4 Ekim 2018 Perşembe

Sonuçlar Allah'tansa nedenler neden var?

"Sebepler neden var?" diye kendime sorduğumda (ah, evet, bazen böyle şeyler de soruyorum kendime) öncelikle şöyle bir cevap alıyorum: Biz sebeplerle yaratılışa muhtacız. Evet. Körkütük muhtacız hem de. Çünkü 'yoktan yaratılışı' anlayacak bir kapasiteye sahip değiliz. Elbette kainatın böyle bir yaratılışa ihtiyaç duyduğunu seziyoruz. İzlerini görüyoruz. Anların, yüzlerin, seslerin, hatta parmak izlerimizin sahip olduğunu 'orijinallik' meselenin bir yoktan yaratılışa dayandığını hissettiriyor.

Daha önce olmayan şeylerin varolduklarına şahitiz. Daha önce akla gelmeyen fikirlerin geldiğine şahitiz. Daha önce kurulmamış cümlelerin kurulduğuna şahitiz. Bu yeni varlıklar, fikirler, cümleler 'yapıtaşları olarak' daha önce varolan şeyleri kullanıyor olsalar da, son aldıkları biçimde eşssizler. Orijinaller. Başka bir yerden kopyalanmış değiller. Bu da kulağımıza onların 'yoktan yaratıldığını' fısıldıyor.

Evet. Benden önce çok sayıda Ahmed varoldu. Doğru. Kabul. Fakat tıpkı ben gibi bir Ahmed daha varolmadı. Ben olduğum Ahmed olmada orijinalim. Benzerimden alıntılanmış değilim. Bu bir yoktan yaratılış habercisi. Beni 'ben' yapan şeylerin en azından bir kısmı 'daha önce varolmamışların' âleminden geldi. Geldi ki, beni, 'daha önce varolmamış bir Ahmed' yaptı. Bunun başka açıklaması yok. Ancak onun detaylarına inebilecek bir aklımız da yok. Yok. Çünkü yokluğun bilgisi bizde yok.

Yokluğun bilgisi bizim de yok olduğumuz zamanın bilgisidir. Bu bilgi bizim gaybımızdır. Cenab-ı Hak, ezelî-ebedî olarak, bizim yokluğumuzun bilgisine sahiptir. Ancak biz kendi yokluğumuza dayanan bir bilgiye akıl erdiremeyiz. Ki erdiremiyoruz da. Big-bang gibi teorilerle eşiğine kadar gelsek de o eşikten içeriye adım atamıyoruz. 'Nasıllığına' kafa yoramıyoruz. 'Keyfiyetini' tefekkür edemiyoruz. 'İçeriğine' inemiyoruz. Bunları yapamamamız da doğal. Çünkü orası bir tür 'uluhiyet' bölgesi.

Fakat Allah'ı da bilmemiz lazım. Bu, mürşidimin tabiriyle, şiddet-i zuhurundan bilinemeyen Zât-ı Zülcelal'i anlamak için berzahlara, ara âlemlere, geçiş süreçlerine ihtiyacımız var. Aklımız bu kadarını kaldırabiliyor. Tıpkı, edebî bir eseri okumaya başlamadan önce, her çocuğun hece talimi yapması gibi bir talimden geçmeliyiz. "Aaaa-liii tooo-puuu aaaat!" Cümle aslında böyle değil. Daha kısa. Biliyoruz. Fakat o kısaya varmadan önce dolaşılması gereken uzun pratikler var. Bence, sebepler de işte aynen böyle, kısayı öğrenmeden önce dolaşmamız gereken uzun yolları gösteriyorlar. Evet, biz, Onu bilebilmek için Onun tarafından lütfedilmiş pratiklere muhtacız.

İşaratü'l-İ'caz'da Fatiha'yı tefsir ederken 'hakaik-ı nisbiye' diye tabir ettiği birşey var Bediüzzaman'ın. Yazıyı uzatmak pahasına bir miktar alıntı yapacağım: "Hakaik-i nisbiye denilen şeyler kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vâhid in'ikâs etmiştir. Hakaik-i nisbiye büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise hakaik-i nisbiyesi yedi yüzdür." Şimdi, bencileyin bu metni anlamak için, şöyle bir örneğe uzanalım:

Gökyüzüne bakıyorsunuz. Gündüz vakti. Hiç bulut yok. Tamamen masmavi gökyüzü. Ben gelip size sorsam: "Gökyüzünün derinliği ne kadar sence?" Nasıl cevap verirsiniz? Kafanızda nasıl bir derinlik oluşur? Bir de aynı soruyu şöyle bir tabloda size yönelttiğimi düşünün: Gökyüzüne bakıyorsunuz. Gündüz vakti. Havada aşağıdan uçan küçük kuşlar var. Daha yukarılarında uçan kartallar var. Daha yukarılarında bulutlar var. Daha da yukarıdan bir uçak geçiyor. Ay da bir parça görünür olsun. Ve ben size yine soruyorum: "Gökyüzünün derinliği ne kadar sence?"

Gökyüzü her iki halde de derin. Her iki halinde de aynı derecede yüksek. Fakat siz, pek maşaallah ve ne yazık ki, insansınız. Bilmek için nisbetlere muhtaçsınız. Gökyüzünün hakaik-ı hakikiyesi binlerce kilometre ise de (bu rakamı salladım) sizin onu farkedebilmeniz mümkün değil. Çünkü açık hava kıyaslama imkanı vermiyor. Semada başka bir detay bulunmadığı için bir nisbet bağı kurarak ölçünüzü ortaya koyamıyorsunuz. Yeterince açamadıysak bir tanesinde daha şansımızı deneyelim:

Ömrünüzde metre diye birşey görmemişsiniz, bilmemişsiniz, duymamışsınız. Ve dünyadada hiçbir yükseklik yok. Herşey düz bir zemin üzerinde. Dağ yok. Tepe yok. Çukur yok. Ve ben karşınıza dikilmiş soruyorum: "Boyum ne kadar?" Herhalde bu soruya cevabınız şöyle olurdu: "Neye göre ne kadar?" Çünkü boy bilgisini üzerine bina etmek için de bazı temel ölçüleri kabul etmek gerek. Metre böyle bir kabuldür. Eğer beni birkaç insanla daha yanyana görseniz ve onlara nisbetle boyumu söyleseniz bu bir kabuldür. Üşenmeyip karışla ölçseniz bu dahi bir kabuldür. Her şekilde, nisbet edilecek bir temel 'birim'i belirlemediğiniz sürece, ölçümü tamamlayamazsınız. İnsanın ölçme yeteneği baz alacağı birimlere muhtaçtır.

Baz alacağı birimler çeşitlendikçe de ölçümleri çeşitlenir. Metreyle başka, karışla başka, adımla başka, kulaçla başka, parmakla daha da başkadır. Hakikatte o şeyin boyu olduğu şey kadar olsa da, ki zaten öyledir, nisbî olarak bu sayı fazlalaşır. Hatta diyebiliriz ki: Nisbet ettiğiniz şey kadar o şeyin boyu vardır.

Esas konumuza geri dönelim: Herşeyin yoklukta eşit olduğu bir düzlemde insan yoktan yaratılışı nasıl ölçebilir? Bir dağın yokluğu ile bir insanın yokluğu arasında yokluk açısından bir farklılık var mıdır? Şeyler birbirlerinden farklı derece de mi yok olurlar? Bence herşey hiçlikte eşittir ve "Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir!" (Lokman sûresi, 28) gibi ayetler bu 'yokluk eşitliğine' dikkat çekerler. Yokluktan çıkarılmada bir-bin farkı yoktur. Çünkü baz alınacak bir 'varlık tabanı' yoktur. Nisbet imkansızdır. Tek açıklama sonsuzluktur. Sonsuz bir kudreti olmayan birisi tek bir zerreyi bile yokluktan varlığa çıkaramaz. Çünkü tek bir zerre yokluğa çıkışta herşeyle eşittir.

Evet, biraz dağıttığımı görerek, ama bundan kaçınamayarak, şuraya geleceğim: Biz Allah'ı yoktan yaratışıyla tanımakta zorlanırız. Çünkü yoktan yaratılışı anlayabilecek melekelere sahip değiliz. Çünkü sınırlıyız. Çünkü mahlukuz. Çünkü yokluk aynı zamanda bizim de yok olduğumuz bir düzlemi ifade ediyor. İnsan olmadığı yerin bilgisine de sahip olamaz. Ancak, o Rahman u Rahim, lütfediyor. Bize 'onu bilebilmenin' yollarını açıyor. Nasıl? Zâhirde sebepleri kullanarak. Neden-sonuç ilişkisini yoktan yaratılışın üzerine bir perde gibi asarak. Bu bağlar sayesinde biz bir 'nisbet imkanına' ulaşıyor ve bu yolla Allah'a dair marifetler geliştirebiliyoruz.

Yoksa bitmiştik. İşte, biz böylece Allah'ın kudretini, ilmini, iradesini ve bütün sıfatlarını/isimlerini 'aklımızın bir derece kavradığı şu yatay düzlemde' bir yere koyabiliyoruz. Kendimizce bir tanıma kavuşturabiliyor, anlayabiliyor, anlatabiliyoruz. Elmanın yaratılışının 'yoktanlığını' değil de ağaç, toprak, bahar, güneş, yağmur vs... bir dizilim içinde tefekkür edebiliyoruz. Bu da Allah'ı tanıyabilmek için bize bir imkan sağlıyor. İşte, baştaki heceleme yapan çocuk gibi, "eeeel-maaaa, aaaa-ğaaaç, toooop-raaak..." diyoruz. Aslında o cümle daha kısa ama bizim talime ihtiyacımız var.

Bir de meselenin şöyle bir yanı var: Eğer sebepler olmasa biz Allah'ın yaratışının azametini de anlayamazdık. Yoktan yaratılışı kuşatamadığımız için onda Allah'ın haşmetini görmemiz mümkün olmazdı. Veya görsek bile tek şekilde görürdük. Fakat şimdi büyük büyük döngülerde, kocaman kocaman değişimlerde, devasa devasa sistemlerde, bir kere değil bin kere, aklımızın ulaştığı her farklı şekilde Allah'ın büyüklüğünü görüyoruz. Yani: Hemen "Sorumlusu Mehmettir!" diyen bir cümle yerine uzun/muhteşem bir kurgu içinde bizi "Sorumlusu Mehmettir!" demeye götüren bir romanı (hem de ne roman) okuyoruz. Ve en sonunda diyoruz: "Vay be, ne kitap yazmış, ne yazarmış ama!" Evet arkadaşlar, bazen yazarlar, bu tür cümleleri kurdurabilmek için sizi yüzlerce sayfa ile oyalarlar. O oyalama hikmetlidir. Bence kainatta sebeplerle olan ilişkimize ve sebeplerin Allah'ı anlamadaki imkanlarına da böyle bakabilmeliyiz. Ve şükretmeliyiz. Onlar engel değil imkan.

21 Eylül 2018 Cuma

Neden dualarımız hamd ile biter?

Yunus sûresinin 10. ayetinde geçen bir ifade var ki, Risale-i Nur'da da sıklıkla kendisine yer bulur, kısa bir meali şöyledir: "Onların dualarının sonu da şudur: Hamd âlemler Rabbi Allah’a mahsustur." Bu ayet, esasında, mü'minlerde 'bir şeaire dönüşmüş olarak' yaşamaktadır. Hatırlarsınız, gerek bireysel, gerek cemaatle edilen dualarda dilek kuşumuzun kanatları şu ifadelerle bağlanır: "Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-alemîn. el-Fatiha." Evet. Zaten bildiğiniz üzre 'Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-alemîn' de "Hamd âlemler Rabbi Allah'a mahsustur!" demektir.

Peki onların/mü'minlerin duaları neden böyle bir 'hamd' ile sona erer? Kur'an'da bunun bize hatırlatılmasının (veya tembih edilmesinin) hikmeti nedir? Bir dua neden hamd ile bağlanır? Dua, tam da bir yoksunluk durumunda edilmesine rağmen, neden şükürle, mutlulukla, neşeyle kardeş bir kelime anılır? Bu yazımda epeydir zihmini kurcalayan şu meseleye dair kalbime gelenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Elbette, fikrimi paylaşırken, mürşidimin ifadelerine atıflar da yapacağım. Becerebilirsem. İnşaallah. Tevfik ise Allah'tandır.

Öncelikle şunu hemen ifade edelim: Bediüzzaman'ın çeşitli metinlerde tekrar be tekrar hatırlattığı üzere, dua birşeyin aracı değil, hayatın bizzat amacıdır. Veya daha toparlayıcı bir ifadeyle şöyle diyebiliriz: Dua, kendisiyle nefsî neticelere ulaşmak için değil, nefsi ruhla alakadar etmek üzere emredilmiştir. Yahut da şöyle söyleyebiliriz: 'birincil ihtiyaçlarla tetiklenen ikincil bir ihtiyaç' olarak fıtratımıza asılmıştır. Öyle ya. Derde düşen ateist bile olsa dua eder. Bir şekilde yardım diler. Hani şu söz pek meşhurdur: "Düşmekte olan bir uçakta ateist bulamazsınız."

Mürşidim "Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz!" derken de, "Hastalık duanın vaktidir; şifa duanın neticesi değil. Belki Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir!" söylerken de, ve hatta "Dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil!" diye hatırlatırken de aynı hakikate dikkatimizi çeker. Yani, zahirde biz duayla bir neticeye ulaşmaya çalışırız, nefsimiz bazı ihtiyaçları için duaya sevkolunur. Fakat hakikatte ihtiyaçlar duaya sevkediliş vesilemizdir. Murad olunan 'istenilen' değil 'edilen'dir. Yahut da azıcık kelime oyunuyla şöyle söylemeli: Hastalıkla veya yağmursuzlukla veya herhangi bir musibetle sevkedilişimiz 'istenirken edilene'dir, 'edilirken istenene' değildir.

Bu düzlem duayı bizzat bir amaç haline getiriyor. O halde, bir mü'min, dua ettiğinde zaten kendisinden asıl istenilene ulaşmış oluyor. Yani sevkedildiği asıl maksada kavuşmuş oluyor. Ümit Şimşek ağabeyin Mesnevî-i Nuriye tercümesinde bu durum şu cümlelerle ifade ediliyor: "Evet, hamdin sırrı, nimet meyvesinde in'am ağacını görmektir. Böylece, tasavvur-u zeval elemi gider, hamdin kendisi bizzat bir lezzet olur."

Kul, Allah'a dua ettiğinde, velev ki dua ettiği şeyler kendisine nasip edilmesin, aslında 'potansiyelin bilgisine/farkındalığına' ulaşmış olur. Ona dilediklerini verebilecek 'kudreti herşeye yeter' bir Allah vardır. (Bunu 'içinden' öğrenmiş olur.) Hem o Allah merhametlidir. Mahlukatının kapsamı içerisinde zerre kadar yer tutan insanın sesine dahi kıymet verir. İnsan dua ettiği anda ruhuna/kalbine bu manaları hatırlatmış olmakla şifasını almış olur zaten. Ve şu 'şifayı zaten almış olmak' da hamdedilmeye layıktır.

Tam da bu makamda mürşidim der: "Bunun (duanın) en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Yani, evet, biz dualarımızın sonunda hamdediyoruz. Çünkü dua etmenin bizzat bir 'nimet' olduğunu, hatta nimet içinde 'nimet vereni' göstermekle 'nimetten öte nimet' olduğunu hissediyoruz.

Hem yalnız bu kadar da değil. Bu ayette hamdın Allah'a değil de 'âlemler Rabbi Allah'a tevcih edilmesinin de bir hikmeti var. Onu da yine Ümit Şimşek ağabeyin Mesnevî-i Nuriye tercümesinde şöyle bir yerde ışıldarken buldum:

"Dua, tevhidin ve ibadetin esrarına nümunedir. Zira içinden gizlice dua eden kimse, bu hareketiyle, dua edilen Zatın, onun içinden geçen şeyleri işittiğine ve istediğini vermeye kadir olduğuna itikad etmiş olur. Bu da, dua edilen Zatın herşeyi bildiğine ve herşeye kadir olduğuna inanmayı gerektirir."

Yani, dua etmiş olan insan, bir açıdan, tevhide imanını da ortaya koymuş oluyor. Hatta bu yönüyle duaya 'içimizdeki fıtrî tevhid şahidi' de diyebiliriz. Çünkü dua eden kişi, ettiği Zatın, 'herşeye gücü yeter' olduğunu da kabul etmiş oluyor.

Hem zaten duaları da yalnız birşeyle, bir alanla, bir dalla, bir sınıfla, bir zeminle ilgili değil. İnsan öyle bir kainat meyvesi ki dualarının içinde evrenin her rengi var. Hayallerinde bütün âlemlerin resmi bulunur. İşte, biraz da bu nedenle, dualarımızın sonu 'âlemler Rabbi Allah'a hamd ile bitiyor. (Duamız için bütün âlemler gerekiyor.) Hamdediyoruz. Çünkü dua etmekle ona yaklaşıyoruz. Veya onun yakınlığının farkındalığına ulaşıyoruz.

Bu yakınlık bahsini açtım, sanmayın ki, öylesine açtım. Aynı eserde 'hamd' ile 'yakınlık' arasında kurulan şöyle bir ilgi de var:

"Subhanallah, kulun ve imkan dairesindeki varlıkların, Vacibü'l-Vücud ve Aliyyü'l-Azîm olan Allah'tan uzaklığına bakar. Elhamdülillah ise, Allah'ın lütuf ve rahmetle kula ve mahlukatına yakınlığına bakar. (...) Allah bize yakındır, onun için biz Ona hamdederiz; biz ise Ondan uzağız, onun için Onu tesbih ederiz. Sen rahmetiyle Onun yakınlığına bakarak Ona hamdet ve mümkinattan oluşun cihetiyle uzaklığına bakarak onu tesbih et. Bu iki makamı sakın karıştırma!"

Belki duada bu 'yakınlık hissinin inkişafı' olduğu için de arkasında hamdin mührünü görüyoruz. Yani, Allah'a hamdediyoruz, dua gibi bir vesileyle bize yakınlığını gösterdiği için. Fakat bir saniye. Şimdi bunları yazarken dikkatimi çekti. Yunus sûresinin 10. ayeti aslında yukarıda alıntıladığım kısımdan ibaret değil. Ayetin tamamını kısa bir mealle meallendirecek olursak şöyle söyleniyor: "Onların oradaki duası: Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz! (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise 'selâm' dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur."

Ayet-i kerimeyi böylece tastamam karşımıza alınca Bediüzzaman'ın 'yakınlık' ve 'uzaklık' üzerinden anlattığı 'iki makam'ın bu ayetin bir gizli tefsiri olduğunu söyleyebilir miyiz? 'Gizli' diyorum. Çünkü o bahiste bu ayet hiç anılmıyor. Fakat başlarken şöyle söyleniyor: "Subhanallah ve Elhamdülillah, Allah'ın önce celal, sonra da cemal sıfatlarıyla tavsifini tazammun eder." Belki şöyle birşey zannetsek hata olmaz: Bu iki makamın dengesini yakalayanlar ancak 'selamet' bulur. Birbirleriyle karşılaştıkça 'selam' derler. İnsanın 'ubudiyetteki dengenin' cennetini bulmasının yolu budur: 'Subhanallah'ı anmak ama 'Elhamdülillah'ı da unutmamak.

18 Eylül 2018 Salı

Tom'u Jerry mi düşürdü?

Hazine nedir? Varlığından mutlu olduğun şeyin daha çoğudur. Kaynağıdır. Hatta sabitliğidir. Öyle ki, sen, birşeyin hazinesinden bahsetsen, aslında o şeyin bir derece sabitliğinden de bahsedersin. Ümit Şimşek ağabeyin yaptığı Mesnevî-i Nuriye tercümesinde şöyle bir cümle var: "Herşeydeki sanatın altında bir bilinmezlik vardır ki varlığı zaruri olan bir Kadîrin sonsuz kudretini meydana çıkarır." Ben, bu cümleyi, Hicr sûresinin 21. ayetiyle ilgili görüyorum. Ki onun da kısa bir meali şöyledir: "Herşeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz."

Evet. Bence bu ikisi arasında bir kardeşlik var. Kardeşliğin özünü de, ism-i Kayyum penceresinden kuşanılacak bir bakışla, şöyle bir varlık algısı oluşturuyor: Biz evrendeki şeyleri her ne kadar 'müstakil' olarak, 'bağımsız varoluşlar' olarak, 'kendi başına ayakta durur' olarak müşahede ediyor olsak da, bu, bizim sınırlı nazarlarımızdan kaynaklanan bir yanılgıdan ibarettir. Aslında biz, sinemada oturmuş, çizgifilm izler gibiyiz. Çizgifilmde gerçekleşen her hâdiseyi salt perdede yaşananlarla açıklamaya çalışıyoruz: "Şimdi Tom düştü. Çünkü Jerry ona çelme taktı. Şimdi de Jerry kaçıyor. Çünkü Tom onu kovalıyor..." diyoruz.

Çizgifilmi çizgifilmin içinde kalarak açıklamak böyle oluyor. Fakat bir de bunun üstü bir bakış var. Bize Kur'an-ı Hakîm'in öğrettiği bir bakış. Sünnet-i Seniyyenin aşıladığı bir bakış. O bakışta herşeyin bir 'gaybı' var. Beş duyu organımızın dokunamadığı 'aşkın boyutların/âlemlerin' varlığının farkındayız. Ve vahiy de tam olarak bu 'artı'nın zenginliğini elde edenleri övüyor. "Onlar ki gayba iman ederler!" diyor. Gayba iman edenleri methediyor.

Peki gayba iman edenlerin ne artısı var? Onların en temel artısı perde üzerinde gerçekleşenleri perdeye bağlı olarak anlatmaya mecbur olmayışları. Bakışlarını genişletmişler. Nübüvvet güneşi gözlerini açmış. Sinemada olduklarının farkındalar. Çizgifilmin bir projektör vasıtasıyla yansıtıldığını biliyorlar. Karşılarındaki manzarayı bir tecelli olarak okuyorlar. Asıl değil gölge bunlar. Bu da onları önlerindeki bilgiyi 'perdeden aşkın bir şekilde' anlamlandırmaya teşvik ediyor. Bunu yapıyorlar. "Tom, Jerry ayağına çelme taktığı için değil, çizer böyle çizdiği, senarist böyle kurguladığı, perdeye böyle olduğu yansıtıldığı için düştü." Ve o zaman görüyorlar:

Hiçbir görüntünün sabit kalmadığı bu yaz-boz tahtasının ardında daha sabit birşeyler olması lazım. Tom ve Jerry'nin bu koşuşturması kendilerinin yarattığı birşey olamaz. Tesadüfen de böyle birşey ortaya çıkamaz. Tabiat ki, temsilde çizgilfilmin kendisidir, kendisi zaten an be an yeniden şekillendirilen/değiştirilen birşeydir. Her an yaratılmakta, dönüştürülmekte, biçimlendirilmektedir. Yaratılıyor, dönüştürülüyor, biçimlendiriliyor olan kendisini yaratamaz. Birşey hem 'eyleyen' hem 'eylenilen' olamaz. Perde hem yansıtan hem yansıyan olamaz. İşte, o zaman, böyle diyenin 'neden öyle söylediğini' anlıyorlar:

"Tabiat misalî bir matbaadır, tâbi' değil. Nakıştır, nakkaş değil. Kàbildir, fâil değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil."

Tom ve Jerry'nin sabitliğini koruyan daha sabit bir âlem olmalı. Hazineleri orada bulunmalı. Çünkü varlığı 'dönüşgenler' ancak 'sabitlere tutunarak' ayakta kalabilirler. Gezegenleri tutan güneşin sabitliğidir. Aynalardaki sûretimi aynı tutan yüzümdeki sûretin aynılığıdır. Her bahar yeniden çiçeklenen ince dallar ağaç köklerinin sabiteliğiyle bunu başarırlar. Bu değişkenden sabite akış hepimize çok önemli bir ism-i Kayyum sırrı söyler: Değişken âlemlerin ardında bir 'kendisine değişmek arız olmayan' olmalıdır. Değişen herşey, varlıkta kalabilmek için, değişmeyen birşeye yaslanmaya muhtaçtır. Değişkenlik ömrünü sabitelikten alır.

Şu da var: Değişmek eksiklerin/sınırlıların işidir. Öyleyse o şey nihayetsiz kemalde de olmalıdır. Çünkü sebat kemale tâbidir. Mükemmel olan ancak değişmez.

Dalların hazinesi köklerin yanındadır. Köklerin hazinesi toprağın yanında... Toprağın ise kayaların ufalanmış hali olduğunu biliyoruz. Zaten kayalar da daha aşağımızdaki magma tabakasının soğumuş kısmından oluşuyorlar. Peki ya magma tabakası? Peki ya herşeyin özündeki sabitelik? Atom altına indikçe inceleşen/belirsizleşen varlık? Bunca değişkenlik içinde bizi 'biz' kılan şey nedir? Anlar birbirlerinden farklıyken seni 'sen' ve beni 'ben' kılan ne sabit kalıyor? Değişen herşey kime tutunuyor?

Arkadaşım, lafı çok dolaştırdım, fakat farketmemiz gereken birşey var. Bazen, tüm şartlar yerli yerinde olmasına rağmen, mutlu olamıyoruz. Bazen, yazmak için herşey müsaitken, iki cümle bile karalayamıyoruz. Bazen, en zevk aldığımız şeyleri yaparken bile, dilimize acı bir tat geliyor. Bütün bu yoksunlukların öğrettiği birşey var.

Nedir o? Bence şudur: Bu şeylerin hazineleri bizim yanımızda değil. Başka bir yerde. Dilimize değen yalnızca sızıntı. Perdedekiler yalnızca tecelli. Biz, inan, ne kadar dönüp dolaşsak, yine mürşidimin dediğine geleceğiz: "Âlem-i şehadet avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir." İşte, kanaatimce, 'herşeydeki sanatın altındaki bilinmezlik' biraz da budur. Aklın ile tüm değişkenliğin kenarına geldiğinde muhtaç olduğun sabitliktir. Bu sabitlik, bir an gelir ki, tüm sınırlı şeyleri aşar. Yine Kur'an'daki bir soru-cevabın ortasına düşersin: "Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan: 'Elbette Allah!' diyeceklerdir." Evet, âlemdeki değişimin kenarına gelen, imana düşer.

16 Eylül 2018 Pazar

Siz hiç 'lades' oynadınız mı?

Siz hiç 'lades' oynadınız mı? Hani şu kemikle oynanan oyun? Dikkatin sınandığı... Bir saniye. Çok bodoslama oldu. Oradan başlamayalım. Şuradan girmek daha doğru olur: Mürşidim bir yerde 'besmele' hakkında diyor ki: "Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur." İşte, ben, bu cümlelerin (ve de içerisinde yeraldıkları 14. Lem'a'nın 2. Makamı'nın) bana sezdirdiği birşeyi, doğruluğunu-yanlışlığını takdirlerinize bırakarak, paylaşmak istiyorum. (Tevfik ise Allah'tan.) Fakat öncesinde yine 'lades' konusuna döneceğiz.

Başka türlü de oynandığı oluyordur belki ama, biz çocukken ladesi tavuğun (aynı ismi taşıyan) kemiğiyle oynardık. Bu lades kemiğini (veya eklemdi) birbirinden ayırırken taraflar karşılıklı olarak 'bu oyunu oynayacaklarına dair' sözleşirlerdi. Oyunun kuralları ise belliydi: Taraflardan birisi diğerine uzattığı herhangi birşeyi aldırmayı başarabilirse kazanırdı. Fakat işin bir de inceliği vardı: Alan taraf o nesneyi 'Aklımda!' demeden almalıydı. Eğer diyerek alırsa oyunu kaybetmiş sayılmazdı. Bu yüzden yarışmacılar sürekli birbirlerinin dalgınlık anlarını kollarlardı. Rakibin dikkati uyanık olduğu sürece bu yarışmayı kazanmak zordu.

Her neyse... Burada çok oyalanmadan asıl konumuz olan 'besmele'ye geçelim. Ve soralım: "Besmele bize neyi anlatıyor? Neyi kazandırıyor? Söylerken neyi kastediyoruz?" Bu sorulara dair yazılmış belki binlerce mübarek metin vardır. Ve hepsi de hazineyi bir mücevherinden yakalamıştır. Biz de Bediüzzaman'ın ifadeleri üzerinden payımız olan bir mücevheri yakalamaya çalışacağız.

Peki bunu nasıl yapacağız? Bunu 'besmele'deki 'ferşi arşa bağlayan yolu' anlamaya çalışarak yapacağız. Ve evveliyetle şunu göreceğiz: Besmelenin iki parçasında birbirlerini gerektirir bir 'ilgi' var. Nasıl bir ilgi? 'Bismillah/Allah adıyla' ile 'Rahman ve Rahim isimleri' arasındaki bir 'gereklilik ilgisi.' Daha mı karmaşık oldu? Doğrudur. Ben de yazarken toparlamaya çalışıyorum. O halde şöyle yapalım. Bir soru eşliğinde açmayı deneyelim: 'Allah' ne demektir? 'Allah' dediğinde bir müslüman nasıl bir anlam dünyasını kasteder?

Sizi bilmem ama, ben bu kelimeyi andığım anda, yanına hemen 'ekber' kelimesi geliveriyor. O kadar birbirlerini gerektiren şeyler ki! Birisini söylemek hemencecik diğerini çağrıştırıyor.

Evet. Allah herşeyden önce 'ekber' olandır. Yani aşinası olduğumuz bütün büyüklük kıyaslamalarının üstünde olandır. Yani 'sonsuz' olandır. Sınırlıların (yani bizlerin) yoktan varlığa çıkışını açıklayacak sonsuzluklar ondadır. Kudreti sonsuzdur. İlmi sonsuzdur. İhsanı sonsuzdur. Cömertliği sonsuzdur. Zaten ancak bu 'sonsuzluğu' sayesinde cevabını bulamadığımız soruların cevabı 'o' olur. Açıklanamayanlar onunla açıklanır. Yanıtı verilemeyenler onunla yanıtlanır. İçinden çıkılamayanlar onunla 'çözülebilir' olur. Yani, içinde yaşadığımız âlem sınırlı olsa da, onda yaşananları, yapılanları, yaratılanları açıklayabilmek ancak bir sonsuzluk ile mümkündür.

Bu, bir açıdan, 'matematik' ile 'varoluş' arasındaki ilgiye benzer. Sayısal sistem nereye kadar uzanır? Rakamlar nerede biter? En son sayı kaçtır? Biz, biliyoruz ki, 'en son sayı' diye birşey yoktur. Rakamsal sistem, kaçınılmaz bir kabulleniş olarak, sonsuza uzandığını söyler. (Basamakların isimleri ise işlem seviyelerine çıkıldıkça verilir.) Ve bu sonsuza uzanma sayesinde evrende olan herşeyi formülize etmek mümkün olur. Hatta, bırakınız evrenin sonuna doğru gitmeyi, Pi sayısının virgülden sonraki kısmının durumu açıklamak için bile sonsuzluğun varlığının kabulü gerekir. Yani, sonsuzluk, rastladığımız her nesnenin ardında öylece durmaktadır. Belki "Herşeyin hazineleri bizim yanımızdadır!" ayetinin bir sırrını, ism-i Kayyum penceresinden, bize böylece fısıldamaktadır.

Yine dağıtıyorum. Asıl meselemize dönelim. Peki, isimleri/sıfatları böylece sonsuz olan bir ilahın, bizi yaratmasının sebebi nedir? İhtiyaç? Hâşâ. Sonsuz olanın eksikliği yoktur ki tamamlamak için birşeylere/birilerine ihtiyaç duysun. Mahlukatının ne 'varlığına' ne de 'ibadetine' ihtiyacı yoktur.

Fakat onun, masivasına karşı, 'sonsuzluğunun kemalinden gelen' bir ilgisi vardır. Ne ilgisidir bu? Yaratılmış, dolayısıyla sınırlı, dolayısıyla sınırlarının ötesine aciz, dolayısıyla muhtaç, dolayısıyla herdaim yardım dileyen mahlukatına karşı bir rahmet ilgisi. İhsanlarla sevindirebilmek için masivasının vücudlarını yokluktan varlığa çıkaracak kadar şefkatli bir ilgi. Büyüklüğünün kemalini, kemalinin güzelliğini, güzelliğinin mükemmelliğini, mükemmelliğinin kusursuzluğunu isbat eden bir ilgi. Her isminin, ilminin, dikkatinin güneş ışığı misali tüm detaylara nüfuz ettiğini gösterir bir ilgi.

Evet. Cenab-ı Hakkın bize dikkatinin 'zatının kemaliyle' ilgisi büyüktür. Yoksa, hâşâ, onun bize muhtaçlığı yoktur. Bizim ona 'onun yaratamadığı/yaratmadığı' birşeyi verebilme imkanımız yoktur. Zaten, Samed olan Allah'ın, karşılayabileceğimiz bir ihtiyacı da yoktur. O, ilah olması hasebiyle, ihtiyaçlara muhtaç olmaktan münezzehtir. Fakat kemalinden gelen bir fazlı olarak bizimle ilgilenir.

İşte, Cenab-ı Hakkın bu kemalî ilgisini, en çok 'rahmet' üzerinden okuruz şu dünyada. Yani, rahmet, hiçbirşeye muhtaç olmayanın fazl u keremi olarak, âdeta üzerimize titrer. Ve sanki besmele, içinde Rahman ve Rahim isimlerinin anılışıyla, şu manayı ifade ediyor olur:

"Allah'ın yaptığım herşeyde anmalıyım. Çünkü Allah yaptığım herşeyle ilgili. Bunu nereden çıkarıyorum? Çünkü o Rahman ve Rahim. Her işinde kereminin izleri var. Herşeye rahmet tecellileri olduğu gibi bana özel rahimiyet tecellileri de var. Vahidiyetle herşeyin sahibi o olduğu gibi Ehadiyet ile benim sahibim olduğunu gösteriyor. Nuru bana da dokunuyor. Ben de, işte, 'besmele'yi söylediğimde bu ilginin 'Aklımda!' olduğunu ifade etmiş oluyorum. Hem o ilgiyi hatırlıyorum hem de çevreme hatırlatıyorum. Çünkü 'insanî arşa' ancak böyle çıkılıyor. Yani, Allah'ın Rahman ve Rahim oluşu benimle ilgilenmesini, benimle ilgilenmesi ise (şuurlu bir canlı olarak) benim de bu ilginin farkında olduğumu beyan etmemi gerektiriyor. İnsan arşına 'farkındalığından' çıkıyor."

Bu bir tür 'şuur/dikkat geliştirme eğitimi' gibi de düşünülebilir bence arkadaşlar. Hani Cibril Hâdisi'nde geçen 'ihsan makamı'nı yakalamanın, yani Allah'ı görüyor gibi yaşamanın, bir güzel eğitimi. Mü'min her işinde 'besmele'yi söyledikçe, hatırladıkça, hatırlattıkça Allah'ın kendisine olan ilgisini de hatırlamış/hatırlatmış oluyor.

Oyunu kaybetmemek için bu şuur gerekiyor. Çok kusurlu bir benzetme oldu fakat zihne yaklaştırdığı için kullanmasını seviyorum. Besmele, bir açıdan, dünya imtihanında şeytana, nefsimize veya her türden gaflete karşı 'Aklımda!' demenin bir yolu gibi görünüyor: "Evet. Onun adı aklımda! Dolayısıyla, ey imtihan, Rabbimin bana karşı olan ilgisini unutmadım." Ve Kur'an-ı Hakîm'de de buyruluyor: "Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin!"

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Kuştan da ders alınır mı?

Hüdhüd kuşunun Neml sûresinde bize verdiği bir ders var: "Herkes Allah'ı mesleğince bilir." Mürşidim bu sadedde der ki: "Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san'atını, meşgalesini ihsâs etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yı Ceziretü'l-Arabda gizli su yerlerini ferâsetle, kerâmetvâri keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi san'atının mikyasçığıyla Cenâb-ı Hakkın semâvât ve arzdaki mahfiyâtı çıkarmakla mâbûdiyetini ve mescûdiyetini ispat ettiğini, kendi san'atçığıyla bilip ifade ediyor."

Peki bu dersi Hüdhüd kardeş bizlere nerede/nasıl veriyor? 25. ayette. Hak Tealayı tarif etmek için kullandığı şu ifadeyle: "Göklerdeki ve yerdeki bütün gizlilikleri meydana çıkarır..."

Elbette ben de bu meselde Hüdhüd kuşundan ayrı değilim. Cenab-ı Hakkı anlamaya çalışırken eylediğim işlerin parçalarını/temsillerini çoklukla istimal ediyorum. Örneğin: Yarımca 'editörlük' ve yarımca da 'yazarlık' işiyle iştigal etmemden yola çıkarak 'kadere iman etmenin kaçınılmazlığı' anlıyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Kainatın kemaline dair edindiğim her izlenim, her kanaat, her bilgi, ister istemez aklımın ayaklarını kadere götürüyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Bunu en çok 'yayınevi' ve 'yazar' dengesini/işleyişini düşünmekle yapıyor.

Bilirsiniz ya, yine de başlarken altını çizelim, yazarlar 'iradeli' varlıklardır. Yani 'yazmak istediklerini' yazarlar. Fakat bir yazar, ne kadar yazmak istediklerini yazarsa yazsın, yayınevinin süzgeçlerinden geçmedikçe yayınlanamaz. Kitabın garantisi öncelikle o yayıevinin editörlüğüdür. Editör; yayınevinin çizgisi, kendi bilgisi, tecrübesi ve yeteneği çerçevesinde eline ulaşan her dosyayı mizana vurur, işler, olgunlaştırır. Bazen de onları yayınlanmaya layık bulmaz ve sahibine iade eder. Bazen de iade eder fakat 'şartları yerine getirilince' tekrar incelemeyi göze alabileceğini de ifade eder. Bazen de yazarda farkettiği yetenekten ötürü, sırf yazmaya devam etsin diye, normalde iade edeceği bir dosyayı alır, üzerine kendisi çalışır, olgunlaştırır, yayınlatır.

Bir yayınevinin editörlüğü güzel işliyorsa o yayınevinden kötü kitap çıkmaz. Hatta bazen yayınevinin kalitesi öyle bir noktaya ulaşır ki, onun markasıyla çıkan her yayın, okurun gözünde 'okunmalılar' listesine girer. Fakat kötü bir editörlüğe sahip yayınevlerinin durumu tam tersidir. Okura, çıkan ürünün kalitesini garanti edemediklerinden, okur da yayınevinin kitaplarına mesafeli olmaya başlar. Yaşanılan kötü tecrübe sayısınca bu mesafe açılır. En nihayet, okur dünyasında, şöyle cümlelerin gezdiği duyulur: "Filanca yayınevinin kitapları okunmaz. Adamlar hiç kitaplara özenmiyorlar. İşçilikleri kötü."

Peki o yayınevinde hiç mi iyi yazar/kitap yoktur? Mutlaka vardır. En azından 'iyi birer yazar/kitap olmaya aday' dosyalar vardır. Fakat yayınevinin genel olarak prensipsiz/kalitesiz hareket etmesi, iyi ürünlerin de en az kötüler kadar çirkinleşmesine, değersizleşmesine veya gözden düşmesine sebep olur. Küçük görmeyin dostlarım. Bir yayınevi kitabını 'rezil' de eder 'vezir' de eder. Fakat, şimdi sizi bu mevzulardan kurtarıp, mürşidimin bir metnine götüreceğim. Belki bu okumayla bütün bir evreni 'yayınevi' gibi görmeyi başarabileceğiz:

"Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, 'Esmâü'l-Hüsnâ' tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü'l-Hüsnâ'nın güzel nakışlarını gösterir."

"Hoppala! Bu Esmaü'l-Hüsna bahsiyle 'iyi bir yayınevi olmanın' ne alakası var?" diye sorabilirsiniz. Aslında 'Çok alakası var' dostlarım. Çünkü Esmaü'l-Hüsna dediğimizde, biz de, tıpkı 'bir yayınevinin güzelce işlemesi için sahip olması gereken prensipler türünden' prensiplerden bahsetmiş oluyoruz. Yani Cenab-ı Hakkın herbir ismi bize bir 'yaratış prensibini' söylüyor. Rahman ismi yaratırken 'merhametli' olduğunu söylüyor. Kerim ismi yaratırken 'ikram edici' olduğunu söylüyor. Cemil ismi yaratırken 'güzel kılıcı' olduğunu söylüyor. Âdl ismi yaratırken 'adaletli' olduğunu söylüyor. Yani bu isimler bir yanıyla Allah'ı tarif ederken diğer yanıyla bize 'yaratış prensiplerini' aktarıyorlar. (Hatta kimileri "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikatini bu prensipleri okuyup, tanıyıp, onlara uygun hareket etmek şeklinde de anlamlandırıyorlar.)

Bu durum bizi 'daha üst bir okumayla' şu noktaya götürüyor: Evren yayınevi de, zamanı aşkın bir şekilde, dosyaları okumuş, prensipler dairesinde değerlendirmiş, olgunlaştırmış veya iade etmiş bir şekilde işleyişini sürdürüyor. İlmin sonsuz denizinden gelen bilgi, iradenin süzgecinden geçiyor, kudretle de yaratılıyor. Yaratılmış herşeyin bir kaderi var. Çünkü her kitabın 'öncesi' var. Eğer düzgün çıkarıyorsa, ki kainata bakan hiçkimse bu yayınevindeki kitapların kötü çıktığını söyleyemez, o zaman yaratılmış herşeyin 'öncesi' olmalı.

Hepsi bir editörlükten geçmeli. Parça parça yaratılışlarda bu böyle olduğu gibi zamanı aşkın şekilde de bu böyle olmalı. (Zaman varsa ezel de olmalı.) Zaman bizim (mahlukatın/yaratılmışların) en büyük bütünlüğümüzdür. Yani yaratılışın 'zamandan da öte/aşkın' bir noktada 'biliş' ve 'takdir' boyutları olmalıdır. Olmalıdır ki kitaplar hep böyle güzel çıkmaktadır.

Bu yönüyle kadere iman beni çok rahatlatıyor. Yaptığım kötülüklerin/yanlışların büyük resmi bozmaya yetmeyeceği tesellisini veriyor. Bir kelebeğin kanat çırpışından bir fırtına kopmuyor. Çünkü yayınevine giren her dosyanın bir editörü var. Herşey yayınlanmadan/varolmadan önce Onun (c.c.) takdirinden geçiyor. Bu nedenle yazarlar, ne kadar zalim olurlarsa olsunlar, okurların dünyasını mahvedemezler. Bezdiremezler. İradelerinin gücü buna yetmez. Yayınevinin Sahibi neyi dilerse onu yaratır. O da elbette şan-ı Rububiyetine yakışır şekilde yaratır. Esmaü'l-Hüsna prensiplerine uygun şekilde yaratır. Hiçbir yazarın cinneti bu prensipleri aşabilir kuvvette değildir.

Evet, bu benim huzurum, mutluluğum. Çünkü büyük resme bakınca da ancak bu şekilde rahatlıyorum. Dünyada büyük savaşlar oluyor, zulümler oluyor, ekonomiler bozuluyor, hürriyetler alınıyor, birliktelikler dağılıyor... Ama hepsinin arkasında bir 'editör' var. Benim bu parça parça gördüğüm kötülükler mutlaka bir kitabın içindeki hikmetler. Bu yayınevinin prensiplerine itimadım tam. Mutlaka bir şekilde onlara uyduğu için yaratıldı şu yaratılanlar.

Ancak bu şekilde varoldular. O halde okumayı bırakmamalı. Beklemeli. Kitabının sonunun gelmesini beklemeli. Acıklı hikayeler belki de mutlu sonla tamamlanacaklar. Dağınık görünenler belki finalde toplanacaklar. Birbirine bağlayamadığımız kelimeler belki cümlenin sonunda anlamlanacaklar. Ve o editörler editörü, sonsuz hamdolsun ona, kendisini Fatiha'da şöyle tarif ediyor: "O hesap gününün sahibidir." Biz de o günde, inşaallah, dosyasını sağından alanlardan oluruz. Çünkü bu da cennette tekrar basılacağımıza işarettir. Âmin.

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Boşa gitmedikçe insan sevildiğini anlar

"Hâlık-ı Rahîm nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise, şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır." İktisad Risalesi'nden.

İktisad Risalesi'ni yeniden okumaya başladım. Daha başlardayken farkettiğim şey şu oldu: İktisad 'muhtaç olunanın kıymetini bilmek'tir. Durun. Durun. Bir saniye. Çabuk sonuca geldik. Biraz öncesinden alalım: Muhtaç olmak nedir? Muhtaç olmak, varlığını (veya varlığının bir parçasını), devam ettirebilmek için birşeye/şeylere ihtiyaç duymaktır. İhtiyaç duyan, bellidir ki, varlığını kendi başına devam ettiremez. Kendine yetemez. Kendiyle yetinemez. Evet. Bu böyledir. Ve bu noktadan hareketle denilebilir ki: Birşeye ihtiyaç duymak, ister-istemez, ona muhtaç olduğumuzu gösterir.

'Muhtaç olarak varolmak' aslında varoluş şeklimizi Allah'ın varlığından ayıran en önemli ayraçtır. Biz arızîleriz. Varız ama arızîdir varlığımız. Allah'ın, anlara dahi sirayet eder bir şekilde, yeniden yeniden, tekrar be tekrar, varlık lütfetmesine muhtacız. Sonraya ancak böyle taşınır önceki varlığımız. Vermeyi sevdiğim o misalle fehmimize yaklaştırırsak: Bir çizgifilmin içerisinde varolan karakterlerden birisi gibiyiz. Çizerimiz, bir sonraki karede tekrar filme dahil etmezse bizi, filmdeki diğer detaylar aynı kaldığı halde, yiteriz. Yani demem o ki arkadaşım: Kayyum isminin penceresinden bakılınca bir silgilik canımız vardır.

Ancak biz, yaşarken, hayatı daha çok Hayy isminin gölgesinde müşahade ediyoruz. Onun tecellileriyle okuyoruz. Ve Hayy ismi bize şunu söylüyor: Muhtaç oldukların karşılanmazsa hayatın devam edemez. Bu nedenle hayatımız devam ettiği sürece muhtaç olduklarımızın kıymetini tastamam idrak edemiyoruz. Belki, hasbelkader (kaderin bir hesabıyla) birazcık tehlikeye düştüğünde, uyanır gibi oluyoruz. Lakin tehlike geçince uyanıklık da hemencecik yitiveriyor. İlla, inayet-i ilahîyle, kalbimize bir 'farkındalık' ihsan oluna. Bu farkındalığın adı da 'ihsan'dır.

İhsan makamı, meşhur Cibril Hadisinin haber verdiği üzere, ism-i Hayy'dan ism-i Kayyum'a doğru uzanmaktır. Şuur açmaktır. Derinleşmektir. Hayat sahibinin her an kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi, varlığını, 'her an yeniden varedilmeye muhtaç olduğu hissiyle' doldurmasına bağlıdır. Fakat her hissedişimizde olduğu gibi bu da öncelikle bir imandır. Yani 'tanımlama'dır. Tanımlarımız imanımızdır. Eğer bir insan, varlığını, 'akışına bırakılmış' bir 'hayat sahipliği' olarak görüyorsa, korktuğu tek şey ölümü olur. Fakat bir insan, varlığını, 'her an devam ettirilmeye muhtaç' bir 'varlık sahipliği' olarak görüyorsa, o zaman her anından ötürü Allah'a şükretmeye, dua etmeye, iletişimde kalmaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç da onu Kayyum ismine götürür.

Yolculuğumuzun başına geri dönelim. Muhtaç olduğumuzu anlamamız bizde nasıl bir uyanış sağlıyor? Elbette, herbirimiz, ihtiyaçlarımızın giderilmesi için Cenab-ı Hakka duada bulunuyoruz. (Genel anlamda) eriştiğimiz her nimetin ondan geldiğini biliyoruz. Bu bilginin, büyük resimde, farkındayız. Ancak ne kadarımız, elinden alınmadığı sürece, 'düzenli nimetlere' karşı şükretmeye ihtiyaç gösteriyoruz? Veya onların varlığının 'varlığımızın devamını sağladığına' dair bir uyanış sahibiyiz? Veyahut daha net bir şekilde yüzleşelim: Ne kadarımız Allah'ın yaratılışımıza her an dahil olması gerektiğini düşünüyoruz? Üç öğün yemek. Hastalanınca şifa. Her ay maaş... Hepsi bu kadar mı? Hatta bazılarımız belki bunları dahi kendi kendine halledeceğini düşünüyor. Allah'ın yardımına dünyaya yaklaşan bir göktaşına rastladığında ihtiyaç duyuyor.

Ben şimdilerde, iktisad şuurunun kalpte yerleşmesinin, 'Hayy' isminin, kardeşi 'Kayyum' ismine bağlanmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yani: Nasıl ki, Hayy ve Kayyum isimleri kudsî metinlerde kardeştir, beraber anılırlar. Birisi anılınca diğerini de insanın kulağı (alışkanlık gereği) arar. Aynen öyle de: 'Muhtaçlık' ile 'iktisad' arasında da böyle bir kardeşlik bağı var. (Yani birisinin yanında diğeri olmazsa hikmetleri yara alır.) Peki bununla ne demek istedim?

İnsan, sırf muhtaç olmakla, muhtaç olduğunun kıymetini takdir et(e)miyor. Çünkü kıymet 'ihtiyaç duymak'tan ziyade 'gerekliliğinin sürekliliğe' inanmaktan besleniyor. Yani, bir insan, güneşin her sabah yeniden doğmasına dair bir ihtiyacı yeterince hissetmezken (zira varlığı bir yeknesaklığa sahiptir) yağmur gibi 'belirli bir düzenliliği olmayan' nimetlere daha fazla şükredebiliyor. Çünkü 'yokluğunun mümkünlüğü' varlığına duyulan ihtiyacın hatırlatıcısı oluyor.

Peki iktisadın buradaki kilit fonksiyonu ne? İktisad, bize verilen her nimetin, velev yakın zamanda 'mümkün bir yokluğu' olmasın, sanki yokolabilecekmiş gibi tadılmasını sağlıyor. Binlerce yıldır akan bir nehirden, hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, israf etmeden abdest almaya çalışan bir insan, normalde hiç uyanmayacağı bir farkındalığı şuur olarak sinesinde taşıyor: "Bunun varlığının da korunması lazım." Birşeye 'ihtiyaç duymakla' onda 'iktisad etmenin' arasındaki ayrım da tam bu bence: İhtiyaç duyan muhtaçlığı giderilene kadar muhtaç olduğunun varlığıyla ilgilidir. Fakat, iktisad eden, ihtiyacı bir hissediş olarak arkasında kalsa bile, o şeyin varlığının devamlılığı ile ilgilidir.

Ve tam da bu noktada, iktisad, bizi 'Hayy' isminin yamacından alıp 'Kayyum' ismine yaklaştırır. Kıymet sürekliliğe duyulan ihtiyaçtır. Duyarlılıktır. Yani 'acz/fakr' ile 'iktisad' arasında Hayy ile Kayyum isimleri arasındakine benzer bir kardeşlik vardır. İktisad sayesinde insan salt acziyle/fakrıyla ulaşamayacağı bir üst farkındalığa ulaşır. Bu farkındalık nedir peki? el-Cevap: "İhtiyaç duyduklarının sürekliliğine de ihtiyacı vardır." Devamlılık yalnız ferdin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili değildir. Şeyler 'şeyler' olarak kalmaya devam etmesiyle ilgilidir. Nimetlerin sürekliliği ise ancak iktisadlarıyla mümkündür. İsraf edilenler elden çabuk giderler.

Evet. Binler kere evet. Birşey hakkında iktisad etmek "Senin varlığının devam etmesini istiyorum!" demektir. "Senin kıymetini biliyorum!" demektir. "Seninle arkadaşlığım sürsün istiyorum!" demektir. Bu yüzden bencileyin derim ki: Kıymet vermek 'varlığının devamını istemek'tir. Varlığı devamlı olanlar kıymetli olurlar. Hiçbir mutluluk masalı 'sonsuza dek...' demeden final yapmaz. Bu, yukarıdaki mevzularda böyle olduğu gibi, evliliklerde/dostluklarda da aynıyla geçerlidir. Hiçbir âşık mâşukunun kalbini israf ederek sevdiğine inandıramaz. Boşa gitmediğini anladıkça insan sevildiğini anlar. Vesselam.

1 Ağustos 2018 Çarşamba

'Göre'lerde boğulmak

Mektubat'ın sonunda yeralan Telvihat-ı Tis'a isimli eserde Bediüzzaman'ın söylediği birşey var. 'Ehadiyet' ve 'Vahidiyet' tefekkürlerinin bir denge içinde götürülmesinin insana kattıklarını/koruduklarını beyan ediyor. Okumamışlar için azıcık alıntılarsam: "Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür." Devamındaki uyarı ise şöyle: "İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar, nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder." Fakat bir saniye. Evvellerindeki cümleyi alıntılamayı unuttuk. Önemli. Hemen telafi edelim: "Ezcümle, tarikatte 'seyr-i enfüsî' ve 'seyr-i âfâkî' tabirleri altında iki meşrep var."

Meraklılarını mezkûr eserin Dördüncü Telvih'ine havale ederek diyelim ki: Bediüzzaman, burada, 'daha tercih edilir' bir yol olduğunu zikretmesine rağmen 'seyr-i enfüsî'nin (hadi biz yaklaşmak için 'içsel yolculuk' diyelim) bir tehlikesinden bahsediyor. Nedir o tehlike? O tehlike bir tür 'kendinde garkolma' durumu. Allah'la 'Ehadiyet' penceresinden sağlanan bir muhatabiyetin 'Vahidiyet' açısını ıskalamakla düşebileceği bir kötü pozisyon. Bu kötü pozisyonu 'seyr-i enfüsî' için anıyor ama 'seyr-i âfâkî' (dışsal yolculuk) hakkında ondan bahsetmiyor. Neden? Belki de yola başladığı yerden: "İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur."

Bediüzzaman'ın tehlikenin mahiyetini anlamamıza yardımcı olacak bazı örnekleri de var. Onları da hatırlayalım: "Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş'esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor."

Bu metin boyunca benim kendimce hissettiğim ise şu: İnsanın 'imanı' Cenab-ı Hakla 'Ehadiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişebileceği gibi, 'ihlası' da ancak 'Vahidiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan Allah'a karşı biricikliğini düşünmeye başladıkça, eğer nefsini öldürmemişse, bu biriciklikten bir üstünlük de kurgulamaya başlar. İblisin ateşten yaratılmayla insana üstünlük düşlediği gibi, o da, kendisinin Allah'a karşı uyanmış olan farkındalığını bir üstünlük vesilesi bilir. Bu, Cenab-ı Hak'la, bir 'ada' muhatabiyetidir. Ada, okyanustaki biricikliği üzerinden, 'denizlerin sahibine' karşı kendi varlığına/kemaline inşa edilmiş bir bağ kurar. Kendi içinde sözlerini yalanlayacak bir kıyas bulamadığından ötürü de sigaya çekilme, mizana vurulma, istikamete çağrılma nimetinden mahrum kalır.

'Vahidiyet' ise bizi bir 'sıradağ muhatabiyetine' çağırır. Bu sıradağ muhatabiyeti evveliyetle uyanır/uyandırır ki, kendisi de mahlukattan bir mahluk, kullar içinde bir kul, acizlerden bir acizdir. Çevresine karşı uyanıklığı onu 'boyundan büyük iddialara' girmekten korur. Everestin farkında olan bir küçük tepecik, hatırında hep bu mizan durduğu için, 'zirveler zirvesi olma' iddiasına girmez/giremez. Kendisini bir 'müstakillik' olarak değil bir 'kanunun parçası' olarak gördüğünden biricikliğinin doğuracağı tehlikelerden kurtulur.

Yine yüzümüzü mezkûr esere dönelim: "Nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz'î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir."

Evet. Ben de, kaynaklarımızdaki ehl-i sünnet vurgusunu, selef-i salihîn atıflarını ve sahabenin faziletine dair beyanları bu açıdan 'gerekli' ve 'kıymetli' buluyorum. Neden? Bu bağ bizi 'Vahidiyet'e gözü açık kılıyor. 'İslamî düşünce' diye tesmiye edilen şeyde, bugün bazı zirzoplar çıkıp, birer ada cür'etiyle 'herşeyi baştan yazma' teşebbüsünde bulunuyorlarsa, biraz da bu tür bir tefekkür (veya farkındalık) eksikliğinden şunu yapıyorlar. Kendilerinden öteye karşı duyarsızlaşmaları, fazilet hiyerarşisini hiçe saymaları veyahut böylesi ihtarlara kulak kapamaları onları kendi içlerinde 'mizansız' kılıyor.

Bu mizansızlıkla 'modern şatahatlar' denilecek şeyler dillerinden sâdır oluyor. Kendi 'göre'lerinde boğuluyorlar. Bilmiyorlar ki, insan kendi içinde kalarak marifetini arttırır, amma onun ihlasla muhafazası ancak dışını hatırda tutmakla olur. Çünkü dışımız bize aynı zamanda haddimizi de hatırlatır. İşte, biraz da bu nedenle, hepimiz, dışımızı bilmekle de mükellefiz. Bir kap suyu deniz sanmamanın yolu buradan geçiyor. Hem bunu sadece fertler açısından konuşmamız da yanlış olur. Cemaatlerin de bu yönde gayretlerini arttırmaları lazım. Bireylerin istikameti burada olduğu gibi grupların istikameti de burada. Bütünlüğümüzdeki dengede. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...