22 Temmuz 2025 Salı

Allah'ı neden göremiyoruz?

Allah'ı neden göremiyoruz? Çünkü biz herşeyi göremeyiz. Görebileceklerimizin sınırı var. Sadece gözlerimiz sınırlı değil üstelik. Âlemin de bir sınırı var. Evet. Bizim algılayabildiğimiz 'dört boyutlu âlem' yani 'âlem-i şehadet' de varlık yönüyle sınırlı. Bunu 'karanlık madde' gibi şeyler üzerinden bilimadamları da kabul ediyorlar artık. Sicim teorisyenleri, boyut sayısının, o da şimdilik, 20'den aşkın olduğunu öngörüyorlar. Yani varın da sadece 'çok küçük bir kısmını' görmekteyiz. 'En, boy, derinlik, zaman' kapsamına giren şeyler bizim için 'görünüyor' oluyor. Peki ya ötesi? Ötesi bizim için bilinmezlik. Üstümüzde varoluşlar. Melekleri göremeyişimiz de bununla ilgili... Biz uzaya baktığımızda kendimiz gibi şeyler arıyoruz. Fakat hayat buna sınırlanmak zorunda mı? Fiziği kavrayışımız yükseldikçe uzaylı yaklaşımımız da yükseliyor. Evet. E.T.'leri terkederek meleklere yaklaşıyoruz.

Bediüzzaman Hazretlerinin, Cenab-ı Hak hakkında, 'şiddet-i zuhurundan gizlenmiş' veya 'azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş' gibi ifadeler kullanması böyle de anlaşılabilir. Nasıl duyma seviyemizden üst sesler kulaklarımız için yok hükmündedir. Gizlidir. Aynen öyle de gözümüzün görme seviyesinden üst görünüşler de gözlerimiz için yok hükmündedir. Onlarla temas kuramazlar. Fakat, mesela, köpekler insan kulağının duyamadığı kimi seslerle de ilişki kurabilirler. Çünkü duyma yetileri Allah'ın bir lütfu olarak daha geniştir. Yarasalar onlardan da yüksek frekansları duyabilirler. Hatta yarasalar 'seslerle görürler.'

Daha da ilerisini tefekkür ettiğimizde, Cenab-ı Hakkın, dört boyutlu âlemin kaldıramayacağı bir 'şiddette' zuhur ettiği için, yani varolduğu-göründüğü için, âlem-i şehadetin de ona ister-istemez 'körleştiğini' söyleyebiliriz. (Buna İslam ıstılahında vücud mertebelerinin en yükseği olan 'Vacib Vücud' deniliyor.) Daha yalın bir ifadeyle: Hak Teala o kadar şiddetli bir şekilde vardır ki, dört boyutlu algımız gibi, dört boyutlu âlemimiz de bu varlığı kavrayabilmekten yoksundur. Taşıyamaz. Sığdıramaz. Tıpkı geçenlerde bir ateiste söylediğim gibi: İki boyutlu çizgifilm dünyasında varolan bir karakter, dört boyutlu dünyada varolan çizerini göremez, ancak kendi boyutuna giren tasarrufundan varlığını anlar. Çizer bir merdiven çizdiğinde, mesela, merdivenin varoluşunu görür. Fakat kalemini asla göremez. İki boyuttaki tasarrufun üzerinden tefekkürle ancak çizerin varlığına ulaşabilir.

Yahut da tek boyutlu yazılım dünyasına inelim. Bilgisayar oyunundaki karakter yazılımcısını göremez. Çünkü yazılımcı dört boyutludur. Fakat, eğer şuuru varsa, âlemindeki tasarrufatı üzerinden varlığına dair fikir yürütebilir. O yüzden Efendimiz Aleyhissalatuvesselam, bizi, Rabbü'l-Âlemîn'in Zât-ı Subhanîsi hakkında düşünmekten menetmiştir. Biz ancak Onun dairemize giren eserleri, isimleri, sıfatları üzerine tefekkürde bulunabiliriz. Zira bunlar 'bilgi alanımıza kısmen girmiş' şeylerdir. Kuantum fizikçilerinin insanlara teoriyi anlatmakta çektiği sıkıntıların başında da bu gelir Philip Ball'e göre. Zira kuantum fiziği bizim dört boyutlu âlemde algılayageldiğimiz gerçekliğin 'her yerde geçerli olmadığını' gösterir. Tuhafı Aşma Zamanı'ndan alıntılayalım:

"Kuantum mekaniği bu yaklaşımın sınırlarını, yani bizim konvansiyonel, sezgisel mantığımızın nihai olarak çöktüğü yeri gösterir. Bunun mikroskobik bir sınır olması bile gerekmez. Kuantum kurallarının klasik bir kestirim yapamayacağı herhangi bir yer de olabilir. Böyle bir sistemde, der Omnes, artık bir 'gerçeklik'ten söz edemeyiz. Ona göre gerçeklik olguların emsalsiz olduğu bir uzam olmalıdır. Yani olayların olduğu bir uzam. Geri kalanı bizim akıl gücümüzü aşar. Bu uçurumu kapatamayız ya da en azından sadece kuantum kuramı bunun için kâfi gelmez. (...) Bizim gerçeklik bilgimizin sınırına ulaşmamız ağıt yakmayı değil de kutlamayı haketmiyor mu? Belki de. (...) John Bell'in bu konuda söyleyeceği kendine has muzip birşeyi vardı: 'Bir işe yaramasa bile neyin ardından ne geldiğini bilmek iyi olmaz mı?' diye soruyordu. 'Sözgelimi, diyelim ki, kuantum mekaniğinin net bir biçimde formülleştirilmeye direndiği keşfedildi?'" Formülleşmeye direnen bir fizik elbette kavrayış dünyamızı hayli aşar.

"İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî..." diyor Bediüzzaman Hazretleri yine. Evet. Fiziğin sınırlarına doğru yolculuğumuz bizi materyalizmin "Ben görmüyorsam yoktur. Ben deneyleyemiyorsam yoktur. Ben bilmiyorsam yoktur..." bağnazlıklarından kurtarıyor. Tecrübenin kendisinin bir sınır olduğunu, fiziğin bu sınıra takılmak zorunda olmadığını, "Biz hep öyle göregeldik!" ile hiçbir inkârın geçerlilik kazanmadığını belirtiyor. İşte, Kur'an'da, 'rumuzu tavazzuh eden' bir ayet daha: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" Materyalist bilim de bir 'atalar yolu'dur arkadaşım. Deneyi aşan şeylere aynen ayetteki tepkiyi verir.

17 Temmuz 2025 Perşembe

AK Parti Türkiye'de dinsizliği mi arttırıyor?

Mürşidim Münazarat'ta "Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir..." dedikten sonra ekliyor: "Meselâ, bir aşiretin her bir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-ı mekân ederek, birden bir şahısta o muhassalı temsil edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa... Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-ı zaman ederek, bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hazırda sudurunu tasavvur etse, acaba evvelki adam ne derece mustakzer, ikinci adam ne derece müteaffin... Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, akıl onları tevbih etmeye hakkı olmayacaktır. İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakikaten, cerbeze, envaiyle garaibin makinesidir..."

Bugünlerde, tevafuk, AK Parti'nin 'sahadaki dünyevîleşmenin yegane sorumlusu olduğu' üzerine epeyce beyanata rastladım. Doğrusu ben de büsbütün tenzih etmem. Fakat ifrat etmekten de çekinirim. Çünkü ifrat eden adaletten sapar. Kur'an bize 'hasmımıza dahi adaletli davranmayı' emretmiştir. Kaldı ki AK Parti hasmımız falan da değil. Son genel seçimde YRP'ye verdiğimi saymazsak reyim hep onlaraydı. Bundan bir pişmanlığım da yok. Evet, hayalini kurduğumuz İslamcılığı AK Parti'de göremiyoruz, lakin CHP kazansa o mübarek hayalleri gerçekleştirebilecek miydik sanki? Sualime 'Evet!' diye cevap verenler varsa metnimi okumayı şimdi bırakabilirler. Zira, tıpkı şeriat gibi, okurluk da mesuliyet için 'akıl bâliğ olma'yı şart görür.

'Sol'da ümmet-i Muhammed'in ikbalini arıyacak kadar aklımı peynir-ekmekle yemedim çok şükür. Neyse... Uzatmayayım. Asıl mevzua geleyim. Bence AK Parti hükümetini yaşadığımız cümle sosyolojik sorunların tek sorumlusu olarak görmek 'cerbeze'nin alanına giriyor. O da şöyle oluyor: "Müteferrik büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir." Evet. AK Parti hükümetinden de kusurlar sâdır olmuyor değil. Lakin, buna dikkat, hükümet 'tastamam kusur' değil. Ve dahi 'kusurların tastamam sorumlusu' değil. Aslında Osmanlı'nın son döneminden günümüze tevarüs eden bir dizi problemin inkişafını yaşıyoruz biz bu yıllarda.

Ki yine kendisi bir yerde diyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz." Yani halihazırda görülen yıkımların elli sene öncesinin hatalarından kaynaklandığı da olabilir. Başka bir yerde de Üstad Hazretleri ayetlerden istihraçta bulunurken şöyle söylüyor: "(...) Eğer beraber olsa, Milâdi bindokuzyüzyetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak..." Bilenler bilir. 1971 yılı Türkiye için cidden tehlikeli bir dönemeç olmuştur.

Öyleyse biz de, eğer gerçekten 'gerçek sorumlu'yu arıyorsak, yalnız bugüne bakıp durmayacağız. Düne-önceye uzanacağız. Evvele de illa bir nazar edeceğiz. Ha, şunu da ihmal etmek zorunda değiliz bunu söylerken, diyebiliriz: "AK Parti, Osmanlı'nın ahirinde başlamış, Cumhuriyet'in bidayetinde hepten ipini koparmış, şimdi bünyeyi sarmış bu dünyevîleşme hastalığa lazım şifaları sunamıyor." Bunu söylemekte beis yok. Hakikaten de öyledir. Hükümet böyle bir misyonla hareket ediyor görünmemektedir. (Dilinde zaman zaman böyle parlamalar olsa da sahada doludizgin gayret yoktur.) Fakat şunu da kabul etmek zorundayız: AK Parti, en azından sol hükümetler gibi, dindarların ensesine çökmüyor. Hatta, aksine, seçmeni onlar olduğu için bir derece kollama yeteneğine de sahip. Aman dikkat. Sezar'a bu kadarcık hakkını vermezseniz siz de Brütüs olursunuz. Ben Brütüs gibi nâdân olmak istemediğimden Sezar'a hakkını vermeye çalışıyorum.

"İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder..." 'Müslüman oğlu/kızı müslüman' Osmanlı sosyolojisinin bugünkü dünyevîleşmesi, deistleşmesi-ateistleşmesi veya açık-saçıklığın bu derece artması, bunlar tastamam AK Parti'nin suçu olan şeyler değil. İnsaflı olalım. Mâkulden uzaklaşmayalım. Mevcud durum esasında 'küresel güçlerin' Türkiye üzerine asırlardır yürüttükleri planın sonucu. Zamanımız, ne yazık, bu yaraların patlayışına şahitlik ediyor.

Osmanlı bakiyesini yiyerek bu noktaya kadar dayandık. Kolay değildi. Döküle döküle direnildi. Ancak nesilden nesile bozulmanın miktarı da artıyor. Delik genişliyor. Çürüme yayılıyor. Sahici bir 'iman hamlesi' başlatmadığımız sürece kaybetmekten kurtulamayacağız gibi. Cep telefonu, sosyal medya, internet vs. kaybedişimizi daha da hızlandırdı. Ciddi bir savaş vermeden bu gidişatı çevirmek mümkün görünmüyor. Bundan da en çok AK Parti'nin rahatsız olması lazım aslında. Evet. Zira seçmeni eriyor. Dünyevîleştikçe sağcılar solculaşacaktır. O da sandığa AK Parti reyi olarak yansımayacaktır elbette. İşte, tam bu zeminde, hükümete kızmaya hakkımız var. Zira mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde de diyor ki: "Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz." 

 Eğer AK Parti'ye hâkim olan irade "Dindarlara özgürlük veriyorum ya, başlarının çaresine baksınlar, gerisi onların işi..." diyorsa geleceğimiz pek yaştır. Zira sadece 'desatir-i hikmet' ile ahirzaman fitnesine galip gelmek zordur. 'Nevamis-i hükümet' yardımı gerekir. 'Kavânin-i hak' ile ikna olacakların sayısı azdır. 'Revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse' toplumsal alışkanlıkların değişmesi na-mümkündür. Hükümetin elinde bu bağımlılıkları değiştirebilme gücü var. Nasıl 'kapalı alanlarda sigara yasağı' ile tüm Türkiye'nin bu alışkanlığını değiştirdi. Önce hık-mık diyenler de zamanla kabullendiler, alıştılar. Başka hususlarda da aynısı olabilir. AK Parti'ye 2002 Kasım'ından itibaren Tâlibân gibi davranması gerektiğini söylemiyoruz. Ama bu işlerde de haybeden yere nötr olmayın be kardeşim. İttirmeye devam edin. Gücünüze illa ki ihtiyacımız var.

8 Temmuz 2025 Salı

Hüseyin Yılmaz beni asla yıldıramaz :)

Efendim, elhamdülillah, Hüseyin Yılmaz abinin "Bediüzzaman erkek değil miydi?" başlıklı yazısını okumak lütfûna eriştim. Haddim olmayarak yazıya mehaz olduğumdan, elbette, bir cevap vermek zarureti doğdu. Başlarken belirteyim: Yazıya manşet seçilen mevzudan şüphem yoktur. Yani, evet, Bediüzzaman Hazretleri kesinlikle erkektir. Hüseyin abinin bu konuda kimleri şüphe içinde gördüğünü bilmiyorum. Fakat o kesinlikle ben değilim. Tenkide cevabım devam ederken başka konularda da yazarın imâ ettiği yerlerde olmadığımı göreceksiniz. Ancak, daha oralara gelmeden, genel bir çerçeve çizerek girizgâh yapmayı uygun görüyorum. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız." Bismillah...

Roman türü, bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat eleştirdiği bir tür. Lemeat'ta bununla ilgili kifayetli bir beyanı mevcut. Fakat, elbette, vakit ahirzaman olduğundan, biz de kendimizi tutamıyoruz. O türün eserlerini okuyoruz. (Ben kendim de, itiraf ederim, yüzlerce roman okumuşumdur.) Daha da fazlası 'o türde eserler veriyoruz.' (Yayınlanmış-yayınlanmış romanlar/öyküler müellifiyim ben de.) Zararlarından mümkün mertebe kaçmaya gayret ediyoruz. Roman türüne İslamî bir nitelik kazandırmaya gayret ediyoruz. Lakin türün kendi içinde bazı üretim sıkıntıları var. Yazarını 'kurgulamaya' mecbur ediyor mesela. Kurgunun özü gerçekse bile eklemeler yapmaya cüretkâr kılıyor. Hatta tasvirlerde 'sanki oradaymış gibi' davranmaya zorluyor. Böylesi hususlarda yazar ipini serbest bıraktıkça romanın da hakikatten uzaklaşması artıyor. Tasvir ettiği kişiyi/olayı olandan/yaşanandan apayrı birşey kılıyor.

Tarihî romanlarda, hele ki İslam tarihiyle ilgili olanlarda, bu yaranın kanayışı daha ziyade. Editörlük yaptığım dönemde de böyle romanlara tereddütle bakmaktan kurtulamadım. Sahabenin Aleyhissalatuvesselam Efendimizin "Kim bilerek benden yalan bir haber verirse cehennemdeki yerine hazırlansın!" nehyine riayette gösterdiği hassaslık, İslam büyükleri hakkında da elimi-dilimi korkuttu, böylesi dosya tekliflerine hiçbir zaman sıcak bakamadım. 'Biyografik roman' tarzını müstakim bir şekilde devam ettirenler yok değil. Ancak, onlarda gördüğüm ortak hassasiyet, naklî bir delile dayanmayan hiçbir olayı tasvire girişmeme. Belki bu yüzden eserleri roman yönüyle zayıf oluyor. Ama ahiretleri itibariyle huzur duyuyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri de bir İslam büyüğü. Hayatı, nurcular için, hakikatler menbaı. Elbette necip dinimiz İslam'ı ilk kez Bediüzzaman'dan öğrenmiyoruz. Fakat, tüm nurcular kabul eder ki, "Bediüzzaman ne yapmış, nasıl yapmış, niçin yapmış?" gibi soruların cevabı hareketlerimizde belirleyici bir rol oynuyor. Sahabenin Aleyhissalatuvesselamdan hadis naklederken gösterdiği hassasiyet, hadis-fıkıh ehlinin bu husustaki dikkati, Onun hayatının dinin mehazı olmasından kaynaklanıyordu. Ona birşey eklerseniz dine de eklemiş olurdunuz. Bediüzzaman'ın hayatına da birşey eklediğinizde bu doğal olarak 'yoluna eklenmiş olma' riski taşıyor. Her neyse... Bu genel çerçevenin sonuna gelip tenkid metnine dönüş yaparsak:

1) Hüseyin abi eserini tenkid ettiğim noktayı tavzih ederken şöyle söylüyor: "Ahmed kardeşim nerelidir, bölgeyi bilir mi, Kürt irfân ve örfüne ne kadar muttalidir, Eremenilerle Kürtlerin asırlarca iç içe yaşadıklarını ne kadar bilir, bilir mi? Bilmiyorum..." 

Tabii Hüseyin abiyle birbirimizi pek tanımıyoruz. Yoksa, elhamdülillah, benim de Kürt olduğumu bilirdi. Fakat şöyle garip bir durum var: Eğer yumurtada büyümemişseniz bu ülkede bir zamanlar ermenilerin çoklukla bulunduğunu zaten bilirsiniz. Yani bunun çok hayret edilecek bir yanı yok. Sözgelimi, ben, Sivas'ta okurken ermeni kökenliler hâlâ varlardı. Meslek erbabının bir önceki kuşağı çoğunlukla ermeniydi. Ermeni ustaların çırakları olarak yetişmişlerdi. (Bir Türk olan eniştem Korhan'ın babası Şükrü amca Artin Usta'nın çırağıydı mesela.) Konakları da, pencerelerindeki-duvarlarındaki haç işaretleriyle birlikte, hâlâ ayaktalardı.

Hüseyin abi herhalde benim itirazımı anlamadı. Ben "Hiç Türkiye'de ermeni var mıydı canım?" diye itiraz etmiyorum. Hatta Bediüzzaman'ın bir ermeni kızını görüp bakmasına da içlenmiyorum. İtiraz ettiğim şu: Bu detay, gerçek olsa bile, romanda ne işi var? Bediüzzaman'ın gençliğinde bir ermeni kızından etkilendiğini bilmek bize ne kazandırır? Benim itirazım bunaydı. Yoksa, biz, Allah dostlarının ismetine iman etmiyoruz. İsmet sahipleri ancak peygamberlerdir. Fakat bu tarz anekdotları anmayı sevmiyoruz. Onların da seveceğini sanmıyoruz. Mesela: Hüseyin abi bu satırları bizzat Bediüzzaman'ın yüzüne okuyabilir miydi? Okusa, o mübarekin ruh-i muazzezi, bundan müteessir olmaz mıydı?

2) "Bediüzzaman, erkek değil, onun için evlenmiyor iftirası kendisine çok dokunduğu bir vakitte 'Herbirimiz on kadını idare ederiz!' demeye mecbur kalan Üstad'ın çocukluğundan beri insan ve 'erkek' olduğunu ifadeye çalıştım. Karşımızdaki melek değil, bütün uzviyetleri ile kâmil bir vücud, bir beden-i insanî. İki yüzü aşkın evlilik yapan Hz. Hasan'ın varlığını unutup bu meseleyi Üstad için nakise görmek doğru olmaz..."

Burada da yine aynı durum var. Hüseyin abi, her defasında benim itirazımın mehazını anlamazlıktan gelip, mevzuu başka yerlere çekiyor. Şimdi, mesela, Bediüzzaman'ın erkekliği meselesinde iftira sahibi olanlar, Hüseyin abi, ermeni kızını görünce 'hormonları uyanıp öne çıktı' (kitapta geçen ifade bu şekilde) dedi diye "Vay be, helal, ne erkekmiş!" mi diyecekler? Dikkat edelim: Hadis tarihinde 'uydurma hadislerin' ortaya çıkışının bir sebebi de 'maslahat mülahazası'dır. Bediüzzaman Hazretlerinin 'muvazenesiz vaiz' eleştirisinde de aynı nokta calib-i dikkattir. Siz, iyiliğine bir yalan söylersiniz, ama söylediğiniz uzunvadede zarar doğurabilir. Bediüzzaman'ın erkekliğini hiç gereksiz yere isbat için tutup bir ermeni kızına nazar ettirmek de bu kabilden sayılabilir.

3) "Devamında bir bakıma mevzuun tedaisiyle Akdamar Adasına dair bugün bile anlatılan hikâyeyi kayıkta naklettim. Ahmed kardeşim, Said'in bu aşk hikâyesini dinlememek için kendisini Van Gölünün soğuk sularına atmasını beklemiş olabilir ama 14 yaşındaki bir çocuğa ben kıyamadım..."

Ne kadar saçma bir cevap öyle değil mi? Hoppala meşan Malkara-Keşan. Bediüzzaman Hazretlerine Molla Muhammed merhum ile birlikte uyduruktan bir hikâye dinletiyorsun. Çobanla keşişin kızını her gece tenhalarda buluşturuyorsun. (Artık gerisini kuvve-i hayaliyemize havale ediyor.) 'Ah Tamara' mıymış neymiş? Peh. Şehir efsanesi. Sonra da "Böyle birşey olmamıştır!" deyince Ahmed kabahatli oluyor. Keşke kıyıp Bediüzzaman Hazretlerini 14 yaşında Van gölünün soğuk sularına atsaydın. En azından derdik ki: "Mübareğin çocukluğundan beri sahip olduğu takva bu yalanı dinlemeye tahammül edemedi."

4) "Yazmakta olduğum, genç nesillere Üstad ve Külliyatı sevdirecek olan bir nehir roman külliyatı, kuru bir biyografî değil. Öyle olsa hiç yazmazdım. Üslüp ve ifâde farkı hariç, aşılması çok zor olan Mufassal Tarihçe dururken yeni bir şey yazmaya ihtiyaç duymam. Zaten Mufassal Tarihçe'yi de çok az insan okuyor. Bu vesile ile Badıllı Abiye nihayetsiz rahmet diliyorum."

Badıllı abiye ben de rahmet dilerim. Ancak Üstad'ı sevdirmenin yolunun biyografik roman olduğu konusunda şüphelerim var. Hem bu iş yapılmamış birşey de değil. Yavuz Bahadıroğlu Hoca merhumun da böyle bir serisi vardı. Üç kitaptı yanlış hatırlamıyorsam. Sonra İslam Yaşar abinin de bir Bediüzzaman beşlemesi olduğunu anımsıyorum. Bu iki çalışma da romandı. Yani Hüseyin Yılmaz abi hiç yapılmamış birşeyi yapmıyor. Allah sa'yini meşkûr etsin. Ancak romanının göreceği ilgiden belki anlayacağız, gençler hakikaten Bediüzzaman'ı sevdiler mi, külliyata meylediyorlar mı? Dereyi görmeden paçaları sıvamamak lazım. Bu arada biyografi türünün 'kuru' tabiriyle tahkire uğramasına karşıyım. Bence biyografiler kişiler hakkındaki bilgileri 'eğmeye-bükmeye uğramadan' almanın daha selametli bir yoludur. Şükran Vahide ablanın Bediüzzaman'ın Entelektüel Biyografisi eserini ayrıca beğendiğimi belirtirim.

5) Devamında Hüseyin abi anlattığı hâdiseye mehaz olabilecek bazı kayıtlardan bahsediyor. (Doğrudan o olayı değil ama olabilirliğini anlatan şeyler.) Yine altını çizeyim: 'Bediüzzaman Hazretleri ömrü boyunca nâmahreme nazar etmemiştir...' diye bir iddiaya girmiyorum ben. Olabilir. Hepimiz insanız. O da insan. Fakat bana bu satırları söyletmek bile o mübareğin hatırasına ne kötü bir iştir. Yani, Üstad Hazretleri, o 14 cilt külliyatı, biz onun gençliğinde kızlara bakıp bakmadığını tartışmamız için mi yazmış? Ben bu hâdiseyi kesin bir delille bulsam, hatta levh-i mahfuzda okusam, yine de dillendirmem yahu. Ne gereği var? Ben itirazımı bu 'dillendirişe' iliştiriyorum. Bediüzzaman'ın erkekliğini hiçkimseye isbata mecbur değiliz. Harama nazarla da erkeklik isbatı olmaz.

6) "Hulâsa-i kelâm: Çok büyük ve çok çetin bir dâvâ için yola çıktım. Hiç yardımınızı görmedim. Her zamanki gibi bir dershanenin mutfak tezgâhına verdiğiniz destek kadarını bile bu büyük dâvâdan, bu bâkî hizmetten esirgediniz. Bari, bir bakıma mevcud Nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil bir hizmeti kıyamet ânına kadar yapacak bir esere gölge düşürüp, şevkimi kırmayınız. Kırmaya çalışsanız ne olur? Bilenmiş olarak, daha müteyakkız, daha büyük bir gayretle devam ederim. Bediüzzaman, dâvâsı ve hakikat, benim için bunu âmirdir. Yer yüzünde Bediüzzaman ve dâvâsına sahib çıkan tek kişi kalmış denilse, hiç şübheniz olmasın ki, o kişi Hüseyin Yılmaz'dır."

Arkadaşlar, abilerim, ablalarım... Yani ne söylesem bilemiyorum. En kolayı en açık şekilde söylemek: Hüseyin Yılmaz abi iç dünyasında resmen uçuşa geçmiş. "(...) bir bakıma mevcud Nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil bir hizmeti kıyamet ânına kadar yapacak bir esere..." Ya, mübarek, hele bir ikinci baskısını gör de ondan sonra konuş. Ben editörlüğüm, yayıncılığım, yazarlığım üzerinden öngörüde bulunayım: Bu kitap ikinci baskısını ya görür ya göremez. Ha, mübarek işadamları satın alır, bedava dağıtılır, belki o zaman görür. Daha böyle okunurluğu tartışmalı bir eseri 'mevcud nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil' tutmak, bir de boyunu kıyamete kadar uzatmak, yahu Allah'tan kork. Biraz mütevazı ol. Atomu ortadan ikiye mi böldün? Altı-üstü bir roman. Türün ilk örneği de değil üstelik. Editörlüğümde çok yazar kaprisi görmüştüm ama böylesini hiç görmedim. Yıllarca kitapları yüzbinler satan isimlerle çalıştım. Hiçbirinde böyle iddialar olmamıştı.

7) "Siz, zaten hiçbir kavgada olmadınız. Üstad ve Talebeleri için girdiğim hiçbir kavgada yanımda olmadınız, müdafaada bulunmadınız. Ne Zübeyir, Sungur ve diğerlerine NATO-GLADYO dediklerinde oralı oldunuz, ne Üstad'ın boş sayfaları imzalayarak vekâlet verdiği Bekir Berk'e 'hain' dediklerinde bir şehamet gösterdiniz. Bütün o kavga ve müdafaaları yalnız başıma verdim ve bir gün dönüp acaba neredesiniz, diye bakma tenezzülünde bulunmadım. Bugün de bulunmam..."

Hüseyin abi kendi kendine kuruyor, yazıyor, oynuyor... Hiçkimseye ihtiyacı yok. Herkes bir o tek. Madem fantastik bir dünyada dolaşıyoruz. Herşeyi Hüseyin Yılmaz başarıyor. O halde biraz da biz ekleme yapalım: 15 Temmuz'da darbecilerin F-16'larını sapanla taş atmak suretiyle düşüren de Hüseyin Yılmaz'dı. Kurtuluş Savaşı'nda Yunan ordusunu önüne katıp kovalayan da Hüseyin Yılmaz'dı. İstanbul'un fethi sırasında Ulubatlı Hasan bayrağı elinden düşürür gibi olunca "Kardeş bu da benim sana bir kıyağım olsun!" deyip, bayrağı alıp, surlara diken de yine Hüseyin Yılmaz'dı.

Yahu Hüseyin abi, üç-beş sene önce Risalehaber'de köşeni görünceye kadar, hayatta olduğunu dahi bilmiyordum. Hüseyin Yılmaz diye birisinin varlığından bile habersizdim. Sen nasıl böyle herşeyin merkezindeydin de kimsenin senden haberi yoktu? Mübarekler, en doğrusu, uçmayalım-kaçmayalım. Mütevazi olalım ya. Allah ganidir. Bizim amellerimize ihtiyacı yoktur. Biz sadece bir detaydan ibaretiz. Bizimle olmazsa başkasıyla olur. Ne yiğitler, âlimler, mücahidler gelmiş geçmiş. Biraz ayarımız olsun.

Her neyse... Ben bu mevzu ile uzun uzadıya meşgul olmak niyetinde değildim. Ama Hüseyin abi uyuyan devi uyandırdı. "Ahmed Kardeşim hiç roman yazdı mı, bilmiyorum. Romanı bilir mi, onu da bilmiyorum. Bildiğinden hareket ediyorum..." demiş ya. Ben de uzaydan geçtiğimiz pazartesi gelmediğimi romanı üzerine yazılarımla kendisine göstereceğim. Halep oradaysa arşın burada. Nesil Yayınları'nda bir altı-yedi sene editörlük mazimiz var. O işi ne kadar öğrendiğimizi kendisine sergileyelim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. İnayetini Ondan dilemekteyiz. Rabbim istikametten ayırmasın.

7 Temmuz 2025 Pazartesi

Allah'ı nereden sınırlarsan oradan hastalanırsın

Geçtiğimiz cumartesi Avcılar'da Sezer Harman abi Katre Risalesi'ndeki 'dört hastalık' bahsini ders yaptı. Dinlerken aklıma Bediüzzaman Hazretlerinin 'neden bu dördünü seçtiği' sorusu takıldı. Öyle ya. Hastalıklarımız dörde münhasır değildi. Daha nice nice rahatsızlıklarımız vardı. Sonra X'te, eski adıyla Twitter'da, Fikret Çetin Hoca'nın şu paylaşımını gördüm:

"Damdam bin Cevs el-Yemamî'den rivayet edildiğine göre, Ebû Hureyre (r.a.) kendisine şöyle dedi: "Ey Yemamî! Sakın bir adama 'Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz' deme!" Ben de şöyle dedim: 'Ey Ebû Hureyre! Bu, öfkelendiğimiz zaman kardeşimize ve arkadaşımıza söylediğimiz bir sözdür.' Bunun üzerine Ebû Hureyre (r.a.) şöyle dedi: 'Sakın bunu söyleme! Çünkü ben Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu işittim: İsrâiloğulları arasında iki adam vardı. Birisi ibadette çok gayretli, diğeri ise nefsine karşı müsrif idi. Bu ikisi birbirine kardeş gibiydiler. İbadet eden kimse, diğerini her günah işlerken görür ve ona 'Ey filan! Vazgeç artık!' derdi. Diğeri ise 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' derdi. Nihayet bir gün onu büyük bir günah işlerken gördü ve ona 'Vay haline! Vazgeç artık!' dedi. Diğeri yine 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' dedi. Bunun üzerine o (ibadet eden adam) şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun ki, Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Allah o ikisine bir melek gönderdi ve ruhlarını aldı. İkisi de Allah'ın huzurunda toplandılar. Allah Teâlâ günahkâra şöyle buyurdu: 'Git, rahmetimle cennete gir.' Diğerine ise şöyle buyurdu: 'Sen beni biliyor muydun? Benim elimdekine gücün yeter miydi? Onu ateşe götürün!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: 'Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o bir kelime söyledi ki, dünyasını ve ahiretini mahvetti.' Ebû Dâvûd (4901) Sahih-i İbn Hibban (5712)."

Ebubekir Sifil Hoca'nın yıllar önce okuduğum bir makalesinde de, Allah dostlarından birisine atfen, şu manada bir hikmet nakledilmişti: "Allah'ın kudretini sınırlayıcı konuşmaktan sakın." Sonra bu 'dört hastalık' ile 'kudrete sınır çizmek' arasında bir ilgi bulunduğunu düşünmeye başladım.

Mesela: Yeis, yani ümitsizlik hastalığı, şöyle tarif ediliyordu orada: "Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye'se düşer. Böyle bir me'yusun gözüne, dinî meselelere münafi ednâ ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder."

Devamında ise "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar..." ayeti hatırlatılarak şifanın orada aranması salık veriliyordu. Elhamdülillah. Fakat biraz dikkat kesilince ayetin bize söylediği şöyle hikmetler de vardı sanki: "İsimleri Allah'ın kudretleridir. Her isim Allah'ın kudretinin bir tezahür şeklini bize öğretir. Günahları bağışlamak hususunda Allah'ı kimse aciz bırakamaz. Kimse bu noktada Onun kudretine sınır çizemez. 'Yaratış kudretinde' sınır olmadığı gibi 'bağışlama kudretinde' de sınır yoktur. el-Kadîr oluşunda sınırı olmadığı gibi el-Gafûr ve er-Rahîm oluşlarında da sınırı yoktur. Dilediğini bağışlama gücü vardır."

Ümitsizlik hastalığına müptela olansa, Allah'ı bu yönünden sınırlama cür'etinde bulunuyordu. "Benim gibisini de affetmez artık!" diyordu. Böyle demesinin altında "Benim gibisini de affedemez!" demek vardı. Halbuki Allah dilediğini bağışlayabilirdi. Biz ancak 'şirk' gibi 'bağışlamayacağını kendisinin vaadettiği' seyyieler hakkında "Cenab-ı Hak bunu bağışlamaz!" diyebilirdik. Yoksa iman sahiplerinden herhangi birisinin hangi günahının bağışlanıp-bağışlanmayacağı konusunda bilgi sahibi değildik. Sınırlayıcı konuşmaya da hiçbir hakkımız yoktu. Yeis hastalığına müptela olan insan bir açıdan Allah'ın kudretini sınırlama hadsizliğinde bulunduğu için ters yola giriyordu. Girdiği bu yol da onu, hafazanallah, Allah'ı bütünüyle inkâr etme vartasına kadar götürebiliyordu. Demek ki kudretini sınırlayıcı konuşmanın/düşünmenin sonu, eyvah, en nihayet o kudretin bütünüyle inkârıydı.

İkinci hastalık olan 'Ucb' da bundan farklı değildi. Yerinden tarifini alalım: "Arkadaş! Ye'se düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemâlâtı var. Hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: 'Bu kemâlât beni kurtarır, yeter' diye bir derece rahat eder. Halbuki, a'mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez..."

Dikkat edilirse ucb hastalığında 'ümitsizlik' yoktu. Evet. Fakat ümidin yanlış yere bağlanması vardı. Akıbetinin garantisi olarak âmâlini görmek, yine Allah'ı "Ben bu kadar hayır işledikten sonra artık atamaz cehenneme!" diye birşeylere mecbur görmek, hâşâ, Onu 'azaplandırışında sınırlamak' manasına geliyordu. Celalî isimlerine sınır çizmeyi çağrıştırıyordu. Halbuki, Hak Teala, dilediğine rahmet edebileceği gibi, dilediğine de azap edebilirdi. Onu bu yönden de sınırlandırmanın imkânı yoktu. Şânı nasıl dilerse öyle yapardı. Kemali nasıl iktiza ederse öyle davranırdı. Kimse de Onun kudretini tasarruftan alıkoyamazdı.

Yani ucbun arkasında da bir tür 'sınırlama' bize gök kırpmaktaydı. Ve bu kırpma da 'ümidi rahmetten kesip kendine bağlama' arızasına sahipti. Rahmetle irtibatı kopardığından ayetin nehyine dahil oluyordu. Çünkü ayet "Ümit kesme!" değil "Allah'ın rahmetinden ümidizini kesmeyin!" buyuruyordu. Ümidi rahmetten kestikten sonra başka şeyler üzerinden yaşatma da sahih bir tavır değildi. İnsana, hâşâ, 'Rabbü'l-Âlemîni istemediklerini yapmaya mecbur edebilme' sanrısı veriyordu. Halbuki gökleri ve yeri yaratan Zülcelal'i kimse hiçbirşeye mecbur edemezdi.

Üçüncü hastalık 'gurur'du. Mürşidim onu da şöyle izah ediyordu: "Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar."

Ben bu hastalığın da 'kudreti sınırlama' vartasına sahip olduğunu düşünüyorum. Ne anlamda? Allah'ın rızasına mâtuf bilgiyi senden-benden daha iyi bilir, daha fâzıl, daha kâmil, daha dakik vs. kullar yaratamayacağı suizannıyla bir sınırlamadır bu. Halbuki Allah bizden daha iyi bilenini, daha fâzılını, daha kâmilini, daha dakikini vs. yaratmaktan aciz değildir. Modern insanın kibri geçmiş asırların sosyolojilerinin kendisinden üstün olabileceği fikrine kat'iyyen yaklaşmaz. Evrimciliğin kem mürekkebini yalayan bütün seküler ilimlerde gelecek geçmişten üstündür. Daha iyisi geçmişte olamaz. O yüzden ahirzaman mütekebbirleri Allah dostlarının kemaline inanmazlar. Onları kendilerinden daha üst görmeyi sevmezler, kabullenmezler, beğenmezler. Bu da derslerinden mahrum kalmayı netice verir. Oysa bu da bir sınırlayıcılıktır. Allah'ın herşeye kudreti yeter. Dilerse insanların en hayırlılarını 1400 yıl önce getirir dünyaya. Onlar deveye binerler. Toprağa oturup elle yemek yerler. Fakat bize üstün sayılırlar. Gurur hastalığına tutulansa herkesi ya 'eşiti' veya sıklıkla 'gerisinde' gördüğünden nasip yolu ona kapanmış olur.

Dördüncü hastalık olan 'suizan'da ise daha temel birşey var. Suizan tastamam zaten 'kudrete sınır çizme' mahiyeti taşıyor: "Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler..."

Allah'ın hayır yaratması mümkün olan olaylardan, sözlerden, kişilerden sürekli 'şerre kapı aralayan' beklentiler içine girmek; sanki Allah'ı hasım gibi hayal etmek; yine Onu 'neyi yaratacağına mecbur etmek' gibi imâ taşır. Hüda'nın daha yaratışının tamamını sana göstermediği yerde "Bu kesin şöyle bed birşey olacak..." diye konuşursan "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyuran Rabbe bir dua yollamış olursun. Halbuki Allah'ın kudreti en beklemediğin yerlerden dahi hayır yaratmaya kâdirdir. Üstelik, suizanda, yine 'mümkünü kendine indirgemek-hapsetmek' vartası vardır. "Ben böyle berbatsam herkes de benim gibi berbattır!" yanlış empatisi bulunmaktadır.

Evet. Gururun dibi kazındığında da suizan çıkar. Ucbun altına kazma iliştirilince de suizan fışkırır. Yeisin toprağında da suizan lağımı saklanır. Ve bu suizan, maalesef, Allah'ın kudretine dair sınırlamaların tezahürüdür. Eksik Allah tasavvuru yaşantıda da 'hastalıklı tavır' şeklinde görünür. Şu ölçü kesinlikle unutulmamalıdır arkadaşım: İnsan, Allah'ı bilmenin bir yoludur, fakat Allah'ı sınırlamanın bir yolu değildir.

Bu yazıyı da İmam Şafiî rahimehullaha atfen nakledilen bir hikmetle bitirelim: "İmam Şafii’ye 'Allaha karşı suizan nasıl olur?' diye soruldu. Şöyle cevap verdi: Vesveseli olmak, her an musibet gelecek gibi bir korku içine girmek ve elinde bulunan nimetin yok olacağını beklemek, Rahman ve Rahim olan Allah’a karşı kötü zandandır."

27 Haziran 2025 Cuma

Nihal Candan 'ölmekten' değil 'yaşamaktan' korkuyordu

Gabor Mate, Vücudunuz Hayır Diyorsa'da, ölümcül hastalıklarla mutsuzluk arasında bir ilgi bulunduğunu iddia ediyor. Yani, insanlar, "Bu şartlarda yaşanmaz!" diye içten içe şikâyetlendiklerinde, şükürsüzlüklerinde, bedenlerine de bir mesaj yolluyorlar: "Ayrılmanın bir yolunu bul!" Ve beden bu emri dinliyor bazen. Hatta sahibi karşı koysa bile dinliyor. Kitapta, Mate, incelediği bazı vakıalar üzerinden delillerini de aktarıyor:

"Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı. (...) Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir. (...) Yani ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize. (...) Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."

Nihal Candan da, hastalığı sürecinde yapılan bir söyleşide, şunları söylemiyor muydu: "Dramatik sayılabilecek şekilde vazgeçtim. En az enerji harcayarak. Sadece ismi 'intihar' olmasın hani. Orada olmaktan o kadar memnun değildim ki. Sadece durdum. Geçmesini bekledim. Çok anlayamadım. Hâşâ, Allah zaten çok yardımcı, hepimizin yâr ve yardımcısı. Ama yaşam fonksiyonlarımı en aza indirip geçmesini beklemek benim o anki tek planım olabildi."

Kafka'nın Bir Açlık Sanatçısı öyküsünü okuyanlar da hatırlayacaktır. Orada da Açlık Sanatçısı, kendisini akışın dışında bulduğu için, layık olmadığı bir konumda gördüğü için, açlığını uzatarak gitmeyi seçiyordu. Kaza değildi. Hayır. Sessizliğiyle uzattığı bir sürecin sonucuydu ölümü. Kafka da, hikâye boyunca, Açlık Sanatçısı'nın içdünyasını resmederek intihara gidişini hissettiriyordu.

Hissetmek deyince aklıma, İtalo Svevo'nun Hayat İşte'sinde, intiharından hemen önce Alfonso hakkında söyledikleri geldi: "Oysa Alfonso kendini yaşamaya yeteneksiz hissediyordu. Kaç kez boş yere anlamaya çalıştığı birşey vardı ki, hayatını zehirliyor; dayanılmaz hale getiriyordu. Sevmeyi de bilmiyordu, zevk almayı da; en iyi koşullar içindeyken başkalarının en acılı koşullarda duyduğundan fazla ıstırap çekmişti. Hiç hayıflanmadan terk ediyordu yaşamı. Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmanın yolu oydu. Düşlediği feragat oydu işte. Huzur nedir bilmeyen o vücudu yok etmek gerekiyordu; hayatta kaldıkça savaşmaya sürükleyecekti; çünkü oydu varlığının nedeni."

'Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmak...' bu biraz da hisseder olmaktan şikayet işte. Kolay kırılabilir, dokunulabilir, incitilebilir olmaktan şikayet ediyor aslında Alfonso. Tıpkı Mehmet Pişkin gibi. O da demiyor muydu videosunun bir köşesinde:

"Hayatın tatsız taraflarıyla çok başaçıkamadım herhalde. Çünkü nazik, neşeli, eğlenceli, akıl ve ruh olarak böyle bir incelik ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi. Bu konuda takatimin tükendiğini ve işin o karanlık tarafının daha ağır geldiğini; taşıyamadığımı, bunun için gerekli donanımları da zamanı içinde çok geliştiremediğimi farkettim. Sarsıntılarda çok dağılıp, kendimi toplamakta gün geçtiktçe daha da zorlanıyorum. Bu da çok sıkıcı bir kısırdöngü açıkçası..."

Dokunulabilir olmanın sancıları bunlar. Duymanın ve duygulanmanın sağladığı derinliğin imanla birleşmezse sahibini yutan bir karadeliğe dönüşmesi. Gorki'nin Yararsız Bir Adam'ına, Yevsey'e dönelim tekrar. Onu nasıl tarif ediyordu, Gorki, intiharına varan yolculuğunun başlarında:

"İnsanlardan korkuyor, bu yüzden de hep onlara birşeyler borçluymuş gibi davranıyordu. Tetikteydi hep. Beklerliydi. İnsanlar ona saldırdı saldıracak gibi görünüyordu. Kafasında kurduğu bu saldırıları önlemek için de kimsenin bir dediğini iki etmiyor; hiçbir işi, hiçbir buyruğu geri çevirmiyordu. Her an bir tehlike başgösterebilirdi. Bekliyordu Yevsey. Her an bekliyordu. Ve bu duygusu, dikkatini biledi, insanlara karşı inançsızlığını arttırdı."

Ve nihayetinde, intihar bir güç veya cesaret eseri değil, acizlik eylemidir. İçlerindeki boşlukla savaşacak gücü kalmayanların "Böyle de yaşanmaz ki ama!" deyişidir. Genç Werther'den Yevsey'e, Yevsey'den Alfonso'ya kadar hep zayıflık izidir intihar, acz delilidir. Mehmet Pişkin inanmıyordu. Fakat Allah'a inanan bir insan da intihar edebilir. Eğer 'tutunamadığını' düşünmeye başlamışsa... Rahmete nasıl uzanacağını unutmuşsa... Direnememişse... Tıpkı merhume Nur Sena Düzgün gibi... (Düşünün ki, bizzat Kur'an'da öğretildiği şekliyle, Hz. Meryem annemiz dahi, iffetine gelebilecek söz nedeniyle ölmeyi dilemiştir.)

Salt isyan fikriyle yaptıklarını düşünmüyorum kesinlikle. Sadece güçleri yetmiyor artık. Ve hayatta kalmanın illa savaşmak anlamına gelmediğini bilmiyorlar. Aşamıyorlar. Bilseler de bilmiyorlar. İdrak etseler de iz'an edemiyorlar. Teoriyi pratiğe dökemiyorlar. Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda (özellikle ilk mektuplarında) çok sık tekrar ettiği bir final cümlesi var: "Bana inan." İntiharı yaklaştıkça bu cümleyi kullanmayı da bırakıyor. Yerini şöylesi ifadeler alıyor:

"(...) tembellikten, karakter zayıflığından ve ruhsal boşluktan dolayı işe yaramaz insanlar vardır. Beni öyle biri olarak görmezsen sevinirim. Başka nedenlerle, bir işe yaramayan insanlar da olabilir. Faydalı olabilmeyi gerçekten isteyen ama tutuk oldukları, yaratıcı olmak için gerekenlere sahip olmadıkları, belki kötü kaderleri öyle istediği ve bir şey yapmak tümüyle imkansız olduğu için hiçbir şey yapamayan insanlar da vardır; böyle bir insan, ne yapabileceğini kendisi de bilemez, içgüdüsel olarak şunu hisseder: Durumumu değerlendirebiliyorum, iyi sayılırım. Bambaşka bir insan olabileceğimi biliyorum. Neyle uğraşmalıyım, neye hizmet etmeliyim? İçimde bir şey var ama nedir? Bu farklı bir işe yaramazdır. İstersen beni onlardan biri kabul edebilirsin."

Boşlukla savaşmayı öğretmenin yolu, yeni yükler yüklenmede değil, "Allah hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez!" ayetini ders etmede. Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da Francesco'ya doktorun dediği gibi: "Sen, ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Yaşarken karşılaşacağın zorluklara karşı dik durabilmenin yolları yok sende. Allah'a tutunmayı bilmiyorsun. Esma'sından destek alamıyorsun. Bundandır uçurumların. Ve yanlış anlama! Yalnız kötülerin değil zayıfların, acizlerin, yaşamaktan korkanların da eylemidir intihar.

Bediüzzaman Hazretleri de mezkûr makamda bize şöyle söylüyor:

"Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar."

Ya kaçacak yer bulamazsa? O zaman da kendini kapatmayı dener. Çünkü böyle yaşamaya dayanamıyordur. Zeval-i lezzetleri elem olmuştur. Hatta ne kadar çok lezzet tatmışsa-tanımışsa elem katsayısı da o kadar yükselmiştir. Daha fazla yaşamak daha çok elem duymaktır onun için artık. Sonsuzlukla bağı kopmuştur. İmansızlığından değil. Hayır. Hâşâ. Sadece bu değil. İmanının yeterli pratiğine sahip olamamaktan. Yeterince tefekkürde bulunamamaktan. Yeterince zikrullahla meşgul olmamaktan. Ramazan'da oruç tutmamaktan. Beş vakit namazını kılmamaktan. Haramlardan kaçmamaktan, vesaire...

Bunlardan herbirisi kendisine kattığı dirençlerdir. Dayanma güçleridir. Salabet pratikleridir. Fakat, dinden uzak, rahat bir hayata gömüldükçe insan sertliğini yitirir. Hele bir de fıtraten kırılgansa çilesi daha da büyür. "Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir!" dememiş midir Geothe? Halbuki bu derece hassaslık Allah'a sığınmak için imkandır. Sığındıkça kurtarır Hüda kullarını. Lakin yardımcılığı beklenen sabrın bir de evveli var. O yüzden, Kur'an, Hızır aleyhisselamın diliyle öğretiyor ki: "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" İçyüzünü bilmekse tefekküre lazım mesaiyi sarfedebilmekte. Evet. Allah marifetine müştak âriflerin sürûrudur. Sevincidir. Cevşen'de de, işte tam da bu nedenle, Rabb-i Rahim'e öyle nidâ edilir: "Ya sürûra'l-ârifîn!" Yani 'Ey âriflerin sevinci olan Hüda!'

18 Haziran 2025 Çarşamba

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan.

Hakikat aşkı için söylemek lazım: İsmet Özel şiirselliği hakikatin mihengini bozdu. Bazı şeyleri öyle güzel dilegetirdi ki aslında öyle olmadıkları unutuldu. İdeologların şairlerden olması bu nedenle tehlikelidir. Şairler şeyleri olmadıkları şekillerde dilegetirirler. Ama öyle güzel dilegetirirler ki gerçekle uyumsuzlukları gözardı edilir. Kur'an'ın şiirden teberrisi bu makamdadır. Şimdi, mesela, @allaturrca hesabının sahibi olan arkadaş, herhalde Cemile Bayraktar'ın attığı tivite gücenip, şöyle bir paylaşım yaptı: "Kürtçe şiir yazabilirsiniz ama Kürtçe fatura kesemezsiniz. Bu ülkeyi Selçuğun torunları fethetti. Kürdü, Arabı, Çerkezi Boşnağı... hepiniz buraya müslüman olduğunuz için girip yerleştiniz, kimse size kafa kağıdı sormadı. Selçuğun dilini öğrenmek istemeyen geldiği yere dönsün." Tabii, insan kırılmadan önce acıyor, üzülüyor. Üzülüyor, çünkü, tarihi böyle "Höt ettik, böt oldu!" şeklinde değerlendirmek hamlık göstergesi. Sığlık belirtisi... Halbuki tarihî hiçbir hâdiseyi açıklamak böyle kolay olmaz.

Yıllar önce, Nesil Yayınları'nda, Müfid Yüksel Hoca'nın 'İslamsız Kürdistan Hayali' başlıklı bir seminerini dinlemiştim. Hoca, orada, Selçukluların Anadolu'ya gelişini de anlatmıştı. Ve Kürtlerle Türkler arasındaki ittifak ilişkilerini bildiğimizden de öncesine götürmüştü. Meğer, ilk 'birlikte hareket etme' hâdisesi, daha Selçuklular tastamam İran'a inmeden önce yaşanmış. Dönemin Abbasî halifesinin şiilerce kuşatılmasıyla yardım istemesi, bu yardıma da Mervanîler'in Kürtler adına, Selçukîlerin Türkler adına olumlu cevap vermesi, o dönemde hem Abbasîlerin hem Mervanîlerin hem de Selçukîlerin Şafiî mezhebine bağlı bulunmaları, bu güzel ittihadı netice vermiş. Maşaallah. İki taraf birliklerini Bağdat'a göndererek halifenin üzerindeki baskıyı kırmışlar. Seminerin tamamını merak edenler için bir link de bırakayım: (https://www.youtube.com/watch?v=g1YgvbapazY)

Bu mübarek ittifak daha sonraki dönemde de devam ediyor. Malazgirt'te yaşananlar malum. Orada hem Türkler hem Kürtler hem de Araplar, Sultan Alparslan Han merhumun komutasında, cihad ediyorlar. Yani Anadolu'nun kapısını hep beraber açıyorlar. Zaten mücahid Türkler gelmeden önce de Kürdistan'da müslümanlar yaşamaktalar. (Kürdistan bölgesi Hz. Ömer radyallahu anh zamanında fethedildi. Kürtlerin İslamlaşması da ilk asır içinde tamamlandı.) Araplar da vaktiyle gelmişler. Hatta Emeviler döneminde İstanbul'u dahi kuşatmışlar. Fakat, takdir-i Hüda, muvaffak olamamışlar. Yani tarihi bütüncül görmek gerekiyor. Müslümanlar adına ilk cihad edenler Türkler değil. Araplar da Kürtler de zaten bölgede kâfirlerle cihad ediyorlardı. Ancak, övünelim, Türklerin İslamiyete girişiyle müslümanlar muhteşem bir cihad arkadaşı kazanıyorlar. Öyle ki, o arkadaş, bin sene cihadın bayraktarlığını yapıyor. Cepheyi Viyana önlerine kadar taşıyor. Rahman o yiğitlerin cümlesine rahmet etsin. Âmin.

Yani @allaturrca rumuzlu arkadaşta şahit olduğumuz şey aslında cehalet. Ben bu cehaletin 'kemalist anakronizmi' versiyonunu çok gördüm. Hani onlar da Türkiye'de nefes alan her canlının canını Mustafa Kemal'e borçlu olduğunu düşünürler. Nazarlarında Mustafa Kemal adeta bir Superman'dir. Yunan ordusunu Sakarya önlerinde gözünden çıkan lazer ışınlarıyla durdurmuştur. Sonra da süper nefesiyle üfleyip püfleyip denize atmıştır. Herşeyi o başarmıştır. Hatta o olmasa Türklerin hiçbir numarası yoktur. Bütün numaralar ondadır. O bir dehadır. O bir peygamberdir. O bir ilahtır. Yüzbin kere hâşâ... Ama kemalist anakronizm zamanı/tarihi sanrıları eşliğinde silbaştan yazdığı için hepsini illa yerinden oynatır. Kemalist ideolojiyle büyüyen bir genç, Türkiye'de yaşadığı için, ne Selçuklulara ne de Osmanlılara teşekkür ihtiyacı hissetmez. Yalnız ATA'yı bilir. Onu över.

'Kemalist anakronizmi' bu yönüyle anlamak mümkün. Ve George Orwell'ın 1984'te Big Brother'a biçtiği role de uyuyor. Ancak 'İsmet Özel anakronizmi' daha yeni birşey. Ve daha garip. Çünkü, Özel, İslam'a itikad-amel sahasında değer veriyor. Fakat tarihe, siyasete, sosyolojiye dair konuşmaya başladığında hepsi zihninden uçup gidiyor. Yeni bir tahayyül ile bakıyor her yöne. Türklerin 'sebeplerden bir sebep' olduğu yok bu düzlemde asla. Tıpkı @allaturrca rumuzlu arkadaşın raconu gibi racon. Nefes alan kim varsa içinizde nefesini Türklere borçlu. Herkes Türkler sayesinde varlığını devam ettiriyor. Kendinizi Allah'tan başkasına borçlu hissetmediğiniz günler geçmişte kaldı. Çünkü şimdi Türkler var. Hepiniz illa Türkçe konuşacaksınız. Türkler...

Allah müslüman Türklere selamet versin. Birşey dediğimiz yok. Emekleri de büyüktür. İnkârımız yok. Fakat hakemi şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam tutacaksak, ey şair, senin hükmün âdil görünmüyor. Nitekim, Selçukluların da gözüne âdil görünmemiş ki, bakınız, Zencanî'nin Siyasetnamesi'nde ne deniliyor: "13. yüzyıl Anadolusunda genellikle dinî ilimler Arapça; edebiyat, tarih, vb. ilimler Farsça yazılıyordu. Hatta Alaaddin Keykubat döneminde birara Arapça resmi dil ilan edilmişti." Yani Selçuklular da 'illa Türkçe' diye birşey savunmuyorlardı. Aslında @allaturrca rumuzlu kardeş bir 'İsmet Özel anakronizmi' yaşıyor. Kendisinin sahip olduğu Türkçülüğü Selçuklularda, Osmanlılarda, belki Hunlarda bile hayal ediyor. Bu hakikat değil. Selçuklular böyle bir davayla gelmediler Anadolu'ya. Onlar İslam'ın bayrağını ileriye taşımak aşkıyla yaşıyorlardı. Hüda hepsine rahmet etsin. Nizamülmülk'ün dehasında 'Özel' şairiyeti yoktu. Melikşah'ın bakışında 'Özelcilik' mevcut değildi.

Böylesi mevzularla halen uğraşıyor olmak gönül incitiyor. Eh, fakat, yapacak da birşey yok gibi. Kemalizmin 'ulusalcılık' boyutu bir kısım dindarları da rengine buladı. Nasıl bir kısım Kürtlerde apoizm hastalığı şifa bulmuyor; aynen öyle de; bir kısım Türklerde de kemalizmin yaraları kolay iyileşmiyor. Hoş, Cemile Bayraktar bazen benim de sinirlerimi hoplatır, evet, tivittırda kendisiyle tartıştığım da olmuştur. Lakin, yine de, Anadolu sanki Allah'ın mülkü değilmiş gibi hepimizi kapının önüne koymayı düşleyen bu tiplere sinirlememek olmuyor. Cenab-ı Hak cümle ırkçıların şerrinden ümmeti muhafaza buyursun. Âmin. Âmin.

12 Haziran 2025 Perşembe

Ebu Hanzala mı Ebu'l-Hıyal mi?

Dün önüme bir video düştü. 'Ebu Hanzala' nâm ile meşhur 'Halis Bayancuk'un "Risale-i Nur'a nasıl bakıyorsunuz?" sorusuna verdiği cevap. Uzatmayayım. Halis Bayancuk, soruyu soran Şeyhmus abimize, 'tuzaklı' bir yol tavsiye ediyor. Öncelikle Kur'an'ın Arapçasını (yani aslını) bir kenara bırakıp meal okumasını salık veriyor. (Daha sonra meali de kendisinin vereceğini söylüyor.) İkinci olarak da Risale-i Nur'u tenkid eden herhangi bir eseri mütalaa etmesini öneriyor. (Sonraki 'Baskısı var-yok' muhabbetinden onu da kendisinin vereceğini anlıyorsunuz.) Hülasa: Halis Bayancuk'un, muhatabının Risale-i Nur'u tartacak Kur'an ve sünnet bilgisine sahip olmaması(!) nedeniyle, Şeyhmus abiyi yeterli bir Kur'an ve sünnet bilgisiyle donatmaya çalıştığını sanıyorsunuz. Nihayetinde de, kendisi tarafsızmış gibi, bir dua tavsiyesinde bulunuyor. Yerseniz. Yemezseniz, ki tavsiye edilen de odur, Halis Bayancuk'un çevirdiği numaralara dair diyeceğim birşeyler var:

1) Bayancuk, taktiksel ilk adım olarak, muhatabının özgüvenini kırmaya yöneliyor. Onu bir şekilde 'kendi dininin cahili' durumuna düşürüyor. Halbuki, diyaloğun öncesinden anladığımız kadarıyla, Şeyhmus abi Diyarbakırlı. Yani belki 1400 yıldır müslüman olan bir coğrafyada yetişmiş. Ve yine neredeyse 1400 yıldır müslüman olan bir milletin mensubu...

Düşünün: Eş'arî-Şafiî gelenekle, ve yine bin yıla yakındır devam etmekte olan medrese sistemiyle, mezcolmuş bir yer. Son iki yüzyılıysa bu şerefe Nakşibendî-Halidî sistemiyle cila çekmiş, sürme sürmüş, tezyin etmiş. Maşaallah. Bu kalem bu göze çok yakışmış. Evet. Kabul. Araya bir karanlık dönem de girmiş. Fakat damar o damar. Kan o kan. Terbiye o terbiye.

Şeyhmus abi de o damarın devamı olan bir medresede derslere gidiyormuş. Yine maşaallah. Yani, bence, an'ane-yi İslamiye itibariyle, Şeyhmus abi zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinin kabullerine sahiptir, imanlıdır, tamamdır. Hatta, mizana vursak, Halis Bayancuk'un selefîlik üzerinden zihnen yaşadığı bulanıklığa bedel Şeyhmus abinin sinesi daha billur çıkar. (Sözgelimi: Halis Bayancuk'a sorsan 'Allah göktedir' der, Şeyhmus abiye sorsan 'Allah mekandan münezzehtir' der.) Bu nedenle Bayancuk, âvâm-ı mü'min olarak gördüğü Şeyhmus abiyi, sahip olduğu kabullerde tereddüte düşürmek istiyor. 'Risale-i Nur'da bir yanlış olsa da farkedemeyecek kadar cahil...' gibi hissettiriyor. Halbuki, eğer Bediüzzaman Hazretleri, içinden çıktığı Eş'arî-Şafiî geleneğe aykırı birşey söylese, akılbaliğ çocuktan tut seksenindeki pir-i fânisine kadar, bütün müslümanlar beyanındaki hatayı anlardı. Öncelikle uleması anlardı. İlla medrese hocaları anlardı. Onlar da Bediüzzaman'ı hemen tenkid ederlerdi. Halbuki devrinde yaşayanlar, bırakın tenkidi, kemalini takdir ediyorlar. Halis Bayancuk bu takdiri unutturuyor-anmıyor. Muhatabına bu 'takdir mazisini' aştırıp 'kolayca tenkide koyulacağı' bir kapıyı açtırmayı düşünüyor.

2) Bayancuk'un ikinci adımı muhatabına meal okutmak. Onu da kendi vereceği mealden yaptırmak. Arkadaşlar, hepimiz biliyoruz ki, "Doğrudan Kur'an'a gidelim!" söylemi, hangi fırka onu kendine bayrak kılarsa kılsın, tek amaçla savunulmuştur: "Doğrudan Kur'an'a gidelim ki İslam geleneği/mirası aradan çıksın!" Yani, Nebi aleyhissalatuvesselam aradan çıksın, sahabe aradan çıksın, tabiîn aradan çıksın, tebeü't-tabiîn aradan çıksın, bütün bir İslamî miras aradan çıksın. Geriye ne kalsın peki? Geriye Kur'an'ın metni kalsın. Ve böylece onun 'çok anlama gelebilir' yapısını 'ehl-i sünnet zırhından' kurtaralım. İstediğimiz anlama getirebilelim. Bize, ne peygamber, ne sahabe, ne tabiin, ne tebeü't-tabiin, ne de sonraki salih miras vahyi nasıl anlayacağımızı söylesin. Söyleyemesin. Ki serbestliğimizi kıramasın. Kıramasın ki, tıpkı hariciler gibi, gerekirse ayete dayanıp (doğrusu: yanlış mana verip) sahabeyi bile tekfir edebilelim. Hevamızla dinde at oynatabilelim.

Bayancuk da aynı zakkum kökünün mirasçısı sayılabileceğinden benzer bir yöntemi deniyor. Risale-i Nur gibi bir tefsiri tartmak için muhatabını meale davet ediyor. Halbuki ehl-i sünnet mirası nice nice tefsirlerle doludur. Haydi, Maturidî-Hanefî çizginin mübarek ilmi coğrafya itibariyle kenarda kalsın, tamam. Fakat Eş'arî-Şafiî medresesi de nice muazzez müfessir yetiştirmiştir. Risale-i Nur'u neden onlar tartmıyor? Neden 'tefsir tartmak' için muhatap, hacim olarak onda biri bile etmeyecek, meallerle muhatap kılınıyor? Bunda bir suikast aramak yanlış mıdır? Bence, Halis Bayancuk, muhatabına başka bir tefsir okuyup Risale-i Nur'la karşılaştırmasını tavsiye etmiyor, çünkü ehl-i sünnet diğer tefsirlere de güvenmiyor.

Eş'arîlik-Şafiîlik zaten selefiler için problemli... O yüzden 'halis gelenekle' muhatap edeceğine Halis Bayancuk'un vereceği mealle muhatap olmasını istiyor. Şaşırmayalım. Bunu Mustafa İslamoğlu da istiyor. Caner Taslaman da istiyor. Yani, ters yöndeymiş gibi görünseler de, ehl-i bid'a genelde kafamızı istedikleri kolaylıkta tutabilmek için bizi meallere sevkediyorlar. Yoksa, ya tavsiye ettikleri eserden sakladıkları kimlikleri ortaya çıkacak, yahut da muhatab kıstası yanlış edinmeyeceğinden stratejileri istedikleri sonuçları vermeyecek. Yani Kur'ancılık deyince illa damağını kaldıracaksın.

Bir de mevzuun şöyle bir yanı var: Bayancuk'un vereceği mealin ehl-i sünnet sıhhatine sahipliği ne malum? Meal zaten tür olarak da Kur'an'daki manaları aktarmakta eksiktir. Ümmet, istikameti şüpheli asrımıza kadar, Kur'an'ı anlamak için mealleri değil tefsirleri tercih etmiştir. Çünkü Kur'an'ı anlamak gibi anlatmak da ihtisas işidir. Her "Arapça biliyorum!" diyenin çevirisi Kur'an'ın kifayetini kaldıramaz. Zira meal sonuçta beşer sözüdür. Mealcinin Kur'an'dan anladığından aktarabildiği kadardır. Ve eğer mealcinin itikadı/ameli sorunluysa bu sorunu mealine de yansır. Anlayışı kıtsa meali de kıtlaşır. O yüzden meallere Kur'an'ın aynısı gibi davranılmaz. Halbuki, Bayancuk, Şeyhmus abi gibi bir 'tefsir talebesini' tutup 'meal talebesi' seviyesine düşürmeye çalışıyor. Ardından da meale tefsir dövdürebileceği imâsında bulunuyor.

Dikkat buyurunuz. Sonundaki hidayet duasına kanmıyoruz asla. Zira kendisinin videonun geri kalanındaki beyanatı Risale-i Nur'u Kur'an'a uygun görmüyor tıynetindedir. O tıynet de zaten selefîlerin kadim hastalığıdır. O tıynetten çıkmış bir meal tavsiyesinin 'bile bile lades'e götürmeyeceği ne malumdur? Tuzaklı olmadığı nasıl söylenebilir? Yani, meali, beşer sözü değil de Kur'an'ın aynısı sanan muhatap, selefîlerin yanlış anlamalarını ayetin kendisi bilip, Risale-i Nur'u da bunlara muarız zannederse, onu hatadan ne kurtarabilecektir? Ebu Hanzala'nın Ebu'l-Hıyal'e dönüştüğü bir yerdir burası...

3) Halis Bayancuk videonun devamında diyor ki: Risale-i Nur'u tenkid eden bir kitap okumalısın. Sonrasında kitabın baskısının olup-olmadığına dair bir konuşma geçiyor ekibinden birisiyle. Anlıyoruz ki: Tenkid kitabını da kendisi verecek. Yani selefî kütüphanelerinde bu konuya dönük de çalışmalar var. Eh, ne yapalım, Suud sermayesi sağolsun, petrol parası onlara akıyor. İstedikleri kadar kitap basarlar. Fakat, Halis Bayancuk, videonun tamamında sanki 'insaf ehlinden' gibi görünmeye gayret ediyor. Halbuki, insan, ehl-i insaf olanın şöyle bir tavsiye vermesini de bekler: "Kardeşim, Risale-i Nur'u tenkid eden kitapları da oku, sonra bu tenkidlere cevap veren nurcu metinleri de oku. Yani nurcuların kendilerine yapılan eleştirilere ne karşılık verdiğini de bil. Sadece tenkide bakıp durma. Çünkü, belki, tenkid yapan da seni kandırıyor olabilir."

En azından bunu beklerim. Halis Bayancuk ise böyle yapmıyor. Muhatabını tenkidlerle başbaşa bırakıyor. Yalnızca tenkid okutuyor. Bu tenkidler de muhtemelen selefîlerin İslam coğrafyasında kendilerine alan bırakmayan ehl-i sünnet ekollerini geriletmek için propaganda olarak hazırlattığı metinler. Evet. Selefîlerin her coğrafyaya, oradaki ekollere, hassaten de tasavvuf ekollerine dönük hazırlanmış metinleri var. Bunlar yeni şeyler değil. Bunları yayıp o bölgelerdeki müstakim mürşidleri geriletmeye çalışıyorlar ki kendilerinin halay çekeceği boşluk oluşsun. Yani selefîlik, hakikati arayan bir yolculuk değil, İslam âlemi için bir kanser. Öyle de bir kanser ki, yayıldığı her yerde, kardeş kardeşin gırtlağına çöküyor.

Ben Şeyhmus abimize ulaşsam şöyle derim: Nurcular eleştirilmez insanlar değildir abi. Risale-i Nur da eleştirilmez bir kitap değildir. Fakat, bizi eleştirenlere bakacaksan, bizim de ne dediğimize bir bak lütfen. Operasyonel adamların oyununa gelip dostluğumuzu bırakma. Bediüzzaman Said Nursî emsali ulema İslam coğrafyasının yerli malıdır. Halis sütüdür. Özbeöz evladıdır. Ekmeğini de yemiştir, çilesini de çekmiştir, yani her ne demişse 'buralı olarak' demiştir. Yalnızca ismi Halis olanlar gibi proje değildir. Sipariş değildir. Sonradan ortaya çıkmamıştır. Geçmişine küsmemiştir. Kendi ceddine sövmemiştir. Şimdilerde, maalesef, Kürdistan coğrafyasında da bu damar kendine yer bulmaya çalışıyor. Kürtlerin fıtraten sertliğini/dindarlığını kendi mesleğine sermaye etmeye gayret ediyor. Ancak, ümidim o ki, Kürtler de Türkler de, tasavvuf büyüklerine hürmetleri nedeniyle, bu zehri içlerinden kusacaklardır. Kendi tarlalarını elin yabanına sürdürmeyeceklerdir. 

Bu vesileyle, selefîlik-şiilik gibi tehlikeleri evvelinden öngörüp, onlara karşı dersleri, kitapları, seminerleriyle mücadele eden Ebubekir Sifil Hoca'nın ilgili kayıtlarının internetten takip edilmesini öneririm. Halis Bayancuk tuttuğunu kendince Kur'an'a-sünnete arzediyorsa, kendisinin de hakettiğidir, Kur'an'a-sünnete arzedilsin. İşte, Ebubekir Sifil Hoca, Türkiye'de bu arzı en yetkin biçimde yapan bir âlimdir. Allah afiyet versin. Sa'y u gayreti bereketle dolsun. Âmin. Âmin...

30 Mayıs 2025 Cuma

Mabel Matiz Lût aleyhisselamın evini nasıl kuşattı?

Bediüzzaman Hazretleri 20. Söz'de ne güzel öğretiyor: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Yani Kur'an kıssaları 'öylesine anlatılmış' veya 'sadece ilk indiği zamana konuşan' şeyler değildir hâşâ. Kur'an kelam-ı ezelîdir-ebedîdir. Beyanı zamanlar üstüdür. Aşkındır. Yine mürşidimin başka bir yerdeki ifadesiyle "Şeriat-ı garrâ kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir." Aşkın olmak bunu gerektirir. Müslümanın Allah tasavvuru zamanla kayıtlı olmaz. Yarattığı şeye mahkûm/hapis bir Allah'a inanmaz müslümanlar. O yüzden her ayeti bütün zamanlarla bir mukaleme görürler. Fakat zamanın kulağı ne kadar açıksa, dirayeti-diyaneti ne kadar yüksekse, o denli işitebilir.

Newton'un başına elma düşme hâdisesinin arkasında saklı olan 'kütle çekim yasası'nı ancak fiziğe gözü açık olanlar anlar. Arşimed'in hamamdan 'Buldum!' deyu bağırarak çıkmasında gizlenmiş 'suyun kaldırma kuvveti'ni ancak ilgilileri hatırlarlar. (Atasözlerindeki kinaiyatın ekserisi de yine bu kabildendir.) O nedenle Kur'an kıssalarının bütün zamanlara yaptığı konuşmaları, yani içindeki 'düstur-u küllî'leri ve 'kanun-u umumî'leri, ancak böyle bir uyanıklıkla müracaat edenler kavrayabilirler. Kişinin doyması açlığı kadardır. Bulanlar ancak arayanlardır. Diğerleri içinse bunlar, yine Kur'an'ın ifadesiyle, 'esatîrü'l-evvelîn' kabilinden bir manzara teşkil ederler. Yani ilginin, ibretin, etkileşimin kesildiği bir alandırlar. O günün müşrikleriyle bugünün tarihselcilerini buluşturan körlüğün özü budur. Onlar, Kur'an kıssalarını ne kadar 'geçmişin hikâyeleri' olarak görüyorlarsa, bunlar da o kadar öyle görmektedirler.

Her Kur'an kıssası, standart sünni bir müslüman için, böyle, 'bütün zamanlarla konuşur' olduğu gibi Lût aleyhisselamın kıssası dahi böyledir. Vaktiyle buna dair bir yazı karalamıştım arkadaşım. Ve demiştim ki: "Kanserin özgürlüğü olmaz." Çünkü kanser yayılmacıdır. Çünkü kanser işgalcidir. Çünkü kanser eninde sonunda vücudun sağlığına kasteder. Varlığının genişlemesi için konağını kuşatır-mahveder. Nihayetinde kendisi de mahvolur ya. Düşünmez. O yüzden tedavisi önce yayılmasının engellenmesiyle, sonra da başladığı yerde kurutulmasıyla, yapılır.

Sapkınlığın her türlüsü Muhammed aleyhissalatuvesselam ümmetinin nazarında 'kanser' mesabesindedir. O yüzden yaygınlaşmasına elverecek bir serbestliği ona tanımazlar. Asla! Zira bilirler ki, hangi toplumda böylesi günahlar galip gelir, yani normallik kazanır, yani genel-geçer bir serbestî elde ederse, artık o toplumun hayatı bitiktir. Orada İslamiyetin de canı bitiktik. Çünkü, nasıl o sapıklar Lût aleyhisselamın evini kuşatmışlardır, aynen öyle de, yeterli gücü elde ettiklerinde bunlar da namuslu müslümanların evlerini dörtbiryandan kuşatacaklardır.

Ve kuşatmaktadırlar da. Bakınız, bir zaman evvel, açtığı kapattığından çok şarkıcı Gülşen'in konserinde LGBT bayrağı açmasını tartışıyorduk; şimdi Mabel Matiz lakaplı Fatih Karaca da aynısını yaptı. (Hem de devletin üniversitesinde yaptı.) Yapmaya da devam edecek gibi. Zaten televizyonlarda, nette, sosyal medyada baskın bir şekilde onların propagandası yapılıyor. Alttan alta bile değil, hayır, apaçık, Netflix Netflix eşcinsellik satılıyor. Devletimizse propagandanın yeni nesiller üzerindeki etkisini farkedemiyor. Esastan-essahtan bir mücadeleye girmeden kıyı-kenar süpürüyor. Kıymık gözünün içine kadar itilirse bir ufak "Ah!" ediyor. Batmazsa 'AB aşkına' akışına terkediyor. Yani nasıl Lût aleyhisselamın evi kuşatılmışsa bizim de evlerimiz, çoluk-çocuğumuz, gençlerimiz kuşatılmış durumda. Bizden hanemizdekileri istiyorlar. Namusumuzu istiyorlar. Biz de tıpkı Lût aleyhisselamın dediği gibi diyoruz: "Keşke benim size karşı koyacak bir gücüm olsaydı veya güçlü bir desteğe dayanabilseydim!"

Kur'an kıyamete dek mükerrer hikâyemizi anlatıyor arkadaşım. Her peygamberin feryadında ciğerimizi kebap eden bin dert inliyor. Herbirinin başından geçen olaylar başka sûretlerde bizim de başımızda. Yalnızca izdüşümleri görebilecek basirete ihtiyacımız var. Dikkat edelim. O basiret ulemamızda vardır. Onların derslerine kulak verelim ki bizim de kalp-akıl gözlerimiz açılsın. el-Hâdî elbette uğruna cihad edenlere yollarını gösterecektir. Ona sığınalım. Ona dua edelim ki başımızdaki başlara da hidayet versin. Ehl-i Sünnet'e yakışır feraset versin. Âmin.

25 Mayıs 2025 Pazar

Bu hükümet aileyi kurtarabilir mi?

Geçenlerde, AK Partili bir kadın milletvekilinin eğitimli(!) köpeklerle kanser hastalarını ziyaret ettiği kareler düştü önüme. Hastanelere normalde de köpek sokmaya karşıyım ya, bir de bağışıklıkları (ağır tedavi süreçleri nedeniyle) zaten zayıf düşmüş kanser hastalarının yanına-yatağına kadar köpek sokmak, el-amân, hepten midemi kaldırdı. "Allahım sonumuzu hayreyle!" diye dua ettim. Evet. Çünkü bu geminin ne yöne gittiğini artık ben de tayin-tahmin edemiyorum. Kendilerinden ikbalimizi ümid ettiklerimizin etvarı pek de ümid verici görünmüyor. 20 yıl evvelinde gencecik siyasete bakışımla bugünkü hissim arasında dağlar kadar fark var. Artık Bediüzzaman Hazretlerine daha yakınım. Yine AK Parti'ye oy versem de ancak 'daha az kötü' görerek veririm. Büyük beklentilere girmem. Gazze soykırımını öylece izledikten sonra zaten ağzımızın tadı kalmadı. Kendimize inancımız da öyle...

TV111'in youtube kanalında rastladığım bir kısa video var. Çantacı Necmi abi merhuma ait. Viyana'da misafirken yaşadığı bir hâdiseyi anlatıyor. Orada derlermiş ki: "Mevcut durum devam ederse, Avrupa'da, müslümanların nüfûsu gayrimüslimlerin nüfûsunu geçecek." Kendisi de taaccüb edermiş. Fakat birgün sokakta görmüş ki: Avusturyalı bir çift iki köpekle geziyorlar. Sonra müslüman bir çift görmüş. (Kadın tesettürlü. Erkek sakallı. Müslüman oldukları belli yani.) Tam dört tane çocukla geziyorlarmış. O zaman bu tesbite kendisi de tam hakvermiş. Videonun sonunda diyor ki merhum: "Onlar köpek üretiyor, bizse çocuk, elbette onları geçeceğiz..."

Benzerini Constantin Von Barloewen'ın 'Bilgiler Kitabı' isimli eserinde de okumuştum. Kitabın altbaşlığı şöyle: 'Çağımızın Önemli Düşünce İnsanlarıyla Söyleşiler.' Sohbet edilenlerden birisi de, Vatikan'ın eski kültür bakanlarından, 'Kardinal Paul Paupard'dı. İşte, orada, Paupard da, Çantacı Necmi abinin okumasına benzer şeyler söylüyordu Avrupa hakkında: "Parisli dostlarım, ben Bangkok'tan, Bangalor'dan, Marakeş'ten ya da Salvador de Bahia'dan döndüğümde 'beni etkileyenin ne olduğunu' sorduklarında, orada olağanüstü gözlerle bakan birçok güzel çocuğa rastladığımı söylüyorum. Medicis sokağında, Luxembourg parkındaysa, köpeklerini gezdiren hanımlar görüyorum. O zaman dünyanın geleceğinin, gezdirilen köpeklerden ziyade, gördüğüm bu çocuklarda olduğunu düşünüyorum. (...) Ve erkekle kadının evlilik ilişkileri kısırlaştığında bir uygarlık kısırlaşıp tükeniyor."

Tam bu makamda, Kenya'nın ilk devlet başkanı Jomo Kenyatta'nın, Batı'nın yüzüne haykırdığı hakikati hatırlamadan edemiyor insan. Hani mahkemede sonsöz olarak demiş: "Avrupalılar geldiklerinde, onların elinde İncil, bizim elimizdeyse topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki, İncil bizim, topraklarımızsa beyazların elindeydi." Afrika'nın hristiyanlık üzerinden yaşadığı şeyi bugün Türkiye de (hem de daha sinsi bir zeminde) yaşıyor gibidir. Bir göstergesi de köpeklerdir. Evet. Biz de, Avrupalılarla karşılaştığımızda, onların ellerinde köpek, elimizdeyse çocuk görüyorduk. Fakat şimdi işler değişti. Artık köpek bizim de elimizde. Feminizm bizim de elimizde. Çalışan kadın bizim de elimizde. Sefahet bizim de elimizde. Batı hukuku bizim de elimizde. Peki çocuk? Çocuk yok-hiç. Çocuk kimsenin elinde değil. Pek umursayan da yok zaten.

Türkiye büyük bir nüfûs krizinin kenarında. Boşanma oranları tavan yapmış durumda. Doğum oranları dibe vurmuş biçimde. Siyaset de bunu kabul ediyor artık. Çözüm? Çözüm de ortalarda gözükmüyor. Zira Batı'ya hâlâ meydan okuyamıyoruz. Ha, yanlış anlaşılmasın, kastettiğim savunma sanayi değil. S-400, F-35, SİHA-İHA vs. da değil. O konularda gidişatımızı kötü görmüyorum. Güzel haberler var. Fakat, eyvah, Batı'ya İslamlığımız-şeriatımız üzerinden bir meydan okuyamıyoruz. Didişmelerimizse sevdiğinden karşılık bulmamış âşığın kırgınlığına benziyor.

Senelere isim vermekle krizler çözülmüyor. Diyanet hutbesine konu edilmekle krizler çözülmüyor. Krizlerin çözülebilmesi için büyük meydan okumalara hazır olmak gerekiyor. Mesela: Hükümetin de 'kadınları iş hayatına itme' hususunda kendisine bir özeleştiri vermesi gerekiyor. Dahası, KADEM gibi kuruluşlar eliyle 'müslüman hanımların feministleştirilmesi' sürecine bir 'Dur!' söylemesi iktiza ediyor. Üstelik, belli ki, zina kapısı kapatılmadığı sürece evlilik kapısı açılmıyor. Açıklık-saçıklık kapısı kapatılmadığı sürece de zina kapısı kapanmıyor. Bunlar hep birbirleriyle ilgili şeyler. Hükümetimiz birşeylere serzenişte bulunuyor amma gerekeni yapmakta da mütereddit. LGBT'den sürekli şikayet ediyor. Biz de şikayet ediyoruz. Fakat gereken yasayı çıkarmakta Rusya kadar olamadık.

Ekonomi? Hayır. Eğer sırf parayla çözülseydi Avrupa nüfûs meselesini çözmüş olurdu. Halbuki para rahatı arttırdığı gibi bencilliği-bireyselliği de arttırıyor. Fıskı da arttırıyor. Yalnızlığı da arttırıyor. Kimse zahmet çekmek istemiyor. Çocukla uğraşmak arzu etmiyor. Metropollerde çocuk sahibi olmak zaten pek meşakkatli bir mesele. Evlerin küçüklüğünden tutun eğitimin masraflı oluşuna kadar birçok neden çocuksuzluğu teşvik ediyor. Dahası derdimiz bunlarla da bitiyor değil. Şurası kesin ki: Kadın kadar erkeğin de evliliğe ikna edilmesi lazım. Ve herşey kadından yana okunduğunda erkeğin de evlenmeye gözü korkuyor. Sürecin eninde-sonunda kendisini mağdur edeceğini düşünen erkeğin evlilikten kaçması doğal. Üstelik zinanın bu derece serbest olduğu bir toplumda zaten evliliğe ihtiyaç duymuyor fâsık olanlar. Veya fıskın yoluna koyulmak üzere olanlar... Neden bir değil bin. Hepsinin başında da şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam üzere şekillenmemiş Avrupa fıtratlı hukukumuz geliyor. 'Çokluğumuzla övünen' Resul-i Kibriya'nın yolu üzere değiliz. Şartları oluşmadığından bereketini de göremiyoruz.

Kabul edelim. Bu süreci tersine çevirmek kolay olmayacak. Belki de hiç başarılamayacak. Hatırlayalım: Kur'an'da, birçok ayette, muhataplar 'yerlerine başka kavimlerin getirileceği' ile tehdit ediliyorlar. Mesela şöyle buyruluyor: “Eğer topyekün seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de, siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah herşeye kâdirdir.” (Tevbe, 9/39) Bir başkasında da deniliyor: "Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla görevli olduğum buyrukları size tebliğ ettim. Rabbim dilerse, sizi gönderip, yerinize başka bir topluluk getirir. Ama siz ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim herşeyi denetlemektedir.” (Hud, 11/57) Belki de biz bu süreci yaşamaya başladık. Şahitliğimiz buna dair de olabilir. Nüfûsumuzun artış hızı durdu. Çünkü omuzlarımızdaki emanete layık taşıyıcılar olamadık. Yerlerimize başkaları getirilecek. Ellerinde köpek gezdirmeyen hanımların-beylerin çocuklarıyla dolacak mübarek toprağımız. Öyle ya. Yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulmuyor mu şöyle: "De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allahım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız Senin elindedir. Şüphesiz Sen herşeye kâdirsin..." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinden bir iktibasla bitirmek istiyorum yazıyı: "Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer'-i İslâm onları rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı ailede. Temizlik ziynetleri. Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâmlık depretir damarları. Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı..." Devlet, dinine dayanıp böyle bir meydan okumayamadığı sürece, aynı çamurda debeleneceğiz belli ki...

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Sen hiç çimento torbası kaldıran bebek gördün mü?

"Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe'nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz." Mesnevî-i Nuriye'den...

Cenab-ı Hüda rahmetiyle sarsın-sarmalasın onu. Bana herşeyi Allah'ın yarattığını Bediüzzaman öğretti. Deşe deşe öğretti. Düşündüre düşündüre öğretti. Gafil kafama tefekkür tokmağıyla vura vura öğretti. Hayır. Elbette evvelinde de iman sahibiydim. Elhamdülillah. Mesele bu değil. Mesele 'yaratılışın aslında ne olduğunu' kavramakta. Taklid ile tahkik arasındaki o eşiği aşmakta. Ben yaratılışın aslında nice bir iş olduğunu Risale-i Nur'la anladım. Fakat ilk okuyuşumda değil. Böyle anlaşılması da yanlış olur. Seneler sonra. Çok seneler sonra. Evet. Sanki kabımda birikti okumalarım. Ve birikti zihnimde düşünmelerim. Nihayet 'mukarenet' ile 'illiyet' arasındaki ayrılığa uyandırıldım. Şimdi, bu yazıda, becerebilirsem tabii, o uyanışın tasvirini yapmaya çalışacağım. Tevfik yine Ondan. Hamd da yalnızca Ona.

Uyanışımın başlangıcında şu var arkadaşım: Şirkin temelinde insanın 'sınırlılığı' saklanıyor. Ne demek bu? Yani, biz, şahitliği dört boyutu aşamayan canlılarız. Şehadet âlemimiz, en azından duyularımızla ulaşabildiğimiz kadarıyla, dört boyut. En, boy, genişlik, zaman. Eğer oluşların tamamının bu kadarcıkta gerçekleştiğini düşünürsek, şu yanlış kabulümüz, bizi tuzaklı bir daralmaya itiyor: "Yaratılışı ulaşabildiklerimizle açıklamak zorundayız." Elinizdeki malzeme yağ, yumurta ve tuzdan ibaretse sahanda yumurta yapmaktan başka şansınız yok gibi. Evet. Bir de işin şöyle bir kandırıcı yanı var: Sahada sahanda yumurta sonuç da veriyor. Toprağı ektiğinizde, suladığınızda, hakkıyla güneşlendiğinde ürün alıyorsunuz. Mukarenet süreçlerini tekrarladığınızda bir şekilde birbirlerini çağırıyor gibi duruyorlar. Yani sebeplere müracaatınız genelde bir yaratılış sonucunu veriyor. O halde sebeplerin yaratıcı olduğunu düşünmeye mâni ne olabilir?

Mâni "Yaratılış aslında nedir?" sorusunun cevabında saklı sanki... Yahut, hızlı gitmeyelim, daha kolayından başlayalım: "Müracaat-sonuç ilişkisi yaratılışı açıklamaya yeter mi?" sualiyle yüzleştiğinizde hakikatin perdesini aralamış oluyorsunuz. Evet. Müracaat ettiniz. Tamam. Müracaatınız yaratılışı netice verdi. Buraya kadar katılmadığımız bir durum yok. Peki ama bu başvuru-cevap süreci yine de yaratılışın onların eseri olduğunu iddialaşmaya yeter mi?

Sözgelimi: Bir devlet dairesine dilekçe verdim. Ve istediğim gerçekleşti. Bu beni "Dilekçe verdiğim adam/kadın, sağolsun, dediğimi hemen yaptı!" demeye götürür mü? Yoksa arzumun teferruatına göre yapılanları açıklamak için başkalarını da mı ararım? Eğer sokaktaki hasarlı binanın yıkılmasını talep etmişsem, mesela, bir insanın başarabileceği iş olmadığı için, buna da "Dilekçe verdiğim adam/kadın, sağolsun, dediğimi hemen yaptı!" der miyim? Yoksa şöyle daha mâkul bir bağlama mı taşırım meseleyi: "Dilekçemi o adama/kadına verdim. İlgili makamlara iletildi. O makamlar da illa ekipleri sevkettiler. İş makineleri, işçiler, belediye vs. Hepsi konuyla ilgilendiler ve bu sayede isteğim gerçekleşti."

İkincisi daha mâkul gözüküyor. Evet. Zira, arzumun gerçekleşebilmesi için çekilmesi gereken iş yükünü, bir adama/kadına yüklemem mümkün değil. İş ile işleyen arasındaki uyumsuzluğu gördüğüm anda, ben, asıl faili aramaya başlarım. Uyanış da, işte, tam bu farkındalıkta gözkırpmaktadır. Yine sözgelimi: Bana, 'dolu çimento torbasını havada tutan bebek videosu' izletilse, hilesi olduğunu sezerim. Çünkü bir bebek çimento torbasını havaya kaldıramaz. Yine bir bebeğin '100 kitabın müellifi' olduğu söylense gülümserim. Zira o yaşlarda bir âdemcikten böyle bir amel umulamaz. Ben de beklemem. Fakat çimento torbasını irikıyım birisinin elinde görsem veyahut yüz kitabı bir aksakallının yanında bulsam, ihtimal veririm ki, "Evet, bu olabilir, şu çimentoyu kaldıran bu beyzadedir, şu kitapları yazan da şu dededir." Yani aklı bozulmayan herkes fail ile fiil arasındaki dengesizliği-tutarsızlığı-uyumsuzluğu farkettiği anda gerçek faili aramaya başlar. Fiilin niteliğine göre failin de niteliği yükselir. Ancak burada şöyle bir sorunu daha mutlaka anmalıyız:

'Fail' ile 'fiil' arasındaki uyumsuzluğu farketmek 'bir fiil yaratma'nın aslında ne olduğunu idrak etmeye bağlıdır. Yaratmak yanında olmakla eşdeğer değildir. Yaratmak yaratmak için gereken bütün meziyetlere sahip olmakladır. Balı yaratanın arı olduğunu düşünmem için balı hep arının yanında bulmam yeterli midir? Düşünelim. Peki, ben balı arının değil de eşeğin yanında bulsaydım hep, bu onu fail yapar mıydı? (Marketten aldığım balın kavanozu neden 'balı yaratan' olamıyor mesela?) Yoksa hakikati bulmak "Bal yapma fiilinin vücuda gelmesi için tam olarak neler gerekiyor?" sorusunun cevaplanmasına mı bağlıdır? Ben bu sonuncusunun doğru cevabı verdiğini Bediüzzaman'dan öğrendim işte.

Evet. Süreç hep arının üzerinden işliyor. Doğru. Reddetmiyorum. Arı olmazsa bal da olmuyor. Kabul. Kavanozlar arılar kadar bal garantisi vermiyor. (Bunu da puan olarak hanenize yazayım.) Ama her kovanda bal bulabiliyorum. Yani, hep değil de, hep denilecek kadar genellikle, sık. İstisnası az. Orası tamam. Tamam, fakat, bal için gerekli olan ilim, irade, kudret üçlüsünü yine de arıyla açıklayabiliyor muyum? Yani arıda bulabiliyor muyum? Arı bal yaratabilecek kadar bir kimya, biyoloji, fizik bilgisine sahip mi? Yoksa yanında 100 kitap bulduğum bebek mi? Yoksa onun da fonksiyonu elektrik düğmesininki kadar mı? Basıyorum. Işık yanıyor. Evet. Kapatıyorum. Işık sönüyor. Tamam. Fakat yaratan o değil. Işık 'elektrik idaresi' kadar kompleks. (Aslında daha da kompleks.) Bir devlet organizasyonu kadar geniş. (Aslında daha da geniş.) Düğme sadece onun akışına verdiğim dilekçem. (Aslında dilekçeden öncesi de var.) Şebekesine bağlı olmasaydı elektrik düğmesine basmamla hiçbir yere elektrik gelmeyecekti. Bunu biliyorum. Aydınlık düğmeyi aşan iş.

Peki bal için nasıl bir şebeke işlediğini düşünüyor muyum? Düşünmüyorum. Gafletim 'hep olagelenler' hakkında dikkatimi köreltiyor. Temel problem de bu işte. Şahit olduğum dört boyutlu âlemde bundan fazlası görünmüyor zaten. Elektrik düğmesinin temasta olduğu kablolar nasıl duvarlar içinde gömülüyse, yaratılışın diğer bütün süreçleri de, o dört boyutun altında gömülü. Onlar gömülü olduğu için duyusal olarak hiçbir temasım yok. Onlara göstermenin hiçbir imkânı yok. Yalnız akıl görüyor. Kalp seziyor. Gayba iman etmek zorundayım. Fakat bu körükörüne inanmak anlamına gelmiyor. Gayba 'şehadet âlemindeki varoluş süreci' varoluşu açıklamaya yetmediği için, akl u kalp tam burada devreye girer işte, iman etmek zorundayım. Tıpkı elektrik düğmesinin duvarın içinden geçen kablolarla temasına iman ettiğim gibi. Halbuki o kabloları hiç görmedim. Sadece varolduklarını öngörüyorum. Onlar varolmasaydı bu ışık da varolamazdı.

İşte, Muhakemat'ta, mürşidim diyor ki: "... vücutta ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me'haz ve menşe zannolunması olan itikad-ı örfî üzerine müesses olan mağlâta-i vehmiye..." Olay bu kadar. Mukarenetin yaratış olduğu sadece muğalata. Sadece vehim. Sadece itikad-ı örfî. İtikad-ı örfî bilim sûretini de giyebilir. Bana bastonuna dayanmış olarak havada duran bir adam gösterdiğinizde onun havada duramayacağını bilirim. Bu yüzden hilesini ararım. Vardır da. Baston dediğiniz aslında yere sabitlenmiş bir direktir. Ve adam da havada bağdaş kurmamıştır. O direğe dayanan bir zeminin üzerinde oturmaktadır. Fakat nazarıma direk-zemin görünmediğinde, aklım da gayba uyanmadığında, manzarayı açıklamak için bir vehme başvurabilirim. "Evet, adam havada oturuyor, yani hava onu taşıyor..." Peki dönüp havayla gerçekten yüzleşsem? "Sen insan kaldıracak güce sahip misin bakalım?" diye sorsam. O zaman hava ne cevap verir? Herhalde şöyle söyler: "Yahu, yarım akıllı, ben kuş tüyünü bile aşağı düşürürüm. Yaprağı tutamam. Kaldı ki böyle kocamanı! Benim âdetim öyle yapmak değildir. Sen bunu benden bilme de başka bir neden ara."

Birşeyin diğer şeyden önce olması veya her oluşunda ötekinin de yanında olması veyahut birlikte varolmaları, bunlar, yaratılışı açıklamaya yetecek şeyler değildir. Deneylenen yalnızca mukarenettir. Mukarenetin sebebi algımın sınırlılığı da olabilir. Misal: Her suyu kesen yüzgeç gördüğümde sahilde birisine köpekbalığı saldırıyor olsa, ben sadece yüzgeç kadarını görüyorum diye, yani suyun altını göremiyorum diye, şöyle diyemem: "Suyun yüzeyindeki yüzgeçtir ki böyle yüzenlere saldırıyor." Hayır. Diyemem. Neden? Çünkü sadece yüzgeç kadarı bana göründü. Altta fail başkasıydı. Faaliyetin tamamını göremediğim için algım fail tayinimi yanılttı. Yüzgeç ile saldırı arasındaki kurduğum neden-sonuç ilişkisi birbirine yakışmadı. Mukarenet doğruydu. Fakat yaratılış değildi. Evet. İki şeyin arasındaki zamansal-mekansal yakınlık yaratılışı açıklamaya yetmez. Çünkü, yaratılış, o şeyin ifade ettiği varlıksallıktan çok daha fazlasına muhtaçtır.

Yüzgecin dişleri yoktur. Yüzgecin insan paralayacak kuvveti yoktur. Yüzgecin gözleri yoktur. Fakat saldırı böyle birçok özelliğe daha sahip canlılar tarafından yapılabilir. Fiil failini tarif eder. Saldırının failini bulmak için saldırı fiilinin yükünü kaldırabileni bulmak gerekir. En yakın olanı, önce olanı, beraber olanı değil. Arının balı açıklayamayışı da buna benzer. Baldaki sanatın gerektirdiği ilim, irade, kudret, maharet vs... Bunlar arının taşıyabileceği şeyler değildir. Zira arı bal yapacak kadar zeki olsa hep zeki olur. Öyle bir âlim olsa hep öyle davranır. "Nasıl ki yapan bilir, öyle de bilen konuşur." Böyle sıfatların lazımları birbirinden ayrılmaz. Kuantum matematiğiyle ilgilenen birisinden çarpım tablosuna cahillik beklemezsin. Fakat sütün vesilesiyle yaratıldığı ineğin çok aptallıklarını görebilirsin. Hüner onun olsaydı tezahürleri ayrılmazdı. Sütü yaratacak sanata, kimyaya, dehaya malik inek belki dünyayı yönetirdi. Öyle zekisinden bir canlı olurdu.

Bizim dört boyutlu âleme sıkışıklığımız çizgifilm karakterlerinin süreci değerlendirmesine benziyor. Tom'a göre onu Jerry'nin çelmesi düşürüyor. Fakat dışarıdan, daha aşkın boyuttan, bakan bizler biliyoruz ki: Çizer öyle çizdiği için, senarist öyle yazdığı için, film makinesi öyle yansıttığı için Tom düşüyor. Eğer çizer öyle çizmese, senarist öyle yazmasa, makine onu yansıtmasa böyle bir olay yaşanmayacaktı. Ki bazen onlar öyle istediğinde Tom havada yürür. Duvarı delip geçer. Fiziksel olarak mümkün olmayanlar mümkün edilir. Zira onlar için bu fiil birnevi "Ol!" demek misalindeki gibidir.

Daha aşkın boyutta olan bizler, iki boyutlu çizgifilm dünyasını böyle etkileyebiliyorsak, "(...) maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayıt ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberrâ; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat Onun envâr-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif zılâli; ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhîta; ve şuûnâtı külliye olan bir Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir?" Mürşidimin buradaki sorusu 'bozulmamış akıllar için' cidden gözaçıcı birşeydir.

Hülasa: Herşeyi Allah'ın yarattığını anlamak 'herşey' dediğimizde neyi kastettiğimizi idrak etmekle mümkündür. Sürecin müracaatımızla vukû bulan kısmına körelmiş değil sadece, bütünüyle, neler neler gerekiyorsa öyle tefekkürüyle mümkündür. Sahiden böyle karşısına geçildiğinde "(...) herbir ağaç 'Bismillâh' der. (...) Herbir bostan 'Bismillâh' der. (...) Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar 'Bismillâh' der. (...) Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları 'Bismillâh' der..." Bismillah demek vesileliğin ilanıdır. Yani. üzerimizden yaratılıyordur, yoksa biz yaratmıyoruzdur. O yüzden "Biz dahi 'Bismillâh' demeliyiz!" noktasına geliriz. Gelmeliyiz. Zira yaratılışın şahitliğimize sığan kısmına gömülüp gayba iman etmenin zenginliğinden mahrum kalmamak için 'Bismillah' gözü illa kuşanılmalıdır.

2 Mayıs 2025 Cuma

Diyanetin hutbesi zinayı neden engelleyemez?

Muhammed Yazıcı Hocama Allah afiyet versin. Youtube'daki derslerinden istifade ediyorum. Fakat, elbette, farklı düşündüğümüz zamanlar da oluyor. 'Dinin aslına taalluk etmedikten sonra buna da mecal var' diye düşünüyorum. Elhamdülillah. İkimizin de aradığımız haktır. Sahabe mabeyninde dahi ihtilaf olduktan sonra ümmetin ahirinde bulunmaması düşünülemez. Hüda cümlemizi sırat-ı müstakimden ayırmasın. Kardeşâne merhametten uzaklaştırmasın. Âmin. İşte, ihtilafa düştüğümüz konulardan birisi de, Gazze'de yaşanan katliamlar neticesinde İslam ulemasının yayınladığı 'cihad fetvaları'ydı.

Muhammed Hocam, Melikşah Hoca'nın mevzu hakkındaki beyanını da destekler tarzda, şöyle bir paylaşımda bulundu: "(...) halk nezdinde de devlet nezdinde de hayata geçmesi mümkün görünmeyen cihad fetvaları yayınlamak, fetva kurumunun tesirsizliğini umuma teşhir gibi bir zararı bünyesinde taşıyor. Birkaç bin samimi insanın sokaklardaki tepkisi ile sınırlı kalan ve karşılığı bu kadarı aşamayan bu fetvalar, o kurumun artık öldüğü düşüncesini kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramıyor ne yazık ki."

Elbette hocamın hakkı var. Fetva kurumu hakikaten bu zamanda tesirsizdir. Bu tesirsizliğin en müessir sebebiyse 'İslam devleti' diye isimlendirdiğimiz devletlerin şeriat ile kendileri mesul tutmamasıdır. Yani, bu devletler, sadece 'halkları-adları müslüman devletler'dir. Hükümetleri de en fazla 'muhafazakâr' hükümetlerdir. Yoksa sorumluluk olarak İslam'ı yüklenen devletler-hükümetler değillerdir. Mezkûr ikiliğe artık sosyolojiler de alıştığından, nice zamandır tecrübede çünkü, belki biraz da fitne çıkması korkusundan, halk da siyaset ile Diyanet arasındaki uyumsuzluğu uzaktan izlemektedir. Ancak burada kabahati Diyanet tarafına atmanın da çok bir anlamı yok gibi geliyor bana. Hele susturmanın hiç anlamı yok. Zira onların, yapıları gereği, 'sonuç odaklılık' ile düşünmemeleri gerekmektedir. Evet. Ulemamız, birşey dinen 'söylenecek-söylenmeli' olduğunda onu söylerler. Manevî bir mesuliyet olarak bunu yaparlar. Sahada ne olur-olmaz bilemezler. Düşünmezler de. Zaten kimse bilemez ki. Fetva kurumu böyle çalışmaz.

O yüzden ben de Muhammed Hocama cevaben şöyle yazdım:

"Diyanet içkinin haram olduğuna dair hutbe yayınladığında hiçbir meyhane kapanmıyor, devlet dahi içki satmayı bırakmıyor, fakat diyanet yine de görevini yapmak zorunda. Bu diyanetin etkisizliğini gösterir mi? Gösterir. Fakat Diyanet'in bundan yine de vazgeçmemesi gerekir. Hocam, ulema fetva yayınlarken hiçbir kurumun ölümünü düşünmemeli, düşünmek zorunda değil. O kendi üzerine düşeni beyan etmek zorunda. Kurum yoksa, halk yoksa, devlet yoksa, bunu da bir sonuç olarak biz müşahede edeceğiz. Bunu da idrak edeceğiz. Bununla yaşayacağız."

Hani Bediüzzaman Hazretleri de 17. Lem'a'nın 13. Nota'sında diyor:

"Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. (...) Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddîn-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: 'Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.' O demiş: 'Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.' İşte, o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur."

Yüzleşelim: Sorun, ulemanın cihad fetvası vermesi değildir, çünkü cihad şartları zaten oluşmuş durumdadır. (Bunu sinesinde müslim bir kalp taşıyan kimse inkâr edemez.) Asıl sorun, neticeyi Allah'a bırakıp, vazifesi olan cihada bakacak hiçbir hükümetin kalmamasıdır. Yani bugün ümmetin bir Celaleddin'i yoktur. O yüzden Cengizlere karşı konulamamaktadır. Dinin celali kalmazsa küfrün cengizine de kimse karşı koyamaz. Fetvaların da fonksiyonu ancak mesuliyet gidermek olur. Zira âlimler da dinen doğru olanı beyan etmekle mesuldür. Ardınca yürüyemezsek biz kaybederiz. En nihayetinde onlar da Aleyhissalatuvesselam Efendimiz gibi "Şahid ol ya Râb!" deyip hayattan çekilirler. Hakikatsizliğimize bizi de şahit tutarlar. Susturmanınsa hiçbir iyileştirici yanı yoktur. Aksine, susturmak, belki de gazab-ı ilahîyi taaccül eder.

Buradan şuraya geçeceğim: Bugün cuma hutbesinde Diyanet 'zinanın haramiyeti' meselesine değindi. Maşaallah. Allah sa'ylerini meşkûr etsin. Âmin. Fakat, kanaatimce, sokağa tesiri 'sıfır' olacaktır bu hutbenin. Evet. Maalesef hiçbirşeyi değiştirmeyecektir. Ama yine de tebliği asla yanlış değildir. Zira tebliği de bırakırlarsa varolmalarının hiçbir anlamı kalmaz. Üstelik 'biliyor olduğu halde susma'nın mesuliyeti de omuzlarına kalır. Aynen. Bu vesileyle, yine mürşidimden bir iktibas yapıp, oradan "Hutbe zinayı neden engelleyemez?" sorusuna cevap vermeye çalışacağım. Tırnaklayacağım yerse şurası: "Desatir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz."

Şükran Vahide ablanın Bediüzzaman'ın Entelektüel Biyografisi isimli eserinde aktarıldığına göre, Üstad Hazretleri bu sözü, Men-i Müskirat Kanunu'nun aldığı sonuçlar üzerine söylemiştir. Uzun bahsin hulasası: İşgal döneminde, İngilizler, alkol alışkanlığı başta olmak üzere, bütün kötü alışkanlıkların İstanbul'da yayılması için büyük çaba sarfetmektedirler. Tabii, Bediüzzaman ve daha birçok âlim de, bu kem etkiye karşı ümmeti koruyabilmek için, nasihatle çabalamaktadırlar. (Hatta, bilenler bilir, Yeşilay'ın kuruluşunda Bediüzzaman'ın da adı-payı vardır.) Fakat netice alınamamaktadır. Ankara hükümetiyse, sadece yasa çıkarmakla, ulemanın gayretinden daha büyük muvaffakiyetler elde eder. Mürşidim, tam o zaman, bu cümleyi söyler işte: "Desatir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz." Yani, sadece 'hikmet' ile bu işler olmaz-tutmaz, illa biraz da 'kuvvet' lazımdır. Kötülüğün yolları cebren kapanmadan iyilik suhuletle galip gelemez.

Hem Diyanet hutbesinin hem cihad fetvalarının etkisizliği kuvvetsizliğinden kaynaklanıyor. Bizler, sanki bu ikisi bir gelmemiş gibi, sadece birisiyle şeriat gemisinin yürüyeceğini sanıyoruz. Yürümeyecektir. Medine dönemini aşıp Mekke'ye dönmeye çabalıyoruz. Dönülmeyecektir. Eğer zinanın yolu şeriatın amel ettiğince 'şiddetli bir şekilde' müeyyidelerle kapatılmazsa, insanı o yola sevkeden melanetler kuvvetle engellemezse, sabah-akşam hocalar kürsülerde vaazetseler sonuç alamazlar. Zira zaten o günahları işleyen kitlenin camiyle-hocayla işi yoktur. Kulak veresi yoktur. Gelecekte bu günahlara, Allah korusun, batacak gençlerin de camiyle-hocayla işi olmayacaktır. Bunların men edilebilmesi için, tereddüt etmeyen söyleyelim, kuvvet gerekir. Kuvvetsiz hikmet etkisiz kalmaya mahkûm olacaktır. Dikkat buyurunuz, mü'minlere onca şefkatli şeriat, recm gibi en ağır-dehşetli bir cezayı, evlilerin zinası meselesine müeyyide kılmıştır. Bundan da nefsin şu hususta ne denli söz dinlemez olabileceğine dair birşeyler çıkarabilmek lazımdır.

Hükümetimiz, nice sonra, Türkiye'de bir nüfus tehlikesi yaşandığına ikna oldu. Fakat ikna olduğu kısım sadece burası gibi duruyor. Ne kadının evhanımlığından koparılıp iş hayatına adapte edilmesinden, ne KADEM gibi feminist oluşumlar eliyle dönüştürülmesinden ve ne de zinanın serbestiyetinden haberi varmış gibi davranıyor. Sekülerizmin müslüman ahalinin dest-i izdivacını ne denli zehirlediğini tartışamıyor.

Elbette bu yolla hiçbir sonuç alınamayacaktır. Çünkü, böyle günahlar, öyle aklı baştan alıcı şeylerdir ki, yolu açık olduğu sürece ateşe uçan pervaneler gibi gençler nefislerini alıkoyamazlar. Maalesef. Maalesef. Maalesef... Muvaffakiyetsizliğimiz ikirciğimizdendir. Tutarsızlığımızdandır. Kabul edelim. Ulemayı suçlamanın bir anlamı yoktur. Bu ikiyüzlülükle gidilebilecek mesafe bu kadardır. Bitmiştir. Neticede nasihatin tesirsizliği görülüyor mu? Evet. Lakin nasihatin tesirsizliğinden nasihatçi mesul olmaz her zaman. Bazen de kabahat başka yerlerdedir. Cenab-ı Hak, siyasiyyunumuza da kabahatini görmeyi nasip eylesin, ki ferahımız-felahımız oradadır. Âmin.

21 Nisan 2025 Pazartesi

Celal Şengör'den itikad alınır mı?

Cemal Yıldırım Hoca'nın 'Bilim Tarihi' nâm eseri bazı konularda kafa gözümü açtı arkadaşım. Şöyle ki: Bilim dediğimiz şey aslında epeyce bir 'dönemsellik' içeriyor. Evet. Zamana göre bilim olan şey de değişiyor. Sözgelimi: Aristo gökbilimi kendi zamanı için en geçerli bilgi/bilim oluyor. Ancak 'cevap veremediği sorular' çoğaldığında devrilip yerine başka bir gökbilim anlayışı yerleşiyor. Sonra bu ikinci gökbilim anlayışı da 'cevap veremediği sorularla' karşılaşınca tahttan indiriliyor. Boşluğuna 'daha fazla yanıt verebilen' bir başkası kuruluyor. Lakin, yok, bu üçüncüsü de tahtında ebediyen kalamıyor. İşte bu yönüyle 'bilim' aslında 'dönemsel' birşey. Bir zamanlar Newton fiziği vardı. Şimdi Kuantum fiziği konuşuluyor. Belki ileride de bir başkası konuşulacak... Fakat, burada, dikkat edilmesi gereken şöyle bir detay var:

Bu bilim anlayışlarının tamamı kendi dönemleri için 'işe yarar' sayılıyorlar. Meşru görülüyorlar. Hatta başka anlayışları baskılayıcı birer 'norm' olma istibdadına sahipler. Zaten bir süre başlar üstünde gezinmelerinin sebebi de 'işe yaramaları' oluyor. Dünyanın merkezde, diğer herşeyin etrafında olduğunu, yani döndüğünü, savunan evren anlayışı dahi denizciler, takvimciler vs. için işe yarar özelliklere sahip. Yani bilimselliğin 'sonsöz olma iddiası' bir yanlış anlamaya dayanıyor diyebiliriz. O da şudur: 'İşe yarıyor olmak' ile 'hakikat olmak' arasındaki nüansı gözetemeyişleridir. Evet. Bir bilgi 'işe yarıyor' olabilir ama 'hakikati ifade ediyor' olmayabilir. Zira hakikat 'bütünde geçerli olan'dır. Bilimsel bilgiyse 'parçalarda iş görür gerçekler'den ibarettir. Yani bilim, tanım olarak, 'kendi zamanında en geçerli olan bilgi'dir.

Bilim felsefecilerinin bilimcileri en çok hırpaladığı konulardan birisi de budur: Bilimin, parçalarda eriştiği 'işe yarar bilgilere' dayanarak, 'bütünün anlamında iddialaşmaya' hakkı var mıdır? Karl Popper gibi isimlerin metinlerine baktığınızda bilimcilere bu hakkı vermediklerini görürsünüz. Bilimin, ulaştığı bilgeliğin hiçbir aşamasında, "Hakikati buldum!" demeye hakkı yoktur. Ancak şunu söyleyebilir: "Bugün öncekinden daha az yanlış içindeyim." Gerçi 'Daha az yanlış içindeyim' iddiasını da geçerli bulmayanlar olmuştur. Fakat oralara kadar gidip yazıyı uzatmayalım. En temelde şunu kavrayalım arkadaşım: Parçada işe yarar olanın, muvakkaten, muamelatta 'gerçek' muamelesi görmeye hakkı olabilir. Lakin sanki bütünün bütün köşelerine ulaşmış, varlığın her sırrını çözmüş, cümle detayını fâşetmiş, hatta sorulabilecek soruları da bitirmiş/cevaplanmış gibi davranmaya hakkı yoktur. Zira tecrübe göstermektedir ki, her yeni zaman dilimi, kendi bilim anlayışını sorgulamaya gebedir. Yeni uyanışlara açtır. Ve Allah tedricen yaratışına aşina eder.

Demek istediğimi, bu defa Ömer Demir Hoca'nın 'Bilim Felsefesi' isimli eserinden, bir iktibasla açmak istiyorum:

"(...) doğru olmayan bir kuramın pratikte nasıl kullanılabilir olduğu sorusuyla karşılaşırız. Popper'ın bu soruya cevabı oldukça ilginçtir: 'Her yanlış önermenin belirsiz sayıda doğru sonuçları vardır.' Bu yüzden, bir teorinin varsayımlarından bir veya birkaçının yanlış olması, teoriden elde edilen sonuçların tümünün yanlış olması sonucunu getirmez. Örneğin: Pazar günü birisi 'Bugün günlerden cumadır' dediğinde bu önerme yanlış olur. Fakat bu yanlış önermeden yola çıkılarak elde edilen ve 'Bugün pazar değildir' hariç, 'Bugün pazartesi değildir' ya da 'Bugün salı değildir' gibi önermelerin tümü doğrudur. Yani, çoğu zaman ve durumlarda, yanlış bir önermeye dayanarak doğru önermelere ulaşmak mümkündür. Buradan şöyle bir sonuca varılabilir: Kesinliğini bilmediğimiz ama yanlışlanabilme ihtimali olan bütün önermelerin kullanılabilir doğru sonuçları vardır. Bu, aynı anda birbirleriyle çelişen sonuçları olan teorilerin birlikte nasıl kullanılabildiğini de çok yalın bir mantıkla açıklamaktadır. Popper'a göre, sonuçta, her bilimsel önermenin 'kullanılabilir sonuçlar'a sahip olması için doğru olması gerekmemektedir. Hakikate yaklaştığımızı bilmekle birlikte, elimizde nihai olarak ulaştığımızı garantileyecek hiçbir yöntem yoktur."

Cemal Yıldırım Hoca'nın Bilim Tarihi'ndeyse aynı mevzuun 'daha sahadan' bir misalini okuruz:

"(...) Antikçağın en büyük astronomi gözlemcisi Hipparkus'tu. Hipparkus'un sistemi, temel varsayımları yanlış olmakla birlikte, gözlem sonuçlarını temsil yönünden başarılıydı. Arzı merkez kabul ederek; Güneş, Ay ve gezegenlerin görünürdeki hareketlerini, herbirinin belli bir yörünge veya episiklde taşındığını, bu yörünge veya episiklin de daha büyük ve çembersel bir yörüngede taşındığını tasavvur etmekle açıklıyordu. Bu yörünge ve episikllerin konum ve boyutları doğrudan gözlemle saptanabiliyordu. Bu gözlem sonuçlarının toplandığı tablolara bakarak; Güneş, Ay, ve gezegenlerin gelecekte herhangi bir andaki konumlarını, Ay ve Güneş tutulmalarını büyük bir doğrulukla saptama olanağı sağlanmıştı."

Dünyanın evrenin merkezinde olduğunu tasavvur eden yanlış gökbilim anlayışı Kopernik'e kadar dayandı. Zira o da 'işe yarıyor'du. Denizcilerin işini görüyordu. Takvimcilerin ölçümlerine elveriyordu. Einstein hayalgücüyle ortaya çıkana kadar da Newton fiziği gayet kullanışlıydı. (Halen de kullanışlıdır.) Kuantum fiziği argümanlarıyla ortaya çıkana kadar da Einstein zirvedeydi. Bugün sahip olduğumuz 'bilimsel gerçeklikler' de böylesi bir 'ara dönem' mahsulü olabilir. Bilim, metodolojik olarak, parçadan bütüne doğru gittiği için, bu onun yapısal bir problemi olduğundan yani, 'bütünün anlamını belirlemeye' asla hakkı yoktur. Böyle birşeyin iddiasında bulunamaz. İddia ederse haddini aşmış sayılmalıdır.

Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Bediüzzaman Hazretleri, Münazarat'ında, Medresetü'z-Zehra hayalini anlatırken, maksadlarından birisinin 'Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc...' olduğunu söyler. Bu 'mezc ve derc'in hikmeti sorulunca da şöyle cevap verir: "Dört kıyas-ı fâsit ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izâle etmek..." Bu 'dört kıyas-ı fâsiti' ise, kardeşi Molla Abdülmecid abi merhum, haşiyede şöyle açıklamıştır: "İşte o kıyaslar: Mâneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır..."

Tekrar dikkat edilirse, mürşidimin altını çizdiği yaraların, yukarıdaki yanlış kıyaslarla çok ilgisi vardır. Mesela: 1) Mâneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak... Bu maraz, tam da yukarıda zikredildiği şekilde, parçadan bütüne tedricen ilerleyen bir metodolojinin 'bütünün anlamı üzerine' konuşmasını geçerli kabul etme yanlışlığıdır. Halbuki bizzat bilim felsefecileri de bilimin böyle bir hakkı olmadığını söylerler. Öyleyse itikad sahası gibi varlığı kuşatan/aşan bir alanda inkarlarının hükmü yoktur. 2) Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek... Bu da felsefik anlamda çok yanlış bir tutumdur. Zira, 'fünûn-u cedide' başka bir uzmanlık alanıdır, 'ulûm-u diniye' başka bir ihtisas sahasıdır. İnşaat mühendisinin tıptan anlamaması, onun inşaat ilmindeki uzmanlığına zarar vermemesi gibi, dinî ilimlerde mütehassıs olanların da başka alanlarda uzmanlaşmamaları kendi alanlarında eksik olduklarını göstermez. Aralarında 'zorunluluk ilişkisi' yoktur. 3) Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek... İşte yukarıda zikredilenlere benzer bir hata daha. Bir insan, velev ki bir alanda uzman olsun, konuştuğu her alanda uzman sayılmaz. Uzman muamelesi görmez. Sözüne itibar edilmez. İkisi de tıp alanında çalıştığı halde kimse gidip baytardan hastalığına ilaç sormaz. Fakat günümüzde, en basit konularda, değil uzmanlık, 'yüzeysel bilgi' ve hatta 'ukalalık' seviyesinde malumat sahibi olmakla dahi, başlıbaşına bir ihtisas alanı olan din hakkında hüküm vermeye cüret edilebilmektedir. Evet, maalesef, piyasa daha Kur'an'ı yüzünden okuyamayan müçtehidlerle doludur. 4) Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır... Bu da daha çok sosyal bilimlerde düşülen bir hatadır. Kendi sosyolojimizi/psikolojimizi 'norm' kabul ederek onun üzerinden geçmişi 'tartma' sevdası, bugün, 'tarihselciler' başta olmak üzere, pekçok kesimin içine düştüğü bir tuzaktır. Böyleleri için mazi biteviye tenkid konusudur. Zira kendi kemallerine asla ulaşamamaktır. Doğrusal tarih anlayışı kalplerinin asıl hâkimidir. Nazarları evrimcidir. O yüzden önyargılı bakarlar. Muhtaç oldukları feyzi alamazlar. 

Yazıyı çok uzattım. Seni de yordum arkadaşım. Nur talebeleri felsefeyle ilgili konuşmayı pek sevmezler. Ben de ne zaman böyle şeyler karalasam "Arkadaş yine felsefe yapıyor!" gibi eleştiriler alırım. Fakat, öyle görüyorum ki, Bediüzzaman bize Risale-i Nur külliyatı boyunca 'nuranî bir bilim felsefesi' de öğretiyor. Zamanın kendisini 'tek ölçü' gibi dayatan muğalatasını sigaya çekebilmeyi ders veriyor. Hani Ebubekir Sifil Hoca sıksık söylüyor ya: "Yanlış soruya doğru cevap verilmez." Evet. Parmak sallanarak yumurtlanan öncüllerin yanlışlığını farketmezsek yanlış cevaplarda debelenip duracağız. İnşaallah yazımla senin de gözünü bir parça açabilmişimdir. Allah'ın hidayetiyle gözünü açtığının kardeşinin gözünü de açmaya çalışması ibadettir. Allah bizleri ibadet için yaratmıştır. Bütünün anlamını ancak bütünün sahibi söyler. O yüzden burnunun ucunu daha yeni yeni görmeye başlamış bilimperestlerden itikad dilenme arkadaşım.

Allah'ı neden göremiyoruz?

Allah'ı neden göremiyoruz? Çünkü biz herşeyi göremeyiz. Görebileceklerimizin sınırı var. Sadece gözlerimiz sınırlı değil üstelik. Âlemin...