29 Aralık 2019 Pazar

Paralel evrene gidip dönen mi var?

Okuyanlar hemen anımsayacaklar: Bediüzzaman Hazretleri Lemeat isimli eserinde 'zihindeki meratip' diye birşeyden bahseder. Peki nedir zihindeki meratip? Efendim, izahı uzundur, kısaltmak da zordur. Fakat şöyle bir yerden belki bir parça kolaylanır: Zihindeki meratip birşeyin/fikrin insanda kesin inanış haline gelmesi sürecini açıklar. Yani denilebilir ki: Kanaatler dünyamızda önce 'hayal' olarak varolurlar. Sonra o hayaller kalıba bürünüp 'tasavvur'lara dönüşürler. Sonra o tasavvurlar da bir parça ukalalaşıp 'taakkul' evresine taşınırlar. Sonra o taakkullar da kablarına sığmayarak 'tasdik' mertebesine erişirler. Sonra o tasdikler yolculuklarına devam ederlerse bir taraftarlık edinip iz'an'a kavuşurlar. İz'anın ardından 'iltizam' devresi gelir. İltizamlar da inanışlarımızın ellerini tutup 'itikada' götürürler.

Bu süreçle dünyamız şekillenir. Sağlıklı işlemesiyle sağlıklı şekillenir. Yoksa kimi arızalar oluşur. (Aynı eserde oluşabilecek arızalara dair izahlar da vardır.) Neyse. Uzatmayacağım. Hemence mürşidimin bir başka metninde 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasında kurduğu ilgiye koşacağım. Evet. Bence bu ilgi de bir parça Lemeat'taki mezkûr bahse dokanır. Nasıl? Belki biraz şöyle: Ancak nebilerle gelen mucizeler sayesinde insanlık böylesi hayaller kurmayı öğrenebilmiştir. Herbir peygamberin beraberinde getirdiği delil, bize bir bilimdalında ulaşılacak zirvenin fotoğrafını çeker, yani birnevi beşerin aklına karpuz kabuğu düşürür. Bu sayede varmayı arzuladığımız düşlerimiz olur. 'Olabilirler'imiz olur. Bu düşler/olabilir de zamanla müteşebbis âkillerin mesaileriyle gelişerek günyüzüne çıkarlar. Yani mucizelerimiz bizim tahayyül öğretmenlerimizdir.

Fakat bugünlerde hayallerimizin başka öğretmenleri de var. Mesela: Marvel. Evet. Marvel'ın bilimkurgu sosu dökülmüş harikalar diyarı yeni bir zihin dünyasını şekillendiriyor bugünlerde. Sözgelimi: Oralarda uçmak Süleyman aleyhisselama ikram edilmiyor. Donunu taytının içine giymeyi bile yeni akıl eden bir soytarı başarıyor semada dolaşmayı. Hem de kimin yardımıyla? Güneşin. Yani tabiatın. Yani sebeplerin. Biraz da uzaylılığın yardımı oluyor tabii. Ancak, kudsî metinlerden farklı olarak, Allah'ın hiçbir faydası dokunmuyor. Çünkü Marvel'ın kahramanları Allah'ı bilmiyor. Herşey doğanın güçleriyle(!) hallediliyor.

Bu da yeni nesil bir mistizm aslında. Yeni nesil bir kutsal metin. Materyalizmin kıssaları. Sahi, Kur'an kıssalarına pek gücenik dolaşan ahirzaman zıpçıktıları, Marvel'ın sürekli güncellenen ahidleri hakkında ne düşünüyorlar acaba? Umursamıyorlar mı? Öyledir. Hatta bir de eğleniyorlardır. Neden eğlenmesinler? Kendi inanışlarının tahayyülü inşa edilirken eğlenmelerine kim engel olabilir? Varsın şimdiye kadar hiçbir insan örümcek sokmakla duvarlara tırmanmamış olsun. Bir kere hayali görülmeye başlanmıştır ya. Artık bu çocuklara/gençlere canlılığın bir tesadüf sonucu meydana geldiği kolaylıkla kabul ettirilebilir. Tesadüfle neler neler olmuştur şimdiye kadar filmlerde. Azıcık gama ışını Bruce Banner abimize neler yaptırmıştır. Hulk olup da pantolonunu yırtmadan nelere saldırmıştır. Gerçekte yok mu? Yahu çocuklar filmlerle gerçeği birbirinden nasıl ayırsın? Marvel'ın İncil'i de çizgiroman çizgiroman yazılsın. Animasyon animasyon yapılsın. Film film aktarılsın.

Tesadüfün yükü ağırdır. Şimdi bir de paralel evren mevzuu çıktı. Her yeni versiyonunda karakterler geçmişlerini yalanlamaya başlayınca oraya götürdük işi. "Herbir karakter farklı bir evrenin süperkahramanı. O nedenle örümcek adamlar birbirlerini tutmuyor. Başka başka kurgularla karşımıza çıkıyorlar." Bu da yaptığının sorumluluğunu almamakta yeni bir bahane oldu. Nerede birazcık sıkıştırsa mantık tutarsızlıkları, hop, yaşasın paralel evrenin kurtarıcılığı. Zaten var ya bu zıttırıpırtpırt mevzu da 'irade'nin yükünden kurtulmak için ortaya atıldı. İnan olsun öyle. Varlıkta öyle bir 'özellikle seçilmişlik' var ki, bu seçilmişliği bir irade sahibine, yani Allah'a, götürmeden halledebilmenin yolu 'bütün ihtimallerin varolduğuna' sapmakla mümkün olabilirdi. Herşey varsa seçim yoktur. Onlar da Allah dememek için buraya saptılar. Bir paralel evrenler masalı uydurdular. Oh, ne âlâ, ne kolay. Hani ahiretten bahsedince bize diyorlar: Gidip de dönen mi var? İşte şimdi intikam almanın zamanı geldi. Şimdi onların gidip dönmüşlerini sormaya başlayalım.

Mikro evrim mevzu da aynı şey. Vallahi aynı şey. Yani aynı kazmalığın türevi. Nasıl varlıktaki 'özellikle seçilmişlik' durumundan "Bütün ihtimaller var zaten!" sanrısıyla kaçmaya çalışıyorlar, aynen öyle de, türler arasındaki mesafeyi aşmak için de mikro evrim yalanına tutunuyorlar. Öyle ya, maymundan insana atlamak şıp diye olacak iş değil, arada doldurulacak çok uçurum var. Ne yapmalı peki? 'Mış gibi' yapmalı. Ne 'mış' gibi? Sanki, o boşluklar milyonlarca yıl boyunca farklı farklı canlı türleriyle dolmuş da dolmuş, sonra hiçbirisi kalmamış gibi. Uçurum hayalmiş gibi. Yahut sonradan açılmış gibi. "Aradaki türler tükenince bu uçurumları görür olduk biz. Yoksa hiç öyle uçurumlar olur mu akıllım?"

Peki ne kadar canlı lazım bu araya? "Belki yüzbinlerce tür." Nerede onlar? "Şey, kem-küm, buluyoruz işte canım. Bulmasak da mecburuz bulacağımıza inanmaya. Bulamasak da varolduklarını savunmaya. Çünkü Allah dememeyi kafamıza koyduk biz. Dikeyden açıklamaları 'bilimsel değiller deyu' boşladık. Yataydan bir izah yapacağız. Yatayda ne kolaysa onunla yoracağız. Cehennemse bile sonuna kadar gideceğiz. Kastımız gökte hilali görmek. Beyaz bir kirpik takavvüs etmiş ne ehemmiyeti var. Bize gösterdi ya görmek istediğimizi. Bitti-gitti. Fazlasına gerek yok. Fazlası inanmayana lazım. Biz evrimin inançlı mü'minleriyiz. Marvel kıssaları da ibretlerle doludur. Eskiden minarelerden çığrılırdı: Tanrı uludur. Tanrı uludur. Şimdi işler değişti. Ulular tanrıdır. İnsanlık Marvel'ın kuludur.

16 Aralık 2019 Pazartesi

Kertenkeleler dans da edebilir

Dünya giderek küçülüyor. Kütlesinde bir değişim olmuyor belki. Fakat iletişim/ulaşım imkânlarının gelişmesiyle uzaklıklar yakınlaşıyor. Gitmeler-gelmeler, söylemeler-duymalar, etkilemeler-etkilenmeler artıyor. Gördünüz işte. Şili'de başlayan birşey birkaç günde koskoca mesafeleri aşıp Türkiye'nin meclisine kadar geldi. Ahirzamanla ilgili hadisleri tefsir edenler 'deccalin kırk günde dünyayı dolaşması' veya 'öldüğünde bir şeytanın bunu dünyaya işittirmesi' gibi rivayetleri de bu eşikten analiz ederler. Yani, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, gayb-aşina gözüyle bize ahirzamanda ulaşılacak iletişim/ulaşım imkanlarını sezdirmiştir. Elbette edeb-i peygamberîye yakışır bir tesettürle. Dikkatli nazarların aşabileceği bir billurlukla. Bunlar da mucizesidir. Yani, haberi hakikat-i nübüvvetinin bir delili, örtmesi sırr-ı imtihanın bir gereğidir.

Tabii, ıskalamayalım, böylesi imkanların bedelleri de oluyor. Nasıl bedeller? Bu konuda fehmimize yardımcı olacak bir hadis-i şerif var. Aleyhissalatuvesselam bir mecliste ashabına buyuruyor: "Sizler karış karış, arşın arşın öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. (Onların yaşayışlarını ölçü edineceksiniz.) Hatta küçük bir kertenkele deliğine girecek olsalar siz de onları takib edeceksiniz. Sorduk: Ya Rasulallah! (İzlerini takib edeceğimiz bu topluluklar) Yahudiler ve hristiyanlar mı olacak? Buyurdu: Ya başka kimler olacaktı?" (Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlm 6)

Her imkanın bir imtihanı var. Ahirzamanda gelişen iletişim/ulaşım imkanlarının da bedeli toplumlar arasındaki etkileşimi arttırması. Evvelemirde bunun sadece hasenatı gözümüze görünüyor. Fakat, kaçırmayalım, seyyiatı da var. Çünkü hâkim/baskın kültür dediğimiz şey sonuçta imkanları da yönetiyor. Hani şöyle bir söz vardır: "Medyanın gücü yoktur. Gücün medyası vardır!" denir. Bunun hakikatini yaşadıklarımız üzerinden de okuyabiliriz. Öyle ya. Bugün küresel medyayı kim elinde tutuyorsa insanlığa neyin 'doğru' neyin 'yanlış' olduğunu da o öğretiyor. Kimin 'terörist' kimin 'kahraman' olduğunu, kimin 'zalim' kimin 'kurtarıcı' sayılacağını, kimin 'medeni' kimin 'vahşi' görüleceğini, hepsini ama hepsini, dominant güçler tayin ediyor.

Direniş noktamızsa evveliyetle imanımız. "Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin!" buyuran Kur'an'ımız. "Kim bir kavme benzerse o da onlardandır!" buyuran Peygamberimiz. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diyen mürşidlerimiz. Bu tarz ihtarların aşıladığı temkinle ancak bir derece üzerimizdeki algı yönetimine karşı koyabiliyoruz. Yerliliğimizi muhafaza edebiliyoruz. Yani akaidimiz aynı zamanda bizim koruyucu hekimliğimiz. Her türlü beyin yıkamasına, kimlik dezenformasyonuna, kalp manipülasyonuna karşı 'değişmeyenlerimize' tutunuyoruz. Eğer onlara tutunmayı bırakırsak biz de biteriz. Hâkim kültürün baskın söylemi içinde yiteriz.

Kanaatimce bunun bir yanı da 'tepkilerimizde bile biz kalmamıza' bakıyor. Bakınız, Mısır'da gerçekleşen alçak darbenin ardından müslümanlar topyekün bir Rabia refleksi gösterdiler, ne kadar Batılı katıldı buna? Düşüncem: Rabia'nın gücü İslam coğrafyası dışına ancak daru'l-harpte yaşayan müslümanlar kadar/eliyle taşınabildi. Buradan oraya bir dalga oluşmadı. Bugün bu diyarların liderleri Diktatör Sisi'nin elini sıkmaktan çekinmiyor. Halkları da bundan rahatsız olmuyor. Hoşlarına gitmeyen izzetli demokratik liderleri ise alttan/üstten sürekli diktatörlükle yaftalıyorlar üstelik. Yani buradan oraya doğru bir algı akışı yaşanmıyor. Oradan buraya sürekli algı taşınıyor. İletişim/ulaşım imkanlarını hâlâ lehimize çevirebilmiş değiliz. Gerideyiz.

Hal böyle olunca bir müslüman elbette yüzünü hemen temkinine dönmeli. Evet. Biz, elhamdülillah ki elhamdülillah, kudsî metinlerimizde çoklukla böyle bir temkini ders almışız. Uyarılmışız. Dikkat kere dikkat kesilmeliyiz. Arkasındaki niyet ne şekilde lanse edilirse edilsin, bu eşek nasıl boyanırsa boyansın, operasyon yeyip yemediğimize dair mübarek bir tereddütle yoklamalıyız herşeyi. Öncelikle dinimizin mizanına vurmalıyız. Bozuksa almamalıyız. Bize uymuyorsa yapmamalıyız. Başkalarının dalgasına sörf tahtası olmamalıyız. Bu açıdan Las Tesis denilen şeyin de göğsümüzün içine bir taraftarlık olup yerleşmeden önce uğraması gereken duraklar var. Bilelim ki kertenkele çukuruna girenler de mutlaka teviller üretecekler. Bir şekilde olayı içselleştirecekler. Sakın onlar biz olmayalım? Sakın ha olmayalım! Sakınalım da olmayalım.

15 Aralık 2019 Pazar

Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'dan neyi terketti?

Zaman zaman dönüp dolaşıp önüme düşen bir iddia var. Hakkında kısa da olsa birşeyler karalamayı kaçınılmaz kılıyor. Efendim tekrar eden iddianın özeti şudur: Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz'da başka birşey yapmıştır, Risale-i Nur'da başka birşey yapmıştır. Yani eskisiyle yenisi, her ikisi de aynı Üstadın tefsirleri olmasına rağmen, apayrı şeylerdir. Hatta Bediüzzaman'ın Yeni Said dönemi klasik tefsir usûlünü terkettiği(!) bir dönemdir. Senai Demirci abinin bunun için Zaman Aynası Namaz'da bir tabiri de vardı: 'Vahiyle yüzleşme.' Yani Bediüzzaman Yeni Said'le daha önce yapmadığı(!) bir şekilde vahiyle yüzleşmiştir.

Hey mübarek. At aforizmayı kurtarsın karizmayı. İşin bu yanını daha önce irdelediğim için tekrar dönmeyeceğim. Zaten şu var: Bu iddiayı, farklı düzeylerde olmakla birlikte, tek dilegetiren Senai abi de değil. Daha başkaları da az-çok böylesi şeyleri imâ ediyorlar. Büsbütün haksızlar mı peki? Hayır. Değiller. Hakikaten de İşaratü'l-İ'caz külliyatın genelinden bir miktar farklı duruyor. Kur'an'ın mushaf sırasına göre bir tefsiri olmak üzere başlanması ilk alamet-i farikası olarak hemen göze çarpıyor. Mevzuun bu kadarını reddeden yok zaten. Evet. Öyledir. Kabulümüzdür. Bediüzzaman yani Yeni Said döneminde tefsirini daha bir konu bazlı olarak şekillendirmiştir. Kendisinin tarifiyle bu metodun ismi 'hakikat tefsiri'dir.

Müellifin terkettiğinin sadece bu olduğunu söylesek, Allahu'l-a'lem, hakikate isabet de edeceğiz. Ancak orada kalmıyor ki. Kimileri Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet tefsir usûlünü bir ayakbağı gibi görmeye başladığına kadar vardırıyor işi. Yani onlara göre Risale-i Nur'un tefsir usûlü yine ancak Risale-i Nur'dan çıkarılabilecek yepyeni bir usûldür. Ey, vay, tamam. Çıkaran var mıdır peki? Cık. Yok. Sıfır. Zero. Böyle bir usûl çıkarıp karşımıza koyabilen yok.

'Karşımıza' derken neyin ehl-i sünnet usûlünden farklı olduğunu gösterebilecek bir babayiğit yok demek istiyorum. Sağda-solda gezinen söylentiler var. Bunların da şöyle delilli/burhanlı birşey olup sınanmaya niyeti yok. Ancak aforizma. Kur'aniyyun taifesinin senelerdir ortaya Kur'an ilmihali koyamamaları türünden, bu tarz iddia sahipleri de, ağızlarının yanlarıyla fısfıslandıktan sonra "Hadi aslanım!" diyenlere "Nanik!" çekiyorlar.

Bunun bir level üstü de, hâşâ, Bediüzzaman'ın Yeni Said döneminde Kur'an lisanının anlam imkanlarını/sınırlarını öğreten ilimleri/usûlleri terkederek Risale-i Nur'u yazdığı. Kanıtı ne peki? O da şu: Said Nursî, İşaratü'l-İ'caz'da hakikatleri anlatırken ayetin hangi harfinden/kelimesinden hangi manaya ulaştığını, bu tarz ilimlerdeki dayanaklarını da göstererek, uzun uzun izah ediyor. Risale-i Nur'da ise bunu çok az yapıyor. Genelde ayeti anıyor. Sonra doğrudan izahlara başlıyor. Demek ki bu şekilde anlam çıkarmayı terketmiş.

Bir yanık "Yaaaa!" çekiyorsunuz çenenizi ayağınıza değmesin diye tutarak. Çünkü büyük bir boşluğa düştünüz. Eh, o boşluğun da doldurulması lazım, nasıl olacak bu? Soruyorsunuz: "Peki Risale-i Nur'da verdiği anlamları nereden buldu?" Arkadaşlar şuna dair aldığım cevapları bencileyin birkaç başlıkta topladım. Şöyle: 1) Bunlar ona ilhamen bildirildi. Yani ayetle izahın ilişkisinden ilhamla haberdar edildi. O da nakletti. 2) İzahları aslında mahza kendi tefekkürlerinin sonuçlarıydı. İlgili gördüğü ayetleri ise yeri geldikçe sarfetti. 3) Bediüzzaman ayetin, bir kısa mealcik kadar olsun, ne dediğini bilmeyi tefsiri için yeterli görüyordu. Yani, Yeni Said döneminde, aşağı-yukarı mealcilik akımının tezlerine hakverdi.

Dördüncü cevap ise bizimkisi. Daha doğrusu hâdisenin fotoğrafını doğru çekenlerin görüşü. O da şudur: Bediüzzaman, ne böylesi ilimlerden, ne de ehl-i sünnetin tefsir usûlünden hiçbirşeyi terketmedi. Risale-i Nur'da böylesi izahların az bulunması, onların kullanılmamalarından değil, okura nakledilmemelerindendi. Yani Risale-i Nur'daki bu durum tıpkı şuna benziyordu: Hesaptan hiç anlamayan bir işçinin muhasebe bölümüne uğrayarak 'bu ay ne kadar kâr edildiğini' sorduğunu düşünün. Muhasebeci bu elemana karşı nasıl bir tavır takınır? Neyi/nereden çıkardığını uzun uzun izah eder mi? Yoksa hesaplamaları kendisi yapıp sonucu mu aktarır? Bence genelde ikincisi olur. Çünkü anlatsa fehmi kısa muhatabının kafası karışacaktır. Sabrı azalacaktır. İzahlar içinde boğulacaktır. Ona rakamı söyler geçer.

Fakat bir de aynı muhasebeciye patronun bu soruyu sorduğunu düşünün. Hemen raporlar alınır. Alım-satımlar, giderler-gelirler, akarlar-kokarlar listelenir. Hepsi patronun huzurunda geniş izahlarla delillendirildikten sonra denir: "Kârımız bu kadar oldu."

İşte, arkadaşlar, Risale-i Nur'da Bediüzzaman'ın bu tarz izahları terketmesinin özü budur. Yani avam-ı nâsın eserlerinden daha fazla istifade etmesine imkan sağlamaktır. Yoksa, hâşâ, kullanmaması/önemsememesi diye birşey sözkonusu değildir. Metinde nasıllığının detaylandırılmaması bir usûlden veya ilimden istifade edilmediği anlamına gelmez. Zaten tefsir ilmine aşina olanlar da Bediüzzaman'ın atlatığı kısımları bulabiliyorlar. Bağları kurabiliyorlar. Biz bulamıyoruz. Kuramıyoruz. Çünkü cahiliz. Bu ilimlerden haberimiz yok. Ama bizim habersizliğimiz Bediüzzaman'ın terkettiği anlamına gelmiyor. Uçmayalım.

Ahmed Hamdi Tanpınar Beş Şehir'de basitleştirmenin Bektaşî mesleği olduğunu söyler. Bence burada da böylesi bir Bektaşîlik var. Ahirzaman çocukları olarak bu ilimlere sahip olmak gözümüze o kadar zor görünüyor, onlarsız cahilliğimiz de o kadar kanımıza dokunuyor ki, küçük bir bahaneyle inkârına cür'et ediyoruz. Teselli arıyoruz. Bediüzzaman'ın Yeni Said'de kuşandığı hakikat tefsiri metodu da hilal arayanlara takavvüs etmiş beyaz bir kıl etkisi yapıyor. Görüşlerini yanıltıyor. Daha doğrusu onlar bizzat bile-isteye kendilerini aldatıyorlar. Böylece hiç emeksiz/okumasız 'Pıııııır!' diye müfessirler kervanına katılıyorlar. Ne diyelim? Hak Teala ayaklarımızı kaydırmasın. An olsun kendimize bırakmasın. Âmin.

12 Aralık 2019 Perşembe

Mutlak vekilliği nerede aramak gerekir?

Takip edenler hatırlayacaklardır: Mutlak vekilliğin nurcular mabeyninde en ateşli bir şekilde konuşulduğu dönemlerde konuya dair '5' tane eleştirel yazı kaleme almıştım. "Mutlak Vekilliğe Serzenişler..." anabaşlığı etrafında şekillenen bu yazıları telif etmekteki ana amacım 'ifrata müsait gördüğüm bir zemini çerçeve içinde tutabilmek'ti. İlkini 6 Eylül 2014'te sonuncusunu ise 11 Kasım 2016'da kaleme aldığım bu yazılar yüzünden, beklediğim üzere, epey bir zılgıt yedim. Eleştirildim, beddualandım, lanetlendim, hain görüldüm, ajan sayıldım, aforoz edildim, vesaire. Önemli değil. Hiçbirisi umurumda olmadı. Olmuyor da. Nihayetinde aradığımız kullarının değil Allah'ın rızasıdır. Ben de onu aradım. Gayrısına bakmadım.

İşte o yazılardan "Bediüzzaman'ın vekili mutlak olur mu?" başlıklı 5.'sinde şöyle bir noktaya dikkat çekmiştim: "Beyanlardaki mutlaklıklar başka zaruretlerle takyid olunabilir." Özetle: Münazarat'ta geçen bir metnin öğrettiği usûl çerçevesinde mevzuu ele alıp, 'mutlak vekillik' çıkarımının yapıldığı lahikaya misafir olmuş ve şunları yazmıştım:

"Kimi zaman metinlerdeki mutlaklığın da takyidi gerekir. Cuma sûresinin 10. ayetindeki 'Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın!' emrini mutlak bir şekilde anlamak camide kalanları harama girmekle suçlamak olur. Halbuki kalmak caizdir. (...) Eğer mezkûr kavram da sınırlandırılmazsa mutlak/sonsuz bir sınırsızlıkla anlaşılmaya mecbur olunur. Böylesi bir mutlaklık ise ya 'birebir' ya 'aşkın' olur. Matematikten de biliyoruz ki: İki kümenin birbirini tam olarak kapsaması ya eşitlikle yahut da birinin diğerinin altkümesi olmasıyla mümkündür. O halde Bediüzzaman'ın yerini doldurabilecek kişinin şu özelliklere sahip olması gerekir. (...) Konuştuklarımızdan hareketle düşünelim, Bediüzzaman'ın mutlak şekilde vekili kim olabilir? Doğrusu; piyasada Bediüzzaman'ın ilmini, ahlakını, faziletini vs. taşıyabilecek insan bulmak zordur. Allah selamet versin, vekilliği mutlak olarak anlaşılmaya çalışılanlar ise, bırakınız mutlak bir şekilde vekil olmayı, Bediüzzaman'ın ihtisas sahibi olduğu tek ilimde bile vekili olamayacak seviyededirler. Ne medrese görmüşlerdir ne de Bediüzzaman'a 'bediüzzaman' dedirten tecrübelerden geçebilecek durumdadırlar."

"Öyleyse bu insanlara Bediüzzaman'ın vekilliği 'mutlak' bir şekilde verilmez. Ya nasıl verilir? Kurban vekaleti misalinde olduğu gibi kayıtlı bir şekilde verilir. Ki biz de mutlak vekilliği böyle anlamayı teklif ediyoruz: 'Mutlak ise takyid olunabilir.' Bediüzzaman'ın verdiği bu mutlak vekillik, 'Benden sonra bu insanların sözü benim sözümdür!' değil, 'Telif ettiğim eserlerin neşriyatı vefatımla kesilmesin. Bu genç talebelerim hukuken tam yetkili ve izinli olup devam ettirsinler!' vekaletidir. Mutlaklığı neşriyat hizmetinde bir mutlaklıktır. Çünkü hayatları (dikkat edilirse anılan isimler o dönemin en genç talebeleridir) daha devam edecektir. Aşkınlık varsa sadece bu yönde vardır. Bediüzzaman çok yakında vefat edecekken o kişiler daha uzun süre yaşayacaklardır. Allahu'l-a'lem."

Uzun yazıdan kısa kısa, bazen de atlayarak, yaptığım bu alıntıların ardından (meraklısını aslına havale edip) asıl konuya gelelim: Bu yakınlarda İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektubat'ında buna benzer bir meseleyi okudum. Elhamdülillah. İmam'ın da bakışını bir parça mezkûr yazıdaki duruşuma benzettim. Mirza Hüseyin Ahmed'e yazılan 32. Mektup'ta, İmam, onun Şeyh İlâhdâd isimli birisine dair sorularını cevaplıyor. Mirza Hüseyin Ahmed vefat etmiş şeyhlerinin bu kişiyi yerine bıraktığını yazıyor. İmam'ın yaklaşımı ise elbette daha derûnî. O, bu tarz bir vekaletin 'işitme/duyma' ile değil 'haketmeyle' mümkün olabileceğini, eğer işin içinde 'haketme' yoksa duyulanın başka türlü anlaşılması gerektiğini ifade buyuruyor. Yerinden alıntılayalım:

"Kıymetli rehberimizin, bulunanların gözü önünde, bu makamı Şeyh İlâhdâd'a bırakmış olduğunu yazıyorsunuz. Bu sözü incelemek lazım gelmektedir. Ona bırakmak demek, orada bulunanlara ve gelip gidenlere hizmet etmek ve yemelerinden, içmelerinden bilgisi olmak demek ise, biz de böyle söylemekteyiz. Yok, eğer yetiştirmek ve şeyhlik makamına oturmak ise, bu olamaz." Devamında bu kişinin durumu hakkında şüphelerini de yazıyor Hazreti İmam: "Şeyh İlâhdâd fakiri nisbetin ne olduğunu nereden bilmektedir? Kalbinde bir parça huzur vardır. Ne halde olduğunu başkaları da bilmektedir. O nisbeti kendisine veren kimdir? Bunları bildiriniz. Böylece bu fakir de kendisine yardımda bulunayım."

İşte 'mutlak vekillik' mevzuunda bizim duruşumuz da İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin bu mektubundaki istikamette olmalıdır. Bediüzzaman'ın 'birinci talebem' dediği Hulusi ağabeyin sağlığında Hüsnü abiyi (ve salih arkadaşlarını) vekil tayin etmesi, elbette, tıpkı o mektupta geçtiği gibi, 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil' kaydıyla bağlıdır. Bu vekillik 'makam vekilliği' değil 'neşriyat hizmetlerinin devamı bağlamında' bir vekilliktir. Aksi okumalar, Allah korusun, hem o abimizi hem de bizi müşküller içinde bırakabilir. Üstad Hazretlerinin birçok eski talebesinin sağ olduğu dönemlerde konuşulup "Bediüzzaman'ın mutlak vekili Risale-i Nur'un şahs-ı manevisidir!" gibi kararlara bağlanmış bir konunun şimdi başka bir anlayışla gündem olması korkutuyor. Allah cümle nur talebelerini istikamet üzerine eylesin. Âmin.

10 Aralık 2019 Salı

Kur'an ile fıtrat arasında kim var?

Bendeki vücudunun bidayeti orası olduğu için yazıya da oradan başlamak yerinde olur. Mürşidim, İşaratü'l-İ'caz'ında, Nisa sûresinin 115. ayetini tefsir sadedinde diyor ki: "(...) âyet-i kerimesinde azamete delâlet eden 'na' zamîr-i cem'î, vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi, 'bima erakallah/Allahın sana gösterdiği şeyler'de müfred hükmünde olan Lâfza-i Celâl, mânâları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir." Yani, tabir-i caizse, bu ayet-i kerimede Aleyhissalatuvesselama verilen bilginin iki türlüsüne de işaret vardır. Ancak daha fazla ilerlemeden mezkûr ayet-i kerimenin kısa bir mealini de alıntılayalım: "Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye, sana Kitab'ı hak ile indirdik, hainlerden taraf olma!"

İşte, bu metni okumuş hakkında düşünmekteyken, Ebubekir Sifil Hoca'nın "Emaneti Yerine Getirmek (1)" başlıklı 71. Riyazü's-Salihîn dersine rastladım. (Ne hamdedilesi bir tevafuktur.) Özet geçeyim: Ebubekir Hoca o dersin hemen başlarında 'Emanet Hadisi'ni izah ediyordu. Neden heyecanlandığımı mealini paylaşınca anlayacaksınız. Ağzı şeker-bal yesin Huzeyfe radyallahu anh naklediyor ki orada: "Şüphesiz ki emanet insanların kalblerinin ta derinliklerine kök salıp yerleşti. Sonra Kur'an indi. Bu sayede insanlar Kur'an'dan ve sünnetten öğrendiler."

Haddimi aşmak istemem. Her ne dersem "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim. Bu kulakla da dinlenilsin isterim. Evet. Hem ayet-i kerimeden, hem hadis-i şeriften, hem de Bediüzzaman ile Ebubekir Hoca'nın metinler üzerine yaptıkları izahlardan şöyle birşey kalbime doğuyor:

İnsanlara hakikat birkaç şekilde öğretiliyor. 1) Hadiste de buyrulduğu gibi önce içindeki 'emanet'le öğretiliyor. Peki 'emanet' nedir? Ebubekir Hoca derste 'emanet' ile 'fıtrat' ilişkisi üzerinde duruyor. Yani belki hakikatin bilgisine yaratılışça da bir açlığımız var. Muhtaçlığımız var. Arayışımız var. Potansiyelimiz var. Risale-i Nur'da da benzer bir yaklaşımın sıklıkla karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Hakikat Çekirdekleri'nde geçen "İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir. Hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer. Hakikat zannederek kafasına giydiriyor..." ifadeleri de bunun delili sayılabilir. Hatta Ene Risalesi'ndeki 'emanet' yaklaşımının da bize sırlanmış bir yeteneği anlattığını biliyoruz. Yani ene de içinde taşıdığı bir potansiyelle marifete yollar açabiliyor.

Elhamdülillah. Tabii vahiy ile fıtratın ilgisini konuşurken şuraya uğramamak olmaz: "Hem Kur'ân fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa herbir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itmi'nân-ı vicdan ve istirahat-i kalb onun envârıyla olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itmi'nânı şehadetiyle, onu tasdik ediyor. Evet, fıtrat, lisan-ı haliyle Kur'ân'a der: Fıtratımızın kemâli sensiz olamaz." Belki bu kısma yukarıdaki hadis-i şerifin birnevi tefsiri gözüyle de bakılabilir. Yani Kur'an'ın fıtratla ilişkisini hadiste buyrulduğu gibi ifade eder.

2) Aleyhissalatuvesselamın sünnetidir. Sünnet-i seniyye Kur'an ile fıtrat arasında berzahlık görevini ifa ediyor. Yani âlemler arasında geçişkenlik onunla sağlanıyor. Tamam. Evet. Hakikat orada cümle cümle okunacak/işitilecek şekilde duruyor. Elhamdülillah. Lakin burada da bizim hayatlarımız/fıtratlarımız var. Hayat bilgiyi âlemine taşımak için bir berzah ister. Muallimi olmadan kitapları anlamak zordur. Pratik öğreticisinden yoksun teoriler, tıpkı yüksek teknolojili bir ürününün kullanma kılavuzuyla yaşadığımız derin anlaşmazlıklar gibi, ârâfta bırakırlar bizi. Bu noktadan hareketle belki artık diyebiliriz ki: Ayette 'Allahın sana gösterdiği şekilde' denilen hadiste de 'sünnet' diye zikredilen bu bilgi türü âdemoğlunda/kızında şu berzahlığını icra eder. Fıtrat vahiyle sünnetten buluşur. Sünnetle buluşur. Ancak sünnet ile fıtrat vahyi hayatına katar.

3) Kur'an. Kur'an'ın her iki metinde de ayrıca zikredilmesinin bence şöyle bir hikmeti var: İnsanın fıtratı tek başına hakikati bulmaya yetmiyor. Belki potansiyel olarak bu mümkün. Ancak sahada 'İblis' gibi kem bir oyuncu da var. Nefsimiz gibi onu dinlemeye yatkın kötü arkadaşımız da var. Bu nedenle içte olan hakikatin dışta bir kıyas noktasıyla dengelenmesi gerekiyor. İki nokta sayesinde bir doğru, bir istikamet, bir yol elde ediliyor. Tıpkı fırtınada denizfenerine bakınmak gibi. Kaptan belki yüz kere geçtiği yolu elbette biliyor. Fakat gecenin aldatması da mümkün. Korkuyor. İçimiz manipülasyona açık. Oynak. Karanın nerede olduğunu dışarıdan da duymalıyız. Desteklemeliyiz. Böylece içimize yolu karıştırdığında "Bak işte orası!" diyebiliriz.

Lafı uzattım. Azı çok ettim. Şu işte hata yapmışsam Cenab-ı Hakkın afv u mağfiretinden bağışlanmak dilerim. Yukarıdaki herşeyi "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söylemişimdir. Bunu da sakın unutmayın isterim. Evet. Becerebilseydim, bir ayetle hadis arasında gördüğüm heyecanlandırıcı birşeyi, bir uyumu, bir tamamlayıcılığı, anlatmak isterdim. Denedim. Ortaya bu kadar çıktı. Kerîm ve Rahîm olan azımızı çoğa saysın. Bu yazıyla olmamışsa sizi ilhamıyla faydalandırsın. Âmin.

7 Aralık 2019 Cumartesi

Cansızlık aynılığa yatkındır

Coetzee Yavaş Adam'ında diyor ki: "Fotoğraf çekilen şeyin kendisi değildir. Tablo da resmedilen şeyin kendisi değildir. Ama aynı zamanda ikisi de kopya değildir. Herbiri yeni birşeye dönüşür. Yeni bir gerçeğe. Dünyada yepyeni birşeye. Yeni bir orijinale..." Bu cümleler hakkında düşünürken Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde cevapladığı bir soru geliyor aklıma. Cevabını da paylaşacağım. Ama önceye soru gelmeli: "Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var?"

Cevabınsa, yıldırmamak için seni, sadece ilk cümlesini alacağım: "Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle, nihayetsiz cilve-i esmâsını her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususî simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir mektub-u Samedânî ve hiçbir kitab-ı Rabbânî, diğer kitapların aynı aynına olamıyor."

Yani Bediüzzaman da Coetzee ile aynı şeyi söylüyor. Elbette daha aşkın bir şekilde. Daha üst bir okumayla. Coetzee, varlığın ayna misal yüzüne bakıp ondaki değişimlerin orijinalliğini görürken sadece, Bediüzzaman işi arkasındaki 'iradeye' kadar taşıyabiliyor. "Yaratılış işi gelişigüzellik işi değildir!" demeye getiriyor. Orijinallikler ancak kasıtlarla inşa edilirler. İki şeyi birbirinden farklı kılmak aynı kalmaktan daha zordur. Ayrı bir çaba gerektirir. Ayrı bir özen ister. Cansızlık aynılığa yatkındır. Kainatın herbir detayına, hatta anlara kadar, dağılmış orijinallikler de arkalarında 1) bütünü gören, 2) farklılık nedir bilen, 3) farklıyı seçebilen bir iradenin varlığından haber verirler. Evet. Yaratıcı iradesiz olamaz. Çünkü ikizler bile birbirine benzemez. Hiçbir yüz büsbütün diğerinin aynı değildir. Aynılık elenmiştir.

Cansızların düzenini makineleşmede görüyoruz. Ve her türden makineleşme bize şunu söylüyor: "Ben şeyleri birbirine benzetmeye yatkınım!" Matbaada basılan kitabın nüshaları birbirine benziyor. Nüanslar oluşuyorsa da bu makinenin kastı değil kusuru. Bazen mürekkep sızıyor. Bazen kağıt sıkışıyor. Bazen başka bir arıza. Ancak bütün bu sorunları giderebildiğiniz yerde elinize geçen 'aynılık' oluyor. Aynen. Fakat, bir saniye, evrendeki düzen böyle değildir.

Evren makinesinin kastı ise sanki değişimdir. Hem de anlar bile birbirini tutmayacak şekilde bir değişimdir. Aynı nehirde iki kez yıkanılmayacak bir süratte bir değişimdir. Bir matbaa düşünün ki her hareket edişinde içinden yeni bir kitap çıkıyor. Öyle de kitaplar ki benzerlikleri sadece kitaplıkları. Detaylarına inildikçe farklı âlemlere dönüşüyorlar. Bir 'tık-tık'ta makinenin ağzından Montaigne'nin Denemeler'i çıkıyor. İkinci 'tık-tık'ta Mevlana kuddissesirruhun Mesnevi'si. Üçüncü 'tık-tık'ta bu defa Yüzüklerin Efendisi tükürüyor. Kalıplar değişmiyor. Makine değişmiyor. İşlem değişmiyor. Sonuçsa hep başkalaşıyor.

Evrimin bir kanun olduğunu iddia edenler herhalde biraz da burada yanılıyorlar. İradenin değişim değişim tecellilerini kainatın her köşesinden okuyorlar. Maşaallah. Okuyacaklar elbette. Okusunlar diye konulmuşlar zaten. Fakat tecelliyi okuduktan sonra varacakları hakikati şaşırıyorlar. Evrenin her halinde hissettirdiği değişimi 'makinenin ahlakının değişim olduğu' üzerine yoruyorlar. Ne demek bu? Açalım. Yukarıdaki misalden devam edersek hatta diyorlar ki: "Matbaanın özelliğidir her 'tık-tık'ta yeni bir kitap basması. Baksanıza. Hep böyle oluyor zaten. Kitaplardan da yeni kitaplar yapmış neden olmasın?"

Hep böyle olduğu doğru. Ama işi matbaanın yaptığı doğru değil. Cansızlar aynılığa yatkındır. Cansızlardan yapılan makineler de öyle. Bunu yapan matbaanın arkasındaki irade sahibi. Hayat sahibi. İlim sahibi. O, anların bile sonsuzluk gibi açılacağı bir çabuklukta, bir ilimle, bir kudretle, her 'Ol!' emri için yeni bir kalıp döşüyor. Orijinallikle yaratıyor. Kader dediğimiz biraz da bu zaten. Kader matbaacının neyi basacağını evvelden bildiğini kabul etmektir. Bilmeyen basamaz. Kur'an da buyurur: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"

Ancak şu noktada evrimcilerin bariz ifratı var: Biz matbaacının her defasında yeni bir kitap yarattığını/yaratabileceğini kabul ediyoruz. Amenna. Sıkıntı yok. Fakat kitabın kitaba dönüştürüldüğünü bize kim söylüyor? Mesnevi'nin Denemeler'den gelme zorunluluğu yok ki. Hem daha tuhaf ki. Matbaacının yedi deniz mürekkep olsa yazıp bitiremeyeceği kadar kelamı/ilmi var zaten. Sonsuz kudreti var. Neden Âdem'i temiz bir kağıda, pardon, toprağa basıp yaratamasın? Engelleyen ne? Herşeyin hazinesi yanında olana malzeme kıtlığı mı var? Sizin bu yaptığınıza 'dün kağıtken bugün matbaacıya iş öğretmek' denmez mi ey akıllılar(!).

2 Aralık 2019 Pazartesi

Üslûpta neyi yitirirsek kalbimiz de onu yitiriyor

Blain Brown'un Sinematografi isimli eserini bir dostumun tavsiyesiyle okumuştum. Teknik kısımlarını anladığımı söyleyemem. Ancak teorik kısımları hakikaten öğreticiydi. Mesela şu dediği hep aklımdadır. (Elbette manaca naklediyorum:) "Eğer kuralları değiştirmek istiyorsan öncelikle o kuralların niçin konulduğunu öğrenmelisin." Neden böyle söylüyordu Brown? Çünkü kuralların konuluş hikmetini/faydasını bilmeden yapılacak değişiklikler 'geliştirme' değil 'bozma' olurdu. Sinema gibi yenilikçiliğe meyyal bir meslek kolunda olsanız bile, bir kuralı 'ne işe yaradığını bilmeden' değiştirmeye kalkarsanız, faydadan çok zarar getirirdiniz. Geleneğin üzerinde yükseldiği tecrübeyi anlamaya çalışmak bu nedenle çok önemliydi. Eline her kamera geçiren sinemayı baştan yazamazdı. Yoksa rezil olurdu.

Kon-Tiki de birçok eleştiri yapar bu açıdan modern bilimcilere. Thor Heyerdahl'ın Peru'dan Polinezya kıyılarına bir salla yolcuğulunu anlatan Kon-Tiki, filmindeki maceracılığın aksine, aslında bilimin tecrübeyle gelen bilgiye karşı körleşmesini irdeler. Kitap boyunca Heyerdahl'ın en çok kafayı taktığı konulardan birisi budur. Bilimciler kafalarının içindeki 'olurluk-olmazlık' içinde öyle boğulmuşlardı ki sahada nelerin başarılıp-başarılamayacağını koltuklarından kalkmadan tayin etmeye çalışırlar. Halbuki insanlığın binlerce yıllık tecrübesi de epeyce bir sınanmışlık içermektedir. Kulak verilmesi gerekir. Kendisi kulak verir. Başarır.

Kitaptaki misallerden birisi, yanlış hatırlamıyorsam, kutup bölgesinde seyahat eden kâşifin başına gelenlerdir. Yerlilerin fermuar türünden şeyleri kemikten yapmalarını cahillikten sanan kâşifimiz çadırına döndüğünde kötü bir sürprizle karşılaşır: Metalden yaptığı hiçbirşey açılmamaktır. Hepsi soğuktan kenetlenmiştir. Yolculuğunda büyük sıkıntılar yaşar. Aldığı dersi de Heyerdahl'a 'yerlilerin tecrübelerine önem vermesi için' aktarır.

Buradan şuraya geçmek istiyorum: Bugünlerde de bir kısım ahirzaman zıpçıktıları, başta Efendimiz aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, dinî açıdan büyüğümüz/öncümüz saydığımız herkesin isminin/ünvanının arkasına eklediğimiz hürmet ifadelerini 'aşırılık' olarak görüyorlar. Hatta, soyadında İslam geçen bir nasipsizi, Allah'ı andıktan sonra 'celle celaluhu' demeyi dahi 'araya resmiyet sokmak' olarak tenkid ediyor. Eh, yapacak birşey yok, rahmetli babamın dediği gibi: "Yaşa ki neler göresin!" Biz de ahirzamandan payımıza düşeni yaşadıkça böyle şeyler görüyor, işitiyoruz. Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.

İşaratü'l-İ'caz'da Bakara sûresinin 26. ayetinin tefsiri sadedinde söylenilenleri okuyanlar bilirler: Mürşidim 'marifetullahın delillerinden istifade'nin ancak 'taraftarlıkla' mümkün olabileceğini söyler. Yani niyet 'inkâr' değil 'kabul' olmalıdır. "Her kim inâyet-i ezeliye ile rububiyet-i İlâhiyeyi göz önüne getirip Allah cânibinden kudretin azameti altında bakarsa 'baudat/sivrisinek' ve emsaliyle getirilen temsillerin belâgat kanunlarına muvafık ve Cenâb-ı Haktan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalâletin bataklığına atar."

Peki bunu neye dayanarak söylemektedir Bediüzzaman? Elbette ayetin inceliğine. Açmaya çalışalım. Kısa bir mealiyle buyrulmaktadır ki orada: "Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: 'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." İşte, burada ifade edilen 'yaklaşım farkının' mevzua imanla bakıp-bakmamakla ilgili olduğunu izah eder mürşidim eserinde. Hatta ekler: "Allah'ın sun'una, ef'âline, kelâmına, temsilâtına, üslûplarına, inâyet ve rububiyetini mülâhaza etmekle beraber, Allah'ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nûr-u imanla olur."

Yıllar sonra telif ettiği 15. Söz'de 'şeytanın bir desisesi' olarak ayrıca analiz ettiği 'bitarafane muhakeme' mevzuunda Bediüzzaman'ın düşünceleri kat'idir: "Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..." Yani itikadî meselelerde objektif olmaya çalışmak bir tuzaktır. Kişi ancak kalbindeki imanın taraftarlığıyla okuyabileceği hakikatlerden objektiflik arızasıyla mahrum kalır. Büsbütün yitirmese de bu bakış gözündeki parlaklığın epeycesini giderir.

Buradan da şuraya zıplayalım: Editörlüğüm boyunca birçok akademik metnin yayına hazırlanmasında da görev aldım. Özellikle dinî metinlerde beni en çok rahatsız eden şey, akademisyenlerin, sanki 'ortada bir yerde duruyor gibi' konuşmalarıydı. Bazen öyle ifadelerle karşılaşırdım ki "Bu adam müslüman değil mi yoksa?" diye endişelenirdim. Editörler, elbette ellerinden geldiğince, okur ile yazar arasında bir köprü oldukları için 'okurların kalpleriyle de' metinlere bakmaya çalışırdım. Böylesi metinler karşısındaki endişelerimi açtığımda daha tecrübelilerden durumun alışılmış olduğunu işitirdim: "Akademik metinler böyle olur."

Daha sonraları bu tarz içeriklerin bir tür 'tarafsızlık kaygısıyla' oluşturulduğunu öğrendim. Yani müellifler, metnin sonunda hangi tarafı savunuyor olurlarsa olsunlar, üslûp itibariyle taraf tutmamaya çalışıyorlardı. Bu nedenle bazen 'hazreti'ler, bazen 'aleyhisselam'lar, bazen 'radyallahu anh'lar bile arada kaynıyordu. İslam âlimlerinin metinlerinde tarafsızlığın böylesini hiç görmemiş olan benim gibiler için de elbette bu durum bir parça tuhaf kaçıyordu. Hatta, tuhaf kaçması bir tarafa, ruhsuz/istifadesiz görünüyordu.

Şimdilerde bu konuyu Bediüzzaman'ın yukarıdaki tefsiriyle ilişkilendiriyorum. Evet. Biz, başta Efendimiz aleyhissalatuvesselam olmak üzere, peygamberleri, sahabeyi, tabiin ve tebe-i tabiin büyüklerini, evliyaullahı 'babamızın oğlu gibi' anamıyoruz. Böyle bir tarafsızlık tanımıyoruz. Duyarsak da rahatsız oluyoruz. Çünkü Bakara sûresindeki o sır, o ders, o hikmet, şuurlu-şuursuz damarlarımıza yerleşmiş. Hatta "Peygamberi birbirinizi çağırır gibi çağırmayın!" buyuran Nur sûresinin bir parıltısı da, elhamdülillah, kalbimizi fethetmiş.

Biz, 'taraftarlığımızı gösterir' böylesi ifadeleri nakledeceğimiz delillerin öncesi kılıyoruz ki, ışıltısı dikkatimizden kaçmasın. 'Kim söylemiş'i daha derinden hissedilsin. Hem yüreğimize o kişilerle aramızdaki hiyerarşiyi hatırlatsın, söz ona göre dinlensin/okunsun, hem de içimizdeki objektivite alabileceği kadar yara alsın, durduğumuz yer bununla belli olsun. Çünkü, elhamdülillah, dinî hiçbir konuda arada bir yerde durmuyoruz. Evet. İman araf kaldırmaz. Bunu biliyoruz. O halde, yani içimizde hiçbir araf olmadığı halde, üslûbumuzda neden araf bulunsun? Hasılı: Salavatımız da, selamımız da, duamız da, hürmetimiz de, Nemrud'un ateşine su taşıyan karınca türünden bir taraftarlığımızdır muhterem kârilerim. Yitirmeyelim. Üslûpta neyi yitirirsek kalbimiz de onu yitiriyor. Yaşadıkça görüyoruz.

26 Kasım 2019 Salı

Peygamber kapısını çiçeksiz bırakmak

Farklılık kendisini istisnalarla okutur. Yahut da şöyle demeli: Farklılıklar istikrarlı istisnalardır. Genele göre istisna durmaları mühim değildir. Kendilerini kuşanan bireyde kaide seviyesine çıkmışlardır. Bir sınıf dolusu yeni talebe içinde birisinin birkaç noktaya ahenkle dokunması müzik sınıfındaki bir farklılıktan haber vermez bize. Hoş bir sıradışılıktır o kadar. Bir an şenlenir geçeriz. Ama bu ahengi, yani sınıfın geneline göre istisna duruşunu, devam ettirirse farklı olduğunu anlarız. Ya zaten biliyordur yahut da yeteneklidir. Her şekilde kesinlikle farklıdır.

Genelin müzik konusundaki cehaletini bir kaide olarak görürseniz bu arkadaş size istisna görünür. Ancak birebir ona yöneldiğinizde, eğer eylediği şey onda da bir istisna değilse, sırrı kaideliğe yaklaşır. İstisnaların kaideyi bozmadığı doğrudur. Ancak neyin kaide olduğuna da istikrar karar verir. Bu demde en çok karıştırılan belki de 'genel olmayan' ile 'istisna'nın aynı şey sanılmasıdır. Halbuki birşeyin genel olmaması her zaman onun istisna olduğu anlamına gelmez. Sıradışılık kaide de olabilir. Suyun katılaşırken hacimlenmesi diğer sıvılara göre istisna durabilir. Ancak suyun kendisine sarf-ı nazar edildiğinde bu onun kaidesidir.

Yoldan geçerken çiçek veren birisinin size sevgisi bir kaide midir? Sizden başkalarına da veriyorsa değildir. Size özel bir yöneliş yoktur. Fakat her sabah kapınıza çiçek bırakan birisinin sevgisini bu kadar kolay yabana atamazsınız. Size karşı ortaya koyduğu istisna, yani kapınızı diğer kapılardan ayırışı, onlara yapmadığı birşeyi size yapışı, üstelik bunu bir kere değil her kere yapışı, sevgisinin sairlere göre daha üst bir seviyede olduğunu gösterir. Belki de bu kişi size âşıktır. Yani herhalde âşıktır.

Bazen de yaptığınız hatayı başka kim yapsa çok öfkelenecek birisinin size karşı alttan alması bir istisna olarak görünür. Her defasında böyle yapıyorsa size özel başka türlü hislenişlerin de o kişide varolduğunu gösterir. Nihayetinde özel oluşunuzun bir ifadesi de kaideleşen istisnalara muhatap olmanızdır. İnsan böyle kaide bozar istisnalara muhatap olduğunda daha Ehadî bir tecellinin hayatına dahlolduğunu hisseder. Birey olarak ayrı tutulduğunun ayrımına varır. Kendisi de herhangi birisine böyle bir farkındalık yaşatmak isterse aynısını yapar.

Efendim, "Şimdi bu çocuk gev gev ne geveliyor?" diye soracak olursanız, ki hakkınızdır, oraya geleyim. Mürşidim 'peygamber mucizelerinin hikmeti' sadedinde diyor ki: "Nasıl ki, sen, bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: 'Padişah beni filan işe memur etmiş.' Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah 'Evet' dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, 'Evet' sözünden daha kat'î, daha sağlam, senin davanı tasdik eder." İşte ben de gevelemelerimle bu hakikatin altını kazmaya çalışıyorum.

Peygamberlerin mucizeleri olmalıydı. Çünkü özel olduklarının en açık ifadesi böyle olurdu. İnsanlığın gözleri önünde mazhar oldukları istisnalar, bu istisnaların istikrarı, diğerleri gibi olmadıklarını hepimize gösterdi. Elbette hayatlarının genelinde tıpkı birer insan gibi yaşadılar. Çünkü insanlara imamdılar. Beşerden olmayan beşere rehber olamazdı. Fıtratlarına aşina yollar açamazdı. İrşadlarda bulunamazdı.

Ancak bir de nübüvvetleri itibariyle 'sıradanlıklar içinde kaybolmamaları' gerekiyordu. Herhangibiri değildiler. Herkesleşmemeliydiler. Yani ayrıca sevildiklerine inanabilmemiz için kapılarına her sabah çiçek bırakılmalıydı. Asâlarını attıklarında yılan olmalıydı. Dualarıyla ölüler dirilebilmeliydi. Nur parmakları ayı ikiye yarmalıydı. Evet, arkadaşım, şimdi anlıyor musun mucizeleri inkâr edenlere neden kızıyorum? Doğru. Aynen. Onlar peygamberlerin kapısını çiçeksiz bırakıyorlar. Nübüvvet kapısı çiçeksiz kalırsa ne olur peki? Elbette diğerlerinden ayrılmaz olur. Şaşırırız. Uğramak istediğimizde bulamayız. Herkesleştiririz. Sakın çiçek düşmanlarının da arzusu bu olmasın!

11 Kasım 2019 Pazartesi

Kur'an'ın mucize olduğunu nereden biliyoruz?

"Sanatı belirleyen/arttıran şey nedir?" diye sorduğumda, ama sessizce soruyorum ki 'deli' demesinler, şöyle bir cevap bulurum: 1) Anlam. 2) Bağlar. Evet. Bağlar. Birşeyi sanatlı kılan biraz da bağlarıdır. Bu bağların miktarı arttıkça da o şey sanatlanır. Kitap örneğinden yürüyelim. (Mesleğim ya kan çekiyor.) Herhangi bir edebî ürünün, yani bir bütünün, öncesi-sonrası, girişi-sonucu, önsözü-sonsözü birbirine bağlandıkça; yani parçaları arasında birbirlerine göndermeler, işaretler, çağrıştırmalar, hatırlatmalar, tamamlamalar çoğaldıkça; biz o eserin sanatından daha çok emin oluruz. Farkındalığımız bir ölçü teşkil eder elbette. (Hepsini farkedemeyebiliriz.) Ancak yine de o şeyin diğerlerinden aşkın bir yanı olduğunu hissederiz. Çoğunlukla da bunu bir gizem gibi sezinleriz. Nedensiz büyüleniriz. Sonra onu da buluruz.

Sahneleri, karakterleri, olayları, bölümleri, replikleri arasında önceden sonraya, sonradan önceye bol gönderme olan filmleri/dizileri düşünün mesela. Nasıl da merakla takip ederiz onları. Nasıl da çekirdek çıtlatırız izlerken. Nasıl da tahminlerde/okumalarda bulunuruz. Böylesi bağları arttırabilen senarist/yönetmen gözümüzde daha bir yükselir. Hatta böylesi bağların miktarına göre gözümüzde dehası/çalışkanlığı artar. Bağına göre övgü alır. Bunlar azaldıkça da yapımlara 'basit' damgası vurmaya başlarız. Aynı şey edebî metinler için de geçerlidir. Hatta 'üslûp birliği' dahi böylesi bir bağdır. Metnin her cümlesine kadar sinebilmiş bir bağ. Bir yazar metninde üslûp birlikteliği yakaladığı zaman aynı zamanda 'aynı kaynaktan çıktıklarını hissettirir' bir bağlantı da yakalamıştır. Okur bunu da çok sever. Onaylar. Takdir eder. Üslûp birlikteliği sağlayamayan metinler okurlarını hırpalar.

Ben bu kadarını diyebildim. Ancak biraz tefekkürle siz daha fazlasına ulaşabilirsiniz. Bir kitabın kapağı da kitapla/okurla arasındaki bağa göre değerlenir. Bir grafik çalışmasına baktığınızda işaret ettiği hakikatle arasında kurabildiğiniz bağ sayısınca değer biçersiniz. İnsan duyduğu güzel sözleri bile çağrışımlarının çokluğuyla, elbette yine hakikatle kurduğu bağlarla, parlatıp dimağında bir yere koyar.

Pekala. Buraya kadar herşey anlaşıldı. Şimdi anladıklarımız üzerinden bir de kurgu üretelim. Tutun bakalım hayalgücünüzün ellerinden. Sıkı tutun. Tamam. Başlıyoruz. Öyle bir kitap düşleyelim ki şimdi: Bu kitabın bize anlattığı bir dolu şey var. Saymakla bitiremiyoruz. Ancak dört başlıkta toplayabiliyoruz. Yani kitabın dört ana mesajı var. Diğer mesajlar altkollar gibi şeyler. Okuyup bitirdiğinizde altmesajları da alıyorsunuz elbette. Lakin en çok bu dört mesajı almış oluyorsunuz.

Bitti mi? Bitmedi elbette. Devam ediyoruz: Bu kitabın onlarca da bölümü var. Fakat o da ne? Her bölüm başka başka şeyler anlatmasına rağmen aynı zamanda bu dört mesajı da anlatıyor. Bitti mi? Yok. Yine bitmedi. Bölümlerin her sayfasında da aynı durum mevcut. Yani sayfalar da başka başka şeyler söylemelerine rağmen yine bu dört mesajı anlatıyorlar. "Aaa! Ooo! Vay!" Bitti mi şimdi? Yok. Yine bitmedi. Her cümlesine indiğinizde de aynı durumla karşılaşıyorsunuz. Şaşırdınız değil mi? Yine de bitmiyor ki. Dahası var: Kelimelerinden/harflerinden dahi aynı maksatları çıkarabilenler oluyor.

Yani bu kitabın içinde öyle bir 'bağ düzeneği' var ki metni 'uzay' gibi cümleleri/kelimeleri 'yıldız' gibi. Hem hepsi başka şeyler söylüyorlar hem de hepsi aynı şeylere işaret ediyorlar. Elbette aynı şeylere işaret etmeleri nedeniyle birbirlerine de işaret ediyorlar. Yani bu kitapta, aşinası olduğumuz romanlardaki gibi, parmakla sayılır göndermeler yok. Rakamlara sığmayacak kadar çok sayıda gönderme var. Böyle bir kitap insan aklıyla yazılabilir mi? Doğru. İnsan aklıyla yazılamaz. Ama varlığı da aynı bu şekilde yaratan Allah'ın ilmiyle yazılırsa olur. Elmayı kainatla bağlayan Allah 'elif'i de kitapla bağlayabilir. Elmanın varoluşu evrenle ilgili olduğu gibi o 'elif'in varoluşu da tüm kitapla ilgili olabilir.

İşaratü'l-İ'caz şöyle diyor: "Kur'ân'daki anâsır-ı esasiye ve Kur'ân'ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. (...) Sual: Şu makasıd-ı erbaa Kur'ân'ın hangi âyetlerinde bulunuyor? el-Cevap: O anâsır-ı erbaa, Kur'ân'ın hey'et-i mecmuasında bulunduğu gibi, Kur'ân'ın sûrelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü, Kur'ân'ın küllü, cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de, Kur'ân'ın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki Kur'ân, 'müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî' gibi tarif edilir."

Bir sual daha geliyor ardından ki bence mevzuun can alıcı yeri de burasıdır. Mürşidim bahsin devamında "'Bismillah' ve 'elhamdülillah' gibi ifadelere kadar bu işaretler/bağlar indirgenebilir mi?" şeklinde gelebilecek muhtemel bir suali de karşısına alıyor ve cevaplıyor. O kısmı yazıyı daha fazla uzatmamak için alıntılamayacağım. Lakin cevabının ne yönde olduğunu tahmin ettiniz: 'Evet.' Neden/nasıl 'Evet' olduğunu merak edenler ilgili bahsi mutlaka gözden geçirmeliler. Orada Bediüzzaman böylesi ifadelerin nasıl katman katman manalar barındırdığını gözler önüne seriyor.

Yeri geldi. Buradan 13. Söz'e de uzanacağım. Diyor ki mürşidim: "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. (...) İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."

Toparlarsam: Kur'an'ın 'insan işi' olamayacağının en büyük delillerinden birisi de burada saklanıyor bence. Kur'an, öyle bir kitap ki, içinde bağ/gönderme sayısı bir insanın hafsalasının alabileceği gibi değil. İnsan bunu kurgulayamaz. Kaldıramaz. İsterse bir kişi değil ekip olsun. Herbir cümlenin/kelimenin kitabın ana konusuyla ilgili göndermeler içerdiği, fakat aynı zamanda bir dolu da yeni şeyler söylediği, hem de herbir cümlenin kitabın içindeki diğer cümlelerle kendi arasında bağlar sakladığı bir düzen, böylesi muhteşem bir düzen, biz böyle bir kitabı hiçbir insan elinde göremeyiz. Eğer Ahmedliğime güvenmiyorsan editörlüğüme güven. İnsanı aşan birşeyler var bunda arkadaşım.

9 Kasım 2019 Cumartesi

Molla Çağrı Mert Bakırcı Evrim Efendi Hazretlerinin kerametlerini anlatıyor (1): Dağlar nasıl yağ-bal oldu?

Şöyle başlayalım: Memleketim Zara'da 'Tekke' nam mevkide bir türbe vardır. Şeyh Merzuban Hazretlerine aittir. Menkıbeye göre; Alaaddin Keykubat, ilçenin isim babası da olan, Ermeni Beyi Zaro Ağa'ya misafir olur. Misafirliği sırasında 'geceleri bile aydınlık' bir ev olduğunu farkeder. Zaro Ağa'ya bu aydınlığın sebebini sorduğunda, biraz da Şeyh Merzuban Hazretlerine dair duyduğu kıskançlıktan ötürü, der ki: "Efendim, sarhoşların âlem yaptıkları yerdir, rahatsızlık verirler." Sultan, Ağa'nın sözlerinden şüphelenir, sınamak için oraya içki gönderilmesini emreder. Görevlileri karşılayan Şeyh Merzuban Hazretleri onlar daha ağızlarını açmadan cevap verir: "Hediyeleriniz yağ-bal olsun. Kabul edemem. Sultan'a geri götürün." Şaşırırlar. Dönüp Sultan'a olanları aktarırlar. Sultan insanın hasını hamından ayırabilecek bir feraset sahibidir. "Kırın testileri!" diye emreder. Kırıldıklarında görülür ki her testi tam ortasından yarısı 'yağ' yarısı da 'bal' olmuştur.

Efendim, keramettir-menkıbedir, inanırsınız-inanmazsınız, birşey diyemem. Ben buradan başka bir yere geleceğim aslında. 2000 yılında X-Men serisinin ilk filmi piyasaya çıktığında bizi şöyle karşılıyordu: "Mutasyon evrimin anahtarıdır. Onun sayesinde tek hücreli bir organizmadan evrim geçirerek gezegendeki dominant tür olabilmişizdir. Bu süreç yavaştır. Ve normalde binlerce yıl sürebilir. Ama her yüzbin yılda bir evrimde atlamalar olur." Serinin ikinci filmi ise şöyle bir soruyla başlar: "Mutantlar evrimde bir sonraki halka mı?" Elbette X-Men bir kurgu yapım. Ama nihayetinde kenarında bilim de var. Zaten böylesi bilimkurguların gelecek nesilleri 'evrim fikrine alıştırmak' gibi bir misyonu da sözkonusu. Buna daha sonra döneceğiz.

Çağrı Mert Bakırcı, Evrim Ağacı'nda, Sözler Köşkü'nün evrim karşıtı videosuna bir reddiye hazırladı malumunuz. (Değilse bile şimdi haberiniz oldu.) Bu videoyu izlerken dikkatimi en çok çeken şey: Bakırcı'nın 'makro evrim' denilen konuda geri basmaya yatkın olmasıydı. Burada mücadele etmenin, yani X-Men'de ifade edildiği gibi 'türden türe atlama'nın 'epey bir zorlama' olduğunu kabul ediyor gibiydi. Ancak 'mikro evrim' konusunda sebatkârdı. Hatta mikro evrim konusunda sahip olunacak güçlü bir imanın 'makro evrim konusundaki sorulara da cevap verebilir' olduğunu düşünüyordu. Açıklamak için de 'kanyon misalini' kullandı. Peki ne idi bu misal?

Hop, işte, asıl konumuza geldik. (Eğer yanlış anlamışsam Bakırcı beni de bir video çekerek düzeltsin.) Kanyon misalini ben şöyle kafamda toparladım: Türden türe binlerce genin aynı anda değişmesiyle bir atlamanın olduğunu artık iddia edemiyoruz. 2000 yılından bugüne çok şey değişti. Tuhaf kaçıyor. Fakat, yandan yandan, ufaktan ufaktan, azar azar, hatta binlerce yetmezse milyonlarca senede, bir akarsunun dağı oyup iki parça haline getirmesi gibi, türler oluşmuş olabilir diyoruz. Bakırcı'yı eğer yanlış anlamadıysam, lüften yüzünü tokatlamasın, mikro evrimin 'türlerin çeşitliliğini' böyle açıklayabileceğini iddia etti. 'Hoppala!' diye değil ama 'gıdım gıdım' bir evrimin mümkün olabileceğini söyledi. Der efendim der. Kim-ne karışır kişioğlunun imanına? Bense temsildeki bir tuhaflığa takılıp kaldım.

Bakırcı, dilimiz varmıyor ya söylemeye, kendisinin Sözler Köşkü videosu hakkında birkaç kez iddia ettiği gibi, bir 'mantık oyunu' mu yapıyordu? Bu temsilin mikro evrimle türlerin çeşitlenmesini açıklamada 'cerbeze' çevirir bir yanı mı vardı? Tam da bu noktada kafam dumanlandı işte. Çünkü bir akarsunun dağı zamanla ikiye ayırmasında evrimi doğrulayacak hiçbir 'yapısal değişiklik' yoktu. Benzetme başka birşeyi benzetilense apayrı birşeyi söylüyordu. Bu tıpkı (editör olduğum için mesleğimden örnek vereyim) kelimenin anlamına zarar vermeyen 'çekim ekleri'ni misal göstererek anlam değiştiren 'yapım eklerini' anlatmak gibiydi.

Evet. Dağ ortasından bölünüyordu. Ama neticesinde dağ yine dağdı. Tıpkı dilimlenmiş ekmeğin ekmek kalması gibi dağ da dağ kalıyordu. Şöyle bir misal vermeyi deneyeceğim: Bize yukarıdaki menkıbede anlatıldığı gibi şarap dolu bir testi getirildiğini düşünelim. Sonra biz bu şarabın iki eşit parçası arasından, nasıl bir teknolojiyle yapacaksak, su akıtıyoruz. Su akıttıkça üzüm suyu parçalarının arası açılıyor. Birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Ancak, araları ne kadar açılırsa açılsın, ister bir parçası kuzey kutbunda diğeri güney kutbunda olsun, 'üzüm suyu olmalarında' bir değişim yaşanmıyor. Yapısal birşey değil bu. Birken iki oluyorlar. Hacimce küçülüyorlar. Belki soğuğa gittikçe donuyorlar. O kadar. Olan başka birşey yok.

Fakat kesinlikle bu parçalardan birisi 'yağa' diğerisi 'bala' dönüşmüyor. Üzüm suyunda meydana gelecek mikro etkilerden hiçbirisi, içine toz kaçması, seyrelmesi, üstüne sinek konması, güneş nedeniyle suyunun uçması vs. bunlardan hiçbirisi onu 'üzüm suyu olmaktan' başka bir noktaya götürmüyor. Belki çürüyor. Bozuluyor. Evet. İçinde varolduğu sisteme tekrar karışmaya çalışıyor. 'Yitirerek' yoluna devam ediyor. Fakat bu etkilerden hiçbirisi onu apayrı bir sistem sahibi yapmıyor. Daha üst bir konuma çıkarmıyor. Üzüm suyu hep öyle yaşıyor. Öyle de ölüyor.

Buradaki safsatayı nazarlarınıza arzedebildim mi bilemiyorum. Aslında Molla Çağrı Mert Bakırcı bizi müridi olduğu Evrim Efendi Hazretlerinin bir kerametine inandırmaya çalışıyor. Bunun, bir testi şarabın, ister bir gecede isterse milyonlarca yılda, yağ ile bala dönüştüğünü söylemekten farkı yok. Ortak bir atadan(!) hangi gerekçeyle kopmaya başlarsak başlayalım, bizi başka şeyler haline getirecek yapısal farklılıklar meydana getiremez hiçbir dış etki, doğada işler böyle yürümez. Dış etkiler dışarıyı değiştirir. İçeriye dokunacak kadar parmağı uzayanlarsa bozar. Su şaraba karışırsa onu seyreltir. Bir noktadan sonra şarap tastamam su olur. Güneşte kalırsın. Esmerleşirsin. Düşersin. Topal kalırsın. Kangren olursun. Kolun kesilir. Tamam. Ama bu türden etkiler seni yapısal olarak farklı birşeye dönüştürmezler.

Herhalde evrimciler paralel evrende biz dünyada yaşamıyoruz. Olanlar da önümüzde gerçekleşiyor. Dağların arasının akarsuyla ayrılması yapısal bir farklılaşma sağlamıyor. Ancak dış görünüşlerini etkiliyor. Eskiden tek bir dağ varsa şimdi yarım dağlarımız var. Kanyonumuz var. Ama her şekilde toprağımız var. Çağrı Mert Bakırcı eğer 'görünen'i gösterip 'görünmeyen'i isbat etmeyi deniyorsa seçtiği temsilin tastamam 'demagoji' olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü evrim aslında bize diyor ki: Bir dağın arasından yıllarca su geçti. Sonra dağın yarısı 'yağ' yarısı da 'bal' oldu. Peki bu bilim midir? Yoksa yeni nesil bir mistizm midir? Bence kanyon misali yerine başta anlattığım kerameti nakletmek daha mantıklı. Kastettiğinin ondan farkı yok.

5 Kasım 2019 Salı

Cumhuriyet kadını 'kadının yüzeyselleşmesi' midir?

Yıllar önce ilahiyatçı bir ağabeyim, kendisi bu yakınlarda 'profesör' de oldu, 'güzel sesin bir ilahiyatçı için imtihan olduğunu' söylemişti. Gerekçesi şuydu: Güzel sesli olan ilahiyatçı genelde, biraz da çevresinin talebiyle elbette, Kur'an-Mevlid-İlahî gibi şeyler okumaya yöneliyor ve ilmî çalışmalara mesaisi azalıyordu. Fakat sesi şuh olmayan ilahiyatçının böyle bir şansı yoktu. O, eğer buna müsait bir istidadı/gayreti de varsa, varlık sahası olarak ilmî çalışmalar yapmayı seçiyordu. Zamanını tastamam ona ayırıyordu. Yani başta eksiklik gibi görünen birşey ilerde artıya dönüşüyordu.

Bir başka ağabeyim de, onun hâlâ akademik hiçbir ünvanı yoktur, Batı'da soyut sanatlara yönelişin fotoğraftan sonra olduğunu söylemişti. Ondan evvel sûretin taklidiyle meşgul olan Batılı sanatkârlar, ilk fotoğraf aşılamaz bir başarı olarak karşılarına dikilince, doğrudanı terkedip dolaylıya yönelmişlerdi. Bunu söyledikten sonra da eklemişti: Sûreti resmetmeye kem bakılması soyut sanatın Batı'dan çok daha önceleri İslam coğrafyasında ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu şüpheli alanda yürümek istemeyen müslüman sanatkârlar varlık sahası olarak dolaylı anlatımı seçmişlerdi. Bu da eserlerini derinleştirmişti. Fikrî yanlarını daha güçlü kılmıştı.

Sonraları kendimce bunun 'tesettür' emriyle de ilgisi olduğunu düşünmeye başladım. Nasıl? Anlatmayı deneyeyim arkadaşım: Cenab-ı Hak, elbette bir hikmeti gereği, cins-i lâtifi erkeğe kıyasla daha güzel yaratmıştı. Bu güzellik tabii ki onlara bağışlanmış bir nimetti fakat aynı zamanda her nimet gibi de bir imtihandı. 12. Söz'de anlatılan temsilî hikayecikte, kitabın mücevherle yazılmış olmasının 'ecnebî feylesof' için yaman bir yanılgıya dönüşmesi gibi, bu yüzeysellik de bir boğulmaya neden olabilirdi. Ne olmuştu peki hikayecikte o feylesofumuza? Yazdıkları Hâkim'i neden kızdırmıştı? Daha önce okumamışlar için kısacık bir alıntı yapalım:

"O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam, çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakaik olan Kur'ân'ı, mânâsız nukuş zannederek mânâ cihetinde kıymetsizlikle tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı."

Batı medeniyeti dediğimiz 'deniyet'in özünde saklanan illüzyon da bu aslında. Artık küresel boyutlara varan, yani bulanık rengine bulamadığı neredeyse hiçbir coğrafya kalmamış bu (me)deniyet, bize yüzeyi boyayıp 'derinlik' diye satıyor. Kitabın sayfa sayısından, mürekkebinin türünden, kağıdının kalitesinden, kapağının kalınlığından, kaç nokta bulunduğundan, kaç 'a' harfi geçtiğinden vs. bahsetmeyi kitabı 'anlamak' sayıyor. Böyle de pazarlıyor. Bu nedenle bu (me)deniyetin insanı varlığın hakikatine körleşmede geçmiş her yüzyıldan daha ileride. Fakat aynı zamanda yüzeyin bilgisinden hepsinden fersah fersah üstün. Size birkaç gram demirden/bakırdan dünyanın herhangi bir yerinden diğer bir yerini görebilecek, konuşabilecek, dinleyebilecek cihazlar üretebiliyor. Fakat aynı (me)deniyette gökdelenlerin dibinde insanlar açlıktan ölüyor. İnsan insana ulaşamıyor. İnsan hakikatine varamıyor. İnsan Allah'ını tanıyamıyor. Çünkü marifet derinlik işi. Tek gözlü dehalarıyla salt önlerine bakanların yukarılarını görmesini bekleyemezsin.

Konuyu dağıtıyorum. 'Tesettürü' konuşuyorduk. Evet. Ben, hem erkeğe hem kadına verilmiş bir emir olmakla birlikte, kadında daha bariz okunan 'tesettür emri'nin de bir tür 'yüzeyden uzaklaştırma' olduğunu düşünüyorum. Aynen. Çünkü görüyorum: Tesettür emrinin yıkıldığı yerlerde, elbette istisnaları da vardır, büyük bir 'yüzeyleşme hareketi' başlıyor. Kozmetik ürünler, estetik operasyonlar, güzellik trendleri, moda giysiler, sezonun saç modelleri, makyaj modelleri, cilt bakımı, kilo kontrolü, vs... Birdenbire kadının/erkeğin bütün dünyasını yüzeysellik işgal ediyor. Derinlik kendine zaman/yer bulamaz oluyor. Elbette bu durumun kadına tesirleri daha kem oluyor. Çünkü kadın daha güzel. Güzel olanı 'güzelliğinin' olmayanı da 'olmadığının' farkında. İkisi de keder. Birisi olduğu şeyi arttırmaya diğeri olmadığı şeye ulaşmaya çalışıyor. Buradan delice bir yüzey mesaisi başlıyor. Malumunuzdur, bu iş artık erkekleri bile sardı, sarmaladı, yuttu. Metroseksüellik diye birşey aldı yürüdü. Tesettürün azalması bir noktadan sonra sanki erkekleri de yüzeye çekti.

Yüzeyle meşgul olanlar medyada daha sık görünüyor olabilir. Fakat aslında dünyayı yüzeyini aşanlar değiştiriyor. Derinliğe talip olanların mesaileriyle şekillenmiş bir dünyada yüzeyin saltanatı sürüyor şimdilerde. Hatta son 29 Ekim kutlamalarında Dilek İmamoğlu'nun kazandığı 'tam bir cumhuriyet kadını' payesi aslında bu yüzeyselleşmenin neticesi. Dilek Hanım'a bu payeyi bağışlayanlar, kendisinin ne bilimsel bir keşfini duydular, ne büyük bir başarısının takdirini ettiler, ne de Dilek Hanım'ın derinliğine dair birşey söylediler. Hayır onların ilgilendiği tek şey dekolte derinliği idi. Dilek Hanım'ın kıyafetinin bilmem hangi modacı tarafından yapılmış olması yüzey bezirganlarından alkış almasına yetti. Aynı bezirganların, emekle dolu hayatına rağmen, Semiha Yıldırım Hanımefendi için neler söylediklerini hatırlıyoruz.

Neden ona öyle de buna böyle peki? Cevabım şu arkadaşım: Çünkü tesettür yüzeyciliğe "Dur!" diyor. Hiyerarşisini tanımıyor. Kendi muvaffakiyet hiyerarşisini, değil kadın bedeninden, ama iç güzelliğinden/derinliğinden inşa ediyor. Elbette yüzeyin efendilerinin gözünde iltifat bulamaz. Çünkü yüzey derinliğe katlanamaz.

30 Ekim 2019 Çarşamba

Erdoğan ‘peygamberliğin’ nasıl delili olur?

Erdoğan'ın ilk seçildiği günden beri aleyhinde en çok mücadele verdiği alanlardan birisi sigara alışkanlığı. Bin maşaallah. Allah sa'yini meşkûr kılsın. Razı gelsin. Tastamam destekliyorum. Hatta kendisini en ‘koşulsuz’ desteklediğim hususlardan birisi de burası. Çünkü gencecik sabileri sigara tüttürürken görünce akkora basmış gibi yüreği 'Cıııız!' edenlerdenim. Hissiyatımı daha doğru tarif etmek için o 'c' ile 'z'nin arasını buradan Beylikdüzü'ne kadar 'ı' ile doldurabilirim. Cıııı....z!

'Beylikdüzü' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Evet. Geçemezsiniz de zaten. Beylikdüzü öyle deyip geçilecek bir yer değildir. Kısa mesafe gibi görünse de uzun sürer. Öyle bir trafiği vardır ki, bazen neşeyle evine gitmeye niyetlenip, yolda öfkeyle taşınmaya karar verenler olur. Eh. Elbette onları da anlamak gerekir. Nihayetinde insan akşamları varamadığı bir yuvada oturmak istemez.

Beylikdüzü bahsini hızlı geçip sigaraya geri dönelim. Erdoğan sigarayla her şekilde mücadele etmeye çalışıyor. Sadece diliyle söylediklerini/nasihatlerini toparlasanız epeyce bir zaman eder. Bunun dışında devletin de gücünü buna sarfediyor. (Kolluk kuvvetleri de dahil.) Çeşitli yasalar/yaptırımlar vasıtasıyla kullanım oranını düşürmeye gayret ediyor. Yetmiyor. Gezilerinde rastladığı insanların ceplerindeki sigara paketlerini çekip almaya kadar vardırdı işi. Helal! Elde edilen netice nedir peki? Cüneyt Özdemir'in geçen bir videosunu izledim. Orada konuya dair ilginç birşey söylüyor. Ki ben de katılıyorum. Özeti şudur:

Sigarayla mücadelede, daha ilk yasakları tastamam uygulayamadan, sonuçlarını alamadan, meyvelerini devşiremeden yenilerini koymaktan başka birşey yapamıyoruz. İnsanlar bir şekilde yasakları aşıyorlar. Taşıyorlar. Takmıyorlar. Umursamıyorlar. Veya bizzat uygulatması gerekenler de ihlallere gözyumuyorlar. Önemsemiyorlar. Boşveriyorlar. (Belki bizzat da ihlal ediyorlar.) Ve nihayetinde bir ülkenin başkanı, hem de öyle-böyle değil 18 yıllık güçlü bir başkanı, bütün yaptırım gücüne, karizmasına, hitabet yeteneğine, teşvik gücüne, teşkilat yeteneğine rağmen sigaraya karşı savaşını kazanamıyor. Huyluyu huyundan vazgeçiremiyor.

İşte bu durum beni ister-istemez mürşidimin şu metnine götürüyor: "Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?"

Sigara misalini daha başka örneklere de taşıyabiliriz. Hatta sadece Türkiye özelinde değil tüm ülkelere/coğrafyalara yayabiliriz. Çünkü her ülkenin az-çok aleyhinde mücadele verdiği kem alışkanlıklar var. Fakat bakıyorsunuz: Modern çağın bütün entelektüel birikimine, tebliğ yeteneklerine, teknik imkanlarına, yaptırım gücüne, merkezîleşmiş devletine, aydınlanmış insanına, okur-yazarlık oranına, basılan kitap sayısına, kolluk kuvvetlerine, hatta üniversite mezunu miktarına rağmen mücadeleler başarıya ulaşamıyor. Muvaffak olunamıyor. Alışkanlıklar sökülüp atılamıyor. Zararları açık olduğu halde üstelik. Yani âdemoğlu zararlıdan dahi vazgeçirilemiyor. Damarına işlemiş âdetleri terket(e)miyor.

Diğer yanda ise, elhamdülillah, 'nübüvvet/peygamberlik' diye bir hâdise var. Ne kadar gözümüzü kaparsak kapayalım. Var. Orada, ihtişamla, pek maşaallah, duruyor. Çok kısa bir sürede insanlara yaşattığı büyük değişimlerle, sıçrattığı basamaklarla, "Ben sıradan bir iş değilim!" diye haykırıyor.

Hangi imkanlarla peki? Belki hiçbir. Okuma-yazma bile bilmeden. Hatta zamanının süpergüçlerini, hatta içinde çıktığı kavmi, hatta öz amcasını karşısına alarak. Çoğu zaman aç-açıkta kalarak. Gurbete zorlanarak. Hasırda yatarak. Cihad ederek. 23 mübarek yılını mücadeleler içinde geçirerek. Bazen en sevdiklerini de yitirerek. Böyle birisi (canım ona kurban olsun) 14 asır öncesinde tebliğine başlayıp, bugün 7 kıtada milyarlarca insanın hayatını değiştiren bir dinin sahibi oluyor da, bugünün kudretli başkanı bir sigarayı altedemiyor. Onu geçtim. Bir sonraki seçimde oyunu korumak için ne çabalar gösteriyor. Bazen başaramıyor.

Peygamberliğin binlerce delili şimdilik bir kenara bırakalım arkadaşım. Yalnız bu, birtek bu, evet bu, maşaallah bu, peygamberliğin hak olduğuna 'şakk-ı kamer/ayın yarılması' gibi apaçık bir delil değil mi? Çünkü nihayetinde ayın yarılması da Allah'ın bir kanununu sevdiği birisi için değiştirmesinden, belki de istisnalandırmasından, ibaretti. (Zaten sevgiyi de daha çok 'gözetici istisnalar' üzerinden okumaz mıyız?) O değiştirmeyle sevdiğinin katındaki itibarını kullarına gösterdi. Dininin muvaffakiyeti de, aynı bunun gibi, yine insanlığın kanununda bir değişim sayılmaz mı? "Şakk-ı kamer gibi bir yarılmadır!" denilmez mi? (Yani, arkadaşım, birisi astronominin damak şaklatacağı bir mucize ise, diğeri de sosyolojinin/psikolojinin hayretinden kendini tokatlayacağı bir harikadır.) Sorular böyle. Benim cevabımsa: Evet. Binler kere ‘evet’ hem de. Son sözüm de şu: Allahım bizi de sevgine, hem sevdiğinin sevgisine, hem de şefaatine nail eyle. Âmin.

29 Ekim 2019 Salı

Cuma hutbelerini kim dinliyor?

'Pozitivizm' ile 'mealcilik' arasında hep bir ilgi kurarım. Duyanlar "Nasıl oluyor?" der. Doğrudur. Sürgit olaylar düzleminde aralarında bağ kurmak zordur. Fakat neden-sonuç ilişkilerini olayların elinden alıp düşünüşlerin eline verdiğinizde şöyle bir resim ortaya çıkar: Pozitivizmin 'herşeyi maddede görmekle' düşlediği açıklık mealcilikte de vardır. Yalnız mealcilik aynı açıklığı 'çeviri yapmakta' görür. Hatta çeviri de yetmez. Gün gün sadeleşir mealler. Sürekli safra(!) atılır. Her yeni meal çalışması, istisnalar elbette mevcuttur, bir öncekinden daha sadedir. Basittir. Yalındır. Ancak şu kaçınılmaz netice ıskalanır bu türden çabalarda: Her çeviri bir tür sadeleştirmedir aynı zamanda. Çağrışımların budanmasıdır.

Bir metnin sadeleştirilmesi anlaşılanları/anlaşılabilecekleri de sadeleştirir. Yahut da tam tersi: Metnin sadeleştirilmesi anlaşılabilecekleri, metin sahibinin muradı aksine, çoğaltır. Her şekilde yapılan tahrife dönüşür. Çünkü bir kelimeyi/cümleyi 'anlaşılabileceği anlamlardan etmek' de 'anlaşılmaması gereken anlamlara götürmek' de tahriftir. İşte, biraz da bu haklı kaygılardan dolayı, Kur'an-ı Hakîm'i ideal anlama şekli olarak 'mealcilik' değil, 'tefsir okumak' görülmüştür. Ta ki son asra kadar. Bu yüzyıl bir 'mealler asrı'dır. Neden? Çünkü artık pozitivizmin dalgası buraya kadar gelmiştir. Yaşanan özünde yüzeyin istibdadıdır.

Mürşidimin "Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmıştır!" dediği pozitivist bilimadamlarına/aydınlara da teşmil edilebilir. Evet, onlar, sûret/teknik üzerinde bir uyanış yaşamışlar. Bu uyanış onları 'herşeyin aslını bulduklarına' inandırmış. Yahut da öyle olduğunu düşlemek istemişler. Elmayı kabuğunda bilmişler. Yalnız kabuğunu sevmişler. Çünkü ellerine çokça kabuk geçmiş. Kabuk yemekten başları/kalpleri sarhoş olmuş. Evvelden de epey bir açlıkları varmış ya. Bu açlığın hırsı ifrata yol açmış. Hızını alana aşırıya gitmek pek kolaydır. Kolayı seçmişler. Aşırıya gitmişler.

Ağzı şeker-bal yesin. Mürşidim bir de misal veriyor: "Mesela, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise..."

'Arapça hutbe' meselesinde de Bediüzzaman'ın duruşunun aynı olduğunu görürsünüz. Hüner herşeyi çevirmekte/sadeleştirmekte değildir. Hüner çağrışımlara da hakk-ı hayat tanınmasıdır. Müsait bir 'kolayca anlaşılmazlık alanı' bırakılmasıdır. İradeye pay ayrılmasıdır. Peki. Tamam. Ben ki ilahiyat okumamış bir cahilim. Bütün bunları şimdi neden yazdım? Koşar adım ona da geleyim arkadaşım: Bugünlerde Diyanet'in hutbelerinde de böyle bir temayülün arttığını görüyorum. Allah sa'ylerini meşkûr kılsın. Katından ecirlerle onları mükafatlandırsın. Gayretlerini arttırsın. Fakat, nasıl demeli, sadeleştirdikçe öldürüyorlar bazı şeyleri.

Eskiden meşhur hatiplerin cuma hutbeleri kaset olarak da alınır dinlenirdi. Şimdi caminin kapısında çıkanları hutbeyi sorsan hatırlayan yok. Yahut pek az. Bence bu dikkat ölümünün ardında aşırı sadeleştirmenin payı var. Yüzeyleşme ruhu öldürüyor. Hutbelere pozitivizm daha fazla dadanmamalı. Herkes herşeyi anlamak zorunda değil ama herkes bir kudsî duygulanış/düşünüş hissetmek zorunda. Evet. 'Arapça hutbe'de direnemeyip bu ruhun büyük parçasını zayi ettik. Yazık oldu. Sadeleştirmeyle daha fazla etmeyelim bari. Direnelim. Biz 'biz' yapan kelimelerin üzerinde direnelim. En azından hutbede direnelim. Âmin.

27 Ekim 2019 Pazar

Kaybedene yarış nasıl rahmet olur?

Okuyanlar hatırlayacaklar. İşaratü'l-İ'caz'da şöyle bir sual vardır: "İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev'in saadetine sebep olur ki, 'Şeriat rahmettir' diyorsunuz? Halbuki, nev'in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?" Yani, dünya imtihanının başlaması, insan türünün çoğunluğunun cehenneme gitmesiyle sonuçlanmaktadır. İslam'ın varlığına/gelişine bu açıdan bakınca nasıl 'rahmet' veya 'saadet' denir? Zira kaybediş de yarışın başlamasıyla ilgilidir. Kaybedişi başlatan öğe nasıl 'rahmet' olur?

Bediüzzaman'ın bu türden şüphelere verdiği cevaplarda şu yön dikkatimi çekmiştir: Hep bütüne bakmayı öğütler. Çünkü ziyan olmuş gibi görünen parçaların tesellisi de bütündedir. Kendisinden aşkınlaşmaktadır. Ne demek bu? Mezkûr sorunun cevabından bir parça alıntıladıktan sonra üzerine düşünmeye devam edelim: "Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv bin yumurtanın annesi olabilir. (...) Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebep ve âmil olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir." 

Evet. İnsanlık tam da böyle çoğalmalıydı. Bir zincirin halkaları gibi. Hatta, nüfus artışı üzerinden düşünürsek, giderek çoğalan halkalar. Ebeveynlerden oluşan başlangıçlara çocuk sayısı kadar eklenmiş yeni halkalar. İki halkaya bir, iki, üç, dört veya çok daha fazla halka takılmış. Onlar da, yine torun sayısına bağlı olarak, daha fazla halkayla kuşanıyor. Öyle ki, ikiyle başlayan halka, nihayetinde altı-yedi milyara kadar dayanıyor. Zincir her şekilde bir işe yarıyor. Boşa gitme ihtimali yok. Ziyan olmak imkansız. Zayıflar sonralarının varlığıyla anlamlanıyor. Birbirimize eklenmiş olmamız bireyselliğimizde israfımızı engelliyor. Tıpkı mezkûr cevapta söylendiği gibi.

Hop! Hemencecik spot cümleyi patlatıverelim: Müstakil varoluşlar israf olmaya daha yatkındır. Ne demek bu? Misallendirelim: Şimdi ben, aman misal de ne uzağa düştü öyle, öncesiz bir 'ben' olarak varolsaydım. Yani 'atasız bir müstakillikle' varlığa çıkarılsaydım. Üstüne bir de, Allah saklasın, imtihanımın hakkını veremeseydim. Çoluğum çocuğum da yok. Bu varoluşa artık ne denirdi? Allahu'l-a'lem. Zincirsizlikten dolayı o varlıkta bir parça 'boşa gitmişlik' de olurdu. Sorudaki şüpheye benzer bir yara kalırdı. Şimdi öyle bir ihtimal yok. Ebu Cehil de olsanız oğlunuz İkrime olabiliyor.

Zincirin bir yerinde mutlaka işe yarayan birşeyler/bireyler var. Varoluşunun hakkını vermiş fertler tüm nesillerin içinde mevcut. Çünkü zaten nesiller birbirleriyle bağlı. Ağacın, yani insaniyet ağacının, israfı diye birşeyden bahsetmek mümkün değil. Heba olmadı. Zayıf kalan halkalar güçlüler sayesinde kıymet kazandı. Peygamberler en güçlüleriydi. Sonra salihler onları takip ettiler. Yani, arkadaşım, kendi parçamız için hissettiğimiz korkuya büyük bir teselli var burada. Zincire bağlandığımızda, "İman bir intisabdır!" sözünün hakkını verdiğimizde, yekünden ayrıca bir değer kazanıyoruz. Hikmetini eda edememişliğin sıkletinden birazcık kurtuluyoruz. En azından israf olmamış bir bütünlüğe parça oluyoruz. Hem, bigbang mevzuu eğer doğruysa, daha büyük zincirler de var. Varoluşa zincirle çıkmakta böyle bir rahmet ciheti de yok mu?

26 Ekim 2019 Cumartesi

Münafık neden kâfirden daha eşeddir?

Night Hunter filminde Dedektif Marshall'ı kişileştiren Henry Cavill'in 'kendisine neler olduğunu' anlattığı bir sahne var. Kızıyla konuştukları bir kesittir. (İzleyenleri hatırlamıştır.) Kısaca diyor ki orada: "Doğduğunda işler zorlaştı. Herşeyi denedim. Terapiyi bile. Seninle ilgili değil. Geceleri ışıklar kapandığında odayı görürsün değil mi? Peki ya ışığı sürekli açıp kapatırsam? Hiçbirşey göremezsin. Takip ettiklerim karanlıkta yaşıyorlar. Sen gelene kadar görmek çok kolaydı. Çünkü sen ışığımsın."

Mevzuun optiğe bakan yanını anlamak kolay. Karanlıkta kaldığınızda gözünüz, daha doğrusu gözbebeğiniz, genişleyerek ortama adapte olur. Nesneleri az-çok seçmeye başlar. Şekillerini kabaca algılar. Bu nedenle yeniden ortama ışık bastırdığında geçici bir körlük yaşarsınız. Gözbebekleriniz küçülerek maruz kalınan ışığın miktarını azaltır. Makule çeker. Körlüğünüz geçer. Ancak bu karanlık-ışık geçişlerini sıklaştırırsanız, hem körlüğünüz kalıcılaşır, hem de gözleriniz ağrımaya başlar. Çünkü göz böylesi hareketleri sık yapmaya yatkın bir organ değildir.

Mürşidim kısa bir mealiyle "Neredeyse şimşeğin ışığı onları kör edecekti!" buyrulan Bakara sûresinin 20. ayetini tefsirinde ilginç bir noktaya dikkatlerimizi çeker: "Gözün şuaı, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek, kemal-i sür'atle hücum ederek, gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuaından o şekilleri alıp götürüyor."

Bu izahı nereden hareketle söyler peki? İşaratü'l-İ'caz aşinaları cevabı bilirler ya fakat bilemeyenler için bir hatırlatma geçelim: Ayette geçen 'yahtafu' kelimesi üzerinden. Çünkü bu kelime 'kaptırmak' manasına gelmektedir. Ben, biraz da yukarıda konuştuklarımızdan hareketle, Bediüzzaman'ın bu tefsirini şöyle anlarım: Bir fırtınanın karanlığında, o karanlığa adapte olan gözler tam manzarayı az-buçuk seçmeye başlayacakken, birden bir şimşek çakar, ışık düzeyi değişir. Gözün adaptasyonu berbat olur. Yeniden kıvamını bulmaya çalışır. Aydınlık normalde 'gördürücü' birşeyken bu anlık hali, yani devamsızlığı, aksine 'körleştirici' olur.

Ancak burada daha başka birşey var. Bu iş göz işi değil. Göz sadece bir temsil. Bakara sûresinde geçen bu tasvirler bize aslında 'münafıkların psikolojisini' anlatıyor. Onların hakikate muhatabiyetlerindeki ikircikli halin onları düşürdüğü şaşkınlık ortaya konuluyor. Hatta Bediüzzaman aynı bahiste diyor: "Kâfirlerin kalbleri gibi münafıkların da kalbleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet. Bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz."

Arkadaşım şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan cesaret alarak 'içimizin yasasına' dair şöyle birşey söylesem şaşırır mısın: Mutluluk da bir ziyadır. Yani bir ışıktır. Kalbin gözü, yaşadığı ortamın durumuna göre, ondan bir parça alabilecek şekilde adapte olur. Az-çok birşeyler seçer. Hani Bediüzzaman'ın İslam'dan çıkanın saadet yönünden doğma-büyüme kâfire bile yetişemeyeceğini açıklarken söylediği birşeydir: Kâfirin açık kalmış bazı lâmbaları olabilir. Fakat mürtedin gönlünün bütün ışıkları sönmüştür. Ben onu, işte biraz da bu bahisten hareketle, şöyle anlarım:

İslam'ı kevserinden bir kere tatmış, diline bu bal bir kere dokunmuş, damağı bu lezzetle tanışmış, artık ne kadar ağzını kezzapla çalkalarsa çalkalasın bu tattan kurtulamaz. Hakikate aşina vicdanı ona 'olması gerekenin' sinyallerini verir. Bu sinyaller hiçbir zaman 'kâfircesine bir habersizlik içinde' susturulamayacağı için de, münafık, kâfirin dahi kavuştuğunu sandığı saadetten mahrum edilmiştir. Tıpkı, ertesi gün idam edileceğini bilen bir mahkûmun, bu kem akıbetten haberi olmayan sair mahkûmlar kadar yediklerinden lezzet alamaması gibi. Hatta 'yiyememesi' gibi.

Doğrunun şimşeği sürekli çakarken kalbinin gözü gafletin mutluluğunu görmeyi başaramaz. İsterse en kara şeytanları arıyor olsun. Anlık parlamalar bu kadarcık bir görmeyi dahi elinden almıştır. Gözünden önce kalbinin ellerinden kapmıştır. Evet. "Münafık kâfirden eşeddir." Çünkü gözünün ışığa tahammülü yoktur. Her parıltıyla savaşır. Her nurla kavgalıdır. Çünkü aydınlığa dair herşey onu 'ecnebi dinsizleri gibi' olmaktan alıkoyar. İslam'ın tezahürlerinden bu yüzden rahatsızdır. Yani dışına taşırdığı esasında içinin kavgasıdır. Gözünün ağrısıdır. Allahu'l-a'lem.

21 Ekim 2019 Pazartesi

Zekeriya aleyhisselam susunca biz ne işittik?

Genelde maddelerin donarken hacimleri küçülür. Suyunkiyse aksine artar. Bu sayede göller/nehirler dipten değil üstten donarak sinelerindeki hayatı korurlar. Normalde bir 'yanıcı' ile 'yakıcı'nın biraraya gelişi yangına sebep olur. Ama Hidrojen ile Oksijenin hukuku başkadır. Kardeşlikleriyle 'söndürücü' suyun varlığına hizmet ederler. Esasında kainatta bulunan metallerin erime ısısı epeyce yüksektir. Sıvı olmaya çok sıcak bakmazlar. Pardon. Asıl ancak çok sıcakken (b)akarlar. Ama cıva bundan istisnadır. Böylece termometrelerimize güzelce bir hizmet eder.

Arkadaşım, hayret edersin, sanki her nerede bir kanun var yanıbaşında kardeşceğizi bir istisnası da vardır. Hatta o istisna öyle yerinde/gerekli bir istisnadır ki âkil olan şaşkınlıktan damağını şaklatır. En doğrusunu Allah bilir elbette. O varlığın bütününü gören 'ezel' makamının sahibidir. O makamda olmuş-olacak ayrımı yoktur. Hepsi bir 'Ol!' emrinin içindedir. Zamandan aşkındır. Biz, yani zamana mahkûm olanlar, kendi parçamızın rızkını kovalıyoruz. Mukayyet oluşumuz nedeniyle herşeyi sınırlarımıza buluyoruz. Bulandırıyoruz. Bunalıyoruz. Manzara, değil varolurken, yalnız gözlerimizde karışıyor. Karıştırıyoruz. Çünkü sığmıyor. Çünkü saramıyoruz.

Yarımlıklara 'şer' diyoruz. Tamamlananlara 'hayır' namını takıyoruz. Tamamına varıncaya kadar her 'hayır' gözümüzde 'şer' kalıyor. Bizi bu yanılgıdan ancak vahy-i ilahî kurtarıyor. Göremediğimiz bütünlüğün haberlerini veriyor. Çözemediğimiz yarımlıkları çözmeyi öğretiyor. Hikmetini bilince 'yaşananın şahitliğimizden ibaret olmadığını' sezinliyoruz. Böylece 'âlem-i şahadette' yani 'şahit olunanlar âleminde' yani 'parçalar âleminde' yaşayan bizler, bir lütf-i ilahî ile, parçalanmıyoruz. Parçalanan varsa 'ezel'in sahibinden gelen haberlere kulak tıkayanlardır.

Zekeriya aleyhisselamın sessizliğini düşün mesela. Kalbinin kulaklarında çın çın çınlasın. Hani Âl-i İmran sûresinin 40. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "Zekeriyya: 'Rabbim!' dedi, 'bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre, benim nasıl oğlum olabilir?' Allah şöyle buyurdu: 'İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.'" Ve 41. ayette şöylece ekleniyor:

"Zekeriyya: 'Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet göster' dedi. Allah buyurdu ki: 'Senin için alâmet; insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.'" Bazı müfessirler bu 'konuşamama'nın Zekeriya aleyhisselamın 'hiçbir fiziksel eksiği olmadığı halde bunu başaramaması' olduğunu söylüyorlar. Allahu'l-a'lem. Bana da bu mana sıcak görünüyor. Çünkü biliyorum. Mürşidim söylemişti. Bir kanunun kırılabileceğinin delili kırılan başka kanunlardır. Ne zaman bir 'sıradışılık'la tanışsak o bize bir/birçok 'istisnayı' tanıtır. Kardeşlerinden haber verir. Mucizelerin bir hikmeti de budur.

Hani, yine mürşidim, 'İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelmesi' konusunda şüphesi olanlara der: "Nusûs-u kat'iye ile Hazret-i İsâ aleyhisselâm pedersiz olduğu kat'iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün telâkki etmekle, vâhî te'vilât ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü, hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki hârika fertler ile tahsis edilmesin."

Bunun kainatta da birçok örneği vardır. Hatta, değil derinlikli okumalarla, ortaokul-lise seviyesindeki biyoloji bilgisiyle bir insan 'eşeysiz üreme' diye birşeyin varlığını bilir. Bitkilerde/hayvanlarda varolan nümunelerini tanır. Hatta bazen 'eşeyli' bazen 'eşeysiz' çoğalabilen canlıların varlığını yakinen biliriz. İşte bu tür misallerle Cenab-ı Hakkın verdiği ders açıktır: "Bu kanunu, bakınız, ne kadar kolay kırıyorum. Birçok örneğini görüyorsunuz. Bilimadamları bulup öğretiyorlar. O halde bu kanunu başka bir yerde daha kırabileceğimden neden şüphe ediyorsunuz? Neden İsa aleyhisselamı babasız yaratabileceğime şaşıyorsunuz?"

Bediüzzaman da sözünün devamında der: "Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları, kanun-u tenâsül hâricinde—yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde—o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bindokuzyüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur'âniyeye karşı bir te'vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et."

İşte bence 'sapasağlam iken konuşamamak' da Zekeriya aleyhisselamla verilen bir derstir. Bir kanununu kırabilen Allah her kanununu kırabilir. Çünkü yalnızca bir kanunun kırılması bile 'hikmeti iktiza ettiğinde' kanunlarını iptal edebilecek bir Allah'ın varlığını öğretir. Demek, hâşâ, Allah kanunlarının esiri değildir. Mucib-i bizzat değildir. Allah'ın böyle bir Allah olduğunu anladıktan sonra sarsılmaz sandığımız yasaların ne engel olabilirliği vardır? Yoksa onların Allah'tan hariç, hâşâ, gücü mü vardır? Sırf yazılmış olmakla, cümle, yazarını kendisini değiştirmekten alıkoyabilir mi? Bu paragrafta belki yirmi kelimeyi değiştirdim. Ne engelledi? "İşte böyledir, Allah dilediğini yapar!" Sözde müessiriyetlerimiz de Allah'ı anlamaya kapı olur.

Mürşidim mezkûr metnin finalinde der: "O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdât eder."

Evet. Binler kere 'evet.' Kaideler ve onları bozan istisnalar sayısınca 'evet.' Her yasayı belirleyen yasa, her yasanın üstündeki yasa, her yasayı değiştirebilecek yasa, Cenab-ı Hakkın şe'n-i Rububiyetidir. Şânıdır. Esmaü'l-Hüsna'sıdır. Onun neyi/nasıl yaratacağını bizim çıkarımlarımız değil onun yaratış ahlakı belirler. İster Zekeriya aleyhisselamı sapasağlam iken susturur, ister kısır eşinden Yahya sahibi yapar, isterse de Meryem annemizi İsa aleyhisselama babasız kavuşturur. Arkadaşım, haddini bil, okumayı zor-bela başardığın küçüğün küçüğü parçalar üzerinden bütünün sahibine racon kesemezsin. Ancak vahyinde söylediğini alırsın. Çünkü o, bizim okuduğumuzdan çok, kendisinin haber verdiği gibidir. Elhamdülillah. Elbette.

17 Ekim 2019 Perşembe

Biyoloji Allah'ı esir alabilir mi?

Çok doluyum. Son söyleyeceğimi başta deyivereyim: Bazıları Allah'ı biyolojiyle (daha doğrusu 'biyolojinin bildikleri kısmıyla') esir almaya çalışıyorlar. Sanki Âlemler Rabbi biyolojinin kurallarına uymaya her şekilde mecburmuş gibi, onları aşamazmış gibi, kendi koyduğu kurallarla 'kudret eli-kolu' bağlanmış gibi, hatta (tabir-i caizse) biyoloji yaratışta onun dilemesinden aşkın bir üst-ilahmış gibi muhabbetler dönüyor.

Nerede? Sosyalmedyada. Mesela: Modernistlerin konuşmasını pek sevdiği 'Âdemler-Havvalar' meselesinde. Bu ahirzaman zıpçıktıları, güya modern bilimi de arkalarına alıp, diyorlar ki: "Efendim, insan türünün yalnız iki bireyden ortaya çıkması mümkün değildir, gen havuzu kısıtlanmış olur, bu kısıtlı gen havuzundan bu kadar farklılık çıkmaz, bik, bik, bik..." Neden bunu söylüyorlar peki? Çünkü Batı'daki abileri bunların kulağına öyle fısıldıyor. Sanırsınız bunlara vahyi İsviçreli bilimadamları getiriyor. Sünnetlerini Science dergisi belirliyor. İtikatlarını onlardan alınca kusurları da buraya taşımış oluyorlar. Eğriyle doğruyu aşılıyorlar.

Halbuki bir müslüman itikadını kendi kaynaklarından alır. Bu onun 'yerelliğini' korumasının yegane şartıdır. Yoksa haberi olmadan 'tarlası sürülür' de, Cenab-ı Hak'tan bir hidayet yetişmezse, ölene kadar nasıl operasyon yediğini anlayamaz. Peki Batılı kaynaklar hiç mi okunmaz? Elbette okunabilir. Fakat itikat almak için değil. İtikadımıza delil sağlayabilmek için. Yan malzeme olarak. O da 'katiyyet'le bağlanmadan. Sarsılmaz argümanlar gibi görmeden. Neden? Çünkü seküler bilimlerin yolculuğu parçadan bütüne doğrudur. Ulaştıkları her yeni bütünlükte kurallar yeniden irdelenir. Bazı olur, yeni bir fizik anlayışı bir öncekini, hem de çok kat'i sanılan bir öncekini, gümletir. Tıpkı Kuantum'un Newtoncu fiziğe yaptığı gibi. Aynısı diğer bilimlerde de mevcuttur.

Birgün anahaber bültenini açarsınız Kanadalı bilim adamları 'taze etin kalbe zararlı olduğunu' söylerler. Ertesi gün açarsınız Almanlar onların bu yanlışını düzeltir. Başka birgün açarsınız Canan Karatay alayına meydan okuyaraktan bir danayı çiğ çiğ yer. Pardon. Bu sonuncusu olamaz. Ama konu hakkında okuma yapanlar bilirler: Bu yüzyılın başlarında doktorların 'sigaranın sağlığa yararlı olduğuna dair' açıklamaları vardır. Hatta bu açıklamalar 'tavsiye' olarak gazetelerde yayımlanmıştır. Yine pedagoji de böyle sık sık 'silbaştan' yapan bilimdallarından birisidir. Önce birisi çıkıp "Annelerin bebeklerini çok kucağa alması özgüven eksiltiyor!" der, hop, çocuklar beşiğe. Sonra bir başkası çıkıp der ki: "Yok, öyle değilmiş, asıl kucağa almayınca çocukların özgüveni eksiliyormuş!" Hayda! Hadi, hop, tekrar bebekler kucağa.

Bütün bu 'bir öyle-bir böyle'lerden kurtulmanın yolu, itikadı 'parçadan bütüne' giden bilimdallarının elinden alıp, 'bütünden parçaya' konuşan naklî kaynakların eline vermektir. Yani Kur'an'ı, sünneti ve onların sahabeden bugüne sahih yorumlarını esas tutmaktır. Yoksa biyoloji bilimi bugün der ki: "İki kişinin genleri bütün bir insanlığın genetik havuzunu oluşturmaya yetmez!" Sonra Canan Karatay çıkar der ki: "Hadi oradan. Fırsatçılar sizi. Ben hergün yiyorum birşey olmuyor." Pardon. Canan abla bu konularla ilgilenmez. Ama başka genetikçiler çıkıp şöyle der belki: "Hayır, iki insanın genleri bütün bir insanlığın genetik havuzunu oluşturmaya yeter, yeter ki doğru zenginlikte genlerle yolculuk başlamış olsun." Tabii, siz eğer evvelki genetikçilere uyup itikadınızı onlara bina ederseniz, sonrakilere yetişemeyenlere epeyce bir geçmiş olur. Zira hakkında ayet bulunan meselede gereksiz şüpheye düşülür.

Yahut da, bütün bunları aşıp, ta baştan Allah tasavvurunuzu dininizin emrettiği şekilde inşa edersiniz. Bütün şüpheleri onun azametiyle boşa çıkarırsınız. Ne demek bu? Biraz açalım:

Benim şöyle bir iddiam var. Allah tasavvurunun zirve noktası İslam'dadır. İslam'dakinden daha kemalde bir Allah tasavvuru, ilah tanımı/tarifi, hiçbir dinde mevcut değildir. Bu işin zirvesi İslam'dır. Neden? Çünkü İslam'dan başka bütün dinler şöyle-böyle şirkler barındırırlar. Şirk ne demek peki? Allah'a 'Allahlıkta' ortak uydurmak demek. Onun isim, sıfat ve şe'nlerinde sonsuzluğuna sınır koyacak 'ilahçıklar' vehmetmek demek. Bu kurgunun türü ne olursa olsun; yani; ister Zeus gibi karısından korkan bir tasavvura tapılsın, ister Budistler gibi pehlivan heykeli önünde secdeye kapanılsın, ister Hindular gibi öküzün ayağı öpülsün, nihayetinde ilahlık payesi verilen şeyler yaratıcılığı bölüşmektedirler. Bu bölüşüm, ister istemez, isimlerde/sıfatlarda sonsuzluğu hakkıyla taşıyacak tekbir ilahtan, 'bölümlü' dolayısıyla 'sınırlı' yani 'birbirlerinin tasarrufunu sınırlar' ilahçıklara inanmaya götürür insanı. Evet. Böylece Kur'anî tabiriyle 'herşeye gücü yeter' tek Allah'tan 'şuradan şuraya kadar' parsel parsel varlığı bölüşmüş ilahçıklara düşmüş olursunuz. Bu elbette bütün bir yaratılışa bakışınızı etkiler.

Mesela: Genetikle bulanmış bir şüpheyle bana gelen olursa derim/diyorum ki: Kardeşim, ben, bütün evreni yoktan yaratan, yarattığı evreni her an muhteşem bir düzen içinde devam ettiren, bir topraktan/sudan milyarlarca çeşit canlı yaratmış, o canlıların içinde dahi binlerce farklı türler irade etmiş, hatta bir insan türünün her bireyinin yüzünü bir diğerine benzetmemiş bir 'orijinallikler' ilahına tapıyorum. Yani genetikten kapıp geldiğin şüpheyi hiç tınlamıyorum. Zira bu şüphe 'biyolojinin aşılmayacağı önyargısına' dayanıyor.

Bu benim inancıma göre bir dogmadır. Benim inandığım tasavvurda bir Allah böyle bir engele takılmaz. Nasıl dilerse öyle yaratır. Yaratıştaki kuralları 'aşılmazı' değildir. Bir topraktan bu kadar şeyi yaratana dört tane amino asitten şu kadar insanı yaratmak zor gelmez. Nerede kanununu kırmak istiyorsa orada kırar. Nerede değiştirmek istiyorsa orada değiştirir. "Başlangıç iki insanla oldu!" buyuruyorsa öyledir. "Hz. İsa aleyhisselamı babasız yarattım!" diyorsa öyledir. "Hz. Zekeriya aleyhisselamın eşi kısır olduğu halde Yahya'ya sahip kıldım!" diyorsa öyledir. "Hz. İbrahim aleyhisselamın eşi yaşlı olduğu halde İshak'ı verdim!" diyorsa öyledir. Öyledir, öyledir, öyledir. O nasıl buyurmuşsa öyledir. Nasıl dilemişse öyledir. Üç kuruşluk genetik Allah'ı esir alamaz.

Bu noktada Bediüzzaman'ın bize öğrettiği bir bakış açısı çok aydınlatıcıdır: Cenab-ı Hak 'kanundan hariç fertler' yaratarak bize o kanunlarla bağlı olmadığını, kudretinin herşeye yettiğini, nasıl dilerse öyle eyleyebileceğini göstermiş olur. Âl-i İmran sûresinde (ve Kur'an'ın genelinde) anlatılan böylesi mucizeler de aslında, işte, bu yönde yapılmış ikazlardır. Biz birşeyin hep aynı 'mukarenetlerle' olmasını, 'aynı şartlarda' gerçekleşmesini, o şeyin yaratımının bu şartlara bağlı olmasıyla açıklarız. Daire-i muamelatta işlerimizi yürütürken bir kolaylık sağlar bu.

Ancak Allah onu öyle yaratmaya mecbur değildir. Çünkü daire-i itikatta işler böyle değildir. O düzenini onu anlamamız için bir kolaylık kılmıştır. Elhamdülillah. Ama kendisi bu nizamın esiri değildir. Olmamalıdır. Kendi koyduğu nizamın esiri olan ilah 'Allah' olamaz. (Bu bir acziyettir.) Ancak müşriklerin 'ilahçıkları' olur. Yani arkadaşım, doğru bir Allah tasavvuru, tüm şüpheler için bir 'koruyucu hekimlik'tir. Demek herşeyden önce itikadımızı düzeltmeliyiz. Gerisi kendiliğinden düzelir.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...