19 Kasım 2016 Cumartesi

Ahirzaman Samirileri...

Bediüzzaman, Ene Risalesi'de 'nefsin firavuniyetinin' üç türlü yansımasından bahseder: Red, tahrif ve inkâr... "(...) Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder."

Ben ne zaman bu kısmı okusam, nefis ve firavunluk arasında kurulan ilgiden dolayı zihnen kıssa-i Musa'ya giderim. Orada, Firavun'un, Hz. Musa aleyhisselamın davetini duyduğunda takındığı tavrı 'red' kavramı içinde değerlendirirken, sihirbazlarının yenilgisinden sonraki tavrını ise 'inkar' şeklinde ele alırım. Çünkü redde salt bir 'kabul etmeme' anlamı saklıyken; inkarda, 'şahit olduğu şeyi görmezden gelme' veya 'saklama/bastırma' anlamları saklıdır. Firavun, Hz. Musa aleyhisselamın mucizelerini açıkça görmüş, bu konuda ehl-i ihtisas sayılacak sâhirler de 'onun yaptıklarının sihir olmadığını' tasdik etmişlerdir. Peki, Firavun'u böylesi delillere rağmen hakikate direnir kılan nedir? Belki de inkar, diğer kuvvelerin akla baskın çıkıp, onu 'hakikati görmezden gelmeye' zorladığı bir zemindir.

Red ve inkârın aynı olmadığını kullanımlarımızdan da anlayabiliriz: Mahkemeler davaları usule uygun bulmadıkları için reddedebilirler, ama varlıklarını inkar etmezler. Evlilik teklifleri de uygun görülmeyerek reddedilebilir, ama varlıkları inkar edilmez. Bir misafirlikte tarafınıza yapılan ikramı reddebilirsiniz, ama "Bana hiç ikram yapılmadı!" diye inkâr etmezsiniz. Bunlar farklı şeylerdir. İkincisi birincisinin yerine kullanıldığında söylenen şey 'yalan' olur. Biraz da bundan cesaret alarak diyebilirim ki: Firavun'un şahit olduğu mucizelerden sonraki haleti redden ziyade inkardır. Allah'ın varlığının şahidi olduğunu ise Kızıldeniz'de garkolurken söylediklerinden anlarız: "Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman ettim."

Tahrif kelimesini anlamak içinse kıssanın biraz daha ilerisine götüreceğim sizi. Sözlükte 'değiştirme, karıştırma, bozma, bid'at çıkarma' gibi çeşitli anlamlara sahipse de, kelimenin kökeni 'harflerin yerini değiştirmek'ten geliyor. Ve benim bu fiili kıssa-yı Musa'da daha çok yakıştırdığım kişi Samiri. Çünkü Samiri, Hz. Musa aleyhisselamın dinini topyekün reddetmiyor. Hatta Taha sûresi, onun İsrailoğullarını saptırırken kullandığı argümanları şöyle naklediyor: "Nihayet Sâmirî böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Bunun üzerine Sâmirî ve adamları: 'İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu' dediler."

Yani görüldüğü üzere Samiri'nin yaptığı Hz. Musa aleyhisselamın şeriatını toptan bir red veya inkar değil. Fakat dinini bükmeye çalışıyor. Hatta Hz. Musa ile yaşadıkları diyaloglarda söyledikleri manidar: "Sâmirî: 'Onların görmedikleri bir şey gördüm: (Sana gelen) ilâhî elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi' dedi." Belki bu ayetlerden bir işarî mana olarak şunu anlayabiliriz: "Onların görmediğini gördüm" demekle kastedilen "Ben senin getirdiğin vahyin, İsrailloğulları'nın bile görmediği yanlarını (veya farklı şekilde) anladım..." demek olabilir.

"Elçinin izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım!" ifadesini ise, değerli bulduğu eskinin bilgisinin içine bir miktar da vahiy bilgisinden kattığını, yani vahiyle malumatını karıştırıp birlikte sunduğunu ve bu sayede tahrifinin hem nefsine, hem İsrailoğullarına hoşgeldiğini, bir işarî mana olarak, anlayabiliriz. (Allahu'l-alem.) Bu açıdan diyebiliriz ki: Samiri vahyin hakikatini inkar ediyor değil. Ama keşfiyatını (onların görmediğini gördüm) ve eskinin bilgisini (erimiş mücevheratın içine attım) de, vahyi ikincil derecede bırakacak şekilde, kullanıyor. Ondan alıp şuna katıyor.

Bugünlerde Ignace Goldziher'in (1850-1921) Klasik Arap Literatürü'nü okurken hissettiklerim de buna yakın. Ne açıdan? Şu açıdan: Müsteşriklerin (ve onların öğrencileri olan İslam modernistlerinin) din üzerinde yaptıkları şey de buna benzer. Goldziher, kitabında, İslam tarihine dair verdiği doğru bilgilerin arasında kendi yorum ve çarpıtmalarını katarak 'bir avuç ondan alıp şuna atmayı' başarıyla uyguluyor. Mesela, Mekkî ve Medenî ayetler arasındaki üslûp farkını ele alışı şöyle Goldziher'in: "Bir bütün olarak ele alındığında, Kur'an'ın dili ve üslûbunun aynı biçimde olmadığı doğrudur. İlk vahiyler, gerçek ve yüce ilhamların bir ifadesi olup, kelimenin tam anlamıyla şiirseldir. (...) Bununla birlikte Medenî sûrelerde Muhammed'in peygamberlik coşkusu gitgide azalmakta, hatta nesir düzeyine inmektedir."

İslam tarihi hakkında tarafsız(!) bilgiler içerdiğini düşündüğümüz kitapta ne demeye getirmektedir Goldziher? Kur'an'ın Mekkî ve Medenî sûrelerindeki üslûp değişiminin 'hikmetten' değil 'bıkkınlıktan' kaynaklandığının iması değil midir bu? Dolayısıyla bu ima ikinci bir imayı içinde saklamaktadır: Kur'an, hâşâ, Allah'ın kelamı değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şiirsel metinleridir. Zaman geçtikçe de, hâşâ, ilk günlerdeki kalitesi kalmamış, şiirsellikten nesire bir düşüş olmuştur. Çünkü müellifi, her insan gibi, yorulmuştur. Peki, Bediüzzaman nasıl izah eder bu üslûp değişimini:

"Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekkiye sûreleriyle, Medine sûreleri belâğat noktasında ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâğatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlı, muknî, kanaat verici bir icmal; ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile ifade ve tekrar edip ifade ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir, târif, tenkir ve hazf, zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâğatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar."

İşte Goldziher gibi müsteşriklerin İslam modernistlerinin beyinlerine attıkları toprak böyle birşeydir. Onların nefislerine bu işi tatlı gösteren de, tıpkı Samiri'de olduğu gibi, doğruların yanlışlarla karışık bir şekilde ortaya konulmasıdır. Ehl-i bid'a'yı ehl-i küfürden daha tehlikeli bir hale getiren yanları da budur. Budur ki, Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri'yi şöyle demeye mecbur etmiştir:

"Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."

16 Kasım 2016 Çarşamba

Allah, anne ve babayı, çocuklarına karşı karşılıksız bir sevgiyle neden doldurmuştur?

"Kim, rızkının Allah tarafından genişletilmesini, ecelinin uzatılmasını isterse sıla-i rahim yapsın." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 3289

Askerliğini kısa dönem yapan birisi olarak farkettiğim birşeydir: Askere 19'unda gitmiş birisiyle 27'sinde gitmiş birisinin itaati aynı olmuyor. Ve aynı şekilde askere 27'sinde gitmiş birisiyle 19'da gitmiş birisinin komutanına yüklediği anlam/karizma da aynı olmuyor. Olgunluğun böyle bir yanı da var. Daha çok sorguluyor. Daha az kapılıyor. Daha az asker oluyor. Evet, daha az asker olduğumuz, hem uzun dönemlerin hem de komutanlarımızın hemfikir olduğu birşeydir. Bu açıdan 15 Temmuz'un ardından harp okullarının kapatılması kadar normal karşılayacağım birşey yok.

O yaşlarda askeri sistem içine girmiş birisinin emir-komuta zincirinin hilafına hareket edebilmesi, demokrasiye saygı duyabilmesi veya kendisini halktan bir parça olarak görmeye devam etmesi, sonra giren birisine göre, daha zor. Yine Erdoğan'ın profesyonel askerliğe yanaşmaması da bu noktadan anlaşılır birşey. İçindeki erlerin hâlâ halkın evladı olduğu bir ordu elbette halkına kurşun sıkmakta profesyonel ordudan çekinceli olacaktır. Nitekim 15 Temmuz'da bunun hüsn-ü misallerini gördük.

2001 yapımı A.I. Artificial Intelligence (Yapay Zeka) filminin sordurduklarından birisidir: Allah, anne ve babayı, çocuklarına karşı karşılıksız bir sevgiyle/şefkatle neden doldurmuştur? Eskiden bu soruya daha farklı cevaplar verebilirdim. Fakat bugün, dünyayı yeni yeni anlamaya başladığımız o zayıf çağın psikolojimizi bozmaması için böyle bir himayenin şart olduğunu düşünüyorum. Bu aslında biraz da sinn-i kemale ermeden öncemizin insanlığa yakışır bir izzet içinde tamamlanması için gerekli. Yakınlarımızın beklentisiz sevgisi dünyalıların kalbimizi yormamaları açısından da kıymetli...

Beklentili sevgiler, hele böylesi acizlikle ve muhtaçlıkla dolu olduğumuz bir dönemde, bizi iradelerinin ellerinde maymuna çevirebilecek şeyler. (Mezkûr filmde, esas çocuğumuzun, anne sevgisini kazanmak için katlandıklarını hatırlayın.) Üstelik, çocuğun, etrafında yaşanılan her duygulanımı büyüklerinden daha ciddiye aldığı düşünülürse, süreç katmerli bir işkenceye dönüşebilir. George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar'da, yatılı okul yıllarını anlattığı bölümde şöyle diyor: "Birşeyden oldukça eminim, o da, yatılı okulların gündüz okullarından daha kötü olduğu. Evi bir sığınak olarak elinin altında olan bir çocuk daha şanslıdır."

Çocukların erken yaşlarda yatılı okula gönderilmesinin İngiliz eğitim sisteminin en büyük hatalarından birisi olduğunu düşünen Orwell, St Cyprian's'ta yaşadığı olaylardan o kadar etkilenmiştir ki, meşhur 'kara ütopyası' 1984'ü bu 'etkilenmişliğin' izleriyle doldurmuştur. 1984'ün okurları, her ne kadar onu bir Sovyet Rusya veya 'otoriter devlet' eleştirisi olarak bilseler de, Orwell'ın yatılı okul hayatına dair anlattıkları bu kitaptan çok açık izler taşır. Okul müdürü hakkında kurduğu şu cümleler adeta Big Brother'ın tarifidir: "Okulun içinde olsun dışında olsun, her yetişkinin, kuralları ihlal etmemizi engellemek için gönüllü olarak işbirliği yapacağını varsayıyordum. Sambo herşeye kadirdi. Ajanlarının her yerde olması doğaldı."

Orwell'ın yatılı okul sistemi hakkında öfkelendiği şey (bir yatılı okul mezunu olarak içtenlikle katılıyorum buna); daha doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramadıkları bir çağda, çocukların, 'küçük düşürücü bir yalakalıkla' birilerine yaranmak zorunda bırakılmasıdır. Garantisiz, menfaatçi ve istismarcı sevicilerle muhatap olmalarıdır. Evden ve ebeveynlerinden uzaklaşmaları, hayatlarının neredeyse tamamının okul idarecilerinin ellerine bırakılması ve bu idarecilerin de sevmek için (belki sadece 'aferin'den ibaret bir sevmek için) çocuklara her hatalarında kendilerini yetersiz/aptal hissettirmeleri... bütün bunlardır Orwell'ı yatılı sisteme düşman eden.

"Bana para yatırmıştı ve yatırdığı parayı prestij olarak geri almayı hedefliyordu. (...) En çok çeken yoksul ama zeki çocuklardı. Beyinlerimiz, para yatırdığı birer altın madeniydi ve bizi sıkıp kâr payını çıkarmalıydı. (...) Yetenekli çocukların kariyerini rekabete dayanan bir sınava bağlama faaliyeti, yalnızca oniki ya da onüç yaşında olduğu düşünüldüğünde, en iyi ihtimalle kötü birşey."

FETÖ ile devlet arasındaki gerilimin ayyuka çıkışını hatırlayalım: Dersanelerin kapanıyor olmasıydı FETÖ'yü devlete düşman eden. Öncesindeki hiçbir gerilim FETÖ'nün kontrolünü kaybetmesine ve cepheyi (kamuoyunun da haberdar olabileceği bir şekilde) genişletmesine sebep olmamıştı. Bunun örgüte vuracağı finansal darbe bir yana, ben, asıl mahrumiyetin örgütün insan kaynaklarında yaşanacağını yazmıştım o dönemde. Neden? Çünkü kariyerin sınav rekabetine bağlı olduğu bir düzende dersane sahibi olmak sadece dersane sahibi olmak değildir. Çocukluk psikolojisinden uzaklaşmamış bireylerin size muhtaç olmasıdır. Hele o çocuğu daha erken yaşlarda, diyelim Orwell'ın yatılı okula gittiği yıllarda, ele geçirmek, hayatını da ele geçirmektir. Zira ebeveyninden uzaklaşıp hayatının büyük bir dönemini sizinle geçiren bir çocuk daha kolay endoktrinasyona tâbi tutulabilir.

Hele bu çocuk bir de fakirse elde edilmesi daha kolaydır. Gördüğü iyiliklerle büyüklerine(!) borçlanan/bağlanan bir çocuk, vefasını göstermek için, gerekirse ailesini bile karşısına alabilir. Geçmişte, FETÖ'nün içinde, ailesi tarafından bulunmamak için adını değiştiren, evini boşveren, yerini saklayan, yurtdışına çıkması veya okulu bırakması istense bile ebeveynine danışmayacak olan birçok birey vardı. İnsanlar bu hale nasıl gelebildi? Kanaatimce, bunlar, hayatlarının sonraki yıllarında 'beklentili sevgilerine' muhatap oldukları insanların bağımlısı olarak ebeveynlerinden uzaklaşmışlardır.

Ancak bu noktada şuna dikkat etmek gerekir: Bu çocukları beklentili insanlara muhtaç eden de ebeveynlerinin 'beklentili sevgileri'dir. İyi bir üniversite olsun, kariyer olsun, iş olsun... Beklentiye giren ebeveyn çocuğunu 'koşulsuz sevgi' ekseninden uzaklaştırır. Çocuk kendisini bu koşulları sağlamaya mecbur hisseder. İzzetini/iradesini yitirmesine neden olsa bile başarmasına yardım edecek insanlara yapışır. Araç, amacın önüne geçer ve en nihayet ebeveyn çocuğunu başkaları hesabına kaybeder.

İşte, sıla-i rahim hakkında İslam'da (özellikle hadis-i şeriflerde) varolan vurgunun bir hikmeti de buradan bize gözkırpıyor. Dikkat edin: Toplumsal veya bireysel hayatımıza bela olan her ideoloji, her akım, her örgüt, önce çocukların/gençlerin aileleriyle olan bağlarına zarar veriyor. Koparırsa kazanıyor. Bediüzzaman'ın dinsizlik salgını hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendisine alıp' ifadesi, öncesi ve sonrasıyla beraber tefekkür edildiğinde, bu ince hikmet adına da önemli şeyler söylüyor:

"Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üssü'l-esası, akrabalar içinde samimâne muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü'min kardeşlerine karşı, mânevî, muavenetkârâne bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur'ân hakikatlerine ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mes'uliyet cemiyet namını verebilir."

İsterseniz, bunu, o günkü gibi sosyalizm veya komünizme, isterseniz biraz daha içimize taşıyıp modernizm ve reformizme uygulayın. Aynı şeyi göreceksiniz: Cemiyetlerin (cemaatlerden farklı olarak) yapısı böyledir. Cemaatler sıla-i rahimi tetiklerken, cemiyetler sıla-i rahimi keser atar. Daha somut konuşalım: Uydurulmuş din/indirilmiş din muhabbetinin ardında yatan şey, yine bir 'herkesin çocuklarını kendisine alma' operasyonudur.

Bugün ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını ve büyüklerini aşağılamaktan çekinmeyen şu dil, tıpkı geçmişteki emsalleri gibi, sıla-i rahmimize kastediyor. Kökümüzle rabıtamızı kesiyor. Halbuki bir bünyeye fayda verecek olan söylem, o bünyenin bütünü/geçmişini inkâr etmeyecek, uyum sağlayacak olan bir söylemdir. Hangi böbrek kalbini veya ciğerini kötülediği vücutta işe yarar? Bizim, cemaatlere (cemiyet haline gelmemeleri adına) getirdiğimiz makul eleştirilerin yanında, şu sıla-i rahim üzerine de eğilmemiz lazım. Sistem hangi noktalarda çocukların ebeveynleriyle bağlarının kopmasını tetikliyor? Bu soruya cevap arayalım. Ebeveynleriyle bağı kopan çocukların sokulamayacakları bir şekil yok. Kurtuluş en önce ailede. Ve çocuğun en güvenli sığınağını kaybetmemesinde. Çünkü hiçbir çocuk muhtaçlığının ardında izzetini yitirmedikçe 'kullanılır' olmaz.

11 Kasım 2016 Cuma

Mutlak vekilliğe serzenişler (5): Bediüzzaman'ın vekili 'mutlak' olur mu?

Mutlak vekilliğin, kavram olarak kendisine değil, 'anlaşılış şekline' yönelik eleştirilerim yeni değil. İki yıl önce bir yazı dizisiyle konuyu ele almıştım. Halihazırda bir kısım nur talebelerince dayatılan anlama Risale-i Nur'un genelinin ve özelde 'mutlak vekillik' ifadesinin geçtiği metinlerin ne kadar el verdiği ile ilgili analizlerde bulunmuştum. Üstelik, elimden geldiğince, meseleyi burada bırakmamış, ehl-i sünnet ve'l-cemaat istikametinde ve İslam tarihi düzleminde mezkûr parçanın uyumunu sorgulamıştım. Çünkü parçaya verilen anlamın kabulü ancak bütüne uyumluluğu ile mümkündü. "Bir fikre davet etmek, zann-ı kabul-ü cumhur şart-ı evvel oluyor. Yoksa davet bid'attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz." Mutlak Vekilliğe Serzenişler serisini okuyacaklar az-çok bu söylediklerimi orada bulacaklardır.

Bugün ise kavramı oluşturan iki kelimeyi analiz ederek 'mutlak vekilliğe' bir kısım nur talebelerince verilen karşılığın 'neden yanlış olduğunu' ortaya koymaya çalışacağım. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona... Mutlaklığı sorgulamakla başlayalım. Bediüzzaman Hazretleri, Münazarat isimli eserinde, Maide sûresinin 51. ayeti ("Yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin!") üzerinden kendisine yöneltilen bir soruya şöyle cevap verir:

"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. Bununla beraber nasıl 'dost olunuz' dersiniz? Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"

Sadece Kur'an'ı değil, karşımıza çıkan her metni doğru anlamada bir usûl dersi içeren bu soru-cevap öncelikle neyi öğretir? Bir metindeki ifadelerin doğru anlaşılmasının sadece 'öyle okunmasına' bağlı olmadığını gösterir. Aklın, dikkatin ve insafın titizlikle devrede olduğu bir sürece daha ihtiyacı vardır derinlikli okumaların. Peki, dikkat edilecekler nelerdir?

Bunlardan bir tanesi "kat'iyyü'l-metîn" olanın "kat'iyyü'd-delaleti"dir. Herhangi bir metindeki herhangi bir ifadenin, ondan bizim anladığımızı mı, yoksa müellifin murad ettiği başka bir manayı mı kastettiğini anlamak, ancak 'delaletinden emin olmakla' mümkündür. Yoksa "Filancanın ensesi kalındır!" veya "Falancanın eli uzundur!" denildiğinde bunları biyolojik birer teşhis olarak anlamak işten değildir. Tevil ve ihtimalin mecali varsa, bunları da kollamak, en azından dikkatli olmak, insafın ve aklın gereğidir.

İkinci olarak: Kimi zaman metinlerdeki mutlaklığın da takyidi gerekir. Cuma sûresinin 10. ayetindeki "Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın!" emrini mutlak bir şekilde anlamak camide kalan herkesi harama girmekle suçlamak olur. Yine Ahzap sûresinin 53. ayetindeki "Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın!" emrini bağlamındaki kayıtlardan yoksun anlamak 'sohbetin haram olduğunu düşünmek' gibi garip sonuçlar verecektir. Bunun böyle olmadığı ise size sünnet-i seniyyenin rehberliği ve zamanın müfessirliği söyler. Mü'minler bu emirleri zaman düzleminde böyle 'mutlak bir şekilde' uygulamamışlardır. Çünkü sünnet-i seniyyede böyle görmemişlerdir.

Üçüncü bir dikkat edilecek husus da şudur: Diyelim ki; babanız, "Doğrulardan ayrılma!" dese, siz bunu 'dik çizgilerden ayrılma' olarak anlamadığınız gibi 'ismi Faruk olanlardan ayrılma' olarak da anlamazsınız. Burada hükmün bina edildiği doğru 'doğruluk ahlakı' olarak şekillenir zihninizde. Bu yüzden, sözgelimi, ismi Faruk olsa da yalancı birisinden uzak durabilir, soyadı Boynubükük bile olsa doğru bir insandan ayrılmazsınız. Burada, hükmün hangi manaya/kasta bina edildiğini anlamak, doğru anlamak konusunda yardımcı olmuştur size. Muhtemel anlamların baskısından kurtardığı gibi mutlaklığın sınırlandırılmasını da sağlamıştır.

Dördüncü olarak da şeriatın bütünlüğüne bakılması gerekir. Eğer iki emir veya izin birbiriyle çelişiyor gibi görünüyorsa bu genelde 'birisinin diğerini takyid ettiğine' yorulur. Ehl-i Kitap bir kadınla evlenmeye verilen izin mezkûr ayetteki mutlak hükmün şeriatça sınırlandırıldığına delildir. Demek bazı şartlarda izin vardır. Bir kafirle İslam'a zarar verecek şekilde dostluk kuramazsınız, ama pekala helal bir ticaret yapabilirsiniz. İslam tarihi boyunca da uygulama bu şekilde olmuştur.

İşte 'mutlak vekillik' meselesindeki 'mutlak' ve 'vekillik' kelimelerinin doğru anlaşılması da yukarıdaki yolun doğru bir şekilde izlenmesine muhtaçtır. Eğer meşhur kavram mezkûr kayıtlarla sınırlandırılmazsa mutlak/sonsuz bir sınırsızlıkla anlaşılamaya mecbur olunur. Böylesi bir mutlaklık ise ya 'birebir' ya 'aşkın' olur. Matematikten de biliyoruz ki: İki kümenin birbirini tam olarak kapsaması ya eşitlikle yahut da birinin diğerinin altkümesi olmasıyla mümkündür. O halde Bediüzzaman'ın yerini mutlak bir vekillikle doldurabilecek kişinin şu özelliklere sahip olması gerekir:

1) O kişi her konuda Bediüzzaman'ın eşiti/dengi bir insan olmalıdır. (Çünkü kayıt konmamasıyla Bediüzzaman'ın ahlakından ilmine, etvarından tarihçe-i hayatına kadar her özelliğinin bu diğer kişide birebir yansıyor olması gerekmektedir.) 2) Vekillik, eğer yukarıdaki gibi 'birebir eşit' olarak anlaşılmayacaksa, o zaman bu kişi bir ölçüde Bediüzzaman'dan 'aşkın' olmalıdır. Aşkın olmalıdır ki onu kapsayabilsin. (Daha azı olma ihtimalini ise 'takyid' kabul etmeyerek ellerimizle yıktık.)

Biz Allah'a mutlak bir şekilde tevekkül ederiz, 'en güzel vekildir' deriz, çünkü Allah bizden aşkındır. İlmi, hikmeti, kudreti vs. sonsuz derecede yücedir. Bu yüzden ona tevekkül ettiğimizde içimizi emniyet sarar. Aşkınımıza, bizi bizden iyi bilene ve bizden üstün olana, tevekkül etmişizdir. Hukuki işlerde de vekillik az çok buna benzer. Herhangi bir meselede bir avukata vekalet veren, yani tevekkül eden insan, aslında o avukatın işi ondan daha iyi bildiğine, yani o alanda kendisinden aşkın olduğuna işaret eder. Ama hukukta bu tevekkül mutlak değildir. Vekalet verilen alanla sınırlıdır.

Aksi takdirde, avukatın, mezkûr adamın hayatındaki herşeyi ondan daha iyi bildiği veya yerine karar verebileceği/geçebileceği anlamına gelir ki, bu yanlıştır. (Bu nedenle vekalet verenler, bunu, zamanla veya işlem türüyle sınırlandırılmış bir şekilde verirler.) Bundan daha farklı bir vekalet türü de 'yapmaya kudreti ve vakti daha müsait birisine' bir alanda sorumluluk bırakmaktır. Örneğin: Kurban konusunda birisine vekalet verebilir ve kesim yükünden kurtulabilirsiniz. Ancak burada da bir aşkınlık vardır dikkat ederseniz. O kişinin durumu sizden daha müsaittir.

Şimdi, konuştuklarımızdan hareketle düşünelim, Bediüzzaman'ın mutlak şekilde vekili kim olabilir? Doğrusu; piyasadan Bediüzzaman'ın ilmini, ahlakını, sebatını, izzetini, iffetini, faziletini vs... tastamam taşıyabilecek insan bulmak zordur. Aşkını zaten mümkün değildir. Vekilliği mutlak anlaşılmaya ve dayatılmaya çalışanlar ise, bırakınız mutlak bir şekilde vekili olmayı, Bediüzzaman'ın ihtisas sahibi olduğu tek bir ilimde bile vekili olamayacak seviyededirler. Ne medrese görmüşlerdir, ne ilim tahsil etmişlerdir, ne eser vermişlerdir, ne de Bediüzzaman'a 'bediüzzaman' dedirten tecrübelerden geçebilecek durumdadırlar. Yani ne 'aşkınlık' ne de 'eşitlik' sözkonusudur.

Öyleyse bu insanlara Bediüzzaman'ın vekilliği 'mutlak' bir şekilde verilmez. Ya nasıl verilir? Kurban misalinde olduğu gibi kayıtlı bir şekilde verilir. Ki biz de mutlak vekilliği böyle anlamayı teklif ediyoruz: "Mutlak ise takyid olunabilir." Bediüzzaman'ın verdiği bu mutlak vekillik, "Benden sonra bu insanların sözü benim sözümdür!" değil, "Telif ettiğim eserlerin neşriyat hizmetleri vefatımla kesilmesin. Bu talebelerim hukuken tam yetkili ve izinli olup devam ettirsinler!" vekaletidir. Mutlaklığı neşriyat hizmetinde bir mutlaklıktır. Çünkü hayatları (dikkat edilirse anılan isimler o dönemin en genç talebeleridir) daha devam edecektir. Aşkınlık varsa sadece bu yönde vardır. Bediüzzaman çok yakında vefat edecekken o kişiler daha uzun süre yaşayacaklardır.

Üstelik zamanın müfessirliği de bizi böyle anlamaya zorlar. Zira kendilerine vekalet verilmemiş Bediüzzaman'ın daha yaşlı talebeleri, bu genç talebeleri, anlaşıldığı şekilde 'mutlak vekil' görmemişlerdir. Hayatlarında onlara böyle bir konum biçmemişlerdir. Onlardan anlatılan/nakledilen böyle bir bilgi yoktur. Bunun yanısıra Risale-i Nur külliyatının bütünlüğü de bizi böyle bir çıkarım yapmaktan men eder. "Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi 'Ferid' makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz'da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor..." diyen Bediüzzaman, herhalde, sonra böyle bir mutlak vekillik inşa edip talebelerini de o tasarrufa devretmiş değildir.

Başka imalarda bulunanların imaları kendilerini bağlar. Derdimiz hakikattir. Başka bir derdimiz yoktur. Hakikati netlikle ortaya koyalım. Aksi takdirde (Allah ölmüşlerine rahmet ve kalanlarına afiyet bağışlasın) bu talebeleri Üstadlarının muradı olmayan ve zaten kendilerinin de kaldıramayacağı bir yükle yüklemiş olacağız. Ki işte FETÖ'nün, Gülen'i, Bediüzzaman'ın tek varisi sanması ve saymasıyla yaşattıkları büyük bir ders olarak meydandadır. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin.

9 Kasım 2016 Çarşamba

Niyetin kaçmaktır

Geveze birisine kendisi gevezeymiş gibi gelmez. Öyle gelmediği için gevezedir zaten. (Aynı tesbiti bencillik için de yapabilirim.) Birşeyin sıfatımız haline gelmesi bizim ona olan farkındalığımızın azalmasıyla doğru orantılı gibi geliyor. Bu meselede biraz şöyle düşünüyorum: Bizi birşeyin içinde boğulmaktan alıkoyan şey ona karşı duyduğumuz farkındalıktır. Ve bu farkındalıktan gelen korkusudur. Bu farkındalık iki şekilde olabilir. 1) Halihazırda boğuluyor olduğumuza dair farkındalık. 2) O şeyin boğucu olduğuna dair evvelden edinilmiş bir farkındalık. Bu iki farkındalığın diri tutulduğu bir halet-i ruhiyede adına korku çekilen şey garkedici olamaz. Çünkü garkolmak bir 'içinde olunan şeyin farkına varamama' veya 'eylediğinin farkına varamama' meselesidir.

Şimdi, burada 'garkolmayı' ve 'boğmayı' kendimce bir ayrımla kullanmayı denedim. Boğmayı 'bütünüyle içinde olmaktan rahatsızlık duyulan' garkolmayı ise 'bütünüyle içinde olmaktan rahatsızlık duyulmayan' şey/şeyler için kullandım. Fakat bunu bütün yazı boyunca başaramayacağım belli. Şu örnekte hemen etimolojik keyfiniz kaçacak mesela: İnsan, havanın içinde garkolur, ama boğulmaz. Suyun içinde garkolur ve de boğulur. Demek insanı boğan şey salt bir garkolma hali değildir. 'Farkına varacağı birşeyde' garkolmuş olmasıdır. İnsan suya garkolduğunda suyun farkına varır. Ancak havaya garkolduğu çoğu zamanda havanın farkında değildir.

"Aklına bile gelmez..." demiyorum elbette. Ancak kabul edersiniz: İnsan havanın içinde suyun içinde olduğundan daha rahattır. Oraya göre yaratılmış olmasından gelen "Zaten olması gereken bu!" rahatlığı vardır üzerinde. Karada gezen birisine 'birşeyin içinde garkolduğunu' hatırlatmanız onun için anlık/değersiz bir farkındalıktan fazla birşey ifade etmez. (Zaten birkaç saniye sonra unutur.) Ancak sudaki bir insanın, hele bütün vücudu suda garkolmuş bir insanın, bu farkındalığını unutması zordur. O adam suda bulunduğu her an içinde olduğunun farkında olur. Çünkü su onun 'zaten olması gereken'i değildir. Suda yaşamak üzere yaratılmış değildir. Tersi örneklemeyi balıklar üzerinden de yapabiliriz. Şaire "O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler..." dedirten sırra dokunuyoruz bu noktada. Balığa suyun farkındalığını unutturan 'olması gerekenin o olması' halet-i ruhiyesi değil midir?

İsterseniz bu noktada fıtrî kelimesini kullanmaya başlayalım. Bizim için fıtrî olan bir açıdan ona karşı farkındalığımızın az olduğu şeydir. "Her fıtrî olan böyledir!" dememekle birlikte yaratılışımıza uygun olanın bu uygunluğun alameti olan bir rahatlıkla dünyamıza geldiği muhakkaktır. Bir insanın yaratılışında 'yazma yeteneğini/aşkının' olması başka birisinin boğulduğu beyaz kağıtta rahatlıkla hareket edebilmesini sağlar. Yaratılışımızda bulunan meziyetler, o meziyetlerle ilgili işler yaptıkça hissettiğimiz huzur ve o meziyetlerin dışında şeylerle meşgul oldukça hissettiğimiz boğulma hissiyle bize kendilerini tanıtırlar. Çok konuşmayı sevmeyen birisine 'konuşmak' merkezli bir iş yaptırdığınızı düşünün. Veya ciddiyetten hoşlanan birisine komedyenlik yaptırdığınızı... Her iki misalde de bu insanların hissedeceği şey sıkıntıdır. Sıkıntı da bir tür boğulmadır. Demek ki, etrafınızı, içinde garkolmak doğanıza uygun olmayan birşey sarmaya başladı. Ve fıtratınız 'rahatsız farkındalığıyla' size sesleniyor: "Çıkar beni buradan!"

Farkındalık zamanı uzatır. Sevmediği bir işte çalışan veya sevmediği ortamlarda bulunan insanların dakikaları sayması biraz bundandır. Etrafınızdakilerin sizin için hava değil su olduğunu farketmeniz ve bu farkındalığın hiç geçmemesi zamanın sizin için açılmasını sağlar. Neden? Zaman şuura farkındalığından ulaşır. Zaman anlara, anlar ise şuurlu farkındalıklara bölünmüştür. Rahatsızlandıkça geçen her anın farkına varırsınız. Oysa sevdiğiniz işte veya ortamlarda şöyle cümleler kurduğunuz çok olur: "Zaman nasıl geçti anlamadım!" Evet, çünkü garkolduğunuz şey sizi boğmuyordu. Boğmadığı için daha az farkına vardınız. Ve zaman kısaldı.

Şimdi, burada bir nefes alalım, yine makas değiştireceğiz. Sagopa'nın "Kendim İçin..." şarkısında geçen bir cümle var. Diyor ki: "Olması gereken şeylerin adını 'iyilik yapmak' koymuşlar." Bence bu cümlenin dikkatimizi çektiği şey önemlidir. İyiliğin 'olması gereken şey' olarak yapılmasıyla 'iyilik yapmak' için yapılması sahibi için farklı tahliller gerektiren bir durumdur. Markar Esayan İyi Şeyler kitabında bu konuya dair şöyle der: "İyiliği canı istemeli insanın." Yine mürşidimin de alıntıladığı tasavvufî bir metinde Nakşibendiliğin yolu şöyle çizilmiştir: "Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk. Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk."

Dünyayı, ukbayı, benlik davasını terkeden müridin terketmesi gereken dördüncü şey nedir? Zaten terkettikleridir. Peki, bu ne demektir? Bize bu terkin terki şöyle anlatılır: "Yani dünya, ukba ve benliği terkeden birisi, ben bunları terkettim diyerek böbürlenip kendinin üstün bir mevki ve makamda olduğunu tevehhüm dahi etmemelidir." Ben bu 'terk-i terk'i tarif ederken, Sagopa'nın ve Markar Esayan'ın söylediklerini aklımda tutarak, kendimce şöyle diyorum:

Terk-i terk, ardında bırakmanın 'iyilik yapmak' değil 'olması gereken şey' olduğunu düşünmektir. Terketmekle gelinen yerin kişide sıfat haline gelmesidir. İnsan terkettiklerini unuttuğunda aslında terketmeyi 'fıtrî ahval' haline getirmiş olur. Çünkü öteki türlü terkettiklerini hatırlamak da bir çeşit övünme ve sahiplenmedir. "Ben senin için neler ardımda bıraktım be!" diye başlayan bir ifade, bir mü'minin değil, rakı sofrasındaki berduşun sözüdür. Terk-i terk makamına gelen 'zaten olması gerektiğini' düşündüğü olmamışına bakar. Tıpkı Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın vefat zamanında dediği gibi: "Ya Rab, seni hakkıyla bilemedik!"

Mürşidim, Mesnevî-i Nuriye'sinde diyor ki: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et."

İşte ben bu ifadeleri de yukarıda belirttiğim şeyler ekseninde tefekkür ediyorum. Amellere hayat veren niyetin fıtrî ahvali öldürmesini biraz böyle anlıyorum. Becerebilirsem arzedeceğim: Niyet bir farkındalıktır. Kendine yaptığın bir hatırlatmadır. Tevazu 'olması gereken şey' iken onu kendine hatırlatıyor olman garkolduğunun aksi olduğunu gösterir. (Yoksa ayrıca hissetmeye mecbur olmazdın.) Tekebbüre niyet etmeye mecbur olman aslında garkolduğunun tevazu olduğunu anlatır. Feraha niyet etmen aslında bulunduğun yerin sıkıntı olduğunu gösterir. Gam ve kedere niyet etmen aslında çektiğinin o olmadığını hatırlatır. Birşeye niyet dışarısından edilir. Niyet ettiğin iradenle garkolmayı seçtiğindir. İçinden çıkmaya çalıştığın ise aslında boğulduğundur. Fakat ileri gitme. Sen de ben gibisin. Mecbursun fıtrî olana kadar, yani fıtratın alışana/kuşanana kadar, terk-i terk edene kadar, hoş ahvale iradenle dalmaya. "Benim kalbim temiz!" diyenlere de bir taş vur burada. Şuursuz niyet, niyetsiz irade, iradesiz amel, amelsiz ahval olmaz. Niyetin kaçmaktır. Her niyet edişinde, niyetten önceki halinden, niyetten sonraki haline kaçıyorsun.

5 Kasım 2016 Cumartesi

Bir 'niyet çoğaltıcı' olarak sosyalmedya

Daha evvel de yazmıştım hakkında. "Ölüm hayatın bereketidir..." demiştim. Bunu derken dayanağım şu idi: Ölümün varlığı ile 'doldurulası' oluyordu hayat. Kabın sınırlılığı doldurulacağı fikrini doğuruyordu. (Kimse dibi olmayan kovayı doldurmak istemezdi.) Onun müphem bir son olarak ufukta duruşu ufuktan öncesini yeterlilik noktasında telaşlı kılıyordu. Hatta demiştim ki: Nasıl ki; tuzağın belirsizliği, dikkatimizi, karşımıza çıkabilecek her türden tehlikeye açık tutar ve rızkımızın biteceği korkusu bizi her gün çalışmaya iter; aynen öyle de; imtihan süresinin belirsizliği de her anın kıymetini anlamamızı sağlar. Zamanın sınırlanmasıyla sorulara ayrılan zaman bereketlenir.

Zamanın bereketi çokça fiildir. Fiilin tetikçisi bir önceki fiilin bitişidir. Tek başına yeterli olmayışıdır. Ölümüdür. Tek bir cevapla imtihan bitmez. Yüzlerce soru vardır. Her yeni soruya geçtiğinizde bir önceki sorunun cevabı ölür. Geçmişte kalır. Zaman devam eder. Bu gidişler karşısında insan bant işçisine dönüşür. En doğru cevaplar en kısa sürede verilmeye çalışılır. Ölümün ensemizdeki bereketli soluğudur bu. İmtihanın ne zaman biteceğini kesin bir şekilde bilemeyişimiz, ama her an bitebileceğini kesin bir şekilde bilişimiz, sorulara karşı bizi diri ve gayretli tutar. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Sonsuzluk arzumuz ve fena korkumuzdur bütün gayretlerimizin kaynağı. Arzu koşturur. Korku sakındırır. Biz de böylece yaşarız.

Mülk sûresinde buyrulduğu gibi: "Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de hayatı da yaratan Odur." Çünkü 'güzel işler yapmak' kendisini hayat kadar ölüme de borçludur. Kabın bir dibinin olması, yani doldurulması gerektiği hissi ve bitebileceği korkusu, oradan gelen sınırlılık/yetmeyebilirlik endişesi, 'daha fazlası' için bizi koşturur. Mü'minler hayırda yarışır. Kafirler şerde... Fakat en nihayetinde ölüm olmadan ve hatta bu ölüm 'müphem' olmadan bulamayız bu bereketi. Mürşidim bu sadedde der ki:

"İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen. Ramazan'da münteşir bir leyle-i zû-kadîr. Esmâü'l-Hüsnâ'da muzmer iksir-i ism-i Âzam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen, iphamda izhar eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan. Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen, nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin. Şey'en şey'en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin."

Burada bir nefes alalım. Mevzuyu değiştireceğiz. Fiil çoğaltmaktan (bu iyi birşeydi) niyet çoğaltmaya (bu kötü birşeydir) geçeceğiz. Bu bahsin başında Bediüzzaman der ki: "Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme..." Ne demektir bu? Burada bir ironi vardır aslında. Malumunuz üzere 'taayyün' birşeyi açığa çıkarmaktır, 'zulm' ise kökeni itibariyle 'karartmak' anlamına gelir. (Kötülük/haksızlık gibi manalar kelimeye sonra katılan anlamlardır.) Peki birşey açığa çıkarılmakla nasıl karartılmış olur? Yahut da açığa çıkartmakla karartma yapılabilir mi? Metnin devamı bu zulmün nasıl işleneceğini de tarif eder:

"Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi. Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti. Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, ihvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün. Nerede kaldı yalancı tasannu ve riyâ ile kisb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizam-ı ahsen. Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen."

Sosyalmedyada yapılan ilan-ı aşklar üzerinden şöyle birşey karalamıştım vaktiyle: "Göstere göstere âşık oluyordu. Öyle ki; âşık olduğu gösterdiği miydi, gören miydi, göstermek miydi, belli olmuyordu."

Has dairede olanların 'göstere göstere' yaşanılmasında böyle bir riski hep görüyorum. Göstermenin pek kolaylaştığı bir çağın çocuklarıyız. Hatta gösterdiğimiz şeyin beğenisi ile itibar arıyoruz. Ancak şu tehlike hepimizin paylaşımlarında dolaşıyor: Göstermek o hissin asıl amacını ve hatta 'aslını' öldürüyor. Biraz cür'etle şöyle de diyebilirim: Başkalarına gösterme arzusu her niyetin şirki oluyor. Burada şirkten kastettiğim Allah'a eş/ortak koşmak değil, niyete eş/ortak koşmak. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: "Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur."

İhlassızlık amelin ölümüdür. Yapıldığı kadar kalmasıdır. Bizim de eylediklerimiz ellerimizde ölüyor. Çünkü onları ikincil niyetlerden koruyamıyoruz. (Koşmak durmanın ölümüdür. Durmak koşmanın...) Her fiilin ölümü bir diğerinin başlangıcı olduğu gibi her bir yeni niyet de bir diğerinin ölümü oluyor. Özellikle nafile ibadetlerimizi 'göstere göstere' yapmaktan sakındıran hadis-i şerifler bizi bu açıdan da düşündürmeli. Şunu doğru tayin etmek lazım: İnsan niyetini karar alarak değiştirmiyor. Ancak ikinci niyetler için aynı fiili istimal ettikçe, mesela gösterdikçe, fiilin amaçlarını çoğaltmış oluyor.

Amaçların çoğalışı fiilin bu amaçlardan hangisine yönelik işlendiği konusunda bir tehlike alanı oluşturuyor. İhlasın 'göstermekle' imtihanı burada. 'Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi' sırrı bu. Göstermek bir niyet çoğaltıcıdır. Âşık olduğunuzu gösterdiğinizde asıl âşık olduğunuz göstermek midir, gösterdiğiniz midir, gören midir? Sevgilinize aldığınız çiçeği paylaştığınızda çiçeğin amacı çoğalır. 1) Sevgilinizi mutlu etmek için. 2) Sizin sevgilisine çiçek alan bir erkek olduğunuzu göstermek için. 3) Bu paylaşımı görenlerin takdirini kazanmak için... Sizinkisi hangisinde kalacak? Değiştirip soralım: Fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulacak mı? Bulmadığını söyleyecek babayiğit az olduğundan ikinci niyetlerin hayat bulacağı alanlardan kaçınmak önemli. Kalbimize sahip çıkamıyoruz çünkü.

2 Kasım 2016 Çarşamba

Taşıyamadığın mülk senin değildir (2): Hakikat herşey bittiğinde de kalandır

Bu yazıyı bir önceki yazının tetimmesi gibi kabul edin. Ancak ona yaslanırsa ayakta kalacak. Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da geçen bir ifadesinin ne anlama geldiğine dair bir tefekkürüm bu. Önceki yazıyla 'anlam kardeşliği' olduğu için arkasından okunmak ona da iyi gelecektir. Hem anlatırken bana, hem anlarken size bir kolaylık sağlayacaktır. Anlayamadığım o ifade ise.... Bediüzzaman mezkûr metinde felsefe şakirdi ve Kur'an tilmizini karşılaştırırken diyor ki:

"Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur'ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, 'Evradlarınızı bununla okuyunuz' der. İşte, Kur'ân'ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar."

Doğrusu bu kısımda virdlerinde/zikirlerinde andıkları silsile-i zerrat, katarat adetleri ve mahlukatın aded-i enfası ile Kur'an tilmizlerinin felsefe şakirtlerine nasıl bir üstünlük sağlandığını anlayamıyordum. Yani salt bir 'kainatın zerreleri adedince' veya 'denizlerin dalgaları sayısınca' veya 'mahlukatın aldığı nefesler miktarınca' demekle felsefeye nasıl bir üstünlük sağladığımızı çıkaramıyordum. Yıllarca bu paragrafı 'yanından geçerek' okudum. İsra sûresinin 44. ayetinde denildiği gibiydi halim: "Ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız." Fakat ayet-i kerimenin devamı, ihtar ettiği isimlerle anlayamadığımı terketmememi, kapısında beklememi, hatta tekrar be tekrar denememi emir buyuruyordu sanki: "Şüphesiz ki O, Halîm'dir, Gafûr'dur." Ben de terketmedim, bekledim, denedim.

Bugünlerde bu nazlı sırrın duvağını birazcık açtığını düşünüyorum. Allah muvaffak ederse, becerebilirsem, anlatmayı deneyeceğim. Öncelikle şunu belirteyim: Bence bu sırrın da gözü parça-bütün ilişkisine bakıyor. Hani (Çin atasözü olarak duyduğum) şöyle hakikatli bir kelam vardır: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." İşte bence Bediüzzaman'ın yukarıda dikkatimizi çektiği 'inbisat-ı ruh' da böyle birşey. Yani bu insanlar bizim gibi küçük meselelerin insanı olmaktan çıkmışlar. Artık kainatın anlamı hakkında konuşuyorlar. Bütün varlığın anlamının saklı olduğu el-Esmaü'l-Hüsna'yı tefekkür ediyorlar. Dillerinde o, işlerinde o, gözlerinde o....

Mürşidimin "Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." demekle nazarlarımıza verdiği gibi, hakiki hakikatin bilgisi onlarda. Bu, belki, yeni ceptelefonu modelini veya tuttuğu takımın maçını, kılacağı namazdan daha heyecanlı bir şekilde bekleyen bizler için anlaşılır birşey değil. Duygularla ulaşmak zor oluyor. Ama hakikat.

Hakikat herşey bittiğinde de kalandır. Kelimat-ı mübareke diye tabir ettiğimiz her sözcük; mesela Hasbunallah, mesela Bismillah, mesela Elhamdülillah, mesela Allahu Ekber, mesela Subhanallah; aslında bütünün (bizim önemsediğimiz bütün amaç, niyet ve anlamlardan daha aşkın olarak) gerçek anlamını sunar bize. Yerçekimi kanunu hangi derdinize deva olur? Termodinamik düzen ailenizdeki hangi sorunu çözer? Suyun kaldırma kuvveti kimi intihardan döndürebilir? Ama el-Esmaü'l-Hüsna'nın içerdiği anlamlar bunu yapar. O anahtarı hangi kilide vursanız size bir çıkış yolu gösterir. Ölüm bile (hatta kıyamet bile) engel olmaz onların hakikatinin varlığına. Allah'ın isimleri, bir önceki yazıda da söylemeye çalıştığım gibi, varlık bütünlüğünün asıl anlamlarıdır. Her kapı onlara çıktığı gibi; en büyük dairede, gerilerindeki herşeyin saçmalaştığı/güdükleştiği bir düzeyde, onlar görünür.

"Sonra, o âlem-i hayvânât içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi."

Kendimizi mihenk almayalım. Biz burada çok küçük meseleleri büyüterek yaşıyoruz. O yüzden bu sırrı yeterince kavrayamıyor olabiliriz. Ama bütünün sırrını kavrayanlar, ellerinde o bütünlüğün her köşesinde geçen kanunlar, kelimeler, tefekkürler ve sırlarla virdlerini okuyorlar. Maneviyatın sultanı onlar. Çünkü anlamların şahını keşfetmişler. Dillerinde her kapıyı açan, her zamanda geçerli ve her mekanda anlaşılan kelimeler var. Fikirleri yalnız bunlarla meşgul oluyor. Onlara yalnız bunlar 'emeğe değer' görünüyor. Yanlarına varsan, sohbetlerine katılsan, dillerini dinlesen senin de gönlün genişliyor. Sanki bu dünyanın dışına çıkıyorsun. İşte inbisat-ı ruh/ruh genişlemesi budur. Ben ve sen "Bu sabah gömleğin üzerine ne renk ceket giysem?" veya "Beşiktaş'ın bu sene şampiyon olur mu?" diye düşünürken, onlar, kainatı kuşatan anlamlara gönül vermişler. Elbette sana ve bana nazaran inbisat etmişler.

1 Kasım 2016 Salı

Taşıyamadığın mülk senin değildir

Yazılarımı takip edenler farketmiştir: Bir süredir ubudiyetin bütünle, enaniyetin parçayla ilgisi olduğu üzerine kafa yoruyorum. Hatta mürşidimin "İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." ve devamındaki ifadelerle bu sırrın altını çizdiği düşünüyorum. İyi haber şu: Bugünlerde bu tefekkürümü biraz daha ilerlettim. Ubudiyet dediğimiz şeylerin aslında bütünün (ki bu bütünü en üst seviyede 'tevhid' ifade eder) anlamına 'hatırlatan' veya 'ona dair olan' şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Namazımız, orucumuz, zekatımız, haccımız, selamlaşmamız vs... En küçüğüne kadar ibadet diye yaptığımız herşey aslında yaşadığımız parçalığın içinde bütünlüğün anlamını içeriyor. Yüzümüzü, aklımızı, kalbimizi ve hatta tümümüzü bütüne çeviriyor. Daha öz bir ifadeyle: İbadetlerin her biri kendimizden daha aşkın birşey için yaptığımız şeyler. Ve biz bu aşkınlığı evvelen niyette yaşarız.

Niyetin eyleme kattığı ilk şey onu yalnızlıktan kurtarmasıdır. Bir kanunun/bütünlüğün parçası haline getirmesidir. Bir mü'min "Niyet ettim Allah rızası için..." deyip (veya içinden geçirip) birşey yaptığında eylemini aynı cümleyi söyleyenlerin eylemlerine bağlar. Necip Fazıl merhumun tabiriyle bu bir 'Sonsuzluk Kervanı'dır. Şunu fiziksel anlamda ifade etmenin tastamam bir yolu yok. Ama manevî dünyada kesinlikle bağlanıyoruz. Mürşidimin ifadesiyle imanın bir 'intisap/bağlanış' oluşu böyle bir sırrı saklıyor. Yani birşeyi bir anlam veya niyetle yaptığınızda o anlamda/niyette bir kardeşlik halkasına dahil oluyorsunuz. Aranızda yüzyıllar olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Halkanın bazı bireylerinin zayıf, diğer başkalarının güçlü, daha başkalarının ise daha da güçlü olması bütünlüğün kemali içinde önemini kaybediyor. Çünkü bütünün konuşulduğu yerde parçaların önemi kalmıyor. Bugün hızlı tren diye birşey varsa raylı sistemi ilk kez hayal eden insanın bunda bir payı vardır. Ve bu teknolojiye emek veren herkesin mezkûr silsileden bir hakkı vardır. Ancak hiçbirisinin küçük adımları/emekleri bütünlüğün sahibi olamaz.

"Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki; sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz-ü ihtiyarî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efradından nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor. İkinci vecih itibarıyla ve bilhassa ubûdiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs'ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünkü, Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr derc etmiştir—tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınâsı nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına cami' geniş bir âyine olsun."

Enaniyetimiz bizi parçaların hâkimi kılmıyor, ama öyle sanmamıza sebep oluyor. Bir parçayı bütünden ayırabildiğimiz sanıyoruz onunla. Farazî bir hat çekiyoruz. Ve bütün (sanki) onun ötesinde kalıyor. Neden lazım bu? Akıl için lazım bu. Akıl parçalayıcıdır. Anlamak için parçalamaya ihtiyaç duyar. (Her bilimdalı yükü arttıkça alt dallara bölünür.) Varlığın bütünlüğünü parçalamadan tartabileceğinden çok büyüktür. Ziya Paşa'nın "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez" dediği gibidir. Fakat Allah bize dağların yüklenmeye çekindiği bir 'emanet' vermiş. Biz, bir parçayı bütünden kopararak(!) emanet alabiliriz.

Yani bir parçaya sahip olduğumuz sanarak onu laboratuvarımız haline getirebiliyoruz. Bu sahici bir sahiplik değil. Çünkü hakiki sahip mülkünün yükünü tastamam omzuna alandır. Taşıyamadığın şey senin değildir. Biz sahip olduğumuzun yükünü omzumuza almıyoruz. Bin tane örnek verilebilir buna. Biz şunu deneyelim: İnsan kendi bedenine sahip olduğunu düşünür. Ancak bedenindeki işlerin kaçta kaçına aklıyla, iradesiyle, farkındalığıyla, ilmiyle dahildir? Binde bir bile değildir bildiği. Beslenmedeki rolümüze dikkat çeker Bediüzzaman bu noktada. Ağzımıza bir lokmayı atarız. Ancak ne o lokmanın sindiriliş sürecini yönetiriz ne de bedene dağıtılışına muttali oluruz. Sadece ağzımıza koyarız, o kadar...

Peki, tam da burada, yani ubudiyet cihetinde, Bediüzzaman acz ve fakrımıza neden vurgu yaptı? Ben bunu biraz şöyle anlıyorum: Acz ve fakr, parça olarak ayrı bir şuur sahibi olan ve anlamak için kardeşlerini de parçalamaya meyyal olan insanın yüzünü tekrar bütüne çeviren iki ihtarcı ayakbağıdır. Biz bir bütünün parçası olduğumuzu ve bütünün anlamına hizmet etmedikçe bir hiç olduğumuzu en çok aczimiz ve fakrımızla anlarız. Parçanın parça olduğunu idraki aczini ve fakrını hissetmesiyle olur. Kendisinde bir güç olmadığını farkeden ve buna rağmen birçok şeye ihtiyaç duyduğunu anlayan parça bütüne koşar. Şeytandan vesvese gelen kul Allah'a sığınır. Açlık çeken Rezzak'ı arar. Merhamete ihtiyaç duyan Rahman'ı soruşturur. Aczimiz ve fakrımız ile ubudiyet cihetimiz arasındaki bağ sanıyorum biraz da bununla ilgili. el-Esmaü'l-Hüsna bütünün anlam kodlarıdır. Parçanın parçalığında boğulmaması, 'bir öpmekte batmaması' için bütüne bakmaya ihtiyacı var. Ve bizi bütüne en çok baktıran yaralarımızdır. Hasretini çektiklerimizdir. Yokluklarında eksik kalmasaydık bizden fazlası olduğunu hiç düşünmeyecektik.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...