hususta Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam." Demek bizim beraber oturup kalktıklarımızla salt bir 'amel ediş' üzerinden değil 'itikad ediş' üzerinden de temasımız var. Hatta öyle ki; itikad edişe dair körce bir temas, ileride amel ediş tarzımızı da bozulmaya uğratabiliyor. Hayırlı amelimizi sabit tutsak da, hatta arttırsak da, arkasındaki niyet bozuluyor. FETÖ fitnesinin en azında böylesi bir uyanışa vesile olması lazım bizlerde. Artık muhatabımızın itikad ediş tarzına da eskisinden daha fazla dikkat etmeliyiz.

"Uğradığımız tüm felaketlerde etkisinden çok niyete bakarız..." der Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde. "Çatıdan düşen bir kiremit bizi daha fazla yaralayabilir, ama kötü bir el tarafından kasten fırlatılan taş kadar derinden incitemez. Taş bazen ıskalayabilir, ama niyet her zaman hedefine ulaşır." Demek niyetin taşına karşı fiilin taşından daha dikkatli olmak gerek şu dünyada. Çünkü niyet elindeki imkana göre tesirini değiştirir. Fiil değişir, ama niyet insanda bâkidir. Zalim bugün sana attığı küçük taşla yetinmez. Niyet ve o niyeti tetikleyen itikad yaşadığı müddetçe kanını kaynatmaya devam eder. Yarın eline böyle bir fırsat geçerse acı çektirme arzusunu silahla da gerçekleştirebilir. Sana bugün taş atan yarın ok da atabilir. Bizi üzen de fiilin etkisinden çok 'olabileceklerin' korkusudur. Zira biliriz ki; o niyet farklı sûretlere bürüne bürüne tekrar be tekrar karşımıza çıkabilecektir. Niyete ve o niyetin arkasında barındırdığı itikada dair endişelerimiz bu merkezde şekillenir.

Her niyetin arkasında öyle 'olabilirliğini' veya öyle 'olması gerektiğini' söyleyen bir itikad vardır. Bediüzzaman'ın medeniyet mukayeseleri sadedinde söylediği; "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. hedefi 'menfaat' bilir. (...) Halbuki, kuvvetin şe'ni tecavüzdür. menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. (...) İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. (...) Hakkın şe'ni ittifaktır. Faziletin şe'ni tesanüddür..." ifadeleri neyin doğru 'kabul edildiği' veya 'bilindiği' üzerinden ortaya çıkacak iyi veya kötü sonuçların tahlilidir. O halde itikadımızı fiillerimizden, inanışımızı eylemelerimizden, bâtınımızı zâhirimizden daha önemsiz bulamayız. İnanışında sapma olanların "Bırak onlar da öyle inansın canım. Sen ne karışıyorsun? Sana ne?" diyerek kendi haline bırakılamayacağını biliriz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat duruşu bu yüzden vazgeçilmezimizdir bizim. Bir doğruya iman etmedikten sonra her yanlışa iman etmek mümkündür. Bu Ebu Leheb'in eli kuruyacaksa tam da bu noktadan başlanacak bir inşa hamlesiyle kuruyacaktır.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

15 Temmuz'da Kemalistlerin hiç mi suçu yok?

Okuyanlar hatırlayacaktır. "Emre Dorman Nereye Koşuyor?" serisinin yedinci ve sekizinci yazılarında birşeye dikkatinizi çekmeye çalışmıştım: İtikadımızı ve İslamî hayatımızı tehdit eden fitneler iki ana kanaldan akıp geliyordu bence. Neydi bu kanallar? Sekizinci yazıdan bir pasajı kısaltıp alıntılayarak (tafsilini o yazılara havale ederek) anlatmaya çalışayım:

"Deccal ve Süfyan ile ilgili rivayetlerin neden birbiriyle alakadar/benzer şekillerde naklolduğuna dair şöyle bir tahminim var: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iki fitneyi birbirine yakın şekilde anmasıyla aslında aralarındaki ilgiye de dikkat çekiyor, Allahu'l-alem. Ebubekir Sifil Hoca'nın modernizmi analiz ettiği bir yazısında okumuştum benzer bir cümleyi: 'İslam coğrafyasında modernizm, oryantalistlerin sorularına, onları sorgulamadan cevap aranmasıyla başlamıştır...' diyordu. Yani niyet, bu toprakların insanlarını Batı'ya cevap verebilir bir konuma getirmekti. Fakat şöyle bir arızası vardı bu arzunun: Bir aşağılık kompleksinden etkileniyordu. Deccalî düzenin İslam coğrafyası üzerindeki tahakkümünden kendisini koruyamamış müslüman düşünürler elinde ortaya çıkıyordu Süfyanizm. Deccalizm'de aradığı hatadan çok İslamî mirasta hata arıyordu. Çünkü onlara cevap yetiştirirken aslında dayandıkları zemini de 'sorgulanmaz' kabul etmiş oluyordu."

Evet. Dünden bugüne fitnenin hep bu iki başlık altında karşımıza çıktığını düşünmekteyim: 1) Deccaliyet. 2) Süfyaniyet. Biraz açmak için şöyle demeliyim belki: 1) Mesajın karşısında duran. 2) Mesajı çarpıtan. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sağlığında Ebu Cehil'le vefatından sonra Müseylemetü'l-Kezzab'la verilen mücadele, Hz. Musa aleyhisselamın önce Firavun'la sonra Samiri ile verdiği kavga hep benzeri bir 'ikili problem alanına' dikkat çekiyor. Mürşidler, hem hakikatin karşısında duranlarla hem de hakikati çarpıtanlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum, bize, Bediüzzaman'ın mehdiyet, deccaliyet, süfyaniyet gibi bahislere daha geniş bakabilmek için öğrettiği 'kanun okumalarına' ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu da hatırlatıyor:

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil, belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür. Meselâ, Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdi, belki mehdiler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, büyük Mehdi'nin çok evsâfına câmi bir mehdi bulmuş. İşte, büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi'nin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş."

Bugün Gülenizm ile verdiğimiz mücadelenin de bu kanundan hariçte kalmadığını düşünmekteyim. Her ne kadar 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında Gülenistler varsa da bu durum Kemalistlerin mezkûr suçtan tenzihini gerektirmez. Çünkü Gülenizm Kemalizmin gayrimeşru çocuğudur. Onun bu topraklardaki zorbalığının bir etkisi olarak ortaya çıkmıştır. Ne demek bu?

Biraz şu demek: Gülenizmin ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadından veya amel ediş tarzından verdiği her taviz, yaşadığı her sapma/saptırma, aslında Kemalizmin zorbalığına karşı meşruluğunu/zaruriyatını savunduğu bir maslahat üzerinden gerçekleşmiştir. Kemalizmin dindarlar üzerinde çeşitli yasaklarla kurduğu baskının neticesi olarak, Gülenizm, bu toprakların bir kısım müslümanlarına yeraltı/gayrimeşru faaliyetlerini zaruriyattan göstermiştir. "Zaruretler haramı helal kılar..." kaidesinin pek sinsice işletildiği süreç, zaruretleri inşa eden Kemalizm ile o zaruretler üzerinden mü'minlere yolunun meşruluğunu dayatan (ve bazılarına maalesef kabul de ettiren) Gülenizmin ortak çalışmasıdır. Bu noktada zâhiren birbirlerine karşı sergiledikleri tavra bakılmaz. Birbirlerini sevseler de böyledir sevmeseler de...

Misalen: Kemalizmin 28 Şubat sürecindeki menfur yasakçılığı, Gülenizmin İslam'ın en temel farzlarından birisi olan tesettürü 'ötelenmesi gereken birşey' olarak takipçilerine kabul ettirmesine zemin oluşturmuştur. Yine askeri liselere öğrenci alımında Kemalizmin gösterdiği 'dindar öğrenciyi kapıdan sokmama' tavrı, Gülenizmin kendi bağlılarını 'dindarlıklarını gizleme' veya 'ikiyüzlü davranma' ahlakına ikna etmesinde büyük rol oynamıştır. Daha bunun gibi birçok meselede Gülenizm aslında tastamam Kemalizmin çocuğudur. Onun baskısının/yasakçılığının meyvesidir. Gülen, Mustafa Kemal'in fikir ve yaşayışça gayrimeşru veledidir. Bu noktada, Gülen'in, müntesiplerini yıllarca 11 Kasım 1938 doğumlu olduğunu söyleyerek kandırması ayrıca manidardır.

Modernizmin oryantalizm karşısında yaşadığı etkilenmişlik, süfyaniyetin deccaliyet karşısında yaşadığı etkilenmişlik, Irak işgalinin IŞİD'i doğuran etkileyişi veya bu topraklarda Kemalizmin Gülenizmi netice vermesi... Hepsi birbiriyle bağlantılı şeyler. Ayrı okumamalı. Biz, bizde/itikadımızda bir sorun olduğu için değil, biz olmamıza izin verilmediği için bunları yaşıyoruz. Şu lanse de haksız ve yanlış: Gülenizm (veya başka dinî gruplar) iktidarı ele geçirmeye çalıştığı için dindara düşman olmadı Kemalizm, Kemalizm dindarlara düşman olduğu için Gülenizm ortaya çıktı. Ayvayı armut diye yedirmeyin.

Bir başka yazımda altını çizmiştim: Hiçbir tefrit ifratı yokedilmeden yokedilemez. Bediüzzaman der ki: "Elhasıl, ifrat gibi tefrit de muzırdır... Fakat ifrat, tefrite sebep olduğundan, daha kabahatlidir..." Hal böyleyken Ahmet Hakan veya bir başkasının Gülenizm sopasını kaldırarak bizi Kemalizme veya laik düzene ikna etmeye çalışması trajikomiktir. Neden oğlundan kaçıp babasının kucağına atılalım? O baba bizi yeni oğullarla uğraştırsın diye mi?

1 Ağustos 2016 Pazartesi

15 Temmuz'u mehdi mi organize etti?

Dikkatinizi çekti mi? 15 Temmuz'dan beridir bir kavga harlandırılmaya çalışılıyor: 'Mehdiyet' meselesi... Aslında buna alışığız. Modernist/reformist taifenin tarihteki her yanlışı veya kendilerince yanlış olanı 'geleneğe/ehl-i sünnete' maledip, her meziyeti veya hüneri sanki haklarıymış gibi üzerlerine alışları yeni birşey değil. Şimdilerde de yapılan bu. İddia ne peki? Güya FETÖ ehl-i sünnet içerisindeki itikadî hatalardan(!) beslenerek bugünlere geldi. Özellikle 'mehdiyet' meselesi FETÖ'yü semizleştirdi. Bu tip arızaların bir daha karşımıza çıkmaması için geleneğe/ehl-i sünnete karşı topyekûn bir savaş başlatmalıyız.

Tezgahtaki oyun az-çok buna benziyor. Küçümsemeyin. 15 Temmuz'un haklı rüzgarına haksız bir şekilde bindirilerek itikadî alanda gerçekleştirilmeye çalışılan bu "Cambaza bak cambaza..." hamlesi pek fena! Tutarsa, 15 Temmuz'da kazandığımızdan daha fazlasını kaybettirecek. Neden kaybettirecek? Çünkü şu darbe dünyamıza kastetmişti. Bunlarınki ise ahiretimize kastediyor.

İslam akıl dinidir, evet, ama nakille istikamet/hidayet bulmuş bir aklın dinidir. Şunu unutmayalım: İslam'ın akaidini yalnızca akıl belirlemez. Nakil ve akıl belirler. Daha doğrusu: Nakil haber verir. Kalp iman eder. Akıl da onu anlamaya çalışır. Anlamakla tutmaya/tutunmaya çalışır. Onu semavî kılan budur. Aklın netleştiriciliği 'naklin istikametli anlaşılması için' önemlidir. Semavî olanın arzlıya inişinde akıl lazımdır. Akıl anlaşılması gerekendeki çok katmanlılığı görmemizi sağlar. Yoksa aklın anlamadığı her hususta nakil reddedilmez. Ayetle örneklendirirsek: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye mühtehziyane soran bir akıl için nakil ahiret iddiasından vazgeçmez. "İlk önce kim yaratmışsa yine o diriltecek..." diye cevap verir. Nakil akla anlaması için (böyle bir arayışı/açlığı varsa eğer) kapı açar. "Din kolaylıktır..." buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam belki bize bu dersi de verir.

İmanımızın ayrılmaz birer parçası olan öyle meseleler vardır ki; ne gözle görülür, ne kulakla işitilir, ne de kalbe hutur eder. Ancak Cenab-ı Hakkın yüce vahyinde ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetinde haber vermesiyle öyle olduğunu bilir ve iman ederiz. Aklı akaidin tek belirleyicisi olarak kabul ettiğimizde 'hangi akıl' sorusunu sormamız kaçınılmaz olur. Zira herkes kabul eder ki; akıl, kıstasları/normları açısından zamanının çocuğudur ve geçmişte 'imkansız' olan öyle şeyler vardır ki, gelecekte 'mümkün' olmuştur. Akaidi aklın tek belirleyici olduğu bir zemine terketmek onu zamanın esaretine terketmektir.

Böylesi bir terkediş, dinin, kadim olan Allah'ın değişmez emirleriyle değil, değişken insanın oynak algısına göre belirlenmesiyle neticelenir. Din, Allah için değil, insan için olmaya başlar. Hedef rıza-i İlahî olmaktan çıkar, insanın bulunduğu her hal ve şartta saadeti/menfaati ile hedeflenir. 'Razı olunmak' için değil, 'kendince/kendine göre mutlu edilmek' için yaşanır. Semavî olanın arzîleşmesi böyle vuku bulur. Bu arzîleşme dinin amacı olan 'kalplerin tevhidini' de engeller. Herkesin 'kendi göresinin efendiliğinde' yaşadığı bir İslam ve kendince tesbit ettiği rıza-i İlahî, Allah'ın mü'minlerin kalplerini doğruda birleştirmek için ihsan ettiği dinin amacı olamaz. Eğer bir 'değişmez doğrunun' ve 'bu doğrunun zaman içindeki izlerinin yekûnü olan geleneğin' belirleyiciliğinde toplanılmayacaksa, dinin nüzulünün de ehemmiyeti yoktur. İnsanlar vahiy yokken de 'kendi görelerine' göre bir şekilde yaşamaktadır.

Tam da bu noktada sorulması gereken şey şudur: FETÖ'yü yetiştiren ehl-i sünnetin/geleneğin 'değişmezleri' midir, yoksa modernizmin duruma göre 'değişkenliği' midir? Bu soruya verilecek cevap kritiktir. Zira cevaba göre suçlanması gerekenin kim olduğu da ortaya çıkacaktır. Herkes bilmektedir ki; Gülen'in tesettür de dahil pekçok konuya bakışı gelenekçi değil modernisttir. Ehl-i sünnet itikadının umdelerinden taviz verdiği veya saptığı pekçok konu bulunmaktadır. Ve Gülen'e şimdiye kadar geliştirilen en sert eleştiriler gelenekçi/ehl-i sünnet kodları sağlam olan insanlardandır.

Modernist/reformist/ehl-i bid'a taifenin Gülen'i çoğu zaman takdir ettiği; ancak 'küstürüldüğünde' veya 'güç el değiştirdiğinde' karşısında durduğu hepimizin malumdur. Mustafa İslamoğlu'nun, Yaşar Nuri Öztürk'ün, Mustafa Akyol'un veya daha nicelerinin Gülen'e ettiği iltifatlar boy boy iken; Gülen'in ehl-i sünnet kodları sağlam kesimlerce 'bedel ödemek pahasına' eleştiriler aldığını bilmeyen yoktur. Hal böyleyken ve sokaklarda 15 Temmuz direnişine can veren bu ülkenin ehl-i sünnet müslümanlarıyken modernistlerin "Cambaza bak cambaza..." yaparak geleneğe saldırmaları haksızlıktır. Hatta ahlaksızlıktır.

FETÖ'yü yetiştiren bataklık, ehl-i sünnetin 'değişmezlerle' ve 'tecrübelerle' sınanmış tertemiz mirası değil, modernizmin/ehl-i bid'anın bu asırda iyice zıvanadan çıkan oynak/konjonktürel fayda algısıdır. Bu noktada eleştirilmesi gereken mehdiye sahih hadislerle mecbur/makbul olarak ettiğimiz iman değil, mehdiyetin modernizme/bid'aya elverişli tasavvur edilmesidir.

Şunu da unutmayalım: Günümüzün ehl-i bid'ası, konjonktürün veya modern aklın kendisini mecbur ettiğini sandığı algılayışlarla dinde öyle oynamalar yapmaktadır ki, buna değil mehdi, peygamberler bile cesaret edemez. Öyleyse denmelidir ki: Modernistlerin/reformistlerin eleştirdikleri aslında 'mehdi' değildir. Mehdi, ehl-i sünnete vurmak için kullandıkları bir zemindir. Yoksa mehdinin modernist(!) konumuyla kavgaları yoktur. Hatta mehdi böyle anlaşılırsa her birisi zaten birer mehdi sayılabilir. İslam'ın gelişinden 1400 yıl sonra Hz. Âdem'e baba bulanlar veya namazı üç vakte indirenler az iş başarmış sayılmazlar. Onların mehdi eleştirileri her birisi 'hevasınca birer mehdi' olanların hakikat-i mehdiyeye yaptığı saldırıdır.

Mehdiye doğru bir tanım yapıldığında mehdiyete iman etmenin itikadî/amelî ne sakıncası olabilir? Mehdinin ehl-i sünnet ve'l-cemaat ilkelerinden taviz vermeyecek bir 'gelenekçi' olacağını bilmek, insanlardan bir insan olduğunu anımsamak ve 'değiştirmek' için değil 'hatırlatmak' için varolacağını unutmamak istikametin ta kendisidir. Bediüzzaman, konuya dair analizlerinde hadisleri sadece kişi değil kanun penceresinden de okumayı öğütler. Mehdi ahirzamanda gelecek 'yaptığı sınanmaz' bir âdem değil, şeriatla sınandığında ve sınandıkça sınavı geçen Allah dostudur.

Mehdi bir umuttur. Her zamanda 'mehdiyet kanunundan' hissedar mehdi-misal fertler vardır. Müstakim kahramanlar da tıpkı hava gibi, su gibi, ekmek gibi Allah'ın bir ihsanıdır. Mehdi, her devirde yaşanan fitnelere karşı, ümmetin istikametli kahramanlardan mahrum kalmayacağına dair Allah'ın bir vaadidir. Bu vaadden rahatsız olan dönsün kalbini yoklasın. Hele hele Erdoğan'ın liderliğinin önemi hakkında çarşaf çarşaf yazdığı halde hâlâ mehdiyetle uğraşan varsa, o da aklını yoklasın. Bakalım yerinde duruyor muymuş?

Tekrar altını çiziyorum: Mesele, mehdiye sahih hadisler gereğince ve ehl-i sünnet çizgileri çerçevesinde 1400 yıldır duyulan iman değildir. Mesele, mehdiye dinin temel esaslarını değiştirebilecek bir modernistmiş gibi iman edilmesidir. Sorunu doğru tayin etmek lazım. Çeşitli fayda mülahazalarıyla akaidden parçaları inkara giden, yarın menfaatine gelmediğinde daha büyük parçaları da inkar etmekten çekinmez. Bu zeminden beslenen bir inkârcılığın benzerî kem meyveler vermesi kaçınılmazdır. Ki FETÖ'nün kendisi de böylesi bir konjonktürel faydacılığın sonucu olarak İslam tarihinde görmediğimiz bir fitneyi netice vermiştir. Faydacılığı ortadan kaldırmadıktan sonra değil mehdiyeti, tüm ehl-i sünnet akidesini ortadan kaldırsanız, yarın Amerika'nın maymunu olmak daha hoş geldiğinde başka bir fırkanın böyle bir kalkışma yapmasına engel olamazsınız. İzzet ve dik duruş kendi/milli/yerli/İslamî tanımlarımızın ve değişmezlerimizin üzerinde yükselmemize bağlı. Onları inkâr etmemizde değil.

31 Temmuz 2016 Pazar

15 Temmuz'da 'aynalara tükürmekten' kurtarıldık

Aslında kafamı toparlamakta zorlanıyorum. 15 Temmuz'dan beri yazamayışım biraz bundan. Biraz da evde geçirdiğim sürenin dışarıda geçirdiğime göre azalmasından. Ne zaman uyansam ilk işim internete bakmak oluyor. "Birşey olursa ve ben o şeyi sokakta göğüslemek yerine evde yaşarsam?" diye kesik kesik uyuyorum. Her uyandığımda telefondan sosyalmedyayı yokluyorum. Rüyalarımda bile felah/ferah yok. Rüyalarımda askerlerle çatışıyorum. Üzerime ateş açılıyor. Ben de ateş açıyorum. Ölüm hiçbir rüyada endişe verici durmuyor. Tek korkum: Orada olamamak.

FETÖ'nün lanetli hediyesi hiç geçmeyen bir güvensizlik. Bir 'sürekli tetikte olma' hali. Korku mu bu? Yok, değil. 'Adam olmamak' veya 'görev yerinde olmamak' endişesi. Bugünlerde korkmayı insan kendisine açıklayamaz. 15 Temmuz günü sokakta olmamak 15 Temmuz'dan sonraki her gün aynaya/suratıma tükürmekti benim için. Kaçınılmazdı. Su olup ıslatmamaktı. Güneş olup ışık vermemekti. Söz verip ardında durmamaktı.

Kimseye bir hediye vermedim. Kimseden bir hediye ummadım. Bu dünyadaki sonunu önemsizleştirenlerin gücüydü meydanlarda görülen. Tanklarda böyle bir mermi yoktu. Direniş, özellikle benim için, kendi felaketimden kaçıştı. Şimdi düşününce daha da mantıklı geliyor. Ertesi güne ya ölmek veya aklını yitirmek vardı. "Darbe olmuşsa eğer eve sağ dönmeyeyim!" diyordum. Kahramanlık mıydı? Başkalarına bakarken 'evet' diyorum. "Hepsi kahramandı onların." Kendime bakarken cevabım değişiyor:

"Elimden başkası gelmezdi ki!" O gün sokakta olmamak adına yaşadığım herşeyle ters düşmekti. Hayatımı, dinimi, karakterimi, üzerine yazdığım veya konuştuğum her güzel kelimeyi çöpe atmaktı. 'Kitabım' dediğim Kur'an'la ters düşmekti. 'Peygamberim' dediğim Allah Resulü aleyhissalatuvesselamla ters düşmekti. 'Talebesiyim' dediğim Bediüzzaman'la ters düşmekti. Çıkarsak belki ölecektik. Zira işin daha ne boyutta olduğu belli olmayan bir saatte sokaktaydık. Komutan, hakiki ordusunu, demokrasiye sahip çıkmak için meydanlara davet etmemişti. Aradığımız insanlar kararsız konuşuyordu.

Çıktık fakat ölmedik. O şeref bize nasip olmadı. Şehitler dillerden düşmeyecek destanlar yazıp gittiler. Ama birşey diyeyim mi: Çıkmasaydım kesinlikle ölmüştüm. Nasıl bir ölümden bahsediyorum burada? Bediüzzaman'ın Hutuvat-ı Sitte'de bahsettiği ölümün birinci sûreti gibi olacaktı benim ölümüm: "Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir: Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez."

Ölmemek için ölmeye çıktık. Çünkü ikinci ölüm hamiyet-i İslam'ı bağrında taşıyanlar için birincisinin yanında birşey değildi. Allah azze ve celle o gece kalbimizden hadis-i şerifte 'mağlubiyet sebebimiz' olarak anılan 'vehn'i kaldırdı. Çokluk ardında cesaret olmaksızın anlamsızdı. Dünya sevgisiyle zayıf ve ölüm korkusuyla yaralıydık. 'Hâlâ da öyleyizdir' sanılıyordu. İkisini yitirince kendimizi bulduk. Düştüğümüz yerden kalktık. Biz o gece sokakta olmakla Allah'a, vatana veya İslam'a birşey hediye etmedik. Allah bizi o gece cesur kılmakla ebediyen aynalara tükürmekten kurtardı. Hamd ve şükür Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

15 Temmuz 2016 Cuma

Zaman Aynası Namaz Eleştileri (4): Bediüzzaman Allah'tan korkmaz mıydı?

"Allah Teala'ya korku, ümit ve sevgi hislerini cem ederek ibadet eden kimse, gerçek tevhid eridir." Mekhûl ed-Dimeşkî (r.a.)

Ali Mermer ve Senai Demirci'nin beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz (Nesil Yayınları) isimli kitabı tetkik etmeye devam ediyoruz. Bu yazıda 16. sayfada yeralan 8 numaralı dipnotu konuşacağız. Önce dipnotu alıntılayalım: "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir."

Doğrusu (bu kitapta veya Senai abinin diğer bazı yazılarında karşılaştığımız üzere) artık bir 'gelenek eleştirisi' duyduğumda bu eleştirinin tam olarak nereye veya neye yapıldığını bilmek arzu ediyorum. Gölge boksu yapmak istemiyorum. Evhamı tartışmak arzu etmiyorum. Evhamı tartışmak 'tuzak' gibi geliyor. Hayallerle kavga etmeye benziyor. Hemen soruyorum: 'İbadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayış' tam olarak kim veya kimlerdir?

Bediüzzaman'ın 'mürşidim' dediği Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazalî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın rehberi gördüğü Gavs-ı Âzâm Abdulkadir-i Geylanî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın hepsinden sitayişle bahsettiği ve 'yolunun evvelleri' olarak zikrettiği İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşibendî, İbn-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Fahruddin-i Râzî (r.a.e.) vs... midir bu gelenekle kastedilen? Eğer bunlar gelenekte değiller ise şu 'gelenek' demekle kastedilenler kimlerdir? Bu geleneğin kadrosu kimlerden oluşmaktadır? Konuşan dilleri kimdir? Yazılan metinleri kimindir? Şu ekibi şahıs be şahıs sayabilecek bir aslan yürekli 'gelenek eleştirmeni' var mıdır acaba?

Öyle ya! Gelenek denilen şey çılgın hayallerin mahsulü değilse bir yerlerden gelmiş olmalıdır. Bediüzzaman'ın kendinden öncesinde görüp telafi ettiği bu boşluğu/eksiği temsil edenler kimdir? Bununla kastedilen kişilerin de, eleştirilmeye değer bulunduklarına göre, ümmette bir kesret veya kesrete sirayet etmiş bir tesiri ifade etmeleri zaruridir. Sarı Çizmeli Mehmed Ağaların sözü kayda değer bulunmaz. Onların ümmet üzerinde 'eleştirilmeye değer' bir etkisi de olmaz. O halde mutlaka müelliflerin bu gelenek denilen cisimsiz mücrimi temsil eden kişiler/eserler üzerine tesbitleri vardır veya olmalıdır.

Böyle gölge boksu yapar gibi ortaya bir gelenek eleştirisi bırakıp "Peki, kim bu eksikler bakalım?" diye sorulduğunda verecek bir cevabı olmamak modern zamanlarda rastladığımız "Saldım çayıra, Mevlam kayıra..." tarzı gelenek eleştiri metodudur. Gücünü ve etkisini belirsizlikte bulan mezkûr metod, birebir teşhis istendiğinde ise, 'kem-küm' etmekten başka köşeye kaçamaz. Yahut da şöyle yapar: Nurcuların yanındayken Bediüzzaman bu gelenek eleştirisinden hariçte olur. Nakşilerin yanındayken İmam-ı Rabbani bu gelenek eleştirisinden hariçte tutulur. Mevlevîlerin yanındayken Mevlana Celaleddin'e kesinlikle gelenekten leke kondurulmaz. Kime tesir etmek istiyorsa onu hariçte tutarak, ama aslında bütün İslamî mirası parça parça töhmet altında bırakarak, ilerler bu sinsi eleştiri.

Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim: Birisi size "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Âzâm'ı (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, iliklerinize kadar emin olun ki, Bediüzzaman'ı sevdiği yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Şafii'yi (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, zerrelerinize kadar iman edin ki, yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Rabbanî'yi sevmiyorum!" diyorsa, yüzüne tükürün ki, o sevgisi yalandır.

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimlerinin nurlu çizgisi, tıpkı peygamberlerin nurlu nübüvvet çizgisinde olduğu gibi 'muhabbetleri birbirini iktiza eder/gerektirir' bir çizgidir. Allah'ın, mü'minleri sadece Kur'an'a ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselama değil, ondan önceki peygamberlere ve kitaplara da imana çağırması bu 'birisi birisiz olmaz' halin tezahürüdür. Onlar öyle bir silsiledir ki, birisi sevilince hepsi sevilir, çünkü aynı sesin yankılarıdır hepsi.

Bu yüzden Bediüzzaman'ı kenara çekip 'gelenek' dediği muhayyel cemaati kışkışlayan bu eleştiri tarzına mesafeliyiz. Ya bize isim isim kimi kastettiğini ve metin metin neleri eleştirdiğini söyleyecek; yahut da biz ona 'gölge boksu' yaptığını, asıl yapmak istediğinin ise modernizme/reformizme Bediüzzaman üzerinden bir yol bulmak olduğunu söyleyeceğiz. İbadetleri salt bir mecburiyet olarak tarif eden bu geleneksel anlayış eğer 'birisi' veya 'bazı metinler' değilse, o halde bu eksiklik tanımlaması nasıl bir gerçekliğe büründürülebilir? Ben diyebilirim ki hatta; eğer teşhis yok ise, bu algı komple bir evhamdan ibarettir. Delil yoktur. Evham vardır. Belki de 'öğretilmiş öcüler' mevcuttur.

Sonraki aşamaya geçelim: İbadetleri 'mecburiyetler' olarak tanımlamak yanlış veya eksik midir? Biz biliyoruz ki; başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere birçok İslamî metin, insana, ibadet yapması konusundaki mecburiyetini hatırlatır. "İnsanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım!" diyen Zariyat sûresinin 56. ayeti başta olmak üzere, daha birçok ayet-i celile, ibadetleri 'yapmamız zorunluluğu ile' bize öğütler. Acaba kitabın müellifleri geleneğin 'mecburiyet' vurgusunu eksik/yanlış bulurken Kur'an'daki bu vurguları nasıl yorumlamaktadır? Vazifenin terkine karşılık yapılan azap tehditleri acaba "Canınız isterse ibadet edin!" demek için midir? Yani vahyin kendisi bizzat bizi 'ibadetlerden sorumlu' veya 'ibadete mecbur' tutmaz mı? Böyle bir eleştirinin ucu nereye gider?

"Elbette yanlış değildir, ama ibadetleri sevdirmek de gerekir!" denilirse, deriz ki: Gelenek dediğimiz nurlu mirasın şunu da yapmadığını nereden biliyoruz? Muhatabımız bir delil gösterebiliyor mu? Haydi, onu çok sıkıştırmayalım, biz soralım: Tasavvuf denilen öğretinin en temel kodlarında zaten bunun tedrisi yok mudur? İslam, Kur'an'dan ve sünnetten süt emen ve büyüyen bir delikanlı olarak, acaba hiç mi ibadetleri sevdirmeye çalışmamış, hep mi "Mecbursunuz ulan! Ne sevgisi? Sevmeden yapacaksınız!" demiştir? Vallahi, azıcık Kur'an, azıcık hadis-i şerif, azıcık tasavvufî metin karıştıran der ki: Bu iddia yalandır. Salih seleflerimiz, asfiyamız ve evliyamız, Cenab-ı Hakkın hem celaline hem cemaline istikametli bir şekilde vurgu yapmışlardır. Kişinin meşrebine ve mesleğine uygun olarak ağır basan renkler olduğu söylenebilir, ama 'gelenek' diye tesmiye edilen yekûnden böyle bir tek renklilik okuması yapan ya insafsızdır yahut da suçladığı şeyi hakikatte bilmiyordur.

Hazır bu konuya değinmişken şu noktaya da dokunmadan geçemeyeceğim: Son zamanlarda yeni bir moda başladı. "Allah güzeldir. Allah'tan korkulmaz. Ancak sevgisini kaybetmekten korkulur..." tarzı Cemal Uşşak'tan bizzat duyduğum, başkalarından da bazı bazı okuduğum birşey bu. Söyleyenlerin kalbini itham etmemekle birlikte istikamet adına derim ki: Bu sözde ifrat var. Bizim Halık'ımız hakikaten kendisinden korkulmaya layık bir Halık'tır. Ki korkalım diye bizzat Kur'an'da bize celalinin tecellilerini anlatmıştır.

Evet, Allah'tan yalnız korkulmaz. Ama Allah'tan kesinlikle korkulur. Bu 'Korkmaya gerek yok!' veya 'Azaptan değil sevgisizlikten kork!' damarı iyi bir damar değil. İfratı da iyi bir yere gitmiyor. Fâtır sûresinde buyrulan "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler hakkıyla korkar..." hakikati ve "Hikmetin başı Allah korkusudur..." (Beyhakî, Şu'abu'l-İman, II, 202) hadis-i şerifi bize Allah'ın 'korkulası bir Allah' olduğunu da hatırlatıyorlar. Hatta İmam-ı Gazalî (r.a.), İhya-i Ulumi'd-Din'de, tabiunun büyüklerinden Mekhûl ed-Dimeşkî'nin (r.a.) şöyle dediğini naklediyor: "Allah Teala'ya (yalnız) korkuyla ibadet eden Haruridir (Haricidir.). (Yalnız) ümitle ibadet eden Mürciidir. (Yalnız) muhabbetle ibadet eden ise zındıktır."

Hikemiyat'ta bu sözün izahı sadedinde Ebubekir Sifil Hoca şunları söyler: "Bu sözün ilk cümlesinin anlamı şudur: Allah Teala'ya sadece O'ndan, O'nun azabından korkarak ibadet eden kimse Haricidir. Zira mü'minde korku ve ümit duyguları birlikte bulunmalıdır. (...) (İkinci) sözüne gelince şu anlamdadır: Allah Teala'ya hiçbir korku hissi taşımadan sırf ümitle veya korku hissi taşısa da ümit hissinin onu bastırdığı bir ruh haliyle ibadet eden kimse, günaha düşmekten korkmuyor demektir. Bu haliyle de o Mürcie taifesine benzemiş bulunmaktadır. (Üçüncü) sözünün açıklaması ise şöyledir: Allah Teala'ya azabından korkmak, cennetini ve rızasını ummak gibi herhangi bir düşünce taşımaksızın sırf 'Allah sevgisi' hissiyle ibadet eden kimse, ibadetlerin farz olduğu inancını terketmiş demektir." (Hikemiyat, 244-247)

Hal böyle olunca, salt Bediüzzaman değil, hangi hakikatli âlim, Ali Mermer ve Senai Demirci'nin söyledikleri gibi "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir..." diyebilir? Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden almaya cür'et edebilecek bir âlim var mıdır? Kur'an'da emir buyrulan emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker hakikati öylece dururken ve Risale-i Nur'da da şu tesbiti destekleyecek hiçbir cümle yokken, vallahi insan bu cesarete şaşıyor, şaşmaktan dilini yutacağı geliyor. Ne diyelim? Allah istikametten ayırmasın. Âmin.

12 Temmuz 2016 Salı

Ya zaman dua için yaratılmışsa?

Sen benim gibi yapma. Dua etmek için uygun zaman aramak yanlış arkadaşım. Zaman dua edelim diye yaratılmış zaten. Bediüzzaman'ın 'dua' ve 'zaman' arasında kurduğu ilgi, 9. Söz'den ta yağmur duasının hikmetini açıkladığı yere kadar, külliyat içerisinde bizi takip eden bir ilgi. Ben bu ilgiyi şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum: Bir oyun var. Bu oyunda çeşitli renklerde butonlar var. Bu butonlar neredeyse gelişigüzel sanılacak bir 'kuşatılamaz düzenle' yanıp sönüyorlar. Oyunu kazanmanız için yanan rengin üzerine, bir başkası/yenisi yanmadan, basmanız lazım. Zira bir başkası yandığında diğerleri sönüyor. Çabuk davranmalısınız. Dikkatli olmalısınız. O rengin yandığı zaman aralığını ıskalamamalısınız. Bu renkten renge koşmalar içinde oyunu yaşıyor ve son ışık söndüğünde tamamlıyorsunuz.

Bana göre hayatı da böyle yaşıyoruz. Esma sayısınca renkte butonların olduğu bir âlemde yaratılmışız. Ve bu renkler 'olaylar' veya 'bilgiler' veya 'bunlarla sıfatlanmış zamanlar' olarak karşımıza çıkıyorlar. Bazen hastalık oluyorlar, bazen kara bir haber, bazen trafik kazası, bazen otobüsü kaçırma, bazen eşler arasında küçük bir anlaşmazlık, bazen yıkıcı bir boşanma, bazen yağmursuzluk, bazen huysuzluk, bazen ihtiyarlık, bazen ölümcül bir bela, bazen sadece bir başağrısı, bazen gelecek kaygısı, bazen düşman korkusu, bazen... Türlü 'bazen'lere dönüşerek çıkıyor karşımıza bu renkler. Butonların yandığını salt dikkatimizle değil; verdikleri acıdan, korkudan, endişeden, öfkeden, rahatsızlıktan, sıkıntıdan, hüzünden, üzüntüden ve saire... farkediyoruz.

Duygularımız bize bazı butonların yandığını haber veriyorlar. İşte o zaman bir koşu başlıyor. Ben bu koşunun 'dua koşusu' olduğunu düşünüyorum. Dua, mürşidimin de isabetle ifade ettiği gibi, sadece dil ile edilen değildir. Fiilî dua başta olmak üzere daha birçok çeşit dua var. "Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi yalnız duadır." Esma sayısınca yanan butonlar, yanan butonlardan bizleri haberdar eden etkilenişler/duygularımız, bizim onlara verdiğimiz tepkiler/dualarımız... Duanın zaman ile ilgisi tam da burada başlıyor. Dua, 'olay' veya 'bilgi' veya 'duygu' veya 'sonuç' için edilmiyor. Dua aslında zamanı geldiğinde butona basmayı başarmamız için ediliyor. Varlığımız birşeyleri değiştirmek için değil. Doğru zamanda doğru butona basmak için... Doğru duayı doğru zamanda edebilmek için...

"Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz..."

Duayı böylece doğru bir konuma oturttuğumuzda duaya dair herşeyi de doğru bir konuma oturturuz. Mesela; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, bütün nebilerin çoklukla ettikleri istiğfarları doğru anlarız. İstiğfarla günah arasında kurduğumuz neden-sonuç ilişkisi ortadan kalkar. Tıpkı yağmurla yağmur duası arasında kurduğumuz ilginin mezkûr bakışaçısıyla ortadan kalkması gibi. Yağmur duası yağmurun yaratılışını sonuç vermek için yapılmadığı gibi istiğfar da bir günahı affettirmek için olmayabilir.

Daha önce de bu konuya bir yazımda değinmiştim. Fikir dilimin sevdiği bir şekerdir. Yine değdireyim. İstiğfar aslında 'aynanın aynalığını diri tutması'dır. Sende görünen ile aslolan arasındaki 'benzerliğin' asla ve asla 'aynılık' seviyesine çıkamayacağını, yansıyana dair marifetimizin aslolana göre her zaman eksik kalacağını kabulümüzdür istiğfar.

Yansıtıcı olan herşeyin bize verdiği derstir bu. Yansıyan, yansıtılanın aynısı olmak gerekmez. Avucunuzdaki kadar suya gökyüzü sığar. Ama o sudaki gökyüzü asl-ı gökyüzünün aynısı değildir. Ondan haber verir ama o değildir. Avucun sahibi istiğfar ettikçe, kendisine, avucundaki yansıma ile gökyüzünü karıştırmamayı öğütler. Peki, ehl-i kibir ne yapar? Avucundaki suyu ayn-ı sema sanır. Ona bunun böyle olmadığını isbat etsen de yine davasından büsbütün vazgeçmez. "Hem deme ki: 'Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Bütün bu aşamalar, aynanın yansıttığından hissedar olduğu, 'bir ölçüde o' veya 'bir şekilde onun gibi' olduğu iddiasından vazgeçmeyişinin aşamalarıdır. Peygamberlerin istiğfarları bu kibrin köküne çalınmış en yaman baltalardır. İsmet sahibi en berrak aynanın yansıtmasından istiğfar ettiği yerde kirden/kusurdan kurtulamayan aynaların üzerlerine alabilecekleri ne meziyet vardır? Bu istiğfarların nebilerin makamları yükselirken bir önceki makamlarını eksik görmelerinden kaynaklandığı da söylenir. Bu da benim tezimi güçlendiriyor bence. Orada eksik gördüğü, işte, aslolana kıyasla yansıttığıdır.

Bu durum tıpkı eski yazılarını yıllar sonra tekrar okuyan yazarın misali gibidir. Müellif, yazdığı zamanlar "İşte oldu!" sandığı metinlerini yıllar sonra okuyunca neden orasıyla/burasıyla oynar? Neden cümleler ekler, düzeltir, değiştirir? Aslında bu da bir çeşit yazar istiğfarıdır. Hakikati daha geniş pencerelerden seyretmeye başladıkça eski pencelerinden tevbe eder. Aşk için dua ettiğin zaman sonuç/vuslat için dua edersin. Acz için dua ettiğinde sonuç aradan çıkar. Her acizlik farkındalığı bir butondur. Her buton yanışında insan uyanır ki basma zamanı gelmiştir. Beş vakit namazını kılan nasıl günde beş kez "Ben hâlâ buradayım Allahım!" diyerek Rabbinin onu çağırdığı butona basar, istiğfar eden de bir çeşit butona basar. İmtihanımız yanan butonlara yaptığımız dua sayları üzerine sürüyor. Dünya, belki de daha çok butona basalım diye sürekli değişiyor. Butonlar dünyayı değiştirmek için değil. Değişim butonların sayısını arttırmak için. Allahu'l-a'lem.

8 Temmuz 2016 Cuma

Varlığın yokluğu yokluğun varlığından acıdır

"Her kim kendisini Allah'a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah'a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur." Mesnevî-i Nuriye'den.

İhlas sosyalmedya denen şeye nasıl dayanacak? Bu çılgınca paylaşma arzusuna. Şahit kılma arzusuna. Gizli amelimiz kalmayacak ki onunla 'sadece Allah'ın rızasını umduğumuzu' iddia edebilelim. Taziyesini paylaşıyor. Sadakasını paylaşıyor. Hasta ziyaretini paylaşıyor. Bunca 'haberdar etme' nasıl emin ve rahat olur ki, desin: "Bütün bunlar sadece Allah rızası içindi."

Diyemez. Dese de inanılmaz. Ben inanamıyorum. Her anına çılgınca şahit tutmaya çalışırken hüsnüzannımı korumakta zorlanıyorum. Çünkü 'yetmediğini' farkediyorum. Neyin yetmediğini? Şahit olarak Allah'ın yetmediğini. Yetmiyor ki duyurmak istiyorsun vesilesi kılındığın her hayrını. Halbuki Fussilet sûresi aksine soruyor: "Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?"

Yaşadığını sanmanın yeni bir müskiri çıktı şimdilerde: Daha çok şahit bulmak. Bununla daha çok varolduğunu sanıyor. Benim veya bizim dünyamızdaki varoluşunun/şahitliğimizin onu daha 'kalıcı' kıldığını düşünüyor. Halbuki hiçbir şey değişmedi. Hâlâ aynı faniliğin izlerini taşıyor fiilerin. Tek farkı: Bir yerlere yazmış oldun. Gözlerimizi o anın farkında kıldın. Hafızamızda bir vücudu daha oldu seninkinden başka. Bildik. Duyduk. Öğrendik. Gördük. Sen belki bizim kadar da aklında tutamayacaktın eylediğini. Biz biraz daha tutacağız başka kablarda. Bu kadar... Geçiciliğindeki değişiklik ancak bu kadar oldu.

Şimdilerde yaşadığını sananın tek tesellisi her anına şahit tutmak. Ve bununla hakikaten yaşadığını, dolu dolu yaşadığını, iliklerine kadar yaşadığını isbat etmeye çalışıyor. Mümkün mü bu? Faninin şahitliğiyle mülk bakileşir mi? Kendisini varlıkta tutamayan başkasının varlığını varlıkta tutabilir mi?

Şahidinim. Yaptın. Şahidinim. Gördün. Şahidinim. Tattın. Peki. Nasıl kazanırsın? Şahit olarak beni tuttuğun halde davanı isbat etmeye çalıştığın kişi de benim. Canım çekmediği halde nasıl kazanırsın? Hadi, beni de boşverelim. Hakikatte nasıl kazanırsın? Yaşadıklarını biriktirmiyorsun ki. Vedalaşacaklarının sayısını arttırıyorsun. Kovan deliktir. Bulduğun diğer kovaların (yani şahitlerinin) kovaları da seninki gibidir. Tutamazlar. Tutsalar da saklayamazlar. Bırakacaklar. İlla ki unutacaklar. Önemsediklerini de inkar edecekler. Bu şahitlerin tamamı 'kalıcılık' iddiasında yalancıdır. Nasıl kazanırsın?

Bir zaman senle olmuşlardı ama senin olmadılar ki. Sahiplik ne demek? Sahiplik her istediğinde yanında bulmaktır. Sahip olan sahip olduğunu arzu ettiğinde veya muhtaç olduğunda yanında bulur. Kur'an'daki ifadesiyle: 'Herşeyin hazinesi yanında olan'dır asıl sahip. Her istediğinde yanında bulamadığın senin olmamıştır. Senle olmuştur. Sende olmuştur. Senden olmuştur. Sana olmuştur. Ama senin olmamıştır. Senin olsaydı seni terkedemezdi çünkü. Mülkü, Malik'ini, iradesi ve isteği dışında terkedemez. Terkediyorsa emanettir. Demiyor mu Rahman sûresi de bize öyle: "Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz."

O vakit bu fenaya mahkûm şahitliklerle avunmak da boş. Yaratıcısının şahitliğinden başka yaradılana teselli yoktur. İsm-i Hafîz'den başka yaşanmışın ve yaşayanın devası yok. Hakiki sahiplik ancak unutmamakla ve yaratabilmekle olur. İnsanın sahipliği mecazidir, çünkü hem unutur hem yaratamaz. Kendisiyle olanın da tüm detaylarını kuşatamaz. Kuşattığının da tamamını saklayamaz. Sakladığının da tamamını diri tutamaz. Aradığında aynı tazelikte bulamaz. Yaratamadığını her arzu ettiğinde veya ihtiyacı olduğunda yanında göremez. Demek bir çekmeceye atmamıştır. Bir kasaya kapatamamıştır. Tapusu elinde de değildir. Ölüm elinden aldıktan sonra hiçbir belge ile varlığını tazeleyemez.

'Zeval-i elem lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir...' diyen Bediüzzaman buna da dikkatimizi çekiyor. Lezzet bir sahiplik (her istediğinde yanında bulma) arzusu verdiğindendir ki, hakikatte hakikati olmadığından acı çektiriyor. Varlığını, o varlığın tekrarını, özletiyor. Lezzeti ve o lezzetin taşıyıcısını bir şekilde tutmak istiyoruz. Olmuyor. Varlığı her hatırladığımızda tekrar yokoluyor. Varlığı yokolmuyor. Yokluğu tekrar be tekrar varoluyor.

Nefsin lezzetleri tekrar tekrar yokolucudur. Bir gidince hep gidicidir. 'Elem' ise yanımızda bulmak istediğimiz birşey değildir ki, gidişiyle sahiplik arzumuza yokluğunun varlığını çektirsin. Yoku yok oluyor onun. "Yok yok ise o vardır. Yok yok olsa varolur..." sırrını mazhar oluyor. O varlıksallıktan bir lezzet alıyoruz. Yokunun yokluğu varlık oluyor. Demek, sahibi olmamakta arasak, bize çok lezzet ve varlık var. Tutmaya çalışanın elleri yara...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...