8 Temmuz 2015 Çarşamba

Emre Dorman nereye koşuyor?

Okuyanlar anımsayacaklar: Mustafa İslamoğlu'nun iddialarına cevap olarak, ismi yine Risale-i Nur'dan mülhem, 'Güya Allah'ı takdis ederken...' diye bir yazı serisi karalamıştım. Bediüzzaman bu ifadeyi Mutezile için kullanıyor aslında. Onların 'iyi birşey için kötü birşey' yaptıklarını dile getiriyor orada. Amaçları ne? Amaçları, Allah'ı takdis etmek, Onu kusurlardan tenzih etmeye bir yol bulmak. Ulaşılan sonuç ne: Şirke kapı açmak. Uluhiyet akidesini en pis çamurla lekedar etmek. Nasıl? Anlamak için ilgili metne dönelim yüzümüzü:

"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)

Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.

Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler."

Emre Dorman'ın attığı twiti okurken de aklıma bu bahis geldi nedense. Şöyle diyordu Dorman orada: "Hadis reddetmek peygamberi inkar etmek değildir. Kur'an'ı tek ölçü bilip peygamberimize atılan iftiraları reddetmektir." Yani ilgili beyanlarından Kur'an müslümanlığı rüzgarına kapılmış olduğunu anladığımız Dorman'ın aslında niyeti iyi, pek güzel, hatta pek şeker. Hadisleri reddediyor ki, Kur'an daha güzel anlaşılsın ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselama atılan iftiralar temizlenmiş olsun. Peki nübüvvetin öğretmenlik fonksiyonu? Boşver canım onu. Modern zamanlardayız. Süper zekalıyız. Biz hallederiz. Oh ne güzel... İnkar et rahatla. Ne kadar bilimsel bir metod öyle değil mi?

Fakat bir saniye! Bu ifade Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği tehlikeyi andırmıyor mu biraz? Yani yapılan şey görünüşte bir takdis/tenzih iken, hakikatte insanın kendi hevasının/fehminin sınırlarıyla birşeyleri sınırlandırması değil mi bu da? Mesela; Mutezile, Allah'ı kendi fehmince/idrakince temizlemek isterken aslında onun 'yaratışına' bir sınır koyuyor ve şirk koşuyor. Daha beter kirletiyor uluhiyet anlayışını... Peki, bizim iyi niyetli Emre Dorman'ımız acaba hangi çamları deviriyor Allah Resulünü temizlemek isterken? Düşünmek gerekmez mi üzerine?

Hani meşhur bir sözdür, bilirsiniz: "Kötülüğün yolları iyi niyet taşlarından örülmüştür..." denir. Ben bu haleti, o sözün anlattığına çok benzetiyorum. Böyleleri aslında bizi yaptıklarının neticeleriyle yüzleşmeye değil, bunu yapmaktaki amaçlarının güzelliğine meftun etmek istiyorlar. Aforizma aforizma avlıyorlar imanımızı. Tıpkı Hayvan Çiftliği'nde Orwell'ın güzelce tasvir ettiği gibi. Domuzlar, daha iyi bir gelecek için hayvanları bir devrime ikna ediyorlar, ama sonuçta devrimle elde edilen eskiden de kötü, beterin beteri bir düzen oluyor. İşte bizdeki Kur'an müslümanlığı meftunlarının da bizi razı etmek istedikleri ütopya bu. Hatta 1984 romanı tarif edilirken kullanılan ifadeyle: Karaütopya.

Prof. Dr. Orhan Çeker'in Tasavvufî Meselelere Fıkhî Bakış kitabında hadis ve Kur'an arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı, çok beğendiğim bir ifadesi var: "Eğer hadisler olmazsa..." diyor Çeker, "Kur'an manevî tahrife açık hale gelir." Yani Kur'an'ın lafızlarının değil, ama o lafızlardan anlaşılması gerekenin tahrifi/bozulması ancak hadislerin inkârıyla mümkündür. Yoksa hadisler sizin ayaklarınızı/ellerinizi istikamet üzere bağlar. Kur'an'daki kelimeleri/cümleleri, onlarla kastedilenin ne olduğunu, size hayatın içinden örneklerle/anılarla söyler hadisler. Bu nedenle Kur'an'ın kalkanı gibi bir işlev görürler. Eğer niyetiniz Kur'an'ı tahrif etmekse, önce bu zıhra sataşmanız gerekir. Hadislere olan güveni kıramazsanız, Kur'an'ın mana ve tevilce tahrifini başaramazsınız. Belki kelime-i şahadette Allah'a imanın Resulüne imana bu derece bağlanmasının sırrı da budur. Ve nitekim Kur'an'da da sık sık hem Allah'a, hem Resulüne itaat edilmesinin gereği vurgulanır. (Sadece Kur'an'a değil.) Ehl-i sünnet âlimleri de hep bu yol üzere gitmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Konuya dair güzel bir izahı da Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları 2'de yapıyor:

"Bütün mesele, Sünnet'e söyletemediklerini Kur'an'a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur'an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi, muradullaha yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid'at fırkaları, davalarını Kur'an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple Efendimiz, ümmetin 70 küsûr fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste 'kurtuluşa eren fırka'nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerine bulunduğu yolda yürümek olarak tayin ve tarif buyurmuştur."

Hadis inkarcıları, işte yine sırf bu nedenle, ehl-i ihtisas olmadıkları halde hadisler konusunda boru öttürmeye pek meyyaldirler. Hepsi serapa ehl-i fazilet insanlar olan hadis imamlarını ve başlıbaşına çok derinlikli/nitelikli bir ilim olan hadis ilmini küçük göstermek için yarışmaları da bundandır. Hatta bu insanların içine düştüğü en büyük sapkınlık, sened tahlilini öteleyip kendi akıllarıyla mana tahliline girişmeleridir.

Onların akıllarının ve Kur'an'dan anladıklarının tek miheng olduğu bir düzlemde konuşur da konuşurlar... Cür'etin bini bir para olur. "Bence hadis değil..." veya "Bana hadis gibi gelmiyor..." dışında hiçbir usulleri ve değerlendirme kıstasları yoktur aslında. Biraz üzerlerine gitseniz mesela: Bir hadisin hadis olduğuna karar verirken hangi standartlara dayanırlar? Neye göre ve ne göstergelerle karar verirler? Neye göre reddeder/kabul ederler? Hepsi bunların gözünde/zihninde duman olmuştur. Bazen olur, işlerine geldiğini düşündükleri için zayıf hadisleri en sahih hadislerden bile daha muteber gibi aktarırlar. Bazen de işlerine gelmiyor diye en sahih hadislere bile burun kıvırır, dudak bükerler. Tutarsızlıkların "Bana öyle geliyor/gelmiyor..." çizgisinde bir papatya falı tahlile dönüştürüldüğü bu ekol mensuplarından duyduğunuz hep şudur: "Sizi uydurulmuş dinden, indirilmiş dine çağırıyoruz."

Fakat ne tuhaftır ki; hiçbirinin indirilmiş dini de bir diğerine uymaz. Hepsine ayrı ayrı birşeyler inmiş gibi olur. Hadisleri inkar etmekle güya Kur'an bayrağı altında toplanmış(!) bu zümrenin, bu bayrak altında toplanmakla tevhide ulaştıklarını düşünmek de mümkün değildir. Bunların cemiyeti, duyduğu her ayeti başka taraflara çeken/farklı anlayan sağırlardan oluşmuş sağır sultanlar korosudur.

Emre Dorman okur başka anlar. Caner Taslaman okur başka anlar. Mustafa İslamoğlu okur başka anlar. Yaşar Nuri Öztürk okur başka anlar. Abdulaziz Bayırdır okur başka anlar. Hepsinin keyfine göre küçük küçük fıkıhçıkları oluşur. Böylece tamamen iyi niyetlerle Allah Resulünü ve Kur'an'ı tenzih etmeye çalışırken insan sayısınca dininiz olur. Çünkü Kur'an'ın etrafındaki mana koruyucuları yıkılmıştır. İsteyen, istediği lafzı, istediği lügatten, canının çektiği anlamı vererek, istediği gibi tahrif eder. Bir örnek vereyim: Bunlardan birisiyle konuşurken 'hadislere bu denli itimatsızsa/güvenmiyorsa namazlarını nasıl kıldığını' sormuştum mesela. Bana, namazda bizim olmazsa olmaz gördüğümüz her rüknün uydurma olduğunu, orada secde/rükû ile kastedilenin de aslında Allah'a saygı duymak olduğunu söylemişti. Varın siz düşünün gerisini: Böyle insanlarda dinden ne kalır?

7 Temmuz 2015 Salı

Bediüzzaman hatasız mıydı?

Daha evvel de bu konu hakkında yazdığımı anımsıyorum. Fakat dönüp dönüp tekrar önüme çıktığı için bir yazı daha yazsam israf olmaz zannederim. Doğrudan mevzuya gireyim: Bediüzzaman hatasız mıdır? Elcevap: Hayır. Bu, kendisinin eserlerinde bizzat yaptığı tashihatla ve yine 'ismet sahibi olmadığının özellikle altını çizdiği' beyanlarıyla sabittir. Hepsini buraya alamayacağım. Hacmi çoktur. Fakat, mürşidimin hayatını dahi Eski Said ve Yeni Said diye ikiye ayırdığı hatırlanırsa, özeleştiri mahiyetindeki ifadelerinin ne denli çok olduğu tahmin edilir. İki örnek verip geçeceğim:

1) Kastamonu Lahikası'nda Münazarat'ta yaptığı iki tesbite yönelik düzeltmesi. 2) Şualar'ın sonunda ebced/cifr hesaplarına dair yaptığı hataları (hesap hatalarını) ilave metinlerle düzeltmesi. (Ki yaptığı hataları ve düzeltmeleri aynı eserde beraberce okuyabiliyorsunuz. Böyle de hatalarıyla barışık bir Üstada sahibiz.) Buna benzer başka düzeltmeleri de var. Fakat dediğim gibi: Yazıyı uzatmamak için alıntılamıyorum. Bunun dışında, yine, sözlerinin okurları tarafından sınanmasını salık verdiği birçok beyanı var. Mihenge vurulmayı talep ettiği yerler var. Bunlar her Nur talebesinin malumu şeyler.

"Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü... Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki: Sizler—haddimin fevkinde—bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz. Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir."

Peki, bu temcid pilavı gibi soru cümlesi neden dönüp dönüp bizim karşımıza çıkıyor: "Bediüzzaman hatasız mı?" Bunun sebebi bence şu: Bu cümleyle kastedilen yukarıda bahsettiğim şey değil. Kastedilen ismetsizlik olsa zaten Nur talebelerinin buna bir itirazları yok ve olamaz da. Onların da bağlı bulundukları ehl-i sünnet itikadı peygamberlerden başkasına böyle bir yüklemeyi kaldırmaz. Aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini her ehl-i sünnet mü'min gibi nur talebeleri de gayet iyi biliyorlar. İtikatlarının ehl-i sünnet itikadından hiçbir farkı yok. Sadece bu meselede değil her meselede durum böyle. Nur talebeleri, bu bilginin dostlarımızı şaşırtmadığını biliyorum, ehl-i sünnet itikadına sahiptir.

Bu 'Bediüzzaman hatasızdı-değildi' muhabbetinin yaslandığı şey, Bediüzzaman'ın bir işte, bir fiilde, bir amelde, her insanın yapabileceği şekilde, bir hataya düştüğü/düşebileceği manası değil. Öyle olsa zaten sorun yok. Pek güzel anlaşabiliriz. Çünkü hemfikiriz. Ama hayır! Bu sorunun altında yatan mana aslında şu: Bediüzzaman ısrarla bir yanlışı takip eder miydi? Veyahut biraz daha sertçe yüzleşelim: Bediüzzaman ehl-i sünnet itikadına uymayan bir sapkınlığı ömrü boyunca savunmuş muydu? Soruyu bu şekilde, aslında onunla kastedilen şey halinde karşımıza alınca, nur talebelerinin böylesi muhabbetler esnasında neden gerginleştikleri de daha net anlaşılıyor. Çünkü itham edildikleri şeyin her kulun maruz kaldığı/kalabileceği bir hataya düşme, sürçme değil; bir 'hatada ısrar etme' hatta 'hatayı ekole dönüştürme' yani bir nevi sapkınlık suçlaması olduğunu ferasetleriyle hissediyorlar.

Şimdi, soruyla böyle yüzleşilince, cevabımız ikileşiyor. Başa dönelim: Bediüzzaman ismet sahibi miydi? Cevabımız: Hayır. Hâşâ. Bediüzzaman hata yapmış mıdır? Cevabımız: Evet. Gayet tabii. Peki, Bediüzzaman, itikadî/amelî bir yanlışı onu takip eder şekilde, savunur şekilde, inanır şekilde veya doğru bilir bir şekilde yaşamış/anlatmış mıdır? İşte, çevresindeki bütün sisleri dağıtarak, kavgamızın düğüm noktasına geldik:

Hayır! Yüzbin kere hayır! Onun takipçileri/talebeleri olarak buna inanmıyoruz. Hayatı ve eserleri içinde gördüğümüz istikamet bizi ondan emin kılıyor. Devri ulemasının ona hürmeti bizi ondan emin kılıyor. Talebeleri içindeki ehl-i ilim ağabeylerin ona muhabbeti bizi ondan emin kılıyor. Hem o bizim istikametinden emin olduğumuz mürşidimizdir. Ve talebeliğin en temel hassalarından birisi, kendisinin de neredeyse her mektubunun başında altını çizdiği gibi, sadakattir. Mürşidine sadakat göstermektir. Bunu körükörüne bir itaat olarak algılamayın lütfen. Zira Kur'an bize şöyle emrediyor: "Sâdıklardan iseniz delil getirin!"

Ve biz de mürşidimiz bildiğimiz Bediüzzaman'a sadakatimizi 'delil getirerek' ve 'onun getirdiği deliller üzerine çalışarak' koruyoruz. Yani bu noktada hiçkimsenin Nur talebelerine şöyle deme hakkı yok: "Mürşidinizin fikrine delil bulmaya, savunmaya, açıklamaya çalışıyorsunuz. Demek ki onun ismet sahibi olduğunu düşünüyorsunuz!" Kusura bakılmasın ama, bu telden bağlama çalmaya devam edersek, neredeyse her mürşidin takipçileri bahsettiğiniz dalalete düşmüş sayılır. Hatta İmam-ı Azam (r.a.) karşı yapılan eleştirilere karşı onun savunmasını yapan İmam Yusuf (r.a.) bile. Hatta ona cevabî bir metin kaleme alan İmam-ı Şafii (r.a.) bile.

Şunu söylemek istiyorum: Hangi ekolün müntesibi yoktur ki mürşidinin çizgisini savunmasın ve onun talebelerinden hakkı olarak davasına delil getirmeye gayret etmesin? Ehl-i sünnet içi (hatta dışındakilerin bile) her ekol sahibinin en tabii hakkını nur talebelerinin elinden almak mıdır objektif olmak? Hakkı olan savunmayı yapmak mıdır Bediüzzaman'ı günahsız/ismet sahibi saymak? Rüştü Asyalı'nın Keloğlan'da sorduğu gibi sormak gerekiyor o zaman: "Adaletin bu mu cazgır?"

Yazıyı uzatacak ama, meseleyi hemen ebced/cifir meselesine de bağlamak istiyorum. Çünkü girdiğim bütün tartışmalarda kuyrukları neredeyse birbirine bağlı iki meseledir bunlar. "Bediüzzaman hatasız mıydı?" sualinin arkasını biraz kovalarsanız ilk varacağı yer ebced/cifr meselesidir. Bu bahsin bir diğer enteresan yanı: Bazı ehl-i sünnet müdafilerinin (Allah onlardan razı olsun) ve bazı modernist/ehl-i bid'a fikir erbabının (Allah onları ıslah etsin) beraberce eleştirdikleri bir yanının olmasıdır. Yani ne onlar severler bu meselede nurcuları, ne ötekiler.

Bir kere zaten ebced/cifr gibi bir yanı keşfe bakan meselelerin ümmetin tamamını bağlayıcı bir yanının olmadığını akılda tutmak gerek. Yani bir âlimin keşfine, ancak o âlime itimadınız va sadakatiniz varsa, tâbi olabilirsiniz. Risale-i Nur'u doğru dürüst okumamış, Bediüzzaman'a intisabı yok, belki yalnız muhabbeti var; böyle bir insanın kafasına vurur gibi bu konulardan bahsetmek yanlıştır. İnanmasını dayatmak daha da yanlıştır. Bediüzzaman dahi bu konuyla ilgili eserlerini önceleri mahrem tutmuş, sonraları talebelerine (en haslarından başlayarak) okutmuştur. Hem hepsinin ardından "Allahu'l-alem!" demiştir. Bu hiyerarşiyi görmez gibi, bilmez gibi, daha dün daireye girmiş-girmemiş birisiyle ebced/cifir kavgasına girilmez. Dayatılmaz. Çünkü ilgili yerlerde Bediüzzaman'ın defalarca ve defalarca altını çizdiği birşeydir: Bu onun kanaatidir. Kanaate itiraz edilmez. (Kur'an ve sünnetle çelişmediği sürece.) Keşfin böyle bir yanı vardır. Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da ebced/cifr konulu bir yazısında (Hikemiyât isimli eserinde) şöyle der:

"Bununla birlikte Allah'ın veli kullarının, geçmiş ve geleceğin gaybı hakkında keşfî bilgi edinmesinin her zaman mümkün ve vaki olduğuna inancımız da tamdır. Ancak Ehl-i Sünnet âlimleri, böyle bilginin bile diğer insanları bağlayıcı kesin bir delil olmadığını ve onu elde edenin de, diğer dinî delillerle çatışmaması şartıyla onunla amel edebileceğini söylemişken; cifr gibi kesinliği hakkında elimizde herhangi bir dinî delil bulunmayan bir uğraş sonucu elde edilen bilgilerin dinî herhangi bir değer taşımadığını akıldan çıkarmamak gerekir."

Ben bu duruşu istikametli buluyorum. Zira birşeyin yokluğuna hükmetmenin, Kur'an müslümanlarının bu sıralar sıklıkla yaptığı gibi, "Kur'an'da yok!" denilerek yapılamayacağına kaniiyim. (Kur'an'da ve sünnete açıkça "Bu yoktur!" deniliyorsa o başka. Ancak ebced/cifr meselesinde böyle bir nehiy yok diye biliyorum.) Fakat bu ilim sonucu elde edilen bilginin de ümmete boyun eğdirici/bağlayıcı bir yapısının olmadığını en az Ebubekir Sifil Hoca kadar savunuyorum.

En nihayet, bu, nur talebelerinin bir iç meselesidir. Bediüzzaman'a muhabbet ve intisab miktarınca kanaat getirilecek birşeydir. Onun dediği gibi "Allahu'l-alem!" diyerek alınacak bir bilgidir. Bediüzzaman, bu hesapları açıkladığı eserleri boyunca, bu sırrın altını çizmiştir. Kendisine katılmayanlardan beklediği ise saygıdır, edeptir, hürmettir. Bu hesabı daha önce kullanan İslam büyüklerine, mesela İbn-i Arabî (k.s.) veya Necmeddin-i Kübra'ya (k.s.), gösterilen saygıyı bekler sadece. Hatta benzer itirazları dillendiren bir seyyid âlime (Allah ona rahmet eylesin) verdiği cevap titreticidir:

"Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak."

İşte, arkadaşlar, herhalde derdimi anladınız. Belki canımızı yakan şeyi de bu yazıyla daha net teşhis ettiniz. Duruşumuz budur: Bediüzzaman'ın hataları her insan gibi olabilir, ama o bir ehl-i sünnet âlimi olarak, asla ve asla itikadî bir sapmanın takipçisi olmamıştır. Olmamıştır. Olmamıştır. İçtihadı farklı olabilir. Bu içtihad galip bir içtihad olmayabilir. Ehl-i sünnet içi şıklardan kimilerinin beğenmediği bir şıkkı seçmiş olabilir. Ulema içinde böyle ihtilaflar çoklukla vardır zaten. Bediüzzaman ilk de değildir. Fakat ben hücrelerime kadar iman ediyorum ki: Onun arkasında durduğu herşeyin ehl-i sünnet çizgisinde bir açıklaması vardır. Nur talebelerine şimdi düşen, geçmişle bağlarını kavileştirip, Üstadlarının bizzat muhatap olup cevap veremediği bu gibi meselelerde mukni deliller neşretmektir. Sâdıklardan olmanın isbatı budur. Lahikalar bizden 'aziz ve sıddık' yani "İzzetle ve sadakatle davasını savunur!" talebeler olmamızı bekliyor. Allah olmayı nasip eylesin. Âmin.

5 Temmuz 2015 Pazar

Kadere iman etmek neden kaçınılmazdır?

Bugün sizinle 'gayba iman etmek' ve 'hakikati arayış şeklimiz' arasındaki bağı konuşmak istiyorum. Çünkü bu meselede kimileri bizi 'kolaycılık' yapmakla suçluyorlar. Bu doğrudur. Ama doğru olarak doğrudur. Yanlış olarak doğru değildir. Sohbetimize şöyle bir yerden başlayalım: Bir insan gaybı iken varlığına iman etmediği bilginin şahidi olamaz. Onu elde edemez. Ona ulaşamaz. Bunu söylemekle kastım aslında şudur: Eğer siz, bir 'şey'in olabileceğine (en azından) ihtimal verip (henüz vücudu müşahade edilmemişken) onun peşine düşmezseniz bilgisine de ulaşamazsınız. Yani, bir açıdan, hayaliniz dahi gaybınızdır sizin.

Nitekim ne Edison'un ampulü ne de başka bir ismin başka şeyi keşfi 'tesadüf işi'dir. Yani, bu isimler, yolda ıslık çalarak yürürlerken aniden ceplerinden ampul veya başka bir teknolojik icad çıkmamıştır. Bizzat onu bulmaya yönelik özenli/kararlı adımları vardır. Emek emek, dilek dilek, hayal hayal duaları vardır. Onlar, bunların varolabileceğine ihtimal verip, hatta ne ihtimal vermesi, çılgıncasına iman edip çalışmalarıyla bu icadlara (yani gıyabında iman ettikleri şeyin hakikatine) ulaşmışlardır.

Tamam, meşhur hikayede Newton yerçekimini ararken başına elma düşmüştür, fakat hüner ne Nasreddin Hoca'nın kavuğunda ne de elmadadır. Elma sadece aranılanın üzerinden verildiği sebep olmuştur. Düşmesine tesadüf dense bile okunuşuna tesadüf denemez. Newton'un açlığını taşımayan bu okumayı yapamaz. Bu yüzden diyorum ki: Gayb iken iman edilmeyen şeyin marifetine ulaşılamaz. Çünkü her bilinen önce 'bilinmeyen'dir. Kestirilmeden önce sezilendir. Tahakkuk etmeden önce tahayyül edilendir. Bilmek yolculuğunun kaçınılmaz adımlarıdır bunlar. Kimse bu adımları atlayamaz. Gaybken imanı olmayan hakikate ulaşamaz.

Bu noktada, gayet hikmetli bir şekilde, tesadüfün kollarını en çok kıran şeyin gayba iman olduğu görülüyor. Ancak tersten bir bakışla. Tesadüf eseri bilim olmuyorsa (ki olmuyor), yani herşey önce zan/tahmin içeren bir teori üretimiyle başlıyorsa, o halde hiçbir keşfediş tesadüf işi değildir. İnsan tesadüfen hiçbir harikalığa rastlamamıştır. Ancak olabileceğine ihtimal verdikleri, bu ihtimale dikkat ettikleri ve dikkatinde zaman harcadıkları şahitliği olmuştur. Yani imanı ilmini doğurmuştur.

Ne gariptir ki, elde ettiği ve pek güvendiği modern harikalara taparcasına ve onlardan kendisine ilahlık payesi çıkarırcasına rağbet eden modern insan; elde ettiği payenin ardından varlığı tesadüflerle açıklamayı seçiyor. Öncesinden hayali dünyasına girmemiş hiçbirşeye ulaşamayan beşer, her nasıl oluyorsa, varlığın ötesinde daha 'önceki aşamalar' ve 'sonraki aşamalar' olduğuna iman etmede tereddütler yaşıyor. Orada olanı şurada inkâr ediyor. Halbuki varlık âleminin bir ara âlem olduğunu beyninde yakinen biliyor. Vücudu olmayanların önce hayalde varolup sonra dünyasına teşrif etmesi; giderken de hatırasını yine başka bir vücud şeklinde bırakması; bu âlemin sadece bu âlemle açıklanamayacağının en büyük delilini oluşturuyor. Yani, insan, hayali ve hafızası üzerinden bile kadere iman edebilir kolayca. Gelenlerin gelmeden önceki sezilişinden ve gidenlerin hatırlanmak kaydıyla gidişinden şu çıkarımı yapabilir.

"Herbir mevcut, vücuttan gittikten sonra, ifade ettiği mânâlar ve arkasında baki kalan hüviyet-i misâliyesi âlem-i misâlde mahfuz kalır. Hem hayatının etvâriyle 'mukadderat-ı hayatiye' denilen sergüzeşte-i hayatiyesi, âlem-i misâlin defterlerinden olan levh-i misâlide yazılır. Ruhanilere, dâimi mevcut bir mütalâagâh olur. Hem, cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i ahirete gönderilecek mahsulâtı baki kalır. Hem, etvâr-ı hayatiyeleriyle ettikleri envâ-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem, şuûnat-ı Sübhâniyenin zuhuruna medâr çok şeyleri arkasında mevcut bırakır, öyle gider."

Unutmaya çalışmak bile bir tür hatırlamaktır. Buradan kadere de önemli bir delil vardır. Nasıl? Belki şöyle: Dünyasında, hayal/tasavvur/akıl sahalarında bir 'takdir'den geçirmeden varlık sahasına hiçbirşey çıkaramayan insan ve yine bunları kendince yokettikten(!) sonra hiçbir şekilde tam anlamıyla dünyasındaki izlerini yokedemeyen aynı canlı; nasıl oluyor da dışındaki âlemde varoluş ve yokoluşu sadece burayla açıklıyor?

Varlığın en iradelisi, en akıllısı, en ihtiyarlısı olan insanın elinden bile önceden takdir edilmemiş, karar kılınmamış, planlanmamış işler varolmazken; varlık sahasındaki harikalar nasıl takdir edilmeden meydana gelebilir? 'Nasıl olacağı önceden bilinmeyen' nasıl düzen içinde yaratılabilir? İnsan pastanın nasıl olacağını bilmeden ununu karıştıramıyorsa ondan milyon kere milyon daha düzenli olan âlem, her an, nasıl öncesinde bir ilim olmadan varlık sahasına çıkabiliyor?

İşte kadere delil olarak Kur'an'da bize öğretilen bir hakikat: "Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz." Takdir, sadece bu ayette değil, Kur'an'ın genelinde altı çizilen birşeydir. Âlem düzenlidir. Düzen takdirle olur. Takdir ise kaderi gerektirir. Tesadüf düzensizliği iktiza eder. Sanırım böyle 'takdirli bir âlem' algısını da aşılıyor bize Kur'an. Olanları tesadüf penceresinden okumamızı yanlışlıyor.

Buradan şuna da geleceğim: Bir mümin ile kafirin âleme bakışı, bilgiyi arayışı bu noktadan da farklılık arzeder. Prof. Dr. Kenan Gürsoy'un 'Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?' kitabında ilk kez dikkatimi çektiği şeydi bu. Orada dinin ve felsefenin bilgiye bakışları arasında şöyle bir nüans zikrediliyordu: Din önceden varlığına iman ettiği şeyin bilgisini arar. Yani vahiy zaten mü'mine ulaşılacak sonuçların en uçlarını vermiştir. Okumalarının nihayetini bağışlamıştır.

İslam bu yüzden tefekküründen, yeni bir akide şekli değil, o akideye yeni deliller çıkarır. Akide, istikametten sapılmadıkça, hep aynı kalır. Yani, mürşidimin tabirince, ürettikleri yeni bir dava olmaz da davanın içinde bir burhan olur. Fakat felsefe için ulaşılacak sonuçlar kesin değildir. Kesin sonuçlara imanı yoktur. O hem delil hem sonuç çıkarır. Tam anlamıyla 'bilinmeyeni' arar... Gaybı hakikaten kayıptır. Her defasında silbaştan bulunmalıdır. Bugünün modernist müslümanlarının düştüğü hata da budur. Yani, dini de felsefe gibi algılayarak, itikadı üzerinde 'görüş oynatılacak' bir saha sanmalarıdır.

Felsefeyle ilgilenenler kızmasınlar. Fakat zannederim vahyi kuşananların salt felsefe ile âleme bakanlara karşı en büyük kazancı bu: Sizin tırmanmaya çalıştığınız dağın tepesinde duruyoruz zaten. Ve bu yüzden sizin kadar yamaçlarda yıpranmıyoruz. Sadeyiz. Belki sizin kadar kelime oyunları yapamıyoruz. O dolambaçlı yollardan nasıl gelinir (belki) bilmiyoruz. Çilesiyle tanışık değiliz. Sonuçların netliği nedeniyle her istediğimizi söyleme konusunda sizin kadar hür de değiliz. Ancak şu var: Daha huzurluyuz. Daha netiz. Ve ürettiğimiz marifet taş taş üstüne koyuyor. Neticenin belirginliği nedeniyle deliller birbirine yardım ediyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır."

Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu hatırlayarak bitirelim: Biz Kur'anî asansörle şıp diye geldik hakikate. Siz dağları/ovaları aştınız geldiniz (o da belki). Bu çileyi çekmek sizin hüneriniz değil kabahatiniz. Hamakatiniz. Çilenizle hava atamazsınız. Nihayetinde Bediüzzaman'ın da dediği gibi: "Zararsız yol zararlı yola müreccahtır." Seçmediyseniz sorumluluk kimde?

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Neden 'fasıklar' sapar?

Allahu'l-alem, bana öyle geliyor ki, Bakara sûresinin 26. ayeti sadece kâfirleri tutumları nedeniyle yermekle kalmıyor. Allah'ın izzetinin izlerini de okutuyor. Mü'minlere bir izzetli duruş da öğütlüyor. Nasıl? Belki şöyle: "Şüphesiz Allah sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez..." buyruğunun bir yanı "Allah misal vereceği şeyi kâfirlerin bozuk kıstaslarına göre seçecek değildir!" manasını fehmimize taşırken, diğer yanı "Allah böyle misaller vermekten neden çekinsin? Onun sanatının herbir parçası misal verilmeye değer harikalıktadır zaten!" manasını kalbimize koyuyor. Yani, tabir-i caizse, Cenab-ı Hak, hem zatını 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' tenzih ediyor, hem de eserlerini 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' beri tutuyor.

İki yanında da izzet var. İki yanında da mü'minin algı ayarlarını yüceltmeye yönelik bir bilgi aktarımı sözkonusu. İlk vecihte, izzet, Allah'ın zatına ve 'kâfirin bozuk değerler yapısına' bakıyor. İkincisinde ise izzet, Allah'ın yaratışına ve 'sanatındaki üstünlüğe' nazar ediyor. Birincisinde, Cenab-ı Hakkın zatını tenzih ettiği şey, 'kâfirlerin bozuk kıstaslarından etkilenir' veya 'onlara kıymet verir' olmak sanki. İkincisinde tenzih ettiği şeyse 'eserlerinden bazılarının misal verilmeye değmeyecek şekilde değersiz olması.'

Yani, birisinde Kur'an'ın savunusu var, diğerinde kainat kitabının. Bir de hatırlatılan şu var sanki: Kainat kitabı ile Kur'an arasında bir çelişki yoktur. Tevhid çelişkisizliği gerektirir. Bir yazarın iki kitabı arasında çelişki olmaz. Birisinde kıymet verilip yaratılan ötekinde kıymetsiz görülecek değildir. Bizim Allahımız böyle bir Allah değildir.

"İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler..." buyrulurkense mü'minin sahip olması gereken 'teslimî uyanıklığa' bir dikkat çekiş var bence. Ne demek teslimî uyanıklık? Bencileyin izah edeyim:

Allah'a iman etmiş olmakla mü'min vasfını kazanmış insanların, misal olarak verilen şeylere, kâfirler gibi bakabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. İmanı insana (imanının derinliği nisbetinde) bir bakış açısı da yükler. Mü'minler, perdenin arkasındaki zattan, isimlerinden, sıfatlarından, şe'nlerinden haberdar olmakla, rastladıkları her ayete (yine Kur'anî ifadesiyle) "Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın!" diyecek uyanıklığa sahip olmalıdırlar. Bu, Allah'a, marifetinden dolayı duyulan bir güvendir. Bu, kainata, tevhidden dolayı duyulan bir güvendir. Bu Hakîm isminin kuşatıcılığına duyulan bir güvendir.

Mümin, misallerin hikmeti bilmezden önce, biraz fikrini yorarsa kendisine misal verilen şeylerden Allah'ın hikmetine kapılar açılacağını bilmelidir. Buna imanlı olmalıdır. Bu dua/beklenti ile o kapıya varmalıdır. Buna imanlı olana mü'min denir. Mü'min yaradanının her işinin hikmetle olduğunu bilirse mü'min olur. Çünkü marifete ulaşmasını sağlayan da bu emniyetidir. İtimadıdır. Beklentisidir. Öyle ya! Bilgiye erişileceğine inanılmadan bilgiye erişilmez. Birşeyler bulacağını ummayan bulamaz. Hatta arayamaz.

Mü'min der ki: "Eğer Allah birşeyi misal getirdiyse bunda boşuboşunalık olamaz." Yanlış anlaşılmasın. Ayette kâfirlerin dilinden aktarılan "Allah böyle misal vermekle ne murat eder?" cümlesi, bir arayışı değil, "Bu şey değersizdir!" önyargısını içerir. Bunun günümüzcesi "Bu da nereden çıktı şimdi?" gibi bir alaycılıktır. Yani: Kâfir sivrisineğin değersizliğinde mühürlenmiştir. Kanaatini sabitlemiştir. Kendisinin bu ihlaslı(!) sabitlenmesi nedeniyle de Allah, duasını kabul etmiş, onu kanaatinde sabitlemiştir.

Kainat kitabındaki bu körelmesinden dolayı Kudsî Kitab'a hadsizlikle laf eder. Burası önemlidir: Kainat kitabını yanlış okuyan illa vahye de ilişir. (Bu noktada hemen Caner Taslaman'la Ebubekir Sifil Hoca'nın münazarasında 'sinek kanadı hadisini' bir türlü kabullenemeyen Taslaman'ın "Sinek pistir!" cümlesini bir zikir gibi tekrar edişini hatırlayalım.) Yani bu cümle Allah'ın kainattaki yaratışına dair bir tenkidi de saklar içinde.

Şunun da altını çizelim: Hikmetin 'varlığına' dair değil ama 'içeriğine' dair böylesi bir sorgulamayı mü'min de yaşar. Fakat mü'minin zemini farklıdır. Mü'min varlığına inandığı şeyi arar. Zaten iman etmiş olduğu gaybın bilgisi peşindedir. Kâfir ise hemen görmediği (veya olmadığını çoktan iman ettiği) şeyi sorar. "Bu ne şimdi? Ne gereği vardı bunun?" der gibidir bu soruş. Mü'min ise "Kimbilir bana burada neler öğretiliyor?" diyerek muhatap olur eşyayla. Yani öğretilenin 'varlığından' emin ancak 'keyfiyetine' meraklıdır.

"Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır..." buyruğu ise, işaret ettiği hakikatle, aklımı yıllar önce başımdan almıştı. Nasıl? Becerebildiğimce ifade etmeye çalışayım:

Ben, bu ayetten ta Bediüzzaman'ın 2. Lem'asına ve orada geçen "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." cümlesine uzanıyorum. Buradan oraya giden bir koridor görüyorum. Ve Bediüzzaman'ın o metinde aslında bu ayetin tefsirini yaptığını düşünüyorum. Çünkü fısk bir yanıyla da 'günahlara müptelalık'tır. Fasığın imanı varsa da Allah'ın emir ve nehiylerine emniyeti yoktur. Onlardan aldığı kem lezzete tutkusundan dolayı kalbinde doğrunun ayarları yerinden oynamıştır. Cürmünden vazgeçememekte ve belki içten içe "Keşke bu iş günah olmasa!" demektedir. Yaşadığı bu kaymayı somut birşeye dayandırması içinse her kapıdan delil dilenmektedir. İşte, böylesi misaller onun nefsine ve şeytanına yardımcı olur ki, bir cerbeze ile aklını da 'sapmak' için ikna eder.

Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." İşte bir ayet-i kerimenin aklıma getirdikleri. Şükürler olsun tefekkürü dünyadaki herşeyden daha lezzetli olan o Zat'a ki kendisinden habersiz bırakmayarak bizi ziyan olmaktan kurtarmıştır.

3 Temmuz 2015 Cuma

Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?

Bakınız, mesele sadece 'Erdoğan'a küçük bir ders verme' olsaydı, hakkında yazmama bile değmezdi. Fakat öyle değil. Bence bu seçim sonuçlarında, eğer arkasına düşüp tedavisine çalışmazsak, daha büyük bir kırılmanın izdüşümü görünüyor. Belki seçmenin tamamında bu derinlikte ve kesinlikte değil; fakat niyeti de, fiili de o derinliğe/kesinliğe doğru çekmek isteyenler var. Bu topraklarda birlikte yaşama ümidimizin son kalesi olan 'dindarların kardeşliği' üzerine oynanıyor bu sefer. Milliyetçi/seküler Türkler, milliyetçi/seküler Kürtler zaten çoktan beri birbirlerinden vazgeçmiş durumdalar. Bir taraf Erzurum'dan sonrasını bombalamak; öteki taraf da en kısa sürede, bedeli ne kadar gözyaşı ve kan olursa olsun, bağımsızlığı kazanmak derdinde.

Bu topraklarda kardeşane bir hayat yaşama umudunu onlar değil, dindar Türkler ve Kürtler besliyor. Neden/nasıl? Çünkü onlar, herşeye rağmen, müminlerin kardeşliğini hatırlatan ayetleri/hadisleri kalplerinde diri tutmaya çalışıyorlar. Kur'an ve sünnet ekseninde yeniden bir ümmet olma hayalini kuruyorlar. Hepsi aynı 'ideal' ölçüde mi diri tutuyor/kuruyor? Elbette bunu söylemek imkansız. Bilmek de, bilinç de seviye seviye... Fakat yine de yeşermesi mümkün olan tek tohum onların kalplerinde.

Bediüzzaman'ın; "Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın..." derken yaptığı uyarının altında yatan da bu bence. Eğer bu son bağı da 'ahmakane, körü körüne topuzların altında' koparırsak üzerine barışı inşa edeceğimiz birşey bulamayacağız. İnsanlara birbirlerini sevmeleri/katlanmaları için bir neden veremeyeceğiz. Şu an yapılmaya çalışılan ise, tastamam bu.

Bir önceki yazımda da altını çizmeye çalıştım: Ben kavmimi İslam'ın kahraman bir kavmi olarak görüyorum. Kürdistan coğrafyasının, İslam'ın bereketli/feyizli bir tarlası olduğu kanaatindeyim. Fakat kardeşlerim, at izinin it izine karıştığı bir ortam var. Öfkemizin gürültüsü içinde duyamadığımız taşınma/demagoji sesleri var. Birşeye duyulan muhabbetin alakasız diğer birşeye, birşeye duyulan husumetin de alakasız başka birşeye kaydırıldığı cerbezeli bir zamandayız.

Örneğin: Kemalist/seküler T.C.'ye duyulan haklı öfke, kabını kaşığını topluyor, apar topar İslamcı/dindar T.C.'ye taşınıyor. Eski defterler kapanmış sanki, ancak öfkesi alacaklı tarafta baki. O defterlerdeki borçlar alakası olmayanlara kaydırılıyor. Erdoğan'ın hatası yok mu? Mutlaka var. Evet, sizin izzetinizi tam takdir edemiyor. Gönlünüzü eder sözü, istediğiniz makamda söyleyemiyor. Fakat nasıl olur da İslamcılara duyduğunuz öfke kemalistlere duyduğunuz öfkeyi geçer? Nasıl olur da Şeyh Said'in (k.s.) torunları LGBT eylemi destekçisi olur? O oraya, bu şuraya nasıl taşınır?

Bu İslamcılık düşmanlığını ben Kürt kardeşlerimin ağzından, hele dindarlarının ağzından, yeni yeni duyuyorum. Bunu önce Gülenciler başlattı. Daha AK Parti'yle köprüleri yıkmadan önce Zaman'da bir İslamcılık tartışması başlatmışlardı. İslamcılık-Nurculuk eksenli başkaları da birşeyler yazdılar. İkisinin mukayesesi vs. Sonra gördük ki; bu İslamcılık eleştirisinin altında Erdoğan'ı ve AK Parti'yi İslamcılık başlığına sıkıştırmak, İslamcılığı da terörizmin/özellikle IŞİD'in kucağına bırakmak gayesi varmış. Olaylar patlayınca bu gizli niyeti anladık.

Hilenin boşa çıktığını, İslamcılık-Nurculuk arası bir kavganın koparılamadığını da gördük. İslamcılık-IŞİD arası bir bağın kurulamadığını da anladık. Fakat ben şimdi bakıyorum, sanki Gülencilerden o kavgayı benim biraderlerim miras almışlar. Erdoğan'ı konuşmaya başladıktan beş dakika sonra mevzu 'İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle'ye geliyor. Sonra bir bakıyorsunuz IŞİD'i konuşuyorsunuz. İçlerinde yüzlerce İslam kahramanının da olduğu ve ideolojik olarak da tam bir kalıp içine asla sıkıştırılamamış İslamcılık; lanetli, Allah'ın belası ve İslam coğrafyasındaki tüm sorunların kaynağı haline geliyor.

İçinde Azadî gibi İslamcı hareketlerin bulunduğu ve Şeyh Said (k.s.) gibi İslam adına kıyama kalkışmış kahramanların da varolduğu coğrafyada bu ne 'müslüman mahallesinde salyangoz satmak'tır? Ne oluyor şimdi, İslam'ın bahadırı Kürtler; İslam'dan, sünnilikten, Şafiilikten, kendi aslından/tarihinden mi utanıyor? IŞİD çamurunun elinden İslam'ın pak ehl-i sünnet mirasını çekip almıyor/ayıramıyor da IŞİD'le beraber onu da mı kışkışlıyor? Merhum Mehmet Akif'in dediği gibi, seküler ve mutlu olacağımız bir gelecek için 'geçmişe kalkıp sövmeye' mi başladık biz de? İslamcılar aşağı, İslamcılar yukarı... İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle... Bu dediklerinizin hepsi olabilir İslamcılar. Eleştirmeye de hakkınız yok değil. Fakat ne ara üzerinizdeki gamın/kasavetin sorumlusu kafirleri tükettiniz de, sıra sizin gibi hamiyet-i diniye sahiplerine geldi?

"Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur."

Şimdi bir eşikteyiz. AK Parti'nin arkasından çekilerek onu (dindar Türkleri) bir eşiğe doğru itiyor ve kendiniz de (dindar Kürtler) bir eşiğe doğru itiliyorsunuz. Bu ülkenin dindarları, üzerlerindeki tüm kemalist etkiye, milliyetçi tortuya rağmen Kur'an'da varolmasıyla iman ettikleri kardeşlik adına birleşip ülkeyi mi değiştirecekler? Yoksa şu İslamcı, şu Nurcu, bu şucu, ötekisi Kürt, berikisi Türk... muhabbetiyle ömür tüketip bir arpa boyu mesafe almamayı mı seçecekler?

Daha bir yıl önce ülkeyi dönüştürmekten söz eden bizler, şimdi hükümet kuramayan bir meclisle karşı karşıyayız. Seçimin ilk günü "AK Parti ile MHP kursun. Onlar faşistlikle birbirine yakışırlar..." yazan arkadaşlarımı, bugün, "Eğer MHP'yle koalisyon kurarlarsa, bu barış sürecinin son olur!" yazarken görüyorum. Ve bir anlam da veremiyorum. Kürt siyaseti, kendisine uzanan eli 'şefkatli' olduğu için kırdıktan; sonra da nisbet yapar gibi milliyetçi/seküler ellere 'İçinize almasanız da olur; siz kurun, biz dışarıdan destek bile oluruz' dedikten sonra, ne olmasını bekliyordu? Uzattığı eli kırılan, size gelen yolları da suratına suratına "Onunla koalisyon yapmam!" diye kapattığınız adamlar nereye gideceklerdi? Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?

2 Temmuz 2015 Perşembe

Çiçek güneşe nasıl yaklaşır?

Çağrışımları çok olumlu değil. Fakat tanıdık gelmesinden dolayı kullanmaktan çekinmeyeceğim: Allah 'sıradanlıklarla/hep olagelenlerle' bize birşey öğretir. 'Sıradışılıklarla/bazen olanlarla' başka birşey öğretir. Kanunlarla birşey öğretir. Şuzuzat-ı Kanuniye ile başka birşey öğretir. Bu noktada insanın fiiler üzerinden tesbit ettiği farklılık, zıtlık veya beraber olmazlık, failin zatında da böylesi farklılıklar olmasını gerektirmez. Çünkü büyük resme bakarken herşey değişir. Bir bütünün parçası olan şeyler, velev zıtlık gibi görünsünler, aslında devamlı bir düzenin içinde yeralmakla bize şunu öğretirler: Failimiz aynıdır.

Bazen zıt zıttının tamamlayıcısıdır. Hatta zıtlığın iki kutbu aynı amacın sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir. Tıpkı 'özlem' ve 'vuslat' gibi. (Özlemsiz vuslat lezzetsiz. Vuslatsız özlem kahredicidir.) Fakat âlemi parçaları üzerinden okuyanın gözünde zıtlıkların tamamı kavga sebebi, hayatın kendisi mücadele, dolayısıyla da varlık 'anlaşmazlığın tezahürü'dür. Teolojisi de bu yüzden şirkten hali kalamaz. Aynı âleme tevhid ile bakmakta olan mü'minin nazarında ise zıtlıklar birbirlerine güzellik katmak için yaratılmış parçalardır. Tabloda hem beyaz hem siyah olabilir. Hem kırmızı hem sarı bulunabilir. Bütünlüğe bakmayı aklında tutanlar için farklılıklar ancak katkıdır. Çünkü her ne olsa bir yanıyla bütüne dairdir.

Bütüncül bakanlar için kelimelerin karşılığı da değişiyor. Oyunbozanlık ortadan kalkıyor. Onlar için sıradışılar 'bütünbozanlar' değil. Cümle bir anlam ifade ettiğine göre harflerin herbirisinin durduğu yerde bir hikmeti var. Ne kadar alışılmadık olurlarsa olsunlar. Bütünü anlamlı olan parçalar anlamsız olamazlar.

İşte, Allah'ın, 'hep öyle yapmak zorunda' olmadığını, 'bazen öyle bazen böyle' yapabildiğini bu sıradışılıklar vasıtasıyla anlayabiliyoruz biz. İradesinin kudretinden farkını uğradığımız şoklarla seziyoruz. Hayretimizle ayırıyoruz.

Dualarımızın her defasında gerçeğe dönüştüğünü düşünün mesela. Bunu sağlayan kudretin, nereye kadar Onun, nereye kadar bizim olduğunu nasıl ayırabilirdik? Her istediğimizin yerine getirildiği bir âlemde 'bize ait olan' ile 'Allah'ın mülkü olanın' sınırları karışırdı. 'Ol!' emretmesiyle olduruverenin kim olduğu netleştirilemezdi. Öyle ya! Dileklerimizin yaratışımız olmadığını her istediğimizin elimize geçmemesiyle anlayabiliriz ancak. Aralarındaki mesafenin açılmasıyla tanırız. Yoksunluğumuz asıl failin kim olduğunu öğretir. Yani arkadaşım, biz, Allah'ın Allah olduğunu kabul edilmeyen dualarımızla da anlarız.

İşte, sıradışılık dediğimiz şeyin, kabul edilmeyen dualarımız gibi, yapabilme gücünü Allah'a teslim eden bir yanı var. İnsanın 'hep öyle olan şeyler' için fail farkındalığı oluşturması kolay birşey değil. Determinist bir âlem algısına kapılması mümkün. Zorunluluk sanması kabil. Aksinin mümkün olmadığını düşünmesi tabii. Fakat, her vakit gözümüz önünde gerçekleşen sıradışılıklar, bizi Allah'ın iradesini farketmeye adım adım yaklaştırıyor. Tokat tokat uyarıyor.

Zaten kulun Allah'a yaklaşması maddi mesafeler aşmakla değildir. Allah, hâşâ, maddeden değildir ve mekanla kayıtlı da değildir. Marifetine yeni pencereler açmakladır Ona yaklaşmak. Daha çok teveccüh etmekledir. Çiçek güneşe ancak böyle yaklaşır. Hak Subhanehu ve Teala dünyevi gözlerimize sığmaz. Fakat sonsuzun anlamı insanın uhrevi kalbine sığar. Çünkü kalb bir ayna gibidir. Bütünün bütün detaylarını kuşatamaz ama hakkında fikir sahibi olma yetisine sahiptir. Evet. Sezgi biraz buna da bakıyor. Yani kuşatılamayanın bilinmesi...

Bu meselenin bir yanı. Diğer yanı: Allah'ın esması olarak okuduğumuz veya sıfatı, şe'ni olarak tarif ettiğimiz şeylerin de ancak şuzuzat sayesinde görülebilir olmasıdır. Allah, eğer seçim yapabilen bir iradeye sahip olmasaydı, Zat'ının esması, sıfatları ve şe'ni hakkında nasıl marifet sahibi olabilirdik? Öyle ya! Fiileri yaratmasında iradesiyle bir seçim yapmasından ve o seçimin niteliği hakkında bir tefekkürden biz marifet-i ilahîye sahibi oluyoruz. "Şu, şu, şu seçenekler de vardı ama hep bunu seçti. Demek ki Allah bunu seçen, böyle seçmek sıfatı olan, bunu seçmeyi seven bir Allah. Böyle bir Allah..." diyebiliyoruz. Yani: İradesinin varlığını bilmemiz fiilerinden şuunatına kadar uzanan bir okuma yapabilmemizi sağlıyor. Yaratışını 'zatındaki kemalden gelen bir kasıtla' süslenmiş kılıyor.

Şunu da söyleyip bitireyim arkadaşım: Bence biz Ramazan'da kainattan aldığımız bu sıradışılık dersine kendi irademizle de dahil oluyoruz. Tabir-i caizse kendi sıradanlığımızı oruçla bozuyoruz. Bu iradeli bozuşla, her zaman öyle olmak zorunda olmadığımızı görüp alışkanlıkların köleliğinden kurtulduğumuz gibi, determinist âlem algısından da sıyrılıyoruz. Ve bu iradeli sıradışılık deneyimi âlemdeki sıradışılıklara daha uyanık hale getiriyor bizi. Birşeyleri değiştirebileceğimizi hissettiriyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi:

"Mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."

Abartı bulma sözlerimi. Buna dair her oruçlunun anlatacağı birşeyler vardır. Ramazan, pekçok insan için, bir/birçok kötü alışkanlığın terki zamanıdır. Değişim zamanıdır. Başkalaşım zamanıdır. Kendi adıma konuşayım: Namaza bir Ramazan ayında başladığımı söyleyebilirim. Ve yine, yaşadığım her Ramazanın, duyarlılığıma birşeyler kattığını ilave edebilirim. Nihayetinde söylemek istediğim şu ki: İnsanî yanımızın hayvanî yanımıza galip gelişi, bir açıdan da, o hayvanî alışkanlıkları iradeli yoksunluklarla terbiye etmekte yatıyor. Seçilmiş sıradışılıklar hem âleme hem bize zenginlikler katıyor. Ve belki bu yüzden, beşerin binlerce yıllık ömründe yaşadığı en sıradışı şeyler, peygamberlerin zamanında yaşanıyor.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Kürt siyasetindeki kırılma: Irkçı/seküler Türklerden, dindar Türklere/Kürtlere doğru kayan öfke

Kavmim ve Türkiye'ye katacakları adına büyük umutlarım vardı. Gerçi hâlâ var. Fakat üzerine, kısa bir süreliğine, 'kavmiyetçilik' sisi indi. Eğer inmeseydi, Türkiye'yi değiştirmek ve geleceğe taşımak isteyen Türk kardeşleriyle elele vererek büyük şeyler başarabileceklerini umuyordum. Yine de başarabilirler. Yanlışın ömrü kısadır. Yanlış, kainatın hilkatinde câri olan kanunlara ve fıtrata uygun gitmediğinden, önce önünü hilkat, fıtrat ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'bir fıtrat-ı zişuur' olan vicdan keser. Bunun da önünü keseceğini umuyorum.

Türkiye'nin Kürtlere ve onların sorularına/taleplerine ihtiyacı var. "Mümin müminin aynasıdır..." buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu aynalık müminler mabeyninde olduğu gibi kavimler mabeyninde de neden olmasın? Türkler 'milliyetçilik/kavmiyetçilik' çamuruna düşmekle kendilerine ve bu topraklara ettikleri kötülükleri neden Kürt kardeşlerinin merhametli ihtarlarıyla gideremesinler? Neden o aynada kendilerini seyredip; "Bunlar bizim kardeşlerimiz. Eğer kurduğumuz düzende onlara kimliklerini yaşama hürriyeti vermiyorsak, biz de bir yanlış var demektir. Düzelmeliyiz!" demesinler? Nitekim 'barış süreci' bundan ötede neydi ki? Türklerin Kürt, Kürtlerin Türk aynasında duruşlarını seyrederek ona bir çekidüzen verme girişimleri...

Fakat imtihan sadece Türklerin üzerinde değil. Bu dünyada yaşayan her insan ve her kavim kendince bir imtihana tâbi oluyor. Birisinin düştüğü tuzağa ötekinin düşmemesi diye bir garanti de yok, korunmuşluk da. "Ama önce o başlattı!" tarzı çocuksu şikayetlerin ise kavganın zararını gideren hiçbir tesellisi yok. Kavga yıkacağını yine yıkıyor. "Ama önce o başlattı!" demekle senin yaptığın sadece "Beraber yıktık ortalığı!" ifadesini farklı şekilde söylemek oluyor. Bu nedenle 'tepkisel milliyetçilik' denen şeyin meşruiyetini savunanların çocuktan farkı yok gözümde. Nihayetinde sen de bir haksızlık yapıyorsun. Önce o başlatmış olsa da iki fil boğuştuğunda çimler aynı derecede eziliyor. Milliyetçiliğin şe'ni olan 'boğuşmak' baki kalıyor. Milliyetçi olmadan millet, kavmiyetçi olmadan kavim olabilmenin çaresi yok mu? İslam bizi neye çağırıyordu, unuttuk mu? Din olarak İslam'dan, duruş olarak 'ümmet'ten razı gelmeyenden Allah neden razı gelsin?

Böylesine dünya münakaşası ahireti ve Allah'ı ötelediğimizin de bir delili. Milliyetçilik istediği giysiyi giysin, istediği kavmin ismine/cismine bürünsün, dibine kadar seküler bir uğraştır. Milliyetçilik hastalığına müptela olanlar, istedikleri kadar aksini söylesinler, zamanla dünyevileşirler. Namaz kılmazlar, oruç tutmazlar anlamında söylemiyorum; ama 'ahireti daha az hesaba kattıkları' noktasında kesin bir kanaatim var.

Bu saikle süren siyasi tartışmalara ve geceden gündüze gündemimizi işgal eden meselelere bakın. Sonra dönüp onlara bakışımıza bakın. Ahiret neresinde? Allah neresinde? Bu yönüyle kanaatim şu ki: Sekülerleşmenin ilk alameti Allah'ı inkar falan değildir. Hatta ibadetleri yapmayış, terkediş falan bile değildir. Sekülerleşmenin ilk alameti 'Ahiret ve Allah yokmuş gibi' dünyaya bakmaktır. Sorulduğunda söylememek değil, sorulmadığında hatırlamamaktır. Sürekli dünyayı konuşmak, ama dünyayı hodbince, sadece onunla açıklayarak konuşmak; dışında 'gayba iman etmiş' bir arayışa/umuşa sahip olmamaktır.

Dindar Kürtlerin veya Türklerin büyük bir kısmı bunun farkında olmasa da, milliyetçilik kanımıza karıştıkça ahiret hayatımızdan uzaklaşıyor. Allah'ı ve esmasını daha az hesaba katıyor; onun rahmetini, hikmetini, adaletini daha az görür oluyoruz. Çünkü ahiret bir panzehir gibi bizdeki seküler damarlara neşter çalıyor. Ahireti ve Allah'ı hesaba katarak dünyaya bakan bir insan için milliyetçilik nasıl bir anlam sahibi olabilir? Herşeyi Allah'ın yarattığını ve ölenlerin 'annenin çocuğundan, babanın evladından kaçacağı bir günde' tekrar dirileceğini bilmek; orada buradaki her fiilin hangi kavimden olduğunuza bakılmaksızın değerlendirileceğinden haberdar olmak; bazı şeyleri bu dünyada daha farklı yapmaya mecbur olmak demektir.

"Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah'a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur."

Öteki tarafla açıklamaya başladığın anda olayların rengi değişir. Kürt gözüne o kadar da Kürt, Türk gözüne o kadar da Türk görünmemeye başlar. Nihayetinde ahiret günü bütün bunların hiçbir anlamı kalmayacaktır. Kur'an ve sünnet size bunu söylemektedir. Onlara kulağınızı kapamadan nasıl bu kadar seküler ve milliyetçi olabilirsiniz?

Şimdi Demirtaş'lı HDP, Türklerin yaşayıp zehrini tattığı/yandığı şeylerin tamamını Kürtlere de yaşatıyor. Dikkatinizi çekti mi bilmem, Kürt siyasetinde büyük bir kırılma yaşanıyor şu an. Kürtler, hatta en milliyetçileri bile, dindar Türklere karşı diğer Türklere karşı kullandıkları dili kullanmazlardı. İslam'ın hatırlattığı bir 'kardeşlik' dindar insanların suretlerinde ve izlerinde daha çok göründüğü için, onlara karşı kullandıkları dilde daha ölçülü/dikkatli olurlardı. Aynısı Türkler için de geçerli.

En kavmiyetçi Türk bile dindar bir Kürde karşı hürmette kusur etmemeye çalışırdı. Yine bunun yüzden ve gözden okunan bir kardeşlik ihtarıyla ilgisi vardı. Fakat bugün Demirtaş'lı HDP 'dindar Türk düşmanlığı' ekiyor. Ve yine tersi bir şekilde seküler Türklerle bir kardeşlik arayışı içinde. Husumet noktasını milliyetçilikten dindarlığa kaydırıyor sinsice. Ne Erdoğan'a ne AK Parti'ye göstermediği anlayışı MHP'ye ve CHP'ye gösteriyor. Ülkücülere ve ulusalcılara dair beslediği umudu İslamcı veya ittihad-ı İslam taraftarı müslümanlardan esirgiyor. Bu, Kürt siyaseti açısından çok farklı bir konum tanımlaması. Şeyh Said'in (k.s.) durduğu yerin neredeyse tam tersi bir nokta. Ve bu dilin Kürtler içinde alıcısı da var maalesef. Ümmet dediğiniz anda küfür duymuş gibi ağzından kem sözler dökülen, İslam kardeşliğini hatırlattığınız anda "Kur'an bizi esir almaya mı inmiş?" diye size atar yapan bir sürü insanla karşılaşıyorsunuz twitter'da, facebook'ta.

Farkettiğim şu: Müfid Yüksel Hoca endişelerinde tastamam haklı. İslam, Kürdistan'ı kaybediyor. Bu süreç nasıl başladı, neden beslendi ve nasıl giderilir? Bunlar ayrıca tartışılmalı. Fakat ben gözümünde önünde gerçekleşen dönüşümü görüyorum. Özellikle Kürt gençlerinin kalbini işgal eden, "Bizi din geri bıraktı. Yoksa şimdiye kadar çoktan devletimiz olmuştu!" cümlesini duyar gibi oluyorum. Belki bunu açıktan söylemiyor. Ama dinî hangi argüman hatırlatılsa, birikmiş bir kini boşaltır gibi cevap verişlerinden ve İslam'la ilişkili ifadelerde sahip oldukları alaycılıktan sezinleyebiliyorsunuz. Bu öfkenin, en azından bir kısmında, doğrudan dine yönelmesi yakındır. Her milliyetçilik/kavmiyetçilik bizi giderek sekülerleştiriyor çünkü. Daha çok dünya konuşuyoruz. Daha çok dünyayla meşgul oluyoruz. O da bizi, gayrimeşru sevgimizden dolayı mahvediyor.

Kürtlerden umutluyum. Allah'ın İslam'la böylesine mezcettiği bir kavmi sosyalist ve seküler ellerde heba etmeyeceğini umut ediyorum. Türkiye'ye kattıkları ve katabilecekleri çok şey var. Türkleri ve Türkiye'yi milliyetçilik hastalığından kurtarmak onların elinde. Duruşlarıyla ve sorgulamalarıyla bu ülkeyi kemalizmin kalan tortularından kurtarabilir, iyileştirebilirler. Ve yine Türkiye'yi ve bir kısım Türkleri, kemalizmin endoktirinasyonu yüzünden unuttukları ümmet çizgisine çağırabilirler.

Fakat heyhat! Kürt siyaseti şimdi bir bataklığa saplandı. Mesele dindar Türkler olunca sıkılı yumruklarla dolaşmayı, kavga etmeyi, uzlaşmamayı; el uzatmaktan/sıkmaktan daha keyifli buluyor. Sekülerlerle Türkçe günaydınlaşmayı, dindarlarla Arapça selamlaşmaya tercih ediyor. (Sandıktan çıkan sonuçlar da bir nebze bu kaymanın delili.) Diline baksanız hümanist bir insan sevgisi, halkların kardeşliği; fakat ettiğine baksanız Türklerde dindarlığı/kardeşliği çağrıştıran herşeye bir öfke, kemalistler gibi bir hınç. Allah sonumuzu hayretsin. Allah, İslam'ın bu bahadır/necip oğlunu yine İslam'a bağışlasın. İttihad-ı İslam başlayacaksa, yine bu topraklardan başlayacak. Eğer biz Türkler ve Kürtler olarak Anadolu'da başarabilirsek bunu, İslam coğrafyası da başarır. Biz başaramazsak, kimi inandırabiliriz ki kardeşliğe?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...