6 Şubat 2018 Salı

Herşey hakikatinde dürülüdür

"Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir." (Zümer sûresi, 67)

Bu yazıya da şöyle bir yerden başlayalım: Dünya yaşarken düzdür. Hakikatte ise yuvarlaktır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: 'Algılanan' ile 'hakikatte olan' arasında her zaman birebir uyum aramamalıyız. Algı, algılayanın sınırlarıyla yaralı olduğundan, gerçeğin her köşesini kuşattığını iddia edemez. Tam bir resmini çektiğini söyleyemez. Ama bize bütüne dair bir fikir verir. Veyahut da şöyle çevirelim sözü: Algı dediğimiz şey, özünde, bütünün şahit olduğumuz kısmına dair edindiğimiz izlenimdir. Ve bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar. Çünkü, yaşamak için, muhatap olduğumuz parçanın bilgisine muhtacızdır.

Bir de hayal kuralım: Dünyanın küre değil daire olduğunu düşünelim. Yani düz bir daire. Tıpkı algıladığımız gibi. Tepsi. Bu tepsi dünyada, bütün daireyi kuşatacak şekilde, tek bir şehir bulunsun. Bu şehrin hiçbir arasokağı bulunmasın. Evler sadece baktıkları ana caddelere açılsınlar. Ulaşım da sadece bu anacaddeler vasıtasıyla olsun. Yani içiçe halkalar şeklinde bir şehirleşme. Sadece hayal edin.

Ve şimdi, hayalde ileri gidin, kendinizi de o şehirde hayal edin. İsterseniz ailenizi de yanınıza alabilirsiniz. Fakat bir şartım var: İçerideki halkalardan birisinde değil de dış halkalardan birisinde ikamet etmenizi istiyorum. Masalın devamında buna ihtiyacım var. Anlaştıysak buyrun oturun. Bahçelisini de alın hiç farketmez. Büyükçe olsun. Tamam. Ne de olsa hayaldir bu. Pahalıya gelmez.

Peki, oturduk, yerleştik. Evimizi de beğendik. Fakat en nihayetinde dört duvardır. Canımız sıkıldı. Bunaldık. Aklımıza geldi: "Filancalar da yakında oturuyor!" Nerede? Bir arka sokağınızda. Yani bir arkanızda oturan sevdiğinizi ziyarete gideceksiniz. Nasıl gidersiniz? Arasokaktan mı? Hatırlarsanız size bu şehirde hiçbir arasokak olmadığını söylemiştim. Duvardan atlayarak mı? Bu normalde mümkün. Ama diyelim ki: Hayal kentimizde buna da izin yok. Hatta mümkün olduğu da bilinmiyor. Evin duvarını yıkarak mı? Abarttınız. Gerçi yaparsınız. Ancak diyelim ki: Bu hayalde buna da izin verilmemiş. Tek yol var: O dairenin tamamını dolaşıp bir üst daireye ulaşacak ve bu uzun yolculuktan sonra ancak bir arka sokağınızda veya caddenizde oturan akrabanıza ulaşabileceksiniz.

Ziyaret ne çok güçleşti öyle değil mi? Tıpkı bugün yıldızlara ulaşmakta çektiğimiz sıkıntı gibi. Bütün dünyayı dolaşmak gerekirdi, eğer öyle bir şehirde yaşasaydık, aslında size çok yakın olan akrabanıza ulaşmak için. İşte, bazı bilim kurgu filmlerinde de, şöyle birşeyi ima ediyorlar bugünlerde:

Belki evrende de bu şekilde farkedemediğimiz 'solucan delikleri' var. Yani arasokaklar. Yani kısayollar. Biz o arasokakları göremediğimiz için yıldızlara 'ulaşılmaz' diyoruz. Eğer o arasokakları bulabilsek, kullanabilsek, şimdi binlerce ışık yılı olduğunu tahmin ettiğimiz uzaklıkları kapı komşumuza gider gibi kolayca aşabiliriz. Tabii bu teori de, her teoride olduğu gibi, kendisine göre bir âlem tahayyülünden besleniyor. Nasıl bir âlem teorisi bu? Dürülü âlem teorisi.

Dürülü âlem teorisi ne demek? Bu teoriye göre, başta da ifade etmeye çalıştığım şekilde, 'algıladığımız evren' ile 'hakikatteki evren' birbirinden farklı. Biz, komşu bir yıldıza baktığımızda bir düzlük üzerinde baktığımızı sanıyoruz, ancak o aslında dürülü. Veya katlı. Ve o kat tam da bize yakın bir yere denk geliyor başka bir boyutta. Bizim şahit olduğumuz boyutlardan daha aşkın bir boyutta. Belki o uzaklardaki yıldız aslında bizim bir arka sokağımızda oturuyor.

Fakat biz o ara sokağın 'mümkünlüğünü' henüz bilmediğimiz için dairenin tamamını dolaşarak ona ulaşmaya çalışıyoruz. Bu dürümün nasıl bir dürüm olduğunu bir farkedebilsek herşey çözülecek. Tıpkı dünyanın yuvarlıklığını farkedince Batı'ya gidip Hindistan'a ulaşabileceğini farkedenler gibi olacağız.

Tabii bunlar sadece teori. Ben bu somutlaştırıcı örneği aslında varolan başka bir 'dürülü âlem'e gözümüzü açabilmek için kullanıyorum. Esma âlemine... Evet, aynen böyle, mürşidim Kur'an'daki fezlekelerin hikmetini izah ettiği bir yerde diyor ki: "Cenab-ı Hakkın mensucat-ı san'atını beşerin önüne yayar, sonra onları Esma içinde dürüp toplar." Ne demek bu? Yani: Kur'an'da, bazı ayet-i kerimelerde, Cenab-ı Hakkın kainattaki sanatı değişik örnekleri üzerinden anıldıktan sonra, bazı isimleri zikrediliyor. Bu zikredişte bir maksat var. Böylece o sergide önümüze açılan örnekler isimlerde dürülmüş oluyor. Birbirlerine yakınlaştırılmış oluyor. Geçişler kolaylaştırılmış oluyor. İşte bunu izah edebilmek için yukarıdaki laf kalabalığıma ihtiyaç vardı.

Bana öyle geliyor: Cenab-ı Hakkın Esmaü'l-Hüsna'sı, güzel isimleri, aslında varlığın ara sokakları gibi. Kur'an'da, Allah'ın sanatının anlatıldığı yerlerde Cenab-ı Hakkın isimleri öğretildiğinde, biz, daha önce sahip olmadığımız birşeye sahip kılınıyoruz. Nedir o? Arasokakların bilgisi. Bu bilgiye ulaştığımızda artık bu türden her meselede o isimler üzerinden bağ kurabiliyoruz. Bir karıncanın yediği şeker tanesinden tutun bir çiçek yaprağının güneşlenmesine, bir karadeliğin koca yıldızları yutmasından tutun bir bebeğin anne memesinden süt emmesine kadar, Allah'ın Rezzak ismi sayesinde sıçramalar yapıyoruz.

Evet, evet, akıl ve kalbimiz bu arasokaklar sayesinde sıçramalar yapıyor. Tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi. Herşeyin binler kanunla birbirine bağlandığını görüyoruz. Yani eşyanın Esma'sından dürülü olduğunu, sarılı olduğunu, katlı olduğunu ve o deliği bulunca varlıkta her yöne doğru mesafeler alınabildiğini görüyoruz.

Hatta Esmaü'l-Hüsna'nın sadece 'eşyadan eşyaya' değil 'dıştan içe' veya 'içten dışa' geçişkenliği de var. Bazen oluyor içimizde farkettiğimiz bir sırrı âlemde kovalıyoruz. Bazen oluyor âlemde farkettiğimiz bir sırrın izlerini kendimizde kolluyoruz. Bu geçişler ancak Esma koridorlarını kullanmakla mümkün kılınıyorlar. Çünkü bu isimler Vahidiyet ekseninden bakılınca bütün varlığı kuşatmış oluyorlar. Hiçbir 'olan' sadece bizde olmuyor. Hiçbir 'olan' sadece orada olmuyor. Onun olmasının bağlı olduğu kanuniyetin bir ucu da bizde tecelli ediyor. Güneş dünyayı çekiyor. Dünya ayı çekiyor. Sen de âşık oluyorsun.

Sözü çok uzattım. Bir de şunu söyleyip bitireyim: Esmaü'l-Hüsna'nın bir geçişkenliği de fıkh-ı ekber, fıkh-ı zahir ve fıkh-ı batın arasında mevcuttur. Yani Allah'ın isimleri bu üç fıkıh arasında da koridordur. Örneğin: Fıkh-ı ekberden (akaidden) aldığımız bir dersi bu sokaktan geçerek fıkh-ı batına (tasavvuf) taşıyabiliriz. Cenab-ı Hakka iman edişimizin şekliyle/içeriğiyle kendi içimizdeki dengeleri düzeltebiliriz. Aynısı diğer formülasyonlar için de geçerlidir. (Ancak bu noktada bağlayıcılık sırasının öncelikle fıkh-ı ekber ve fıkh-ı zahirde olduğunu belirtmeliyiz.) Bu üç fıkhın arasındaki irtibat noktası, kanaatimce, Esmaü'l-Hüsna'dır. Esmadan bahseden akaid, fıkıh ve tasavvufu birbirine bağlar veya bağlayabilir. Bir sözünü çok söze dönüştürebilir.

Evet. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." diyenlerden aldığımız dersle belki biz de diyebiliriz ki: Herşey hakikatinde dürülüdür. Hakikatine ulaşan orada toplanmış olan herşeye geçiş yapabilir. Hikmet avcılığında bulunabilir. Allahu'l-alem.

1 Şubat 2018 Perşembe

Ümitsizlik ne zaman işe yarar?

Ümidin bence ne olduğunu belki size söyledim. Fakat güzel şeyleri tekrarda bereket olduğundan bir kere daha yazmış olayım: Ümit bence Allah'ın yaratışındaki ilgiyi okumaktan gelen bir kalbî uyanıştır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Varlıkta yer tutan her fiilin bir faile ihtiyaç duyduğunu ve bu failliği ise ancak Allah'ın kudretinin, ilminin ve iradesinin kaldırdığını farkettikten sonra Vahdet penceresinden şunu da okumaya başlarız: Allah bu fiileri yalnız bir kere işleyip sonra yokluğa terketmemektedir.

Ya? Bu fiiler aynı, benzer veya birbirlerinden haber verir şekilde (bir kanunun mikrodan-makroya yansımaları şeklinde) sürekli tekrar edilmektedirler. O fiiler sonucu meydana gelen eserler de yeni yeni ilgi renkleriyle (tecellilerle) başıboş bırakılmamaktadırlar.

İnsan evladının karnı doyurulduğu gibi balığın da, güneşin de, karadeliğin de karnı doyurulmaktadır. Güvercine yön bulması öğretildiği gibi inci kefaline de, dünyaya da, kuyrukluyıldıza da yön bulması öğretilmektedir. Bu tekrarlanan fiilerin bilgisinden Cenab-ı Hakkın bu fiilerin sonuçlarından bir 'lezzet-i münezzehe'si veya bu fiilerin kendisine bir 'muhabbet-i mukaddese'si olduğu marifetine ulaşılır. (İrade sahiplerinin tekrarında muradî bir kasıt vardır.) Bu şuunat bilgisidir. İşte, bu şuunat bilgisi de bize, Allah'ın varlıkla ilişkisinin ne zamansal ne de mekansal sınırlarla sınırlanamayacağı ümidini öğretir. Ümit özünde budur. İlginin ilgilenilence sezilmesidir.

Ümit, gerçekleşmesi arzulanan fiilere dair taakkulların, tasavvurların veya tahayyüllerin, zamandan/mekandan aşkınlaşmasıdır. Gayba imanla zenginleşmesidir. Cenab-ı Hak bu tarz tecellilerde bulunmaya dair bir muhabbet-i münezzehe sahibi ise, elbette, onu bu tarz tecellilerini sonsuza kadar sürdürmekten hiçbir kuvvet alıkoyamaz. Hakikatte havl ve kuvvet de yalnız onundur zaten. O halde şahidi olunan güzelliklerin hep devam edeceği kereminden beklenebilir. Ümit bu beklentiden doğar.

"Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?" oyununda Gülseren (Demet Akbağ) ve komünist amcası (Serhat Özcan) arasında geçen bir diyaloğu hiç unutmam: "Umarım!" diyen dayısına Gülseren şöyle sorar: "Kimden umarsın?" Dayısı cevap verir: "Umarım dediysem yani dilerim." Gülseren haklı olarak sormaya devam eder: "Peki kimden dilersin?" Öyle ya! Yukarıdaki şekilde zamanlar üstü (yani ezelî ve ebedî olan) bir Allah'a inanılmadıktan sonra 'ummak' ve 'dilemek' gibi zaman ötesi fiiler için nereden medet/umut alınır?

Buradan yeis meselesine de bir dokunmak istiyorum. Yeis, yani ümitsizlik, insana verilen diğer herşey gibi hikmetlidir. Ancak yine diğer herşey gibi 'yerinde' hikmetlidir. Cenab-ı Hak 'ümit kesme' yeteneğini bize özelde 'aldanmalardan korunmamız' genelde ise 'sahte ilahları teşhis edebilmemiz' için bağışlamıştır. Ve biz biliriz ki: Cenab-ı Hakkın bir ismi de Sadıku'l-Vaad'dır. Yani o vaadinde sadık olandır. Evet, Allah, vaadine aykırı hareket etmez. Kandırmaz. Bizler gibi "Yapacağım!" deyip yapmamazlıkta bulunmaz. Zira vaadinden dönmeye sebep olacak aczden ve izzetsizlikten münezzehtir. Bu da 'onun gibi olmayanları' kolayca teşhis etmemizi sağlar. Evet, biz, masivayı 'vaadinden dönmesiyle' de teşhis ederiz/edebiliriz. Bu yöndeki arızalarından/sınırlarından anlarız ki: O Allah değildir.

Kabul edelim: İnsan en çok ümidinden kandırılır. En çok ümitli/arzulu olduğu konular hakkında tufaya getirilir. Gerçek olmasını içinden diler çünkü. Bu yönüyle yeis bu damar üzerinden üzerimizde gerçekleştirilecek operasyonlara/manipülasyonlara dair bir korunma kalkanı işlevi görür. Şeytandan kendisini hidayete çağırma hususunda ümidini kesen insan ancak onun vesveselerinden Allah'a sığınır. Günahların zehirli lezzetlerinden gelebilecek(!) saadet hususunda ümidi kesik olan ancak takvaya meyleder.

Süfyan'ın sahte cennetinden gerçek mutluluk bağlamında umudu kesik olanlar ancak istikamet için sünnet-i seniyye kalesine koşar. Fani sevgilinin güzelliğinin sonsuza kadar devam edeceğinden ümidini kesen âşık ancak âşık olmak için sonsuz bir güzellik sahibi arar. Bu noktada diyebiliriz ki artık: 'La ilahe illallah' kelime-i tevhidi içinde yeisin de hikmetli bir yeri vardır. 'La ilahe' ile masivadan ümit kesilmedikçe 'illallah' umudu doğmaz. Çünkü umut ancak Sadıku'l-Vaad olandan duyulur.

Buradan şuraya gelelim. Kur'an'da "Kafirlerin duası boşa gider!" buyuran Rabb-i Rahimimiz belki şuna da dikkatimizi çekiyor: "Onların umutları da boşa gider!" Çünkü kendisinden umut besledikleri şeylerin şahadet âlemine bir aşkınlığı yoktur. Hayat, bu yönüyle, bir kıssa-i Yunus'tur. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir..." Hikayemizin özeti bu: Dünyaya geliyoruz. Yanlış yerlere yanlış umutlar besliyoruz. Kırılıyoruz. Aldatılıyoruz. Yıpranıyoruz. Dağılıyoruz. Çünkü ancak böyle böyle öğreniyoruz: Kendisinden umut beslenecek olan yalnız Allah'tır.

25 Ocak 2018 Perşembe

Fırtınayı arkamızda bırakmak için

Bu da Risale okurken farkettiğim birşey oldu arkadaşım. İnşaallah doğru farketmişimdir. Farkındalığımın özetiyse şudur: İsim, failin 'fiilin küllünde' görünen yanıdır. Sıfat, failin 'fiilin künhünde' görünen yanıdır. Şuunat, failin 'fiilin devamlılığında' görünen yanıdır. Ne demek bunlar? Elimden geldiğince izah etmeye çalışayım. 'Elimden geldiğince' diyorum. Çünkü zor. Tevfik ise Allah'tandır.

Bir örnek üzerinden somutlaştırmayı deneyelim: Odanızdaki masa 'yalnız varlığına yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'eser' olduğunu söyler. Çünkü vardır. Biraz daha üzerine odaklandığınızda 'yalnız bütünlüğüne yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'faili' olduğunu söyler. Çünkü her eser bir fiil/fiiler sonucudur. Yapıttır. Yapılmıştır.

Oradan 'isme' gidilen bir yol bulunur. İsimler fiilerin faillerini 'teşhis etmek' veya 'hatırlamak' veya 'tanımlamak' için üzerlerine bıraktığımız işaretler gibidir. Yapıtı yapan Yapan'dır. Masayı yapan Marangoz'dur. Duvarı yapan Duvarcı'dır. Sonra siz 'bütüne gösterdiğiniz dikkatin üzerinde bir dikkatle' eserdeki detayları okumaya girişirsiniz. Eserin 'tek bir fiilin' değil 'birbiriyle ilgili birçok fiilin' sonucu olduğunu farkedersiniz. Fiiler ziyadeleşir. Fiilerin ziyadeleşmesi faili de isimlerden aşkın şekilde tarif etmeyi tetikler.

Her nesnede 'varolması varoluşun zaruriyatından olmayan' ama 'varoluşuyla eserin varlığı daha da muhteşemleştiren' 'hikmetli artılar' nazarınıza çarpmaya başlar. Mesela: Örnekteki masa 'varoluşu onu buna mecbur etmediği halde' süslenmiştir, renklendirilmiştir ve/veya şekillendirilmiştir. Bütün bu artıları ustasının/failinin 'sadece bir fail olmaktan öte' meziyetlere de sahip olduğunu gösterir. Çünkü eserde varolmaktan fazlası vardır. Bir özen vardır. Bir sanat vardır. Bir güzellik vardır. İnceliklerin böylesi bir derinlikle okunmasından isimlerin üstünde ('üstünde' demekten kastım 'bütün isimler için geçerli olmak'tır) bir sıfatların farkındalığı/bilgisi ortaya çıkar.

Demek ki o usta 'sadece bir Yapan' değildir. Fazlasıdır. Marifetinin (tabir-i caizse) detayları eserinin küllünde görülen fiilden de aşkındır. O sanatkâr usta, yaratışında, farklı seviyede veya türden incelikleri de gözeten bir ustadır. Sanatı lahana yaprağı gibi içiçe sarılmış, birbirine dolanmış, hatta birbirine dokunmuş, güzelliklere sahiptir. Örneğin: Yaptığını güzel yapmayı seven bir ustadır. Gözün neyi beğeneceğini bilen bir ustadır. İnsanın neyi seveceğini bilen bir ustadır. Eylemekten öte estetik bir murada da sahiptir.

Bu okuma, masanın sadece bütününe değil, detaylarına da gösterilmiş bir dikkatin sonucudur. Detaylar, işte böylece, ustanın fail olmaktan öte yanlarını bize fısıldar. Ancak iş burada da bitmez. Bu kez bakışınız detaylardan çıkar, masanın bütününden yükselir, aynı ustanın yaptığı bütün masaları bir anda kuşatır. (Onlardaki detayları da bir anda kuşatır.) Artık burada görülen eserdeki 'bütünlük' değil eserler dizisindeki 'tekrar'dır. Yani tekrarlanan fiilerin bütünüdür.

Kanundur. Daha doğrusu: Fiilerdeki devamlılıktır. Bu usta yaptığı bütün masalarda aynı hassasiyeti gözetmekte midir? Eğer gözetmiyorsa belki de denk geldiğimiz şu masa bir istisnadır? Ve biz bir istisnadan ustanın ahlakına dair çıkarımlar yapamayız. Çünkü istisnalar kaideyi bozmaz. Fakat özenli bir tekrar ancak kasıtla olur.

Ahlak ise kaide okumalarından çıkar. İşte, bu noktada, fiilerin devamlılığı üzerinden yaptığımız okumaların bilgisine ihtiyaç duyarız. Bakarız ki mesela: Bu usta yaptığı tüm masalarda aynı inceliği gözetiyor. Aynı detayları kotarıyor. Aynı hassasiyetleri koruyor. O zaman sıfatların üstünde bir bilişle 'şuunatın marifetine' ulaşırız. O ustanın bu sanatları yapmaktaki devamlılığının kendi zatındaki bir kemalden ve o kemale işaret eden bir şuunattan kaynaklandığını, varlığın 'zorunda bırakması' veya 'öyle icap ettirmesi' işi olmadığını görürüz. Bu bizi, elhamdülillah, artık eşyadan bağımsız bir bilişe ulaştırır. Varlıktaki değişimlerin sıkletinden kurtuluruz. Kalbimizdeki imanı da, inşaallah, kurtarırız.

Tıpkı fırtınalı bir deniz yüzeyinin altındaki derinliklerde fırtınadan eser olmaması gibi, bize de öyle gelir ki, artık dünyanın üzerinde ne olursa olsun varlığa bakışımızı değiştirmez. Büyüklerimize "Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler!" veya "Kahrın da hoş. Lütfun da hoş!" dedirten sır budur. Ustayı şuunat düzeyinde bilmek, aynı zamanda, eşya ile bağlı okumalardan bağımsız olarak onu bilmektir. Daha doğrusu: Aşmış olarak bilmektir. Böyle bir bilgi elbette varlıkta yaşanan karmaşadan etkilenmez.

Nüanslarını şöyle bir örnekle anlatabilirim sanırım: Yeni yeni tanıdığınız bir insanın ahlakını fiillerinden okumaya çalışırsınız. Kadim dostunuzun fiilerini ise ona dair marifetinizle yorumlarsınız. Yabancınız size selam vermeden mi geçmiştir? Bunun tekrarı elbette onun ahlakında bir kemliğe işaret edebilir. Ancak dostunuzun birkaç kez selamsız yanınızdan geçmesi sizi telaşlandırır. Küsmüş müdür? Bir endişesi mi vardır? Kafasını meşgul eden ve çevresine dikkatini azaltan bir derde mi sahiptir? Olabilir. Hepsi olabilir.

Toparlarsam: Şuunat okuması eşyadaki değişimlerin zatın kemali üzerinden okunduğunu/anlamlandırıldığı bir düzeydir. İsim okuması ise eşya üzerinden zatın anlaşılmaya çalışıldığı bir düzeydir. İkisi de mübarektir. İkisinin de yeri vardır. İkisi de çok kıymetlidir. Ancak ikinciye erişince elde edilen huzur bir başkadır.

Ah arkadaşım, sözü çok uzattım, bütün bu söylediklerim mürşidimin şu metnini okurken lütfedildi kalbime işte:

"Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkâş, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkâşlık, bizzarure, mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve 'nakkâş' ve 'musavvir' gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, san'atkârâne sıfatına delâlet eder. Ve o kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe, o ustanın kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemâl-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder. Aynen öyle de..."

17 Ocak 2018 Çarşamba

Sahabe 'devletin bekasını' düşünür mü?

'Adalet-i izafiye' ve 'adalet-i mahza' konusunu, en azından kavramların tanımlarını netleştirmek amacıyla, âdilane bir şekilde tartışmak/konuşmak onları gündelik siyasetin veya konjonktür baskısının etkisinden korumakla mümkündür. Zira meselenin tarihçesi sahabe dönemine kadar uzanmaktadır.

Sahabe dönemine dair yapılan yorumlarda ise, eğer insaflı olunmazsa, insanın ahiretini berbat etmesi gibi tehlikeler vardır. Ömer b. Abdülaziz'i (r.a.) "Allah kanlarını ellerimizi bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım!" demeye iten veya (Bediüzzaman'ın alıntıladığı şekilde) bir Kürt zat-ı muhakkiki "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler!" sözünü söylemeye zorlayan çekince budur. İşte, geçmişten günümüze taşınan bu 'mübarek hassasiyet' nedeniyle mü'minler sahabe arasındaki anlaşmazlıklar hakkında kem kelam etmeye çekinirler. Ahir ve akıbetlerinin bu kem kelamlar nedeniyle berbat olmasından korkarlar.

Fakat şimdilerde bu afiyeti bulamıyoruz. Ahirzaman geldi. Artık birçok aydın insan gündelik siyasî tartışmaların eksenini, kendisine kuvvetli bir referans bulabilmek için, götürüp sahabe dönemine dayayabiliyor. Şimdiki zamanda analiz ederek bırakmıyor. "Aman dilimiz o berrak kanlara bulaşmasın!" demiyor. Pekçok örneğine şahit oluyoruz. Pekçok nümunesini görüyoruz. Hani bunu yapanlar âlimlerimiz olsa yine iyi. Lakin yok. Siyaset bilimcisinden gazetecisine, köşeyazarından twitter fenomenine, aydınından aydınlanmamışına herkes sahabe dönemini, siyeri, Kur'an'ı yeniden okumak-okutmak telaşında.

'Adalet-i izafiye' ve 'adalet-i mahza' tartışmalarında da bu oluyor. Mesela diyor ki birileri: "Hz. Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin ardından Hz. Ali (r.a.) halife olunca katillerin hesabını sorabilmek için süre istedi." Neden istedi? "Çünkü suçlu ile suçsuzu tam olarak ayırabilmeyi istiyordu. Adalet-i mahzayı uygulamak istiyordu." Peki ne yaptı muhatapları? "Cıngar çıkardılar. 'Geciken adalet 'adalet' değildir!' dediler. Muhalefet ettiler. Adalet-i izafiye istediler."

Ne arzu ediyorlardı? "Arzu ediyorlardı ki: Birin günahıyla gerekirse bin de yansın. Suçlu-suçsuz farkolunmasın. 'Devletin bekası' veya 'umumun menfaati' için lazım gelirse Hz. Osman'ın (r.a.) evinin etrafında toplanan herkes asılsın, kesilsin veya farklı şekillerde cezalandırılsın. İntikamı mutlaka alınsın. Çok da ince elenip sık dokunmasın. Şöyle şatafatlı bir gözdağı verilsin. Kul hakkına falan bakılmasın." Vay! Kim söylemişti bunları peki? "İsimlerini siz de bilirsiniz ama ben bazılarını zikredeyim: Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha), aşere-i mübeşşereden Zübeyir b. Avvam (r.a.), yine aşere-i mübeşşereden Talha b. Ubeydullah (r.a.) ve daha niceleri..." İşte bunlarmış yukarıdaki şeyleri söyleyen.

Gördün mü ahirzaman müslümanlarını! Nasıl yakaladılar aşere-i mübeşşerenin fahiş hatalarını! Bak sen şu cengaverlere! Bak sen şu âdil aslanlara! Bak sen şu Kur'an'ı ve sünneti en iyi anlayanlara! Peki ya sahabe? Sahabe bunları anlamaz mıydı? Hele sahabenin büyükleri? Hele aşere-i mübeşşere? Onlar suçlu-suçsuz, haklı-haksız, masum-zalim ayırmazlar mıydı?

"Çok karıştırma canım oraları. Olmuş demek ki bir hataları. İdare etmek lazım." Yahu nasıl olur? Dinimizin yarısını Hz. Aişe'nin (r.a.) rivayetlerinden alıyoruz. Biz bu insanları Aleyhissalatuvesselamın etrafındaki 'en faziletliler' biliyoruz. Sahabeye 'Umumen âdildir!' diyoruz. Ehl-i Sünnet olarak böyle itikat ediyoruz. Bunlar böyle 'birin günahı için gerekirse bini yakacak' kadar Haccac-ı Zalim türünden insanlarsa onlardan alınan dine güven olur mu? Ya umumun menfaati için dinde de birşeyler yaptılarsa? Şianın dediğine gelmiyor mu iş o zaman? "Ne diyor ki onlar?" Onlar diyorlar ki: Hz. Ali (r.a.) ve arkadaşlarından başkasının rivayetine güven olmazmış. "Eeeh... Şeeey..." Ne oldu? Cevap versene!

Cevap yok. Çünkü cevap gündemin tuzağına çoktan düştü. Yaşananlar üzerine zaten belli olan söylenecekler için sahabe hayatını açtığınızdan çoktan şeytanın ipine dolanmaya başladınız. Çoktan bakış açınızın baskısına maruz kaldınız. Halbuki meseleyi anlamak gayeten kolaydı. Orada savaşın yaşanmasının sebebi 'süre istenmesi' veya 'bir için bin yakılmasının talep edilmesi' değildi. Hz. Ali (r.a.) Hz. Osman'ın (r.a.) katillerini bulamıyordu. Evet. Bu kadar basit.

Hz. Osman'ın (r.a.) eşini sorguladı. O gün suikast niyetiyle Hz. Osman'ın (r.a.) evine sızan üç kişiden (aynı zamanda Hz. Aişe'nin üvey kardeşi de olan) Muhammed b. Ebu Bekir'i (r.a.) sorguladı. Sonuç? Sonuçta bu cinayet davası çözülemedi. Muhammed b. Ebu Bekir (r.a.) kendisine Hz. Osman (r.a.) tarafından merhum babası hatırlatılınca pişman olup odayı terketmişti. Diğer iki kişi de bilinmiyordu. Dosya hakkında, modern zamanların tabirince, 'takipsizlik' kararı verildi. Adalet adl-i ilahîye bırakıldı. Ve karar kendi içinde yüzdeyüz doğruydu.

Peki muhalefet neden oluştu? Muhalefet bu 'takipsizlik' kararını kabullenmekteki güçlükten oluştu. Yahu insaf edin! Hz. Osman (r.a.) gibi güzel bir insanı böyle elîm bir olay neticesinde yitirmek kolay bir hâdise midir? Elbette dostları bu acıyı kabullenmekte zorlandılar. Katilleri konusunda verilen 'takipsizlik' kararını kabullenmekte iki kere zorlandılar. Onlara göre eğer Hz. Osman'ın (r.a.) katilleri bulunup hesabı sorulmazsa ümmet ileride daha büyük kargaşalar yaşardı. İşte 'adalet-i izafiye' de zaten buradan doğdu. Onlar kendilerince ve Allah rızası için iki muhtemel durumu birbirine nisbet ettiler. Bu nisbet nedeniyle izafî bir seçim yaptılar. Ehven-i şerreyn düsturuyla doğru olanın 'katili aramaya sebat etmek' olduğuna vardılar. Hz. Ali'ye (r.a.) elbette bu mümkün olsa yapacaktı. Ama mezkûr olayda bu mümkün değildi.

Hz. Ali'nin (r.a.) Cemel'deki muhalefetinin bundan fazla dediği yoktur. Yok efendim, "Gerekirse birin günahına bin yansın!" demişler, "Umumun menfaati için cüz'ün zararına bakmayalım!" söylemişler, "Devletin bekası için o kuşatmaya katılan herkes cezalandırılsın!" istemişler... Bunların tamamı zandır. Onların böyle şeyler talep ettiklerine dönük bir delil yoktur. Ha, şu var, adalet-i izafiyenin böyle sonuçları olur mu? Olabilir. Adalet-i izafiye, eğer adalet-i mahzanın yerine genel-geçer şekilde uygulanır bir hale gelirse, ondan bu tür zararlar sıklıkla doğabilir. Hele ki naehil ellerde... Bediüzzaman'ın metinlerinde dikkat çektiği tehlike de budur. Çünkü adalet-i izafiye muhtemel durumları da dikkate alarak olay hakkında hüküm vermeyi esas alır. Muhtemel tehlikeler ise hükmedicilerin kafası komplo teorilerine ne kadar çalışıyorsa o kadar uçar gider. Adalet-i mahza ise sadece olayı esas alır. "Bu bir cinayet davası mıdır?" Evet. "Tam olarak suçlu tesbit edilebiliyor mu?" Hayır. "O zaman masumların incinmemesi adına takipsizlik veriyorum." Bitti. Cenab-ı Hak elbet yüce mizanında katillere müstehakını verir. Onun adaletinden kimse kaçamaz.

Meselenin sahabeye bakan yanı yalnızca bu kadarcık iken onlar hakkında 'potansiyel zalim' tanımlamaları yapmak, suçluyu-suçsuzu önemsemiyorlarmış gibi yargılarda bulunmak, bugün sıradan bir müslümanın bile yapabildiği vicdanî bir takdiri onlardan esirgemek... Bunlar doğru şeyler değil. Bunlardan önce gündelik siyasetin içine sahabeyi çekmek ve tabiinin büyüklerinin bile dilini karıştırmaya korktuğu şeyler hakkında kıl u kal etmek doğru değil. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Sahabe efendilerimizin cümlesinden razı olsun. Onların güzel şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin. Binler kere âmin.

15 Ocak 2018 Pazartesi

İçimizdeki sesleri azaltmak için

"İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur." (Mesnevî-i Nuriye.)

Bence bir yazarın dürüstlüğü her şekilde kendisinin ve kaleminin yararınadır. Çünkü bu bir tür 'tevhid-i kıble' sağlar. Gidilecek yollar tekilleşir. Hem dürüstlük insanın kendi içindeki sesleri de tekilleştirmesidir. Yani bire varıncaya kadar azaltmasıdır. Zaten olduğunuz şey olduğunuz zaman olmadığınız şeylerin seslerini azaltırsınız. İhtimallerin gürültüleri özvarlığınızı daha az baskılar. Bu da asıl duyulması gerekenin sesine güç katar. Sessizlikten gelen bir güçtür bu. Tıpkı pencereyi kapadığınızda odadaki sesleri daha net işitmek gibi. Yahut sevdiğiniz bir müziği kulaklıkla dinlemek gibi.

Böyle düşünüyorum: İnsan kendisine karşı dürüst davranmadığında içindeki seslerin sayısını da çoğaltıyor. Birbiriyle çelişir doğrularının sayısını arttırıyor. Misallendirelim: "Ahmed kalabalık davetlere katılmayı sever mi?" Aslında sevmez. Aslında hiç sevmez. Ama toplumsal hayatın içinde ve pekçok mecburiyet tahtında katılması gerekir. Hem sadece katılması da yetmez. Katılmaya istekli görünmesi gerekir. Katılmasından ayrılmasına geçen süre zarfında mutluymuş gibi yapması gerekir. Gülmesi gerekir. Gülümsemesi gerekir. Şaşırması gerekir. Sevinmesi gerekir. Memnun olması gerekir. Teşekkür etmesi gerekir. Gerekir de gerekir. Gerekir de gerekir.

Yani özetle: Etrafında dönen tüm dolaplara bir şekilde dahil olması gerekir. Peki bütün bunlar olurken ve olanların/numaraların sayısı sürekli artarken Ahmed'e ne olur? Bir saniye... Bu olmadı. Daha doğrudan sormayı deneyelim: Bu kadar tasannudan sonra kaç Ahmed vardır artık ortada?

Shyamalan'ın Split/Parçalanmış filminde Dr. Fletcher'ı canlandıran Betty Buckley'in şu tarzda bir sorgulaması vardı: "Acıların insanların yaşamlarını eksilttiğini düşünürüz hep. Peki ya onları arttırıyorsa?" İzleyenlerin hatırlayacağı üzere birçok farklı karaktere bürünebilen hastası Kevin (James McAvoy) film içinde bu cümleye tuhaf bir haşiyelik yapıyordu. Tecrübe ettiği acılar nedeniyle, bu acıları 'yaşamamış' veya 'yaşamayacak' alternatifler düşleyen ve onlara körkütük inanan Kevin, 23 farklı karaktere dönüşebiliyordu. Yeni bir tanesinin doğuşuna da film içinde biz şahitlik ediyorduk.

Bediüzzaman'ın 'her günah içinde küfre giden yol'a işaret ettiği 2. Lem'a'da da benzer bir tat yakalarım daima. Nasıl? Orada da aslında Split filmindekini andırır bir tarzda imandan inkâra dönüşümün süreci anlatılır. Ancak bu metinde, filmden farklı olarak, insan kendisini 'başka birisi olduğuna inandırarak' dönüşmez. Âlemin farklı bir yer olduğuna inanarak dönüşmeye başlar. Yani karakterindeki bozulma önce varlık algısındaki bozulmalarla başlar. Varlık algısındaki bozulmalar ise içindeki arzularla. Arzularındaki bozulmalar ise günahlarla.

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. (...) Meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor."

Sizi çok lafa tutmadan yazının sonuç bölümüne geleyim: Dürüstlüğün sadece 'fazilet' olarak değil bir 'ihtiyaç' olarak da dünyamıza girmesi lazım. Zira biz de içimizde çoğalmaya müsait 'kendiliklerimiz'le savaşıyoruz. Hatta diyebilirim ki: Arzu dediğimiz şeyler bu kendiliklerin kimliğini oluşturuyor.

Peşlerine düşülürse herbir arzu yeni bir kimlik inşa ediyor. Kendisini elde edecek insanı şekillendiriyor. Potansiyel olarak olabileceğimiz çok şey var. Fakat bu potansiyellerin tamamı biz değiliz. Veya çıkan sonuç her zaman bizi memnun etmeyecek. Bu yüzden dürüst olmaya davet ediliyoruz. Dürüst olmak içimizdeki asıl sesin, duyulması gereken sesin, gerçek sesin yankılarını belirginleştiriyor. İçimizin kalabalığı azaltıyor. Belki vahiy de bu yüzden lütfedilmiş. Yani onun kudsî sesine konsantre olarak içimizdeki sesleri azaltmak için.

"Neye inanıyorsan osun!" mottosuyla dünyamıza giren Split filminin verdiği derslerden birisi de bu olabilir. İman ettiği şeylerin insanın kendi dünyasında yansıyan âleme etkisi var. Ancak "Ben kulumun zannı üzereyim!" hadis-i kudsîsinden mülhem küçük bir düzeltmeyle şöyle diyebiliriz: "Neye inanıyorsan o değilsin, ama neye inanıyorsan âlemi öyle görür, düşünür ve bulursun."

13 Ocak 2018 Cumartesi

İstiğna iktidarın düşmanıdır

Kur'an'ın ilk nazil olan ayetleri Alak sûresinin başındadır. Malum. Aleyhissalatuvesselamın Cebrail'e (a.s.) "Ne okuyayım?" sorusu üzerine nazil olmuşlardır. Bu ilk beş ayetin beşincisi şöyle der: "İnsana bilmediğini O öğretti." Altıncı-yedinci ayet ise şöyledir: "İnsan kendisini müstağni sayarak azgınlık eder." Başlarken belirtelim. Ayette geçen 'istiğna' kelimesine şu anlamları verenler var: 1) Kendisi yeterli görme. 2) İhtiyaçtan uzak bulma. 3) Zenginlik. Fakat tüm anlam katmanlarının özünde aynı kokuyu alıyorum ben: İnsan için dışakapalılık bir maraz. Kendisini gerek 'bilme' gerekse 'e-bilebilme' durumu açısından 'ihtiyaçtan uzak' görünce azgınlaşıveriyor insanoğlu.

Meseleyi 'fıtrat' düzleminden 'siyaset' düzlemine taşıyalım: Demokrasiye taraftarlığımın en önde duran sebeplerinden birisi iktidarları 'seçmene muhtaç' hale getirmesidir. Bir iktidar, ne kadar güçlü olursa olsun, en nihayet seçim sandığından çıkacak sonuca göre muktedirliğini devam ettirebileceği için 'halkına müstağni kalmamak' zorundadır. 'Oyunu arttırmak' veya 'aynıyla korumak' veya 'kayıbını az tutmak' bağlamında hükümetler halklarının rızasını gözetmeye meylederler/zorlanırlar. Eğer seçim sistemi olmasa hükmedicilerin 'gücün sarhoşluğuna kapılarak' istiğna ile azgınlaşmalarından korkulur. En azından ben bundan korkarım. Bu korku doğru bir korkudur.

Tabii iktidarların meşruiyetlerini devşirdiği tek şey 'sandık' değildir. Sandığın olmadığı dönemlerde de, muktedirler, halkın teveccühünü çeşitli yollarla korumaya çalışırlar. Çoğunluğun teveccühünün korunmadığı iktidarlarda muktedirlerin iç karışıklıklarla uğraşmaları ise kaçınılmazdır. Çünkü en nihayetinde iktidarlar 'halk için ama halka rağmen' başta kalamazlar. 'Halk için ve halk ile' olursa iktidarların ömrü uzar. Bu sandık ötesi/üstü diyebileceğimiz meşruiyet kaynaklarından en önemlisi ise adalettir.

Bir iktidarın adaleti halkının genel kabulü ise, o iktidar seçimle başa gelmese bile, hükmünü sürdürebilir. Zira sessiz bir onaylayış vardır. Hatta diyebiliriz ki: Sandık dediğimiz şey de aslında bunun sağlamasından ibarettir. Elbette hiçbir iktidar mutlak bir şekilde adaleti sağlayamaz. Adaleti sağlamak için yaptığı hamlelerin bile değişimin ortaya çıkardığı yeni durumdan mutsuz mağdurları oluşur. Sözgelimi: Sadece kamyonculardan alınan bir köprü vergisinin terkedilmesiyle o köprüde kamyon trafiği artacağı için sair kullanıcılarda sızlanmalar olur: "O vergiyi kaldırmayacaktı be kardeşim! Ne rahat kullanıyorduk bu yolu. Şimdi kamyondan geçilmez oldu."

İşte, bu noktada, iktidarın meşruiyetini korumaktaki ikinci hamlesi/yolu halkı ile iletişimidir. Yani iktidar, adalet için yaptığı hamlelerin mevcuda alışık topluluklarda oluşturduğu rahatsızlığı gidermek için, halka bir iletişime girer. Bu iletişim iki yönlüdür. Hem kendisini anlatır. Hem onları dinler. Onları dinlediği ise serzenişlerinin iktidardan cevap alabilmesiyle ölçülür. Eğer bir iktidar, kendisini büyük bir medya gücüyle anlatıyor, ama halkı aynı büyüklükte bir şikayet masası gücüyle dinlemiyorsa iletişimi istibdada dönüşür. Bu gerçek bir iletişim değildir. Bir tür dayatmadır. Bir endoktrinasyondur.

Bu noktadan sonra 'diyalog' denilen şey aslında 'monolog'dur. Kendi kendisini över. Kendi kendisini meşrulaştırır. Kendi kendisini ikna eder. Kendi kendisini haklı bulur. Ancak bütün bu illüzyonların dağılacağı/yutulacağı Musa (a.s.) asâsı sandıktır. İş o kutudan çıkacak sonuca geldiğinde halk duyulmadığını muktedirlere hissettirir. Ses çıkarabildiği tek yerden güçlü bir ses çıkarır. Bunu öfkeyle yapmaz. Bunu derin ve güçlü bir akarsunun sessiz dönüşümüyle yapar. Öyle ki, kendi monoloğunun gücüyle körleşen iktidar dahi, sonuçlardan büyük bir şaşkınlığa düşer. Belki öfkeye asıl kapılan de o olur. Ancak öfkesi haksızdır. Haksız öfkesi onu halkından daha da uzaklaştırır.

Olağanüstühal sürecinin geldiğin noktada benim de hissettiklerim yukarıdakiler gibi. Olağanüstühali 15 Temmuz'dan sonra gerekli buluyor muydum? Kesinlikle! Özellikle ilk altı ay olağanüstühal olmadan atlatılamazdı gibi geliyor bana. Tehdit bastırılmıştı ama yokolmamıştı. Hızlı hareket etmek şarttı. Yaşanan hakikaten olağanüstü birşeydi. Fakat gelinen noktada birşeyler ters gidiyor. Kulağındaki açıklıktan dolayı sevdiğimiz iktidarımızın kulakları duvarlaşıyor. Devlete sesimizi ulaştıramıyoruz. Babamız yabancıya dönüşüyor. En çok abim Murat Ay'ın tutukluluk sürecinde gördüm bunu.

Bunu "AK Parti'yi artık desteklemiyorum!" bağlamında yazmıyorum. Hayır. Ben hâlâ özelde Erdoğan'ı genelde AK Parti'yi destekliyor ve Türkiye'nin bahtı adına varlıklarını önemsiyorum. 16 yılda başardıklarını da Allah'ın inayetiyle eriştiği büyük muvaffakiyetler olarak görüyorum. Ama hem Erdoğan'ı hem AK Parti'yi 'kulağı bendeyken' daha çok seviyorum. Çünkü beni de (ister istemez parçası olduğum) süreçlere dahil etsin istiyorum. Benim için en doğruyu, en hikmetliyi, en güzeli ve en ideal olanı uzaklarımda belirlemesin istiyorum. Bu yabancılaşma hissi seçmenden nasıl giderilir? Elbette iletişim kanallarıyla.

Soğuk yüzlü savcıların/hakimlerin, yargılama süreçlerinin, hapishanelerin duvarlarıyla beni daha fazla muhatap ederek değil. Bana açık olarak. Beni dikkate alarak. Beni işiterek. Bunu buraya iyiliğini istediğim insanların ellerindeki fırsatları heba etmemesini dileyerek yazıyorum. İstiğna iktidarın düşmanıdır. Hem bireysel anlamda hem yönetimsel anlamda, insan, kendisini sınamaya ve sınanmaya açık tutmak zorundadır. Bu iletişim ve özeleştiri mekanizması işlerse ancak azgınlaşmaktan korunuruz. Cenab-ı Hakkın 'insana bilmediğini öğreten' olduğunu buyurmasının hemen ardından istiğnayı bir tuzak olarak anması boşuna değil. Gücümüz merhametle karışsın ki kulaklarımız kapanmasın. Unutmayalım ki, Hz. Süleyman'ı (a.s.) büyük bir hükümdar yapan sadece ordusu değil, kuşların dilini bile anlaması ve karıncanın dahi sesini işitmesiydi.

10 Ocak 2018 Çarşamba

"Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır"

"Allah dileseydi, onları (aynı dine mensup) bir tek ümmet yapardı." (Şûrâ sûresi, 8)

Italo Calvino Kum Koleksiyonu'nda hat sanatının 'yazıyı güç okutma' özelliğini beğenerek diyor ki: "Yazı bize kaçınma olanağı bulamadığımız bir duvardan ulaşıyorsa her durumda bir zorbalıktır. Bugün çiğnenmiş haklarını, duvarlara sprey kutularıyla bunları yazarak kabul ettirme gereğini duyan kişinin, iktidarı ele geçirdiği gün, kendini haklı çıkarmak için başka duvarlara gereksinme duymaya devam edeceği öngörülebilir. (...) Arap yazısının mimarlıkta ve İslam'ın bütün görsel dünyasında işlevi son derece çekici geliyor bize: Düşünceli bir dinginlik atmosferi içinde mekânları kuşatan yazılı sözün varlığını farkediyoruz, ama okumadığımız için ya da okumayı bilsek de bize uzak, kendi formülleri içinde kapalı göründüğü için, 'sözün buyurucu gücünden' kendimizi kurtarıyoruz."

Bu metin bana 'imtihan sırrı' ile birlikte düşünülünce daha da hikmetli görünüyor. Hatta mürşidimin ihbar-ı gayb hakkında mükerreren söylediği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." hakikati bu pencereden daha bir 'okunur' gibi geliyor.

Bencileyin düşünüyorum ki: İnsanın iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Ne için? Kendisini kemale erdirmek için. İradesizken eylediği hiçbirşey ona katkı yapmıyor. Onun olmuyor. Onu değiştirmiyor. Bizim olanı sahiplenmek için onu seçmeye muhtacız. Seçemediğimiz şeyler, sanki fıtratımıza da uyum sağlayamıyorlarmış gibi, 'dayatma' olarak isimlendirilip (gizli/açık) reddediliyor. Hem Taftazanî Hazretleri de, İşaratü'l-İ'caz'da nakledildiği üzere, imanı böyle tarif etmiyor mu: "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından (iradesini kullanmasından) sonra ilka ettiği (bıraktığı) bir nurdur."

O zaman kainat ayetlerinin ancak 'Allah hesabına bir mana-i harfî bakışıyla' okunur olmasını anlamak gerek. Neden? Cenab-ı Hak da bize yarattığı fıtrata uygun bir ders veriyor. Ne demek bu? Yani: Şu kitap tam da okurunun aradığı/arzuladığı şekilde yazılmış. Elmasın kömürden ayrılmak için iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Belki biraz da bu hikmetle Cebrail aleyhisselam Allah Resulü aleyhissalatuvesselama ilk vahyi getirdiğinde "Oku!" diyor.

Burada dikkatinizi şuna çekmek istiyorum: İlk vahiy "Dinle!" de olabilirdi. (Çünkü nasihat dinlemekle de edilebilir.) Ancak okumakta farklı bir durum var. Dinlemek çoğu zaman iradesizdir. Okumak ise ancak iradenin sarfıyla olur. Önünüze getirilen bir metni okuyup-okumayacağınızı siz belirlersiniz. Ancak neyi dinleyeceğinizi belirlemek çoğu zaman mümkün olmuyor.

"Neyi okuyayım?" İşte irade sarfoldu. Arıyor. Bekliyor. Müşteri oldu. Fakat buna da bir dikkat lazım: Cebrail'in yanıtı 'neyi' sorusuna değil 'nasıl' sorusuna cevap verdi: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." Demek ki beklentisi 'iradenin sarfı' idi. Metropolde yaşayanlarımızın bu sırrı daha kolay anlaması gerek. Herhangi bir sokakta yürürken dahi kırk türlü gürültünün saldırısına maruz kalıyoruz. Hele mağazaların çoklukla bulunduğu bir meydandan geçiyorsak ne fena! Hepten huzurumuzu yitirmişiz demektir. Ancak bunların hiçbirisi bizde tebliğ yerine geçmiyor. Hatta zorbalık gibi geliyor. Bir galeri ziyaretinde ise eserlerin altında bulunan metinleri kendi ilgimizle okuyoruz. Okuduklarımız bizim oluyor.

Varlık kâfirlerin geri dururlarsa okuyamayacakları bir şekilde yazıldı. Kainatın böyle 'ikinci bir dikkatle okunur' olmasında çok hikmet var. Tıpkı hat sanatının metinleri 'ilk bakışta okunur' kılmamasında olduğu gibi. Bazı şeyler ona talip olanların irade sarfetmesi için saklanıyor. 'Dayatma'dan alınıp 'teklif'e gizleniyor. Çünkü istidatlar ancak irade ile açılıyor.

Allah'ın bizi tek bir ümmet yapmamasında/yaratmamasında da çok hikmet var. Önce yaratılışımız söylüyor bize bunu. İradeye pay bırakılması gerek. İnsanın kömürü elmasından ancak böyle ayrılabiliyor. Hem bu şekilde belki şunu da isbat ediyoruz: İrade-i cüz'iyesi olan varlıklar ancak irade-i külliyeye sığınırlarsa felah buluyorlar. Biz Allah'ın emirlerine ittiba ettikçe şu hakikati ortaya koyuyoruz. 'Seçme yeteneği verilenler' ancak Allah'ın onlar için doğru olarak işaret buyurduğu şeyi seçerlerse huzura eriyorlar. İrade-i cüz'iyelerimiz irade-i külliyeyi böyle tenzih ediyor. Ona kaçarak. Ona koşarak. Ona sığınarak Kendi seçimlerinden onun emirlerine saklanarak. Tevekkül ederek.

Buradan şunu anlamaya da bir yol buluyorum kendimce: Cehennemliklerin cennetliklerden çok olması normal. Cennetlikler cehennemliklerden çok olsaydı toplamda irade-i cüz'îye başarılı olacaktı. Hasenatı seyyiatını galip gelecekti. Olamazdı ki bu. Bu şekilde/anlamda olamazdı. Her hayır kudret elinde olan Allah'ın küllî iradesinden kazanılan (tabir-i caizse) kısmî bağımsızlık, bağışlanan kısmî (tabir-i caizse) başıboşluk 'toplam faydada' kârlı çıkamazdı. İrade-i külliye içinde ayrıca bir (bir parça) seçim yeteneğine sahip olmanın bedeli toplamda kaybetmekti. Zira, yine mürşidimin ifadesiyle, hayır küllî şer ise cüz'î'ydi.

Cüz'î galip gelemezdi. Kimbilir? Belki dağların taşımaya korktuğu emanet de, bir yönüyle, budur. Allah'ın takdiriyle ve izniyle 'doğru' ile 'yanlış' arasında seçim yapma hakkı kazanan insanlığın ona itaatten bu kadarcık olsun uzaklaşmasıyla yaşadığı tecrübe onu genelde/toplamda 'çok zalim' ve 'çok cahil' yapmıştır. Parçanın bütünden ayrılınca yaşaması kaçınılmaz bir yoksunluktur bu. Meyvenin ağaçtan düşünce yerde yaşadığıdır. Aczimiz de buradan doğar.

Füsusu'l-Hikem'in sonlarına doğru İbn-i Arabî Hazretleri aşkı şöyle tarif eder: "Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır." Bu, tabir-i caizse, bağımsızlığı verildiğinde ekonomisi çöken bir ilçenin tekrar anavatanına koşmasıdır. İttihadın ve itaatin kıymetini kaybettikleriyle anlamasıdır. Biz de Allah'ın emir ve nehiylerinin ne kadar hak ve faydamıza olduğunu onlardan ayrıldığımızda yaşadıklarımızla anlıyoruz belki. Onun şeriatını yaşamımızla (irade-i cüz'îyemizin yanlış kullanımıyla kurguladığımız küçük şeriatçıklarımızla) tenzih ediyoruz. Hatalara düşerek doğrusunun onun seçtikleri/sevkettikleri olduğunu anlıyoruz. Cennetlikler de cehennemliklerin çokluğundan anlıyor Allah'ın onlara olan nimetini. Her neyse... En doğrusunu elbette Allah bilir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...