Ebubekir Sifil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ebubekir Sifil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Eylül 2017 Salı

Kertenkelenizi bir vuruşta öldürmekten korkmayın

Okuyanları bilirler. Bediüzzaman ve talebeleri hapse girdikten sonra, onlarla tanışıp Risale-i Nur'u ders alan mahkûmlardan, evvelen kendi ailesinden birisini öldürmüş olanlar bile, tahtakurusunu öldürmeye çekinir hale gelmişlerdir. (Tevhide imanın tetiklediği mübarek bir şefkattir bu.) Hatta, bu böceklerin verdikleri rahatsızlık ziyadeleşince, Bediüzzaman'a "Bunları öldürmemiz caiz mi?" diye sorduranlar olmuştur. Bu husus, gerek mahkeme müdafaalarında, gerek talebelerin hatıralarında defalarca nakledilir. İmanın (özelde ise Risale-i Nur'un) insanda yaptığı olumlu değişime karine gösterilir:

"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."

Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.

Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?

Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.

Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.

Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.

Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.

İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."

Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.

Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.

Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.

Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"

Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.

Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.

11 Ağustos 2017 Cuma

Modernistler salavatlara neden takıktır?

Allah bu ümmeti âlimsiz bırakmasın. Cahillik acizliktir çünkü. Cahilden daha aciz insan yoktur. Belayı, bırakın defetmeyi, farketmek bile ilim ile oluyor. İnsan cahilken kendisine zararlı çok şeyin farkında olamıyor. Benim de İslamoğlu'na (genelde ise tüm modernistlere) dair ilk uyanışım yirmili yaşlarımda olmuştu.

O zaman bu derece açık-seçik, net, köşeleri belirgin birşey değildi elbette. Neyin/ne kadar ileri gidebileceğini veya neyin/ne kadar tehlikeli olabileceğini bilmiyordum. Bu konulara dair hiçbir okuma yapmamıştım. (En önemlisi Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarıyla/videolarıyla karşılaşmamıştım.) Sadece bir tatsızlık, bir rahatsızlık, bir ince sızı gibi içimde taşıyordum. Rahatsızlık duyduğum şeylerin cevabını nasıl elde edeceğimi de bilmiyordum. Kendim de cevap üretemiyordum. Öyle elini-ayağını nereye koyması gerektiğini bilemez bir durum işte.

Her neyse... Bu kısmı kısa geçelim. 'Uyanış' dediğim olay şöyle gerçekleşmişti: İslamoğlu'nun Salat-ı Tefriciye'ye dair bir itirazı (çünkü bizim evde Hilal TV gayet izleniyordu) kanıma dokunmuştu. Nesil Yayınları-Moral FM binasındaki bir cuma sabahı dersinde söz alarak Mehmed Paksu Hoca'ya da bunu ifade etmiştim. Ve "Bir cevabımız yok mu?" diye sormuştum.

Allah var. Paksu Hoca, bir Ehl-i Sünnet âlimine yakışacak şekilde, hamiyet-i diniyesi gayrete gelerek, bu itiraza karşı hiddet etmişti. Hatta, orada bulunanlar hatırlayacaklardır, "Mustafa İslamoğlu kim oluyor?" gibi ifadeler de kullanmıştı. (O sırada yanında oturan Cemil Tokpınar da kendisini sakinleştirmekte zorlanmıştı.) Fakat, bu hiddetinden ziyade olarak, gönlümü teskin edecek bir cevap alamadım kendisinden. Çünkü o soruya dair bir mesaisi yoktu.

Hem iş burada da kalmadı. O dönemde yetkili olan bir isimden 'böyle şeyleri ulu-orta dile getirerek cemaatler arasında düşmanlık sebebi olmamak' konusunda da uyarı aldım. Her neyse... Geçmiş zaman. İnşaallah, bana bu uyarıyı yapan da artık, en az benim kadar, bu derdin farkında. Ben çok gençtim. Cahildim. "Ehl-i Sünnet olmak ne demek?" bunun farkında değildim. O da İslamoğlu'na karşı ziyade hüsnüzan besliyordu muhtemelen. İşin geçmişte kalan kısmına tevbe edip geleceğe bakmalı.

Ancak bugünden bakınca İslamoğlu'nun bazı salavatların abartılı(!) oluşuyla neden bu kadar meşgul olduğunu kavrıyor gibiyim. Bence istediği taşları döşemek için yolu açmanın ilk adımıydı onlar. Hatta, o dönemde, bugün kendisini rezil eden söylemlerinin hiçbirisi dilinde yoktu. Ne menem birşey olduğunu çok da çaktırmıyordu. (Ehli gene anlıyordur elbette ama biz ehil değildik.) Lakin bu salavatlar meselesine resmen takıktı. Dönüp dönüp tefsir derslerinde bu meseleye değinirdi.

İşte, bugünlerde, 7. Söz'ün ahirindeki salavatın kısa bir mealini okurken, neden modernistlerin bu meseleye takık olduğunu ve neden Ehl-i Sünnet'e bıçak sallamaya böyle bir noktadan başlandığını anlar gibi oldum. Aklıma gelense şu:

Ehl-i Sünnet büyüklerinin salavat-ı şerifeleri, sadece birer salavat-ı şerife değil, aynı zamanda birer/birçok tanım ve tarifler içeren metinler. Nübüvvete (ve özellikle de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama) nasıl bakılması gerektiğini öğretiyorlar. Bakış açımızı zenginleştiriyorlar. Şems-i Hidayet aleyhissalatuvesselamı 'postacı' mesabesine indirmek isteyenlere bedel, onun aslının ne büyük bir hakikati ifade ettiğini, ne çok renkler/yönler taşıdığını ortaya koyuyorlar. İsterseniz, bu bahsi konuşmadan evvel, okuduğum o salavatın mealini buraya da alıntılayalım:

"Kulun, peygamberin, yüce katından seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, sanatının sultanı, inâyetinin pınarı, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin timsali, yaratıklarının nuru, mevcudatının şerefi, pek çok olan mahlukatının içinde birliğinin kandili, kâinatının tılsımının keşfedicisi, rubûbiyet saltanatının ilâncısı, râzı olduğun şeylerin tebliğcisi, isimlerinin definelerinin tanıtıcısı, kullarının öğreticisi, kâinatının delillerinin tercümanı, rububiyetine ait güzelliklerin aynası, Senin görünüp gösterilmene vesile olan habibin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resulün olan Efendimiz Muhammed'e, bütün âl veashâbına, kardeşleri olan nebî ve resullere, mukarreb meleklerine ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin."

Elbette, şu salavattan böyle bir Resulullah tanımı aldıktan sonra, Ona, "Kur'an'ı getirmiş ve sonra da işi bitmiş, hayatının bundan aşkın bir kıymeti yokmuş, sünneti de çok ehemmiyetli değilmiş" gibi inanılamayacağını görüyorsunuz. Onu, konulması layık ve gerekli olan, asıl yerine koyuyorsunuz. Böyle bir bakış açısı eğitimi aldıktan sonra, yani kalbiniz ve aklınız ona böyle bakmaya alıştıktan sonra, nasıl Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'sadece bir postacı' olduğuna inanabilirsiniz ki? Nasıl sünneti önemsizleştirebilirsiniz? Hiç mümkün olur mu?

İşte, 7. Söz'ün ahirinde yeralan bu salavat-ı şerife, bana, İslamoğlu ve benzeri modernistlerin neden yolun başında böylesi salavatlarla uğraştıklarını ve neden Ehl-i Sünnet büyüklerinin böylesi salavatları yazmaya, okumaya, hıfzetmeye, nakletmeye ve hatta sevenlerine okunmasını tavsiye etmeye ayrıca bir özen gösterdiklerini anlattı. "Bediüzzaman'dan bize miras kalan böylesi salavatların (ve ehl-i sünnet muktesebatında yeralan daha nicelerinin) böyle bir hikmeti de olmalı!" dedirtti.

Evet. Kesinlikle böyle: Biz bu mübarek salavatları okurken nübüvvete nasıl bakmamız gerektiğini de ders alıyoruz. Mürşidlerimiz de bu salavat-ı şerifeleri sık okumayı tavsiye ederek hem Efendimizle ümmet ilişkimizi kavi, hem de nübüvvete bakışımızı zengin ve diri tutmamızı sağlıyorlar. Ve belki bugünlerde de en çok şu konuda eksiğiz. O salavat-ı şerifeleri ayrıca, ehemmiyetle, vurguyla ders almaya ihtiyacımız var. Ayrıca üzerinde durmalı ve haklarında daha çok konuşmalıyız. Nübüvvetin kalplerimizdeki tanımı saldırı altında çünkü.

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Ebubekir Sifil Hoca ne yapmaya çalışıyor?

Bediüzzaman Hazretlerinin, Mektubat'ta, ahirzaman ahvaline dair sorulan suallere verdiği cevaplardan birisi beni hep düşündürmüştür. Sual şöyle: "Âhirzamanda, Hazret-i İsâ aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, 'Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.' Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?" Cevabın finaline yakın şunları söyler mürşidim:

"İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp etmesiyle, çendan, âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve 'El-hükmü li'l-ekser' kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak; yani, 'ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek' demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır."

Bu metni ilk okuduğum günlerde 'böyle birşeyin nasıl mümkün olabileceğini' düşünüp hayret ederdim. Risale-i Nur'u yeni yeni okuduğumdan belki, ondaki burhanlara bakarak, "Bunlardan sonra tekrar nasıl mağlup oluruz?" diye düşünürdüm. İslam âlimlerinin (Allah hepsinden razı olsun) ürettiği marifetin karşıkonulmaz bir içeriğe sahip olduğunu zaten biliyordum. Günbegün artıyordu da sanki bu karşıkonulmazlık! Ateizmin hâkim ideoloji olup üniversite kürsülerinden bile dayatıldığı/haykırıldığı devirler geride kalmıştı. Materyalist-naturalist-evrimci saldırı ümmetin sinesinde erimişti. Bu ümmet komünizm gibi bir dehşeti bile, yaralar almasına rağmen, atlatmıştı. Peki nasıl olup da tekrar mağlup olacaktı? İşte o zaman cevabın ortasını kaçırdığımı farkettim:

"Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak. Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı Nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir."

Geçtiğimiz gün Habertürk'te yayınlanan münazarayı izlerken de bu bu bahis aklıma geldi. Ebubekir Sifil Hoca (Allah ona yüz şehit sevabı versin) Caner Taslaman'ın bir rapçi gibi seri şekilde savurduğu herzelerine cevap verirken neden şikayet ediyordu? Verecek cevabı olmamasından mı? Hayır, Ebubekir Sifil Hoca'yı az-çok takip edenler bilir ki, o bütün bu herzelerin cevabını bihakkın vermeye yetecek bir ilim ve istidat sahibidir. Ki birçoğunu da program sırasında cevapladı. (Zaman yetse daha çoğunu da cevaplayacaktı.)

Fakat muhatabı cevap aramıyordu. Taslaman, haksız da olsa, galip gelmenin peşindeydi. Karşısındaki ağaç yıkılmasa da baltasını sallamanın peşindeydi. Programı sorulara/şüphelere/dedikodulara boğdurmanın planıyla gelmişti. Masasını perşembe pazarına çevirmesinin bundan başka ne sebebi olabilirdi? Düşünün ki, o masada sergilemek için, muhtemelen evinde itinayla sakladığı deve idrarını bile kavanozlayıp getirmişti. (Tabii insan o evde daha neler saklandığını merak ediyor.)

Ben işte bu münazara sırasında yukarıdaki metinlerde Bediüzzaman Hazretlerinin ders verdiği bir sırrı görür gibi oldum. Neyi gördüm peki? Gördüğüm şudur: Bu dalalet dediğimiz şey tek bir koldan gelmiyor. Diyelim 'ikincisini' mağlup ettiniz. Uluhiyeti inkâr eden tabiatçı, materyalist, ateist felsefeyi yendiniz. Elhamdülillah. Lakin iş burada bitmiyor ki. Bir de 'nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek' birileri çıkıyor/çıkacak. Nifak perdesi ile çıktıklarına göre biz bunları müslüman sanacağız. Dillerinden de, zâhiren, İslam'ın oğlu oldukları iddiası ifade olunacak. Fakat hakikatte, alttan alta, saman altından su yürütür bir şekilde, risalet-i Ahmediye'yi inkâr edecekler. Peki bunu nasıl yapacaklar? Allahu'l-A'lem, Ebubekir Sifil Hoca'nın karşısında Caner Taslaman bu kanunun bir ferdini pek çirkef bir şekilde bizlere gösterdi.

Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) onu bizzat görmemiş, dizi dizine değmemiş, sözü kulağına erişmemiş, gözü yüzüne dokunmamış müslümanlar için nedir? Risalet-i Ahmediye, görenler için de görmeyenler için de, öncelikle sünnet-i seniyyesidir. O sünnetle gelen ahlakıdır, hikmetidir, öğrettiğidir, hissettirdiğidir. Sünnet-i seniyyeye dair bilgi olmadan bakılan Şems-i Hidayet (a.s.m.) ışıksız bir güneş haline gelir. Yanar ama bizi aydınlatmaz. Güneşi güneş yapan aydınlığıdır.

Hadislerin inkârı, öncelikle sünnet-i seniyyeye dair bilginin, sonrasında da (müddei bunun aksini söylese de) Risalet-i Ahmediye'nin (a.s.m.) inkârıdır. Daha doğru bir ifadeyle: Risalet-i Ahmediye'nin çaktırmadan inkârıdır. Lütfen, Caner Taslaman'ın münazara boyunca dilinden çıkan şeylere bakın, dikkat edin. Bir de Ebubekir Sifil Hoca'nın hamiyet-i diniyesine nazar edin. Hangisi binayı tutuyordu? Hangisi yıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'buradan balta vurman yanlış' diye delille ispat olunduğunda bile zeytinyağ demagojilerle üste çıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'Bu binayı yıkarsan altında Kur'an da kalır' diye endişe ediyordu?

Bakınız, derde uyanık olmak lazım, devayı elde edebilmek için. Hakiki âlimler, mehdî misal mürşidler, hadis-i şerifin ifadesiyle Allah Resulü aleyhissalatüvesselamın varisleridir. Aynı sesin zamanlarındaki yankılarıdır. Bediüzzaman Hazretleri bundan yüzyıl önce ne için mücadele ediyorsa, Ebubekir Sifil Hoca aynı şey için mücadele ediyor. İkisi de ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadını maruz kaldığı saldırılara karşı koyuyor. Avamın itikadını bu saldırılardan korumaya çalışıyor. Bediüzzaman ağırlıklı olarak 'ikinci' fitneye dair cevaplar verdi. 'Birinci fitneye' dair de çok kıymetli şeyler söyledi. Eserlerinde hassaten fenden gelen dalaletin belini kırdı.

Bugün Ebubekir Sifil Hoca da ağırlıklı olarak 'birinci' fitneye karşı mücadele ediyor. O da onların belini kırıyor. Vurgudaki farklılık gözünüzü aldatmasın. Âlimlerimiz, elbette, zamanlarında ümmetin muhatap olduğu fitnenin renk tonuna göre cevap üretirler. Demek, fitne bir kere yenilmekle mağlup olan birşey değil, tekrar be tekrar değişik sûretlerle üzerimize gelen birşey. Biz nur talebeleri de uyanık olalım, parçası olduğumuz ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına sahip çıkalım, sahip çıkanlara da sahip çıkalım. Zaman cemaat zamanıdır. Bizim cemaatimizi oluşturan ise sünnettir. Sünnet-i seniyye ile gelen bilgidir. Efendimiz (a.s.m.) fırka-i naciyeyi böyle tarif etmiştir. Onun etrafında birleşelim. Onun etrafında birleşmek bizi 'biz' yapan itikatta buluşmaktır.

25 Mart 2017 Cumartesi

"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz (3):


"Usûl-i şeriatta takarrur ettiği vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı muayyen bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Metin Karabaşoğlu abinin şahsını tenzih ederim, o böyle şeyler yapmaktan beridir, fakat kraldan çok kralcılar heryerde! "Çocuk dövmemek sünnettir" yazısına itiraz sadedinde kaleme aldığım metinlere enteresan tepkiler aldım. Hatta, kulakları çınlasın, 'Ebubekir Sifil zehirlenmesi yaşadığımı' söyleyen dahi oldu. Öncelikle şunu açıklıkla ifade edeyim: Ben böylesi zehirlenmelerden teberri etmem. Zübeyir ağabeyin Risale-i Nur'a 'zehir' denmesi karşısında mahkemede kullandığı merdane ifadeyi, maaliftihar, Ebubekir Sifil Hoca ve metinleri hakkında kullanabilirim:

"Savcı iddianamesinde diyor ki: 'Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.' Biz de buna mukàbil deriz ki: Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin."

Benim bu itirazımın amacı, kendisinden ve kitaplarından çok şeyler öğrendiğim Metin Karabaşoğlu abiyi karalamak değildir. Hatta onun böylesi insaflı itirazlardan 'kralcılar' kadar rahatsız olmadığına eminim. Ancak yine de, madem bulanık suda balık avlamak isteyenler var, niyetimi tasrih etsem yanlış olmaz, inşaallah. Benim o iki yazıyı telif etmekteki amacım şu idi: Yaptığım araştırmalardan gördüğüm kadarıyla, Metin abinin 'yanlış anlaşıldığını' iddia ettiği hadis, sadece bugün değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek ağzından çıktığı andan beri hep böyle anlaşılmıştır. Metin abiye (veya dayanağı olan Mehmet Emin Ay'a) kadar bu hadisin farklı anlaşılabileceği üzerine bir tartışma yoktur. Hatta mezkûr hadis (veya aynı haberi veren diğer bazı hadisler) üzerine hüküm bina edilecek kadar da önemli bulunmuştur.

Bir hadis âlimi olan merhum İbrahim Canan Hoca'nın, Çocuk Eğitimi isimli eserinde, İbn-i Hacer'den, Beyhakî'den, hatta İbn-i Abbas'tan (Allah hepsinden razı olsun) konuyla ilgili yaptığı alıntıları vardır ve bu alıntıların hiçbirisi meseleye dair bir 'acaba' içermez. Alıntılar eşliğinde tartışılan ise 'tekidin varlığı' değil bu 'tekidin sınırları'dır. İnternette konu hakkında küçük bir araştırma yapan herkes, meseleye dair, benim bulduğumdan çok daha fazlasını bulacaktır. Bunların bize sordurduğu soru şudur: Ulemanın ittifak ettiği bir meselede Metin abiye 'yanlış anlaşılmıştır' dedirtebilecek güçlü delil nedir? Bu delil nedir ki, geçmiş ulema onu ıskalamış, ancak Metin abi yakalamıştır?

Metin abinin yazısında zikrettiği diğer hadisin, yani "Çocuklarınızı dövmeyiniz!" hadisinin, senedine dair bir tahlil bilgisine sahip değiliz. (Yazı bize böyle bir bilgi vermiyor.) Ancak bir tahlile sahip olmadan da şu hadislerin muarız olduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira hadis usûlünde, muarız gibi görünen böylesi hadisleri beraber anlamanın bir yolu varsa, önce o denenir. Biz de diyebiliriz ki: Çocukları vara yoğa dövmekten Efendimiz aleyhissalatuvesselam ümmetini menetmiştir, fakat namaza alıştırmak bunun istisnasıdır. Tıpkı öğlenin, ikindinin veya yatsının farzlarını dört rekat kılmak farzken sefer halinin bunun istisnası olması gibi. Veya normalde kan dökmek haram iken cihadda bunun görev olması gibi. Örneği çoktur.

Özetle endişem şudur: Metin abinin bu meselede seleften bir dayanağı yoksa, bu yeni yorum, Bediüzzaman'ın da ahirzamanda işletilmesinden endişe duyduğu içtihad kapısından girmek gibidir. Çünkü mesele fıkhîdir. Bugünlerde böyle şeyleri gündem olarak önümüzde çok sık buluyoruz. Kimisi recmi, kimisi tesettürü, kimisi namazın beş vakit olduğunu, kimisi Hz. Âdem aleyhisselamın babasız yaratıldığını, kimisi Hz. İsa aleyhisselamın nüzulünü inkâr ediyor.

Bunu yaparken kullandıkları argümanlar da yine en çok etimolojiye dayanıyor. Kelimelerin sözlükte yeralan ardıl bir anlamını bulup onunla cerbeze yapıyorlar. (Herkes bunun bir nümunesine kendi okumalarında rastlamıştır.) Halbuki etimolojinin muayyen bir miktarı yoktur. Had altına alınamadığından suistimale uğrar. Yalnız başına hükümlere illet ve medar olmaması gerekir.

Eğer biz de, böylesi bir konuda, selef-i salihinden bize gelen fıkhın tertemiz ve sınanmış mirası yerine etimolojinin imkanlarına güvenirsek, modernistlerden/ehl-i bid'adan ne farkımız kalır? Ben eminim, Metin abi bunu yapmaya çalışmıyor, fakat zahirde öyle görünüyor. Öyle görünmemesi için, bizim, bu hükmü eskilerin fehmini suçlamadan isbat edecek delillere ihtiyacımız var. Yoksa şu kapı tehlikeli yerlere açılır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

21 Mart 2017 Salı

Garp husumeti baki mi kalmalı?

Yıllar önce, Düşünce Okulu'nun bir etkinliğinde, Şükrü Nişancı Hoca'yı dinlerken (ne kadar seminerde anlatılanlarla ilgili olduğunu şimdi hatırlayamadığım) şöyle bir kanaate sahip olmuştum: Bediüzzaman'ın "Garp husumeti baki kalmalı!" gibi sözleri o zaman Avrupası için söylenmiş sözlerdir. Dönemseldir. Bugün Avrupa daha başka bir Avrupa'dır. Daha insancıl bir Avrupa'dır. Daha medenî bir Avrupa'dır. Bu Avrupa'ya husumet edilmeyebilir.

Bugün 'akıllara zarar bir saçmalık' gibi görünen şu tesbiti seminerin sonunda seyirci katkısı olarak dillendirdiğimi hatırlıyorum. (Ne cür'et ama!) Şundan daha tuhafı: Benim bu herzeme o güzel topluluktan itiraz eden de olmamıştı. Halbuki herbiri Bediüzzaman hakkında konuşmaya/yazmaya benden daha yetkin gençlerdi. Acaba kale alıp itiraz etmeyi mi gereksiz gördüler? Yoksa onlar da az-çok böyle mi düşünüyorlardı? Hatırladıklarım net bir kanaat ifade etmemi sağlamıyor. Ancak, bugün geldiğim noktada, Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra eleştirilerinin dönemsel değil esasî olduğundan eminim.

Geçen yıllar en çok şunu öğretti bana: Bediüzzaman'ın söz ve tavırlarını, üzerinde yükseldiği ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasından kopardığınız an, o sözleri veya tavırları nereye koyacağınızı şaşırıyorsunuz. Hatta bir adım ötesi: Bediüzzaman'dan duruş almayı bırakıyor ve onu/metinlerini konjonktürel şekilde kullanmaya başlıyorsunuz. Mesela: Avrupa'yla aranız iyi olduğunda 'Avrupa ikidir'e coşkuyla koşarken, aranız kötü olduğunda da 'Garp husumeti baki kalmalı'ya sarılıyorsunuz. Bu, bir aşamadan sonra, "Yahu bu metinlerden sabit bir duruş çıkmaz mı?" sualini sordurmaya başlıyor.

Bediüzzaman'ın bunda bir kabahati var mı? Hâşâ! Hiç yok. O, metinlerinde, ehl-i sünnet aidiyeti ve bu aidiyetten gelen yakîni kuvvetli bir sosyolojiyle konuşuyordu. Fakat ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına bakmadan salt Risale-i Nur ile duruş çıkabileceğini düşünenlerin bunda suçu var. Ve zaten böyle işleyen süreç de sizi 'sizden önce Risale okumuş abiler'in elinde topa çeviriyor. Onların okuması (hesabı hakkıyla verilmediği halde) Risale-i Nur'un kanaati oluyor.

Bu abilerin hükümetle (veya Avrupa'yla) araları iyi iken veya o sabah keyifleri yerinde olduğu için yaptıkları yorumlarla, bütün bunlar tam tersi durumdayken yaptıkları yorumlar, iki farklı duruş ortaya koyuyor. İlkesellik, eğer ayakları bir mirasla bağlanmazsa, herkesin istediğini alabildiği bir 'bir milyoncu'dur. Konjonktüre göre değiştirilebilen bir sürü ilke var. Dün ne söylediğinizi hatırda tutamayanlar için ilkeler üzerinden kolaylıkla cerbeze yapabilirsiniz. Çünkü ilke üzerine birşey giymeyen soyut hakikattir.

Süreç, bir noktadan sonra, abinin "Hadi hükümete yükleniyoruz!" işareti vermesiyle hep beraber hükümete yüklendiğiniz, "Hadi hükümeti korumaya çalışıyoruz!" demesiyle silahlarınızı indirdiğiniz, "Hadi Avrupa'yla aramızı iyi tutuyoruz!" demesiyle Avrupa'ya sıcak baktığınız, "Hadi Avrupa'yla aramızı bozuyoruz!" demesiyle öfkeyle dolduğunuz, ama hiçbir zaman emin ve sağlam bir duruşa sahip olamadığınız bir cendereye savruluyor. Çıkamıyorsunuz. Çünkü tutunabileceğiniz 'zamanları ve sınanmaları aşmış sağlam bir miras' yok.

Peki, derdi söyledik, devası var mı? Var: Bediüzzaman'ı sadece bugünle ve kendi metinleriyle değil, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıyla ve duruşuyla beraber okumak. Yani; Risale-i Nur'u da 'mana-i ismî' ile değil 'mana-i harfî' ile okumak, onu 'dava değil dava içinde burhan' kılmak, o gözle bakmak.

Örneğin: 'Garp husumeti baki kalmalı' meselesinde Bediüzzaman'ın nasıl sınırlar içinde durduğunu/konuştuğunu da yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bin yılı aşkın mirası eşliğinde okuyunca idrak edebiliyorsunuz. Risale-i Nur'un bize söylediği, ne DAİŞ olup canavarlaşmak, ne de FETÖ olup Batı'ya köpekleşmek. Müslümanların, ta Asr-ı Saadet'ten beri, ehl-i küfre karşı gösterdiği temkini ve teyakkuzu korumaya çalışmak bu aslında. Ki, bu ifadeyi kullandığı dönem itibariyle, müslümanların en çok yitirdiği şey şu mübarek temkin ve teyakkuz.

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Hem bakınız, Ebubekir Sifil Hoca, mezkûr meseleyle de ilgili sayılabilecek bir yazısında neler söylüyor:

"Görebildiğim kadarıyla müfessirler arasında bu meseleyi detaylara inerek en güzel tafsil edenlerden birisi İbn Âşûr’dur. Mü’minler’le kâfirler arasındaki 'muvâlât' ilişkisini, intaç ettiği ahkâm bakımından sekiz madde halinde ele alan İbn Âşûr özetle şöyle der:

1) Müslüman’ın, kâfirleri veya kâfir bir grubu, gönlünden küfürlerine meylederek veli edinmesi. Bu küfürdür. Sahibi de münafıktır.

2) Mü’minler’e düşmanlıklarını açığa vurduğu bir zamanda kâfirlere (aralarındaki dostluk ve sevgiye bağlı olarak) müzaheret etmek, yardımcı olmak, destek vermek. Bunu yapan müslümanın içinde kâfirlerin dinine karşı bir meyil söz konusu değilse, bu fiil küfür olmaz; ancak büyük günahtır.

3) Bir önceki maddede zikredilen yaklaşımın, Müslümanlar’a karşı kin ve düşmanlık izhar etmeyen, fiilî saldırı ve ezada bulunmayan kâfirler hakkında söz konusu olması. Bu yaklaşım, sahibinin küfrünü gerektirmez; ancak sakındırılmış/nehyedilmiş bir tavırdır. Zira burada onların durumunu güzel bulma söz konusudur. İbn Âşûr burada, İslam’ın zuhuru esnasında mevcut Arap Hristiyanları’nın durumu ile Habeşistan Hristiyanları’nı örnek gösterir ki, son derece ilginçtir.

4) Müslümanlar’dan bir gruba zarar vermek için kâfirlerden bir grupla muvalat ilişkisine girmek (birbirini veli edinmek). Burada niyete itibar edilir.

5) Müslümanlar’ın, zafer ve galibiyet için Müslümanlar’a karşı sevgi besleyen kâfirlerden bir grubu veli edinmesi. Bunun hükmünde ihtilaf eden ulema arasında Ehl-i Kitap ile diğerlerini ayıranlar bulunduğu gibi, ihtiyaç duyulması yahut kâfirlerin kendiliklerinden yardıma gelmesi haliyle onlardan talepte bulunmayı birbirinden ayıran ve herbiri için farklı hükümler verenler de vardır.

6) Müslümanlar’dan birisinin, kâfirlerden birisini veli edinmesi. Aralarındaki özel bir yakınlık sebebiyle ve Müslümanlar’a zarar verecek bir duruma yol açmamak kaydıyla böyle bir ilişki yasaklanmamıştır.

7) Müslümanlar’la kâfirler arasında ticaret, akitler, musalaha vb. gibi dünyevî ilişkiler bulunmasının hükmü, farklı durumlara göre değişiklik gösterir.

8) Kâfirlerden gelebilecek bir zararın önlenmesi için onlarla muvalat ilişkisine girmek. Ayette geçen '… kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden korunmanız hali müstesna' ifadesinde işaret edilen durum budur.
"

İşte, Bediüzzaman'ın 'Garp husumeti baki kalmalı' derken 'baki kalmasını' istediği şey, ilişkilerin şu istikametli kıstaslar içerisinde yürütülmesidir. Şu maddeler boyunca anlatılan hassasiyetlerin korunmasıdır. Bu ne ilişkisizliktir, ne DAİŞ olmaktır, ne de küresel güçlerin yalakası olmaktır. Bu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin ehl-i kitap ve sair küfür mensuplarıyla ilişkilerinde gözettiği, naslardan beslenen ve bin yılı aşkın zamandır tecrübe edilen bir duruştur. Konjonktürün ve konjonktür üzerinden konuşanların elinde her yere atılan top haline gelmemenin yolu da burada saklıdır. Bu sekiz maddeyi kuşatamayanlar için daha kısa ve öz bir ifadeyi yine Ebubekir Sifil Hoca'dan naklederek yazıyı bitirelim:

"Burada önemli olan nokta, bir müslümanın, gerek birey olarak kendisine, gerekse daha geniş anlamda müslümanlara zarar verebilecek ilişkilerden uzak durmasıdır. Eğer bir kimsenin Ehl-i Kitab’a mensup hanımı, İslam’a ve Müslümanlar’a zarar verecek davranışlarda bulunuyorsa, (ne kadar seviyor olursa olsun) onu bu ayetteki nehyin dışında tutmak mümkün değildir. Şu halde burada belirleyici olan, Yahudi ve Hristiyanlar’la ilişkilerde İslam’ın ve Müslümanlar’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi, izzetinin zedelenmesi anlamına gelen bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Vallahu a’lem."

10 Mart 2017 Cuma

Mustafa Öztürk'ün Bediüzzaman'a İşaratü'l-İ'caz hakkında ettiği iftira üzerine...

Ebubekir Sifil Hoca'nın tercüme ve derlemesini yaptığı, Semerkant Yayınları'ndan çıkan, "Böyle Seslendiler" isminde şeker-bal bir kitap var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ve Hulefa-i Raşidîn'in hutbelerinden oluşuyor. Okuduğum günden beri başucu kitabım gibi birşey oldu. Ara ara tekrar bakıp o hikmetli cümleleri kendime hatırlatıyorum. İşte, orada, Hz. Ömer'in (r.a.) hutbelerine ayrılan kısımda, pek hoşuma giden bir cümle var. Diyor ki Hz. Ömer efendim: "Müslüman kardeşinden sâdır olan bir sözü, en güzel şekilde tevil edebildiğin sürece, şerre ve kötülüğe yorma."

Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman'ın metinlerinde de sık rastlanır aynı nasihate. Bunlardan birisi Mesnevî-i Nuriye'sindedir. Kulluğa zarar veren dört hastalığı teşhis-tedavi sadedinde der ki mürşidim: "Dördüncü hastalık: 'Sû-i zan'dır. Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler."

Peki, bunu böyle anlatır da, uygulamaz mı Bediüzzaman? Elbette uygular. Eserlerinde bu uygulamanın yeraldığı birçok bahis görürüz. En sevdiklerimden birisi, talebelerinden Re'fet ağabeyin, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'ne (k.s.) dair sorduğu suale cevabıdır: "İkinci sualin: İbrahim Hakkı, 'Cû' İsm-i Âzamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren mânâsızdır. Belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahmân madem çoklara nisbeten İsm-i Âzam vazifesini görüyor. Mânevî ve maddî cû' ve açlık, o İsm-i Âzamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' İsm-i Âzamdır, yani bir İsm-i Âzama bir vesiledir' denilebilir."

Sair ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasının eserlerine baktığımızda da bir ahlak olarak bu tutumun onlara yerleştiğini görürüz. Seleflerinden kendilerine nakledilen bir sözü, eğer ilk akla gelen manası o kişinin şanına muhalifse, tevil veya tefsir ile anlamaya çalışırlar. Hemen suizan ve suitevil yoluna gitmezler. Kem bir hükme varmazlar. Amelini ahlakıyla tartarlar. Fiilini hayatıyla ölçerler. Eğer ahlakı, kendisinden o sözün veya tavrın (zâhirinin) beklenmeyeceği bir ahlaksa, aslında ne demek veya yapmak istediğini anlama mesaisine koyulurlar. Dinî metinlere aşina olanlar bu anlama çabalarının birçok misaline şahit olmuşlardır. Örnekler vererek yazıyı uzatmak istemiyorum.

Bırakınız ulemamızı, salih avamımız bile, bu ahlaka sıpsıkı bağlıdır. Kendilerine 'iyi bildikleri' kişilere dair iletilen kötü söz ve halleri hemen alıp bağrına basmaz salihlerimiz. Ya ne yapar? Öncelikle "Aslı var mı?" diye tahkik eder. Tahkik ettikten sonra, eğer iyiye tefsiri veya tevili mümkünse, tefsir ve tevil ederler. Bediüzzaman'ın "Güzel gören güzel düşünür..." sözüyle haber verdiği sırrın bir vechi de budur belki: Güzel bakmaya kastetmiş kişiler ancak güzel manalar çıkarırlar. Kastı suizan olanlar ise ancak aradıkları kemliği bulurlar.

İşte, Mustafa Öztürk'ün gündeme getirdiğini işittiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da geçen bir ifadesine dair tartışmaların da en nihayet buna dayandığı kanaatindeyim. Öncelikle üzerinde konuşulan o ifadeyi nakledelim. Bakara sûresindeki 25. ayetin tefsiri sadedinde der ki mürşidim: "'Minhâ min semaratin' denilmektense 'min semeratiha' denilmiş olsaydı daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkûr suallerden iki suale cevap olduğundan 'minha' ayrı, 'min semaratin' ayrı söylemek icap etmiştir."

Öztürk'ün kitabını (Din Sermayesinden İktidar Devşirmek: FETÖ) bizzat görmedim. Bana nakledilen bilgiyse şöyle: Öztürk, burada, Bediüzzaman'ın 'ilahî kelama ayar vermeye çalıştığını' yani "Öyle değil de böyle olsa daha güzel olurdu!" dediğini ifade ediyor. Ben böyle bir iftiradan mürşidim ve eserleri adına Allah'a sığınırım. O da, eserleri de, eserlerini tercüme eden âlim kardeşi Abdülmecid ağabey de, böyle bir iftiranın eteklerine dokunmayacağı pâk ve salih kimselerdir. Hem nur talebeleri adına da teberri ederim ki, şu ifadeyi bu şekilde anlayan, Mustafa Öztürk'ten önce, bir tane insan yoktur. Bu tamamen Öztürk'ün ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerine dair sahip olduğu suizannın bir neticesidir.

Zira okuyanlar bilirler ki: Bediüzzaman, o eserde, itiraz edilebilecek noktaları dillendirerek Kur'an'ın belagatındaki mucizeliği ortaya koyar. Yani muhtemel sualleri veya itirazları da anar ve onlara da cevap verir. (Kelam ulemasının eserlerinde bu ispat metoduna sık rastlanır.) Burada da yaptığı, belagat ehlince veya ilmince dile getirilmesi muhtemel bir itirazı anıp cevabını vermektir. Meseleyi bundan farklı bir şekilde anlayan bir tane insan çıkmamıştır Mustafa Öztürk'e kadar. Ki, kendisi de, suizan ve önyargılarını bir kenara bırakarak İşaratü'l-İ'caz'ın tamamını okusa, benzeri 'anış ve cevaplayışlara' sıklıkla rastlayacaktır. Hadi, üşenmeyelim, bir tanesini biz alıntılayalım:

"Evet, durub-u emsâl, malûm kaidelerdendir. Daha kısa ve muhtasar olan masdar-ı 'darbe' üzerine 'en yadribe'nin fiil sigasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp, 'bağuzate'nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler."

Burada da görüldüğü gibi; Bediüzzaman, muhtemel kullanımlar içinde Kur'an'ın seçtiği yolun neden 'seçimlerin en hikmetlisi olduğunu' ifade ve isbat sadedinde söylemektedir böyle şeyleri. Başka bir amacı, hele hele (hâşâ) Cenab-ı Hakka belagat öğretme amacı, yoktur. Aksine; ehl-i belagata, Kur'an'ın belagatindeki mucizeliği gösterme gayretidir ona bu metinleri yazdıran. Allah insaf ve iz'an versin. Bediüzzaman'ın Kur'an'a ayar vermek gibi birşey yaptığına/yapabileceğine hayatını veya eserlerini bilen kim ihtimal verebilir?

Kaldı ki; şu eser, şimdiye kadar milyonlarca kişinin eline ulaşmıştır. Ulemasıyla veya avamıyla milyonlarca kişi şu eseri okumuş veya dersini dinlemiştir. Öztürk gelinceye kadar bir tane de mi iman ve idrak sahibi kimse çıkmamıştır da itiraz etmemiştir? Ümmete malolmuş böyle bir metne şu iftirayı yapmak, dolayısıyla, onu okumuş ve takdir etmiş bütün müslümanlara da bir iftira ve saldırı değil midir? Ben böyle şeyleri gördükçe kötü ahlakın salt ilimle giderilebilir birşey olmadığına kanaat getiriyorum. Demek 'adam' olunmadan 'bilimadamı' da olunmuyor. Allah bizi istikametten ayırmasın.

6 Şubat 2017 Pazartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (2)

"Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın?" Bediüzzaman Said Nursî, İlk Dönem Eserleri'nden...

Bazen, şahit olduklarımız hakkında bir yargıya varmakta o kadar acele ediyoruz ki, hakikat hızımıza yetişemiyor. 2016 yapımı Denial/İnkâr filminin en sevdiğim cümlelerinden birisiydi: "İnkar başka bir yöne doğru açıldıkları görülen kapıların kilitlenmesi için yapılmış bir seçimdir." Biz de kilitliyoruz kapıları. Gitmek istemediğimiz bir yöne açıldıkları için. O tarafa doğru yürümeyi (veya yürünmesini) istemediğimiz için. Hakikat menfaate uyumlu gelmediğinde yaşanıyor bu. 'Olan' ile 'olması istenen'in uyumsuzluğu, nefsimizi, nefsü'l-emirde olanı inkâra zorluyor. Kuvve-i gadabiye ve şeheviyenin menfaatçi baskısı, kuvve-i akliyeyi, başını nereye çevirsen oraya gider bir beygire dönüştürüyor.

Karşısında durabilmek mümkün mü? Evet. Ama bunun için hakikatle 'haklı çıkmak' kadar olsun menfaat ilişkisi kurmamalısınız. Hesapçı olmamalısınız. Birşeyle menfaat ilişkiniz biterse kuvve-i gadabiyenizin ve şeheviyenizin ondan ümidi/ilgisi de kesilir. Akıl kuvveniz rahatlar. Daha objektif şekilde nesneler ve olaylar üzerinde düşünmeye başlarsınız. "Kesinlikle hakikate ulaşırsınız!" demiyorum, ama yaklaşacağınız kesindir. Hakkaniyet hakikatin müjdecisidir.

Detayların bakışaçımızı ne denli değiştirebileceğine dair bir örneği yıllar önce Bilim ve Teknik dergisinde okuduğumu hatırlıyorum. Yazı, benim gibi avamdan olanlara, Newtoncu fizikten Kuantumcu fiziğe geçişin ne tür bir 'paradigma değişimini' ifade ettiğini anlatıyordu. Müellifin farfaralı iddiasına göre: Newtoncu fiziğe kıyasla Kuantumcu fizik anlayışı 'evrenin ele alınış biçiminin' değişmesiydi. Verdikleri örnek ise şuydu: Bir hastanenin acilinde sıra beklediğinizi düşünelim. Orada bir kadın ve iki çocuğu daha var. Kadın çocuklarına karşı ilgisiz. Çocuklar yaramaz. Ortalığı yıkıyorlar. Rahatsız oluyorsunuz. Anneyi 'kötü bir ebeveyn' olarak görüyorsunuz. En nihayet dayanamayıp uyarıyorsunuz: "Hanımefendi, çocuklarınıza biraz sahip çıkar mısınız, ortalığı ne hale getirdiler!" Kadın bir düşten uyanmış gibi silkiniyor: "Kusura bakmayın. Babalarının ölüm haberini henüz aldık. Ne yapacağımı bilmiyorum. Çocuklar da bilmiyor."

Buna dair bir örnek de bende var: Arkadaşlarımla bir iftar organizasyonuna katılmıştım. Çirkince bir kedi yakınımızda oturuyordu. Gözü masamızdaki yemeklerdeydi. Biz de aramızda şakalaşarak "Bakışa bak bakışa! Buradakiler ancak bize yeter! Oruçlunun yemeğine sulanılır mı?" gibi şeyler söylüyorduk. O sırada kedi ayağa kalktı. İnanın hepimizin bir anda yüzünün şekli değişti. Bir ayağı yoktu kedinin. Üç ayağıyla sekerek yürüyebiliyordu. Az önce masadan zırnık koklatmamak konusunda kararlı olan bizler, tabaklarımızdaki herşeyden vazgeçtik, kediye beğendirmeye çalıştık. Kedinin ayağa kalkışıyla masada yaşanan duygu değişimini, o gün bugündür, unutamıyorum.

Bütün bunları neden anlattım? Normal bir mü'minde 'inanılması zor gelen' hadislere karşı varolması gereken tevakkufun mantığını bir nebze çağrıştırabilmek için. Şunu kabul etmek gerekiyor önce: Detay dediğimiz şey aslında sihirli birşey. Ve kesinlikle önemsiz değil. (Kuantum fiziği dahi, makro âlemde değil, mikro âlemde yapılan deneyler sırasında farkedilmiştir.) Bazen, zahiren küçük bir detaya yeni bir farkındalık, olaylara bakışımızda 'paradigma değişimine' sebep olabilir. Sıklıkla da oluyor bu...

Örnekleri bile boşuna verdim aslında. Her gün yaşadığımız şeyler bunlar. Bir dostunuzun diğerine karşı öfkesini anlamak için, hemen, malumunuz olmayan bir detayın araştırmasına girişiyorsunuz. Sonra öğreniyorsunuz ki: Vaktiyle o diğeri de şu dostunuza bazı yanlışlar yapmış. Bunu arıyorsunuz. Bunu hepimiz arıyoruz. Çünkü olayları/taşları yerlerine oturtmak için bu tefekküre ihtiyacımız var. Fakat şunu asla yapmıyoruz: Dostumuzun eylediğini ahlakına uygun görmeyince "Böyle birşey olmadı!" deyip inkârına girişmiyoruz. Çünkü bu mantıksızdır. Yaşananlar karşımızdayken inkâra girişemeyiz. Meğer ki: Yaşananlar arzumuzun hilafına ve biz de arzumuza esir olmalayım.

Uzun ömürlü (inşaallah) bir yazıya kısa ömürlü bir örnek olacak ama, Ahmet Türk'ün kollarına girmiş jandarmalarla çekilen fotoğrafı hakkında önceleri neler söylendi? "Saygın ve yaşlı bir insanı, jandarmalar kollarına girmiş bir şekilde, oradan oraya götürmek ne kadar yanlış!" Fakat Ahmet Türk ne dedi o fotoğraf hakkında sonra: "Kayıp düşmemem için kollarıma girdiler." Bakınız, küçücük bir detay, ama olaya bakışınızı topyekün değişikliğe uğratabiliyor. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 3. Dalı'nda yeralan mezkûr ifadesi de işte bu detay tereddüdüne uyanık olmamızı salık veriyor: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."

Benim de kolaylıkla hadis inkâr edenlerde anlayamadığım şey bu: Modern bilim, herhangi bir detay farkındalığının bilimde topyekün paradigma değişikliğine, hatta evren algısının büsbütün değişmesine sebep olabileceğini kabullenirken ve ona uyanık/tetikte düşünürken; siz neden nakil ilminde 'başka yöne açılabilecek kapıları' kilitliyorsunuz?

Hakkınızda suizan etsem Denial filminde dendiği gibi diyeceğim ki: O yöne açılan kapıları görmemek için. O kapıların varolmasını istemiyorsunuz zaten. Çünkü o kapılar ortaya çıkarsa, aslında yapmak istediğiniz şey, yani 'hadis ilmiyle/nakliyle gelen bilginin tartışmaya açılması' mümkün olmayacak. Eğer bunlarda bir hikmet olduğu ortaya çıkarsa 'inkâr paradigması'nın en sağlam kaleleri düşmüş olacak. O yüzden içinizdeki engisizyonda Galileilerin ensesine umarsız çöküyorsunuz. Tevakkuf etmek, anlamayı ve hak vermeyi kaçınılmaz kılacağı için. Dünya yuvarlak çıkacağı için.

Bitirirken bir not: Detay bilgisinin hadislerin doğru anlaşılmasında ne denli zenginlikler oluşturabileceğini anlayabilmek adına Ebubekir Sifil Hoca'nın Riyazü's-Salihin'den veya Mişkatü'l-Mesabih'ten yaptığı desleri takip etmenizi tavsiye ederim. İnternetten de kolaylıkla bulunabiliyorlar.

20 Ocak 2017 Cuma

Akıl ve nakil meselesinde 'bir kafa karıştırma taktiği' üzerine...

Bu meselede kalem oynatacak ehliyete sahip değilim. Fakat benim gibi bu tarz itirazlarla karşılaşmış olanlara, küçücük de olsa, bir yararım dokunsun isterim. Bizzat yaşadığım birşey. Eskiden Risale-i Nur'la da münasebeti bulunmuş, ancak daha sonra modernist/ehl-i bid'a rüzgarlara kapılmış birisi, sosyalmedyada yaptığım hadis müdafaaları nedeniyle demişti ki bana: "Sen hadisleri bu kadar savunuyorsun, ama bak, Bediüzzaman Muhakemat'ta ne diyor: Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur." Yani aslında demek istiyordu ki: "Bir hadis akla uygun olmadığı zaman reddetmekte veya tevil etmekte bir beis yoktur. Bak, Bediüzzaman da öyle söylüyor." Ben de kendisine mürşidimin o metne tetimme kabilinden eklediği şu ifadeyi hatırlattım: "Fakat o akıl, akıl olsa gerektir..."

Daha sonra benzeri şeylerin İmam Şafii (r.a.) gibi ehl-i sünnetin büyükleri üzerinden de denendiğini gördüm. Anladım ki: Bu bir taktiktir. Aklın ve naklin tearuzu sadedinde söylenmiş böylesi cümleler, bağlı ve mukayyet oldukları bahislerden cımbızlanarak, ehl-i sünnet mensublarının gözünde 'hadislerin reddi' normalleştirilmeye çalışılmaktadır.

'Aklın akıl olması meselesi' aslında bize, onu, doğru bilginin tek kaynağı olarak görmemeyi de öğretiyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Akıl, iman edilen şeylerin rengiyle renklenen, işaretiyle yönlenen ve eşliğinde şekillenen bir araçtır. Doğruyu ararken işe yarar, ama doğrunun 'hikmetinden sual olunmaz' tek ölçüsü olamaz. Örneğin: Bireysel menfaatinin en yüce şey olduğuna inanan birisi için 'başkasının parasını aşırmak' normal bir davranış olabilir. Yine, büyük balığın küçük balığı yutmasının doğanın (veya piyasanın) gereği olduğuna iman edenler için birilerini iflas ettirmek hayatın lazımı sayılabilir. Ve yine sokakta denk geldiği bir dilenciye para veren ile bunun yapılmaması gerektiğini düşünen, her ikisi birden, kendilerince bir akılla hareket etmektedirler. Bu noktada hakikat arayışı şu soruya odaklanır: Hakikat hangi akılla bulunacak?

İşte, İslam, hakikat gavvası/dalgıcı olacak aklın şekillendiricisi olarak nakli önemser. (Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi, modern aklın, selef-i salihînin aklından bu yönüyle ne kadar eksik olduğunu da ortaya koyar.) Bizzat vahiy, yolunu kaybetmiş beşer aklına doğru yolu göstermek için, taraf-ı ilahîden lütfedilen bir nakildir. Tabir-i caizse, ayetler, Hz. Cebrail aleyhisselam ve Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselam kanalıyla, yani 'yine nakledilerek' bize ulaşmışlardır. Başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere, geçmişten bugüne nakledilegelen tüm sahih bilgiler, düşünce dünyamızı tefekkürde mahir dalgıçlar olacak şekilde geliştirir ve yetiştirirler. Bediüzzaman'ın felsefe hakkında en çok yakındığı şeylerden birisi de budur. Onun, kendisini merkeze alan aklı, maneviyata karşı yabancılaştırmasıdır:

"Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmazlar. Meselâ büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul eden ve gittikçe mâneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir."

İşte tam da bu yüzden Bediüzzaman'ın "Abdulkadir Geylanî Hazretleri mi, yoksa Aristo mu?" şeklindeki bir soruya vereceği cevap açıktır:

"Acaba yerde iken Arş-ı Âzamı temaşa eden, harika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene mâneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn, hatta hakkalyakîn sûretinde keşfeden Şeyh Geylâni (k.s.) gibi yüz binler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve mânevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz'î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder? Ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?"

Burada artık aydınlanmacılığın sorgulanmaz aklından değil, gelenekten gelen naklî/aklî bilgilerle şekillenmiş bir akıldan bahsediyoruz. Bu aklın değerlendiriş usûl ve üslûbu değerlendirdiği herşeyin rengini değiştirir. Daha arkasına uzanmaya çalışsak, varacağımız yer, esma-i hüsna bilgisidir. Allah'ın nasıl tarif edildiği veya 'ona nasıl inanıldığı'dır anlam dünyamızı bütünüyle belirleyen. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir..." sırrınca, Allah'a 've hüve ala külli şey'in kadir/herşeye gücü yeten' olarak inanan bir insanın aklına, elbette, mucizelere inanmak zor gelmez. Allah marifeti eşya marifetine böylece yön verir.

Ancak mucizelere inanmasıyla birlikte de iş bitmez. Mucize kavramının tanım ve çerçevesini de yine nakilden öğrenir. Nitekim, hiçbir hakiki müslüman, naklî delilleri bu denli sağlam olan Miraç hadisesini veya nüzûl-i İsa aleyhisselamı veya mehdiyeti "Aklım almıyor!" diyerek inkar etmez. Çünkü aklını, naklî bilgiyi inkâra değil, anlamaya kullanır. Çözemiyorsa da saygı gösterir. Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır!" der, ilişmez. Bakınız bu noktada Ebubekir Sifil Hoca neler söylüyor:

"Aklî ve naklî deliller çatıştığında şu dört ihtimalden birisi söz konusudur: 1) Hem aklî, hem de naklî delil kat’îdir. 2) Her iki delil de zannîdir. 3) Naklî delil kat’î, aklî delil zannîdir. 4) Naklî delil zannî, aklî delil kat’îdir. Bu ihtimallerden ilkinin vukuu mümkün değildir. Zira her ikisi de kat’î olan delillerin, birisini tercih etmedikçe diğeriyle amel etmek mümkün olmayacak tarzda çatışması (tearuz) aklen mümkün değildir. İkinci ihtimal söz konusu olduğunda, her iki delil de zannî olduğundan Müslüman aklı, naklî delili tercih eder. Üçüncü ihtimal karşısında izleyeceğimiz yol açıktır. Zira ikinci ihtimalde tercih edeceğimiz 'naklî delil' olunca, üçüncü ihtimalde bu yol evleviyetle izlenecektir.

Dördüncü ihtimale gelince, aklî delilin naklî delile tercih edileceği yegâne ihtimal budur. Ancak burada da (zannî olan) naklî delil tamamen terk edilmez; kat’î aklî delil ile çatışmayacak makbul bir tarzda tevil edilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: 'Aklî delil' ifadesiyle zikrettiğim delil, 'vehmî' veya 'hayalî' olmamalı, 'bedihiyyat' dediğimiz, kabulü zorunlu bir gerçeği ifade etmelidir. Burada sadece 'kat’î aklî delil'in değil, 'zannî aklî delil'in dahi bir vehim veya hayalden kaynaklanmadığından emin olunmalıdır."

İşte, Bediüzzaman'ın Muhakemat'ta zikrettiği durum da Ebubekir Hoca'nın detaylarıyla izah ettiği bu dördüncüsüdür. Bu noktada diyebiliriz ki artık: İslam'ın akıldan saydığı 'akıl' naklî delil sisteminin geçerliliğini kabul etmiş, tanımlarıyla yetişmiş veya gerektiğinde teslim olmaya hazır olan mü'min aklıdır. İmam Buharî'nin (r.a.) adı anılınca yüzü ekşiyen, İmam Şafii (r.a.) denilince cin çarpmışa dönen, İmam Suyutî (r.a.) anılınca alerji olan tiplerin aklıyla İslam'ın nakil mirası tartılmaz. Onların kafalarındaki modern kalıplarla yapacakları tartıda meziyet bulunmaz. Biz, işte tam da bu yüzden, selef-i salihîn dönemindeki akılların mirasına büyük bir kıymet, teslimiyet ve saygı gösteriyoruz. Çünkü bugünün aklına/algısına güvenmiyoruz. Nakli tevil edecek olan akıl, aklına yatmayan herşeyi reddetmeye meyyal, şu yüzyılın aklı olamaz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...